Hayatı İyimserlikle Temizleyen Yazar: Ca ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Hayatı İyimserlikle Temizleyen Yazar: Carlo Levi

Cılız sonbahar ışıklarının tül perdenin arkasından içeri incecik sızıp parkeleri, duvarları, dokunduğu eşyaları çizgi çizgi aydınlattığı solgun bir gün. Bir an evvel okumak istediğim, eğlenceli olduğunu umduğum bir roman gazete yığının üstünde duruyor. Aylardan kasım. Kasım aylarından korkarım, hiç sevmem. Belli ki o da beni hiç sevmiyor. Her yıl bu uğursuz ayı sevmemek için yeni bir sebebim daha oluyor. Nefretimiz şiddetli ve karşılıklı. Telefon çalıyor. Doğduğum ve büyüdüğüm bir şehirden tanıdığım bir arkadaşımın ismini görüyorum ekranda. Ne diyeceğini seziyorum. “O gitti” diyor. Gençliğin bütün huzursuz dalgalanmalarını, neşesini, acılarını, heyecanlarını paylaştığımız, hiç ölmeyecekmiş gibi hayata tutunan bir insandan bahsediyor. İsmi Ayşe. O bizi bırakıp erkenden gitmiş. Biz de ona veda etmek için yola çıkıyoruz. Güneşin kocaman bir portakal gibi yol boyu bize eşlik ettiği serin bir şafak vakti yolda çözülememiş bir hiçlik duygusuyla ürperiyorum. Öncesi sonrası olmayan müphem anlardan birisi. “Keşke güneşin bu halini bir kez daha birlikte görebilseydik” diyorum. Saçma bir boşluk hissi kuşatıyor etrafımızı. Onu doğduğu şehirde babaannesinin yanına bırakıyoruz. Ertesi gün, güneşin durgun denizi yekpare bakır levhalara dönüştürdüğü alacalı saatlerde yaşadığımız şehre dönüyoruz. Boşluk yırtılarak genişliyor.

Murakami’nin romanı birkaç gündür önümde duruyor. Okumak istemiyorum. Yazmak da... Televizyonlara, gazetelere bakmak içimi bulandırıyor. Öldürmeyi, katliamı, insanların ağlamasını, savaşı savunmayı muhalefet sanan, bunu da insanlara ‘ilericilik’ diye yutturmaya çalışanların Meclis’te tepindiği bir ülkede yaşama fikrinden bile nefret ediyorum. Siyaseti her fırsatta insan olmanın, vicdanın, adalet bilincinin önüne koyan sığ zihniyetten de fena halde yoruldum. Bu gazetede yazan bir arkadaşımla konuşuyorum. “Ne yazacaksın” diyor. “Bilmiyorum, istemiyorum, bu ülkeyle, hayatla, hatta sevdiğimi sandığım bazı insanlarla ilgili güven sorunum var, mümkünse düşünmek bile istemiyorum” diye cevap veriyorum. “Yok, olmaz öyle şey, yaz bir şeyler” diyor. O da öyle herkes gibi hayatın bir biçimde devam etmesi gerektiğine inanıyor haliyle. Her sabah bilinmeyen kaotik bir güne uyanılacak, insanlık, siyaset, edebiyat, tarih ve daha bir dolu mesele üzerine ahkâm kesilecek, sürekli manasız bir kavganın içinde debelenip durulacak. Ne mecburiyetimiz var hiç anlamıyorum. Kimse hiçbir şeyden, hiç kimseden, hiçbir fırsattan vazgeçmeyecek. Ya da en klişe cümlelerle tercihlerin vazgeçiş olduğunu haykıracaklar. Tatsız gerçekler öylece kabullenilecek. Ne olursa olsun hayat bütün hoyratlığıyla devam edecek. Bunun adına da profesyonellik, yaşam enerjisi, inanç ya da her ne istiyorsanız o denecek. Harikulade!

Bu dünyaya birileri tanıklık etti...

Ben müsaadenizle bu hafta yazının geri kalanını hayatı sevecen bir iyimserlikle anlatmayı tercih eden bilge bir yazara bırakmak istiyorum. Adı Carlo Levi. Helikopter Yayınları’na şahane bir kitap daha kazandıran Levent Yılmaz, İsa Bu Köye Uğramadı isimli bu anlatıyı tekrar yayımlama sebebini şöyle anlatıyor: “İnsanları, hayvanları, bitkileri öylesine büyük bir aşkla tasvir ediyordu ki, sanki zamanın ötesinde bir şeyden, bir büyük hakikatten, bir büyük aşktan söz ediyordu. Bunu bir tek Yaşar Kemal’de gördüm ben: Kimyası yavaş yavaş bozulan, dönüşen, farklılaşan dünyada insanı insan yapan ve değişmese çok iyi olacak olan şeylerin olduğunu bunca güzel, bunca etkileyici, bunca müthiş nasıl anlatır insan? Şöyle düşünün, bir zamanlar bir dünya vardı, o dünya güzeldi. O dünyaya birileri tanıklık etti ve o dünyayı biz artık bu, ancak bu adamlar aracılığıyla kavrayabiliyoruz. Dünyayla, doğayla ve insanla aşka benzer bir ilişki yaşayan ve aşkla yazan adamlar bunlar”.

Dünyayı aşkla seven Levi’nin yazdığı bu kitaba roman denir mi çok emin değilim doğrusu. Faşist rejim tarafından İtalya’nın yoksul bir köyüne sürgüne gönderilen bir yazarın, ressamın, sosyalist bir doktorun, anarşistin yani Levi’nin izlenimleri, anıları kurgulanmaya, edebiyatın ‘zeki ve süslü’ imkânlarını kullanmaya ihtiyaç duymayacak kadar incelikli ve hakiki çünkü. Yazarın oralarda gördüğü yoksulluğu, acıyı, köylülerin batıl inançlarını, geleneği, sefaleti, gündelik hayatın yavaşlığını, sessiz yalnızlığı, büyücü kadınları, tabiatı, hayvanları, çocukları, o kadar sakin bir dille anlatıyor ki, kendinizi Gagliano’da bir kır kahvesinde onunla mırıl mırıl sohbet ederken buluyorsunuz.

İnsanların sonsuz kaderi...

Bu arada ‘yazmak istemiyorum’ diye masanın başına oturduktan sonra, Levi’nin gücünü şiirinin sadeliğinden alan cümlelerini yazıyla paylaşıp çoğalttıkça pek de gönüllü olmadan usulca tekrar hayatın ılık rüzgârına karışmakta olduğumu hissettim. Samimi ve iyi edebiyatın insanı böyle tuhaf bir biçimde sağaltan büyülü bir yanı da var işte. En iyisi sözü 1935-36 yıllarında yaşadığı köyden ayrılmadan evvel hissettiklerini anlatan Levi’ye bırakmak bu defa...

“Bir uçarı, bir acayip bahar geldi geçti. Yeşilin ömrü on gün sürdü yalnız. Bir hayaldir göründü kayboldu... Köye ilk geldiğim zamanki gibi sessiz killerin üstünde sıcaktan hava titremeleri oluyordu. Yine o beyaz deniz ve üstünde kımıldanan kül rengi bulut gölgeleri. Çevremdeki her toprağın çıkıntısını, her kıvrımını, her rengini biliyordum. Güneş Gagliano’nun hayatını daha da ağırlaştırdı. Köylüler tarladaydı hep. Evlerin gölgeleri tembel tembel sokaklara uzanıyordu. Keçiler güneşleniyordu şurada burada. Her gürültüyü, her sözü, her mırıltıyı duyabiliyordum teker teker. Bu durmadan tekrarlanan sesleri dünya kurulalı beri dinlemiştim sanki. Çalışıyor, resim yapıyor, hastalara bakıyordum, ama derin bir kayıtsızlık çökmüştü içime. Kuru bir cevizin içinde kapalı kalmış kurt gibiydim. Kabuğumun manastırında, dünyadan elimi ayağımı çekmiş, gelecek tek renk yılları bekliyordum. Hayatım yerden kopmuş garip bir boşlukta başıboş yüzüyordu sanki: Kendi sesim bile bir tuhaf geliyordu bana bu garip dünyada... Ancona’da katedralin tepesine çıktım, nice zamandan beri ilk defa olarak mavi denize baktım uzun uzun. Güzel bir gündü: O yükseklikten enginler daha engin geliyordu insana. Dalmaçya’dan gelen serin bir meltem kırış kırış ediyordu denizin durgun sırtını. Engin bir hayale kaptırdım kendimi. Bu denizin hayatı insanların sonsuz kaderine benziyordu. Dalgalar, tek renk bir zamanın içinde donmuş gibi aynı şeyi sonsuzca tekrarlar gibiydiler. Ve birden bıraktığım durgun zamanı, kara dünyayı düşündüm, korku ve sevgiyle....”

Kitabın son sayfasını kapatıp masaya koyduğumda uçup gittiğini sandığımız hayata karşı direnen yazının gücünü hatırladım. Tanrıların bile terk ettiği bir köydeki ‘beyaz yalnızlığı’ uysal bir şefkatle anlatan Levi’nin sahip olduğu biricik anlara harflerin sihriyle sadık kalma tutkusuna hayran oldum. Zalim bir dünyaya direnirken hayatı ‘bir denizin sonsuz uzanış ve çekilişleri gibi’ tekdüze yaşamak zorunda kalan köylülerin binlerce yıldır hiç değişmeyen kaderini değiştirmek istedim. Sözcüklerle tutunamadığımız geçmişin her ‘kayıpla’ biraz daha eksilmekte olduğunu fark ettim. Çok istediğimiz halde hiç sahip olamayacağımız hastalıklı bir gelecek tasavvurunu ancak hayal edilen hikâyelerle buluşturunca kesif bir mutsuzluğu rüyamsı bir ‘mutluluğa’ dönüştürebileceğimize inandım. Belki biraz saf düşünceler bunlar bilmiyorum ama bazen derin bir çaresizlik hissi insana böyle yazılar yazdırıyor işte...

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:52:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan