HAYAL Mİ GERÇEK Mİ?
Gecenin esrarını
Ruhuma sardım
Yıldızlara bakıp seni andım
Öyle daldım ki siyahına
Hayalini gerçek sandım
Kayıt Tarihi : 23.8.2013 15:46:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Karı koca hemen yanlarındaki evin kapısını çaldılar. Şükran, güler yüzle karşıladı, içeriye buyur ederek: “Hoş geldiniz, aylardır sizi ve çocukları çok özledik, buyurun, buyurun. Ben Azize’ye haber vereyim.” Azize dayısının ve yengesinin geldiğini duyunca, çok korktu ve telaşlandı. Çekinerek, elleri titreyerek yanlarına çıktı, hasretle sarıldılar. Kamil Bey, direkt lafa girerek: “Azize nasılsın kızım? Seni çok aradık buladık” deyince Azize, heyecandan iyice tıkanan kulaklarını göstererek: “Ben sağır oldum dayı, biraz hızlı konuşun, duyamıyorum” demesiyle Kamil Bey’in ve eşinin gözlerinden yaşların boşalması bir oldu. Kamil Bey: “ Güzel kızım, seni bizim eve götürmeye geldik, hadi hazırlan. Mehmet Emin Bey, biraz önce bana geldi. İstediğin zaman, istediğin yere gidebileceğini, bu konuda özgür olduğunu söyledi. Nikah formalite icabı kıyılmış kızım. Eksik olmasınlar seni aylardır korumuşlar komşularımız. Bizim bunlardan hiç haberimiz yok, seni çok arattım ama ulaşamadım, sen de benim öz kızım sayılırsın. Hadi kızım hazırlan da gidelim” derken dışarıdan konuşmaları duyan babanne, içeriye girerek: “Hoş geldiniz efendim, kimi nereye götürüyorsunuz bakalım? ” “ Azize’yi bize götürüyoruz efendim” diye cevap verdi, Kamil Bey. Babaanne sedirin köşesine kurularak: “Azize Hanım, hiçbir yere gidemez. O nikahlı bir kadın artık, yeri de kocasının yanıdır. Ancak kocası “Boş ol” derse gidebilir” deyince Kamil Bey, çok sinirlendi ve midesine kramlar gimeye başlayınca: “Kalk hanım, sonra yine konuşuruz ”deyip ayağa kalktılar. Babaanne sesini yükselterek: “Sonrası öncesi yok, Azize benim gelinim, bunu artık kabul etseniz iyi olur.” Kamil Bey ve eşi hiç ses çıkarmadan evden ayrılırken, kendilerini geçirmek için, kapıya kadar gelen Azize’ye dönerek: “Sen yine de iyi düşün kızım, başımızın üzerinde yerin var, sonra pişman olmayasın” deyip evlerine gittiler. Şükran koşarak arkadaşının boynuna sarıldı: “Ben arkadaşımdan ayrılmam, sen de bizi bırakıp gitmezsin değil mi Azize? ” Azize Nil Gül derin derin düşünmeye başladı: “ Dayımlara gitsem, altı tane çocuğun bakıcısı olacağımı çok iyi biliyorum. Artık analığımla ilgili olan hiçbir şeyi, hayatıma almak istemiyorum. Hem ne zamana kadar kalabilirim, dayımın yanında? Neticede üveylik var. Bu kadar nüfusa nasıl bakacak dayım, bu kıtlık yıllarında? Analığım da bütün servetini kardeşleriyle yiyip bitirdi, şimdi o da muhtaç sayılır.” Mehmet Emin Bey’le aralarındaki yaş farkları çoktu. Henüz zabit olmadan genç yaşta evlendiğinden, kendi kadar kızı vardı ama hiç yaşını göstermiyordu. Boylu poslu, çok yakışıklı ve dinç bir adamdı. Azize bir türlü karar veremiyordu: “ En zor günlerimde imdadıma koşan, beni ölümlerden kurtaran, kucağında sırtında taşıyan oydu. Can borcum var Mehmet Emin Bey’e, minnet borcum var. Hem benim kim olduğumu biliyor, neler yaşadığıma gözleriyle şahit oldu. Bana saygı gösteriyor, evinde ağırlıyor. Kendisine yaşadıklarımı anlatmama, utanç duymama gerek kalmayacak.” Üstelik evden gitmesi konusunda, kendisine hiçbir şey dememişti henüz. Kocası eğer gitmesini isterse o vakit gidecekti, neresi olursa olsun. Bu evde huzuru bulmuştu, sevgiyi bulmuştu. Şükran ve babaanne kendisine çok yakın davranıyor, onu mutlu etmeye çalışıyorlardı. Kendisinin o eve ait olduğunu hissettiriyorlardı. Bekleyip, görmek en güzeli diye kararını verdi. Bir hafta sonra, amcası Şükran ve babaannesini, motorla Gemlik’teki akrabalarının düğününe götürdü. ‘İki, üç gün kalır’ döneriz demişlerdi. Azize evde ilk kez yalnız kalmıştı. Savaş bittiğinden, artık işgal askerlerinden korkmuyordu, hepsinin gittiğini, gidemeyenlerin öldüğünü biliyordu. Dayılarının yan evde olduklarını bilmek, ona kuvvet veriyordu. Bütün evin işi kendisine kaldı. Evin her tarafını dolaştı, ev ve eşyalar eski ama çok güzeldi. Mutfakta bulaşıkları yıkayıp, yemek pişirdi. Ortalığı topladı, namazını kıldı. Kapının çalmasıyla yerinden kalkarak, kapıyı açtı, yengesi karşısındaydı: “Azize hazır evde kimse yokken, toparlan kızım bize gidelim” deyince Azize, gayet sakin bir tavırla: “ Kocam git demeden, bu evden dışarıya bir adım bile atmam yenge. Sağ olun, var olun beni düşündüğünüz için.” “Peki kızım, o zaman ne halin varsa gör, zaten iyilik yaramaz kimseye. Pişman olunca bize gelme sakın” deyip kapıyı hızla çarpıp gitti. Azize ne yapacağını bilmez halde, evde dolaşıp durdu. Tırabzanları tutup, merdivenleri çıkarken, Türkan’nın yere çakılıp ölmesi, gözünde canlandı, içi burkuldu. Bütün gece lamba ışığında, Şükran’ın odasında oturdu. Gece yarısı, kapının sesinden Mehmet Emin Bey’in geldiğini anlayarak, içi rahatladı. Lambayı püfleyip söndürdü, usulca yatağına yattı. Sabah uyandığında kocasının gittiğini anladı. Masanın üzerine hazırladığı yemekler yenmişti. Mehmet Emin Bey’den çok utanıyor, yanına bile çıkmaya çekiniyordu. Kayınvalidesi birkaç kez onu uyarmıştı: “ Kızım sen artık evli bir kadınsın, gidip kocanın koynuna gir. Yarın öbür gün başka biriyle evlenirse, ortada kalırsın haberin olsun, benden söylemesi. Bu zamanda ondan daha iyisini bulamazsın. Memlekette genç erkek kalmadı, hepsi şehit oldu, aklını başına topla.” Ertesi akşam, yine kocası gelene kadar bekledi, kapı sesini duyunca yatıp uyudu. Gecenin bir vakti gürültüyle uyandı. Şimşekler çakıyor, her yer gündüz gibi aydınlanıyordu. Gök gürültüsü öyle şiddetliydi, az duyan kulağıyla bile duyabiliyordu. Gök gürültüsü ve şimşekten çocukken de çok korkar, gömme dolabın içine saklanırdı. Yataktan kalktı, lambayı eline alıp, korkarak mutfağa indi, titreyen elleriyle su içti. Tam yukarı çıkarken, aralık kalan pencereden giren rüzgar, elindeki lambayı söndürünce, koşarak Mehmet Emin Bey’in odasına daldı. Lambayı yere koyduğu gibi, yatağa girip yorganı başına çekti. Yatak sıcacıktı, önce titreyen bir el uzandı saçlarına: “Ne oldu Azize hanım korktunuz mu? ” “Evet, çok korkarım gök gürültüsünden, karanlıktan. Kusura bakmayın sizi de uyandırdım.” Mehmet Emin Bey, şaşkın ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Uzanıp elini, eline dahi değdiremiyordu, korkudan titreyen genç kadına. Azize’nin neler yaşadığını bildiğinden, korkularında haklı olduğunu biliyor, ona acıyor ve korkusunu yenmesine yardımcı olmak istiyordu. O anda tekrar şimşek çakıp, ortalığı gündüz gibi aydınlatınca, kocasının kendisine baktığını gördü. Şimşeğin arkasından top patlarcasına gök gürültüsünü duyan genç kadın, çığlık atıp kocasına sarılıverdi. Mehmet Emin Bey, karısının saçlarını usul usul okşayarak: “Korkmayın Azize Hanım, ben yanınızdayım” deyip genç kadına sıkıca sarıldı. Azize o sıcak temasla, kocasının ellerinden, aşkın ayak seslerini duymaya başladı. Saçlarında gezinen elden, sanki güneşin sarı sıcaklığı yayılıyordu bedenine. Acılarla yoğrulan yüreği, kapanla tutulan minik kuşlarca çırpınıyordu. Birbiri ardına çakan şimşekler, ay ışığı olup yıldızlarca yağıyordu gözlerine. Aşk adım adım yürüyordu usulca ta ayaklarının ucuna. Yıllardır ufkunu saran kara bulutlar, dağılıyordu aşk fırtınasıyla. Gizlendiği kuytulardan çıkıp, gülücükler dağıtıyordu hüzün. Yağmur değil, pul pul aşk serpiliyordu, gökyüzünden tenine. Ruhuna dalga dalga vuran sevgi seli, çağlayıp dökülüyordu koyaklardan aşağı. Ömrünce duymadığı hazla, rengarenk bir gökkuşağı doğuyordu Azize’nin ufkunda. Bir an içinden düşündü Azize: “Öksüz yüzü güler mi? Meğer yanıla.” Manastır mahallesinin köşesindeki, herkesin imrendiği o güzelim evde, yaşlı bir kadın vardı. Kimse bilmezdi yüreğindekileri. Siyah bir örtünün altında tespih çekip, sessizce iki yana sallanıp duruyordu yıllardır. Göstermezdi kimseye, feri sönmüş gözlerindeki kederi. Sakine Hanımın, gözyaşları bitmiş, acıları hala bitmemişti. Istıraplı gözlerine kopkoyu bir hüzün yerleşmiş, oturuyordu yerli yerinde. Belki de mateme bürünmeye yeminliydi o gözler. Güzeller güzeli genç bir kız vardı, o mutsuz evde. Genç kız dense de geçkindi yaşı. Hiç duyulmazdı sesi, göklerde uçuşurdu acı dolu avazları, dili laldi. Kuşlar bile kaçışırdı bu sessiz çığlıklardan. Geri dönerken aksiseda, kor kor yanardı isyan eden yüreği. Mermerlerce katı ve suskundu daima, ömrü boyunca tatmadığından mutluluğu. Güzeller güzeli Saniye Hanım, her gün Mazlum ve Ahmet Mithat’la oynuyor, sessiz dünyasını çocukların masum gülüşleriyle süslemeye çalışıyordu. Ana kız kaderlerine razı, birlikte yaşıyorlardı sessiz dünyalarında, yoktu kimseye bir zararları. Faydalarından maada. İzzet’in eşi Ayşe Hanım, üçüncü bebeğini de düşürünce olanlar oldu. Genç kadının zaten çok iyi olmayan ruhsal durumu iyice bozuldu. Artık çok sevdiği kocasıyla ilgilenmiyor, hiçbir iş yapmıyordu. Sokaklarında oynayan çocukları taş atıp kovalıyor, yakaladığını dövüyordu, sonra da oturup ağlıyordu. Dayak yiyen çocuklar kapılarına gelip ‘Deli Ayşe’ diye kızdırmaya çalışıyorlardı. İzzet’in bütün yalvarmaları ve iyi niyetine rağmen düzelmiyordu. Annesi ‘Gardiyan Safiye’ kızıyla başa çıkamayıp, etraftan şikayetler gelince, Ayşe’yi bir odaya kilitlemek zorunda kaldı. İzzet, annesi yokken yemek yapıp yediriyor, onu sakinleştirecek güzel şeyler anlatıyordu: “Ayşe’ciğim, bak görürsün bizim de bir çocuğumuz olacak. Üzülme canım tekrar deneriz” dese de genç kadın kocasına yaklaşmıyor, elini bile sürdürmüyordu: “O da yıldız gibi kayar düşer, tutunamaz hayata benim gibi” diyor başka bir şey demiyordu. İzzet çok üzgün ve çaresizdi, karısını yüzüstü bırakıp gidemezdi. Gidecek yeri, sığınacak kimsesi de yoktu, mecbur çekecekti bu hayatı. Melek hanım, Saniye’nin çocuklarla oynarken ne kadar mutlu olduğunun farkındaydı. Bu yüzden Mazlum’la Ahmet Mithat’ı her gün ona getiriyor, başka hiçbir eğlencesi olmayan genç kadının, oyunlarını seyrediyordu. Birinin halası, diğerinin teyzesiydi. Çocuklar da onu çok seviyorlardı. İşaretle onlara oyun öğretmesi, hoşlarına gidiyor, kıkır kıkır gülüyorlardı. Melek Hanım, pencereden bakınca kocasının ağır adımlarla, yokuşu çıktığını gördü. Bu saatte eve gelmesi vaki değildi: “Hayırdır inşallah! ” diyerek Ahmet Mithat’ı kucağına aldı. Saniye Hanıma, işaretle kocasının geldiğini, eve gittiğini bildirdi. Kapıda kocasıyla karşılaştılar, Melek Hanım: “Hoş geldin Ali Fuat, ne oldu? ” “Bir şey olmadı canım, evime erken gelemez miyim? ” deyip oğlunu sevgiyle kucaklayıp, defalarca öptü. Sanki uzun bir yolculuğa çıkar gibi, vedalaşır gibi bir hali vardı. Genç kadın bir anlam veremedi, kapıyı açıp içeriye girdiler. Çok düşünceli ve üzgün görünüyordu genç adam. Kahve pişirip getirdi, belki kocası ne olduğunu anlatır diye. Ali Fuat Bey, konuşmuyor, sadece düşünüyordu. Melek Hanım çocuğunu uyutup, kocasının yanına oturdu. Saçlarını severek, yanağından öptü: “Anlat bana bir tanem, nedir seni böyle üzen? ” “Söylersem sen de üzüleceksin ama söylemek zorundayım canım. Nasıl olsa yakında öğrenirsin. ‘Mübadil’ler listesine seni de kaçak diye yazmışlar” deyince eli ayağı buz kesilen Melek Hanım: “Nasıl yani, ben senin karınım adım ve kimliğim değişti. Müslüman oldum, beni nasıl yazarlar? ” “Biri müracaat edip, seni de gitmek istiyor diye yazdırmış ama kim yaptı bunu bilmiyorum. İzzet listelere bakarken görmüş, hemen gelip bana bildirdi. Gidip ilgililerle konuştum, akrabaları isterse götürebilirler dediler.” “Ben anneme, iş ciddiye binmeden önce üzülmesin diye, ‘seninle gelirim’ demiştim ama onun yazdırdığını zannetmiyorum”dedikten sonra, hemen annesine gitti: “Anne mübadil olacağım diye, beni sen mi bildirdin? ” “Angela, ben sana sormadan böyle bir şey yapar mıyım? Benimle gelmeni çok isterim ama çocuğundan, kocandan ayrılamayacağını biliyorum, inan haberim yok kızım.” “Peki, anne bana bu kötülüğü kim yapar, üstelik ikinci çocuğumu beklerken? Kim kaçak diye bildirir? ” deyip ağlayarak, annesinin boynuna sarıldı. İkisi birden bu hiç beklemedikleri, kaderin onlara hazırlarladığı sürpriz karşısında çaresiz kaldılar. Melek Hanım, pişirdiği akşam yemeğini ocaktan indirip, kocasının tam karşısında durarak: “ Seni anlayamıyorum Ali Fuat, Yunanistan’a gitmeme nasıl izin veriyorsun? Burada kalmam için yalvaracağına, beni annemle göndermek istiyorsun. Bugüne kadar seni mutlu etmek için, elimden geleni yapmaya çalıştım. Ne istersen yapmaya hazırım, ben gitmek istemiyorum.” “Biliyorum karıcığım, ben senden ayrılmak ister miyim hiç? Benimle kalırsan, ömür boyu Mudanya’da yaşamak zorunda kalacaksın. Belki ilerde beni suçlarsın annenden, kendi milletinden ayrılmana sebep oldum diye. Bir daha anneni ve dostlarını göremeyeceksin ne yazık ki. Karımın ve çocuğumun hayatını tehlikeye atamam. Karar vermeden önce ve henüz vakit varken, iyice düşünmeni istiyorum Melek. İleride fikir değiştirmeni veya sana önceden haber vermediğim için, beni suçlamanı istemem. Eğer benimle kalmak istersen, bana ait olmak istiyorsan, bu ömür boyu sürecek bir beraberlik olacak. Ne olursa olsun, benden ayrılmana izin veremem, çocuğumu da vermem, bunu bil ve tekrar düşün. Seni bu konuda özgür bırakıyorum, kararı sen vereceksin.” “ Ben seni ve çocuğumu bırakıp hiçbir yere gidemem, beni gitmeye zorlama lütfen. Annemden ayrılmak, onu bir daha görememek düşüncesi, beni deli etse de buna katlanmaya çalışacağım. Sonradan pişman olsam dahi seni asla suçlayamam. Hür irademle verdiğim bu kararım katidir. İçimden bir ses, eğer şimdi seni terk edersem, bir daha hiç görüşemeyeceğimizi, birbirimizi kaybedeceğimizi söylüyor.” Ali Fuat Bey, karısına sarıldı, saçlarını okşayarak: “Bu ayrılığın düşüncesi bile, beni deli ediyor. Annenden ayrılman, en az senin kadar, bana da acı veriyor. Eğer bu meseleyi çözebilirsek, bir daha asla hiçbir kuvvet bizi ayıramayacak Melek.” “Ama ben” Genç adam parmağını karısının dolgun dudaklarına götürerek: “ Pekala, bu konu şimdilik kapandı, akşam yemeğimizde ne var Melek? ” Melek Hanım sabaha karşı, korkunç bir rüya görüp, korkuyla uyandı. “Rüyasında annesiyle bindikleri Mübadil gemisinde görüyordu kendilerini. Birden çok yüksek, simsiyah bir dalga gemiye çarpıp, annesini denize sürüklüyor ve Madam Eleni denizde gözden kayboluyordu. Kendisi güvertenin demirlerine sıkıca tutunup kurtuluyordu.” Yatağın içine oturup sesizce ağlayarak: “ Allah’ım! Annemi kötülüklerden koru, ona yardım et. Ne olur bu rüyam doğru çıkmasın. Kıyamam sana anneciğim” diye içi yanarak dua etti. Yanında yatan kocasını sevgi dolu bakışlarla seyretti. Odanın diğer ucunda Ahmet Mithat’ın karyolası vardı. Kalkıp çocuğunu seyretti, yavaşça saçlarını okşadı: “Ölürüm de sizden ayrılamam, benim canım sizsiniz” diyerek kesin kararını verdi. Sabah namazını kıldı, tekrar kocasının yanına yattı. Genç kadın, ikinci çocuğuna hamile olduğunu, kocasına henüz söylememişti. Kocası ve çocuğu onun bütün dünyasıydı, onlardan asla ayrı kalamazdı. Kararını çoktan vermişti, kocasıyla kalacaktı. Mutluluğunun Ali Fuat Bey’e ve Ahmet Mithat’a bağlı olduğunu, çok iyi biliyordu. Ali Fuat Bey uyandığında karısının kendisini seyrettiğini görünce: “Ne oldu Melek Hanım, niye bakıyorsun bana öyle? ” diye sordu. “Ben son kararımı verdim kocacığım, burada kalıyorum. Sizi bırakıp, hiçbir yere gidemem, ikinci çocuğumu beklerken.” “Ne diyorsun? Bir çocuğumuz daha mı olacak” deyip karısını şefkatle öperek: “Beni iyi dinle Angela, bu iş çok ciddi. Seni zorla götürmek isteyecekler. Bu karardan dönüş olmaz, seni saklayacağım, kabul ediyor musun? ” “ Sen ne dersen kabul ediyorum, için rahat etsin” diyerek gördüğü rüyayı anlattı. Ali Fuat Bey’in tüyleri diken diken oldu, içinden: “ Eyvah! Zavallı Eleni anne, demek seni de kaybedeğiz” diye düşünerek: “ Dua edelim, bu rüya gerçek olmasın Melek.” Zaman daralmış, mübadiller gemilerle kafileler halinde, Yunanitan’a taşınmaya başlanmıştı. Melek Hanıma, Müslümanlığı kabul ettiğinden, haberi olmayan cemaatten ve yakın dostlarından büyük baskı vardı gitmesi için. Son ana kadar annesine dahi gideceğini söylemişti genç kadın. Sıra onlara gelmiş, son kafileyle bir gün sonra gitmek için son hazırlıklarını yapıyorlardı. Ali Fuat Bey ve İzzet akşamüzeri gizlice merkeplere binip, Melek Hanımların, zeytin bağındaki koruya geldiler. Önceden hazırladıkları malzemeleri küfelerin içine koymuşlardı. Büyük bir çam ağacının tepesine, tahtalardan küçük bir kulübe yaptılar. İzzet ağaca kolayca tırmanmış, Ali Fuat Bey iple malzemeleri yukarıya gönderiyordu. Dallarla etrafını örttüler, üzerini yağmur geçirmesin diye balmumuna batırılmış kalın siyah bezlerle örttüler. İçine su ve yiyecek koydular. Rahat inilip çıksın diye bazı dalları kesip basamak yaptılar. Uzaktan bakınca kulübe hiç belli olmuyordu. Hava kararınca merkepleri kiraladıkları ahıra bırakıp, arka sokaklardan evlerine döndüler. Ahmet Mithat’ı, akşamdan son gece birlikte olmaları için annesine bırakmıştı Melek Hanım. O gece heyecandan hiç uyumadılar, bütün hazırlıklar tamamdı. Ali Fuat Bey elindeki silahı nasıl kullanacağını karısına öğretti. Melek Hanım, gören olursa tanımasın diye,Türk askeri kıyafetini giydi şapkasını taktı, dürbünü boynuna astı. Lambaları söndürüp kapıya yakın bir yerde, beklemeye başladılar. Sabaha karşı kapıları usulca tıklatılınca, İzzet’in geldiğini anladılar ve hemen dışarıya çıkıp, atlara bindiler. İzzet, Ali Fuat Bey’le anlaştığı gibi, atları kiralayıp, ayaklarına eski mitil parçalarını bağlamıştı. Arnavut kaldırımlı taş döşeli sokaklarda, atların nal seslerini kimse duymasın diye. Karanlığın içinde sesizce zeytin bağına geldiler, Melek Hanımın kulübeye çıkmasına yardım ettiler. Yağmur çiselemeye başlamıştı, Ali Fuat Bey: “ Melek sabah oluyor, korkmana gerek yok. Akşamları İzzet koruda yatıp sana arkadaş olacak. Şüphe çekmemek için, benim ortada görünmem lazım, sen dürbünle seyredersin gemiye binenleri. Hadi görüşürüz yine” diyerek iskeleye gittiler. Mübadil gemisi akşamdan gelmiş, yolcularını götürmek üzere bekliyordu. Ali Fuat Bey atları, İzzet’e bırakıp doğru ‘Eski Cami’ye gitti. Namaz vakti gelmişti, ezan okununca namaz kıldı. Çok endişeliydi, karısını bulup götürecekler diye. “Ah! Melek’im sen gidersen ben ölürüm, inşallah bulamazlar seni” diye dua etti. İrfan Hoca yanına gelip: “Melek Hanım gidiyormuş, çok üzüldük inanın.” “ Ne yapalım mecbur ettiler gitmeye, biz de çok üzgünüz, görüşürüz Hoca efendi” diyerek camiden ayrılıp evine gitti, ıslanan kıyafetlerini değişti. Hava aydınlanınca, Ahmet Mithat’ı almak ve vedalaşmak için Madam Eleni’nin kapısını çaldı. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, Anadolu’da yaşayan Rumlarla, Yunanistan’da kalmış Türklerin, iki devletin hükümetlerinin anlaşmaları ile karşılıklı olarak yer değiştirmesine Mübadele denildi. Bu şekilde göç etmiş olan insanlara da ‘Mübadil Göçmenleri’ adı verildi. Sözleşme gereği 1 Mayıs 1923 tarihi itibariyle “Türk –Yunan Nüfus Mübadelesi Antlaşması” uyarınca, Türkiye topraklarındaki Rum/Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Türk/ Müslüman nüfus arasında zorunlu göç şarta bağlanmış oldu. Mübadeleye tabi tutulmayacak olanlar, sözleşmenin 2. Maddesinde belirtilen Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları idi. Yunanistan’daki Türk’ler ile Türkiye’deki Rumların değiştirilmeleri kararı alınınca, yeni yol hikayeleri yazılmaya başlandı, bilinmeze doğru uzayan göç yollarında. Günden güne artan, ırksal ve dinsel dürtülerle barış dolu o eski huzurlu günler bitmişti. Yerine insanları kaosa sürükleyen kavgalı ve kaygı dolu günler gelmişti. Büyük insan topluluklarının, yer değiştirmek zorunda bırakıldığı, karanlık bir dönem başlamıştı. Topraklarını, yuvalarını ve yurtlarını bırkıp “mübadil” olmak durumunda kalan ailelerin ‘ah’ı yeri, göğü inletiyordu. Aslında herkes kendi yazardı yol hikayesini ama bu yol hikayesini tarih yazıyordu. Mübadele denilen bu yolculuk, mübadiller için ölümden beterdi. Üstelik bu yolun ne ’U’ dönüşü vardı ne de yarı yolda cayıp kaçmak vardı. Mümkünü yoktu, zaten dönüş yolu diye bir şey yoktu, zorunlu göçtü adı. Çetin bir yol vardı önlerinde, dört bir yanı tuzaklarla, sırlarla bezeli. Madam Eleni, o gün kesin gidileceğini öğrendiği andan beri, içi yana yana konuşuyordu, evinin duvarlarıyla: “Evim, evim benimdin, yuvamdın, sığınağımdın, güzel evim. Yıllarımı, anılarımı duvarlarına asarak, bir daha dönmemek üzere, mecburen seni terk ediyorum.” Dışarıda şakır şakır yağmur yağıyordu, yer gök ağlıyordu. Madam Eleni’nin gözlerinin rengi, sanki yağmur bulutlarınca kararmıştı. Göz kapaklarını yumsa, kirpikleri çiy dökecek gibi top top olmuştu: “Memleketim, eşsiz memleketim Mudanya. Canımı, aklımı burada bırakarak, senden koparılarak zorla gurbete gönderiliyorum.” Yüreği aynı bir ağacın topraktan sökülürken, köklerinden çıkan sesler gibi, kütür kütür kütürdüyordu. Avuçlarının içi köz gibi yanıyor, ayaklarının tabanı yangın yerince tutuşuyordu. Gözlerini tavana dikip, saatlerce kıpırdamadan düşünüyordu: “ Ellerimi, ayaklarımı denizin tuzlu suyuna bastırsam, söndürür mü alevini? Bir martıyı alsam avuçlarıma, yüreğimdeki isyanımı sarsam kanadına, duyurur mu dünyaya? ” Daha gitmeden, sevdiklerinden ayrılmadan, kapalı avuçlarından sızan, evlat ve vatan özlemiyle sayıklıyordu: “Dertlerim bir bir ayıklansa, feleğin eleğinde, ümitle bakabilsem geleceğe. Ak günlerin kıvılcımları dökülse, Anadolu’mun üzerine, gitmesek kalsak yerimizde.” Dokunsalar çocuklar gibi ağlayacaktı, yaraları kanayacaktı. Bir mangal kor vardı sanki içinde yanıyordu. Memleket, evlat, torun sevdası başka bir şeydi, evden, eşyadan geçilirdi de memleket sevdasından geçilmezdi. Sarılmak istiyordu, sevgi dolu nazlı sarmaşıklar gibi memleketine sıkı sıkı. Kucaklamak bütün Anadoluyu sımsıkı. Çok iyi biliyordu ki tutunamayacaktı son gün, beline vurup koparacaklardı. Yavaşca ayağa kalktı, denizi seyrederken: “Annemin ve oğlum Adonis’in mezarları burada. Angela benimle gelecek ama nasıl ayrı kalacak bebeğinden? Dayanamaz bilirim evlat acısını. Ah! Aleko bir bilsen halimizi, İstanbul’da kalsaydık kurtulacaktık gitmekten.” Okyanuslar kadar büyüktü vatan sevgisi ama çaresizdi, mecbur gidilecekti. Madam Eleni en son kafileyle gidecekti. Son gecesini Ahmet Mithat’ la uyuyup geçirmek istemişti. Melek Hanım, çocuğu akşamdan annesine bıraktıktan sonra: “Anne ben de bu son gecemi kocamla geçireceğim, sabah erkenden gelirim, hem hazırlıklarım bitmedi henüz” diyerek evine gitmişti. Madam Eleni, sabaha kadar gözünü kırpmadan torununu seyretmiş, onu bir daha asla göremeyeceğinin acısıyla kıvranmıştı. Neyse ki kızı onunla gidecekti ve hamileydi: “ Ali Fuat nasıl razı oldu Angela’yı göndermeye hayret? Mecburen gidileceğini o da kabul etti sonunda. Angela çocuğu orada doğurur, onunla avunuruz “ diye kendini teselli ediyordu. Sabah erkenden kapı çalınınca, çocuğu kucaklayıp kapıyı açtı, karşısında damadı üzgün bir halde duruyordu: “Hayırlı sabahlar Eleni anne, çocuğu almaya ve sizinle vedalaşmaya geldim. Belki vapura bizi yaklaştırmazlar” deyince Madam Eleni, torununu uzun uzun koklayıp, son kez öptü. Damadına sarılıp vedalaştı: “ Ali Fuat, her şeyi daha önce konuştuk seninle. Biliyorum hepimiz için, ölümden beter bu ayrılık. Sakın merak etme Angela’ya çok iyi bakacağım, umarım bir gün kavuşursunuz” deyince genç adamın gözleri doldu, kayınvalidesine sarılarak: “Size karşı kusurlarım olduysa beni bağışlayın efendim, ben işe gidiyorum, size fayton yollarım” deyip çocukla ayrılırken Madam: “Angela nerede kaldı? Söyle acele etsin hemen gelsin, görevliler mahalleye gelmiş.” “ Angela evde değil, çıkalı çok oldu, bir arkadaşıyla vedalaşacakmış.” Ali Fuat Bey, cocuğu ablasına bırakarak Madam Marmara’ya gitti. Kadıncağız da son gece torunu Mazlum’la yatmıştı, gözyaşları içinde çocuğu dayısına teslim ederken: “Ali Fuat Bey, Mazlum’dan başka kimsem yok, bana haber uçurun lütfen” deyince genç adam: “Merak etmeyinMadam, uçan kuşla bile olsa size heber yollarım. Yalnız siz gittiğiniz adresi bana bir an önce ulaştırın. Belki bir gün size Mazlum’u da gönderirim” deyip kadınıngönlünü almaya çalıştı. Mazlum’u da ablasına bırakan Ali Fuat Bey, tam evden ayrılırken görevliler kapıya gelerek: “Kafakağıtlarınız lütfen hepinizin.” Rum mahallesi olduğu için, onları da rum zanneden görevli, evrakları inceleyip, Türk olduklarını anlayınca, diğer evin kapısını çaldı. Görevliler ellerindeki listeye göre evleri boşaltmalarını ve iskelede toplanmalarını istemişlerdi. Herkes bu gidişe hazırlıklı olduğundan, kimsenin itirazı olmamıştı. Sessizce eşyalarını toplayıp, iskeleye gittiler. Ali Fuat Bey, çocukları ablasına bırakıp, her zamanki gibi, evinin kapısını kilitleyip anahtarı kapının pervazına saklayıp, işine gitti. Madam Eleni, uzun müddet Angela’yı bekledi, görevliler gelince: “Kızım şimdi gelir” diye oyalamaya çalıştı. Hemen karşı eve koştu, camdan elini uzatıp kapıyı açtı. Saniyenin kapıyı duymayacağını bildiğinden, çalmaya lüzum görmemişti. Evin her tarafını aradı, divan altlarına dahi baktı. Saniye, Madamı evin içinde görünce şaşırdı, bir gün önce hepsiyle vedalaşmaya gelmiş, ağlaşıp ayrılmışlardı. Madam işaretle: “Angela nerede, siz mi sakladınız? ”diye sorunca: “Yemin ederim bilmiyorum, çok üzgünüm” diye işaretle cevap verdi. Madam, Saniye’ye inandı, çünkü hiç yalan konuşmadığını biliyordu. Kadıncağız arandıkca Saniye, endişeyle onu takip ediyordu. Alt kattaki odayı ve her yeri aradı, merdiven altındaki odanın kapısı sıkıca çivilenmişti. Evden çıkıp görevlilere kızının kayıp olduğunu, bulamadığını bildirdi. Diğer mahalleye gidip, bütün Müslüman komşulara, kızını sordu. Deliye dönmüştü, sokaklarda bağırarak: “Angela yavrum neredesin, ortaya çık üzme beni? ” diye koşturuyordu. Son ana kadar herkese gideceğini söyleyen Angela, nasıl yapardı böyle bir şeyi. Angela’nın evine geldi, anahtarın yerini biliyordu, kapıyı açıp her yeri aradı. Dışarıya çıkıp görevlilere: “Angela maalesef kayıp” deyince görevli uyardı: “Çabuk olun Madam vapur saati yaklaşıyor, sizi bekliyoruz haydi eşyalarınızı çıkarın.” Telaşla evine dönen Madam Eleni, Angela’yı bulamayınca, kendini çok kötü hissetti. Koşturmaktan yorulan yüreğinde duyduğu sızıyla inledi. Kalbi kafesinden fırlamasın diye, elini göğsünün üzerine bastırarak, sakinleşmeye çalıştı: “Giderayak burada öleceğim galiba, keşke ölsem oğlumun yanına gömülsem” diye düşündü. Biraz dinlendikten sonra, göç için topladığı her şeyi, götürmekten vaz geçti. Kapının yakınına yığdığı eşyaları tekrar içeriye taşıdı. Sadece birkaç tane ailesinin ve torununun, resimlerini ve kafakağıdını aldı. Merdiven başındaki camekanlı dolabın önüne gelip, saygıyla istavroz çıkardı. Camekanı açarak içinden gümüş haçı alıp öptü ve birkaç ikonla birlikte el çantasına yerleştirdi. Adonis’in ve annesinin mezarlarından aldığı birer avuç toprağı koklayıp, küçük kesesiyle çantasına koydu. Ne yiyecek, ne içecek bir şey, ne de iç çamaşırı almamıştı yanına. Her şeyini evde bırakmıştı, elini kolunu sallayarak, bitkin ve perişan bir halde, kapıda bekleyen damadının yolladığı faytona bindiler, Madam Marmara’yla birlikte. Mahallede kimse kalmamıştı, Saniye kapıya çıkıp bir kova su döktü arkalarından, Sakine Hanım ve torunları, pencereden el sallıyorlardı, ağlayarak arkalarından. Gemiye binme saati gelince, en arkaya Madam Eleni, Madam Marmara ve Mösyö Nikolas kalmıştı. Bin bir ümitle, pişman olur gelir diye, boyunlarını büküp beklemişlerdi Angela’yı, son dakikaya kadar. Madam Marmara ve Mösyö Nikolas, Madam Eleni’nin kollarına girip, adeta sürüklüyorlardı kadını, gemiye doğru. Ayakta duracak takatı kalmamıştı, dönüp dönüp arkasına bakıyordu. Gözleri yollarda kalmıştı, Madam Eleni’nin. Görevliler, Angela’yı saklanacağı yerlerde bulamayınca, kalkması için işaret verildi ve vapur düdüğünü uzun uzun çalarak, iskeleden ayrıldı. Melek Hanım, ağacın tepesinden iskeleyi kuş bakışı görüyordu. Saatlerdir dürbünle vapura binenleri izliyordu. En son binenleri çok iyi tanımıştı. “Ay! Benim güzel annem, nasıl yıkıldığını biliyorum, özür diliyorum senden. Allah’ım beni affet” diyerek ağlamaya başladı. Geceden beri gözünü kırpmamış, korudaki hayvanların seslerinden ürkerek, kulubenin içinde büzülmekten bacakları uyuşmuştu. Daha fazla yerinde duramadı, dallara basarak yere indi. Vapurdaki bütün mübadiller, Rumca hep bir ağızdan: “ Elveda Mudanya, elveda Angela” diye üç kez bağırdılar. Sesleri Mudanya semalarında yankılanarak, koruya kadar ulaşınca, genç kadın bağırarak: “Güle, güle anneciğim, elveda milletim elveda” diyerek el salladı ve sonra birden yere düşüverdi. Kuş olup uçası gelmişti o anda içinden, son kez annesinin yanağına öpücük kondurmak için. Madam Eleni, gemi iskeleden ayrılıp Bozburun’u dönene, Mudanya gözden kaybolana değin, beyaz, büyük bir mendili sallayıp durdu. Aslında geminin güvertesinden salladığı, göçün hüznüne ve ağır yüküne dayanamayan, mendile sardığı yorgun yüreğiydi. Kendi kendine konuşuyordu: “Bir bekleyenim yok gideceğim yerde. Gülerek karşılayacak, boynuma sarılacak biri olmayacak, bunu çok iyi biliyorum. Ne yapacağım tek başıma “Anavatan’ınız” denilen o yabancı yerlerde? Güvendiğim bir tek can arkadaşlarım Marmara ve Nikolas var yanımda, onlar da olmasa ne yapardım acaba? ” Sahile akın etmişti, kasabanın yerli halkı, dostlarını uğurlamaya. İskeleye kimse yaklaştırılmamış, uzaktan seyretmekle yetinmişlerdi. Yıllardır komşuluk ettikleri, arkadaş bildikleri insanları, bir daha görmemek üzere yolcu etmeye geldikleri deniz kıyısından. El ve mendil sallayarak yaşlı gözlerle uğurlamaya çalıştılar. Geminin kara dumanı, beyaz köpükleri kaybolana kadar el salladılar. Kendi canlarından birini kaybetmiş kadar üzgündü herkesin yüreği ve yaşlı gözleri elem doluydu. Kasabadan uğurladılar ama ölene dek dostlarının, yüreklerinde yaşayacağını biliyorlardı. Gemi hıncahınç doluydu, adım atılacak yer yoktu. Mübadiller en kıymetli eşyalarını yanlarında götürmeye çalışıyorlardı. Her taraf valiz, sepet, sandık ve denklerle doluydu. Şaşkınlıktan çiçek saksılarını, kedi ve köpeklerini bile yanlarında götürenler vardı. Madam Eleni, saatlerce koşturup, kızını aramaktan ve yurdundan ayrılmanın verdiği acıyla, daha fazla dayanamadı ve geminin güvertesine yığılıp, yere oturuverdi. Bedeni oradaydı ama ruhu evinde dolaşıyor, biricik kızını Angela’sını arıyordu hala. Canim Doktor ve Madam Marmara, yanından ayrılmıyor onu teselli etmeye çalışıyorlardı. Madam Eleni: “Ah! Bre Niko, ne yapacağız oralarda yalnız başımıza? ” “ Üzülme bre Eleni, yeni bir hayat kuracağız, güzel günler bizi bekliyor. Ben seni ölünceye kadar hiç yalnız bırakmayacağım. Benim de senden başka kimsem yok biliyorsun. Birbirimize destek olacağız, merak etme her şey yoluna girecek.” “Ben kendimi çok kötü hissediyorum, Yunanistan’a gidecek kadar gücüm kalmadı Niko ”deyince doktor nabzını dinledi. Nabız çok yüksekti, tansiyonun yükseldiğini anlayınca, Madam Eleni’yi yere yatırdı. Başının altına ceketini çıkarıp yastık yaptı. Su getirip yüzünü, saçlarını ıslatırken: “Sakin ol lütfen Eleni, ben yanındayım, korkma canim” diyerek elini avucuna alıp sevdi, öptü sakinleştirmeye çalıştı. Madam Marmara’nın durumu da çok kötüydü. Son gece torunu Mazlum’u koynuna yatırmış, çocuğu sabaha kadar öpüp koklamış, hiç uyumamıştı. Çocuğun kafakağıdı Naci Bey’in üzerine olduğundan, ondan ayrılmak, dayısına bırakmak zorunda kalmıştı. Yine de o haliyle, arkadaşını teselli etmeye çalışıyordu: “Ah! Bre Eleni, ne yapalım bu da gelecekmiş başımıza, belki bir gün yine döneriz arkadaşım.” “ Ben o günleri göremeyeceğim Marmara, umarım sen bir gün torununa kavuşursun.” Vapur köpüklü dalgalar arasında çok yavaş ilerliyordu, yükü her manada çok ağırdı. Sallantıdan çoğu mübadil rahatsız oldu ve mide bulantısından helak oldular. Madam Eleni de vapur sallandıkça, içi boşalıyor gibi hissediyordu kendisini. Gittikçe uzaklaşıyordu sevdiklerinden, daha birkaç saat geçmesine rağmen, özlemişti canlarını. Kardeşi Maria ve yeğenleri, İstanbul’da oturduğundan, onlar Mübadil olmaktan kurtulmuştu. Çanakkale boğazını geçip, Ege Denizine çıktıklarında dalgalar iyice yükselmeye başladı. Deryanın içinde ceviz kabuğu gibi, bata çıka gidiyorlardı. Madam Eleni, tansiyonu biraz düşünce, yattığı yerden kalkıp oturdu. Madam Marmara çantasından yiyecek bir şeyler çıkarıp arkadaşına uzatarak: “Haydi! Bre Eleni biraz gayret et, birkaç lokma çiğne.” “İçim dışıma çıkacak, sadece su içeceğim” deyip bir bardak su içti. Canim Doktor, Madam Eleni’den gözünü ayırmıyor, yanıbaşında oturuyordu. Kadınlara dönerek: “Burada üşüyorsanız içeriye geçelim, gerçi içerde hiç yer yok ama bir yer buluruz belki. Size anlatmak istediğim konular var” kadınlar merakla yüzüne baktılar. Madam Eleni: “Burası güzel, serinlik bana iyi geldi. Ne anlatacaksan, burada söyle Niko” “Konular çok derin Eleni, sizi üzecek ama söylemek zorundayım. Artık dayanamıyorum, bu sırları saklamaya.” Madam Marmara: “Söyle biz de öğrenelim doktor, neymiş bu sırlar bakalım? ” “Süleyman Bey’i yılanın soktuğu gece, memleketten yeni geldi demişlerdi ya, aslında adam hiçbir yere gitmemişti.” Madam Eleni: “Nasıl gitmemişti memleketine? Biz onu aylarca görmedik, Angela her gün onlardaydı, evde olsa mutlaka görürdü.” Canim Doktor: “Hani bir geceyarısı silah sesleri duymuştunuz. Ali Fuat Bey, babamın kazayla eli dokunmuş demişti. O gece Süleyman Bey, çok şiddetli bir sinir krizi geçirdi. Resmen delirdi, ‘düşmanlar evimizi bastı’ diye. Ali Fuat Bey, iyi bakılmaz iki günde ölür diye tımarhaneye yatırmadı. Onu zincirlerle bağlayıp, merdiven altındaki odada uyuttuk uzun zaman. Bir ay süreyle ben tedavi ettim, odadan hiç çıkmadı” deyince Madam Eleni: “Bize niye söylemedin Niko, bunca zamandır? ” “ Ali Fuat Bey, öyle istedi, çok rica etti kimse duymasın diye. Hem ben Hipokrat yemini ettim, hastalarımın sırlarını, en yakınıma bile söylemem.” Kadınlar duyduklarına inanamadılar, durmadan merak ettikleri her şeyi soruyorlardı. Madam Marmara: “Yorgo kaybolduğu zaman orada mıydı? ” “Evet, Madam ölene kadar oradaydı. Artık iyileşmişti, birkaç gün sonra odadan çıkaracaktık yılan sokmasaydı. Niye sordun? ” deyince Yorgo’yu bulmaktan hala umudunu kesmeyen, Madam Marmara: “ Eyvah! Oğlumu Sülayman Bey öldürmesin sakın? ” “Canim adam zincirle bağlıydı odada. Hem Yorgo’nun o evde ne işi olacak, nasıl öldürecek? ” demesiyle Madam Eleni olanları anlayarak: “Bizim de sırlarımız var Niko. Madem bu konu açıldı, her şeyi konuşacağız. Yorgo, o gün sarhoş kafayla, Asiye’lerin evine pencereden gizlice girip, uyuyan genç kıza zorla tecavüz etmiş. Angela camdan girdiğini görmüş ama evden çıkmadığından emindi. Biz de hemen eve girdik, kızcağız perişan bir haldeydi. Anne ve ablası aynı odada uyudukları halde sağır olduklarından duymamışlar. Kızın çığlıklarını pencere açık kaldığı için, arka bahçeden komşu duyup bağırınca, Yorgo camdan kaçamamış anlaşılan. Çünkü ayakkabıları damda duruyordu” demesiyle Madam Marmara dövünüp ağlamaya başladı: “Öldürdü oğlumu, deli adam öldürdü.” Madam Eleni, sözlerine devam ederek: “Angela sokak kapısına gidip kapıyı çalınca, Yorgo saklanmak için oraya girdi herhalde. Süleyman Bey, kızının çığlıklarını duymuş olmalı ki Yorgo’yu ortadan kaldırdı. Yoksa yalın ayak nereye gider beş parasız.” Doktor: “Anlaşılan Asiye’nin çığlıklarını duyunca, adam tekrar kriz geçirdi. Peki, öldürdüyse Yorgo’nun cesedini ne yaptı? ” Madam Marmara: “Odaya gömdü zahir, ayakkabılarını almak için dama çıktığımda, kazma sesleri duymuştum. Sabaha kadar kürek sesinden uykum kaçmıştı ama nereden geldiğini anlayamadım.” Madam Eleni, doktorun yüzüne bakarak: “ Ali Fuat biliyor muydu bu olayı acaba? ” “Zannetmiyorum, çünkü kendisi o gün İstanbul’daymış, akşam vapuruyla dönmüş. Demek ki o gelene kadar Yorgo’yu gömmeyi başarmış. Ertesi sabah Ali Fuat Bey, babamı yılan soktu diye çağırdığında, odada her şey yerli yerindeydi. Sadece Süleyman Bey’in üstü ve elleri çok kirliydi, bir anlam verememiştim.” Madam Eleni ve Madam Marmara, Yorgo’nun Süleyman Bey tarafından öldürüldüğüne inandılar ve birbirlerine sarılarak ağladılar. Madam Eleni: “Sırlar bu kadar değil Niko, biliyor musun sonra ne oldu? ” “Nereden bileyim Eleni? ” “Zavallı Asiye, Yorgo’dan hamile kaldı. Ali Fuat, Yorgo gelip sünnet olsun, Müslüman olursa affedeceğim diye bize söz verdi. Üç gün mühlet verdi, gelmeyince kızı Naci Bey’le evlendirmek zorunda kaldı. Başka seçeneği yoktu.” “Şimdi Mazlum, Yorgo’nun oğlu mu? ” “Evet ama Naci Bey nüfusuna aldığı için, Marmara torununu yanına alamadı.” “Sır saklamakta çok başarılısınız, aferin size hiç kimseye duyurmadınız bu olanları.” “Duyursak Müslümanlar kasabada meydan savaşı çıkarırdı. Ramazan günü böyle çirkin bir şey yaşandı. Asiye’nin ailesi de biz de çok korktuk perişan olduk. Neyse ki Ali Fuat bize inandı, çok anlayışlı davrandı.” Canim Doktor: “Benim de sadece sana, açıklamak zorunda olduğum sırlarım var Eleni.” “Anlat Niko, merakta bırakma beni” “Anlatacağım, her şeyi açıklayacağım Eleni.” Madam Marmara ayağa kalkarak: “Ben biraz dolaşıp, arkadaşlara bakacağım” deyip yanlarından ayrılınca Doktor: “Anlatmadan önce, peşin peşin senden çok özür diliyorum. Seni ve aileni bu güne kadar üzdüğüm için. Bir kere bu korkunç ve acımasız hatayı yaptım, sonra pişman oldum ama ne çare, geri dönemedim. Önce beni iyice dinlemeni istiyorum Eleni” diyerek kadının gözlerinin içine bakıp, elini tutarak öptü: “Özür dilerim, beni affeder misin bilemiyorum ama bunu seni çok sevdiğim için yaptığımdan emin olmalısın? ” “Beni korkutma Niko, ne yaptın hemen söyle lütfen? ” “Angela’yı ben ihbar ettim, kaçak diye.” “Neden böyle bir şey yaptın kızıma? Sen bilmiyorsun lakin o evli ve kendi isteğiyle Müslüman oldu? ” “Gördüğün gibi bir işe yaramadı, kocasını ve çocuğunu bırakmaya kıyamadı. Şimdi tam kaçak oldu, nereye saklandı bilmiyorum, her yeri aradık.” “Umarım daha sonra pişman olmaz, mutlu olur.” “Sağ olsunlar da ben her şeye razıyım. Zaten gelmek istese de Ali Fuat onu yollamazdı, çok seviyorlar birbirlerini.” “Ali Fuat saklamıştır Angela’yı, kız tek başına nereye gidecek? ” “ Adonis ve Angela babalarına hasret büyüdüler. Angela şimdi annesiz, kimsesiz kaldı. Mudanya’da bir tek o kaldı, bizim milletimizden. Tanrı yardımcısı olsun, işi çok zor.” Doktor başını önüne eğip ağlamaya başladı: “İki gün önce İzzet’e bir paket bıraktım Eleni, biz gittikten sonra Angela’ya götürmesi için.” “ Ne paketi bıraktın kızıma? Söylesene.” “ Bizimle gelmeyeceğini biliyordum, babasının ona yazdığı mektupları bıraktım” deyince Madam Eleni, duyduklarına inanamadı: “Babasının yazdığı mektupları mı bıraktın? Aleko bize hiç mektup yazmadı ki” “Yazdı Eleni, hem de birkaç tane yazdı, hepinize ayrı ayrı.” “Sen nereden biliyorsun Niko? Mektuplar sende ne arıyor? ” “Aleko, Amerika’ya gittikten sonra bir yıl hiç haber gelmedi. Kendisi Okyanus dalgalarından çok korkmuş ve vapurda mikrop kapıp hasta olmuş. Amerika’ya varınca, onu karşılayan arkadaşları, kendisini hastaneye yatırıp, uzun müddet tedavi ettirmişler. Görevine başlayınca mektup yazıp, bir daha okyanusu geçmeye cesaret edemeyeceği için, dönmeyi düşünmediğini ve sizi Amerika’ya aldıracağını yazdı bana.” “ Peki, mektuplar niye bize gelmedi? ” “Ben postacıya size gelen mektupları, bana bırakmasını istedim. Sizinle yakın dost olduğumuzu bildiği ve yokuşu çıkmak zor geldiğinden kabul etti. Yıllardır her gün, kasaba girişinde posta arabasının yolunu gözledim, mektuplar elinize geçmesin diye. ” “Sonra ne oldu? Bizi merak etmedi mi? ” “ Etmez olur mu, durmadan yazıyordu. Senin Amerika’ya gitmene katlanamazdım Eleni. Sizden mektup gitmeyince, kendisi gelmeye kalktı, ben de sizin hepinizin mantar zehirlenmesinden öldüğünüzü, onun için mektup yazamadığınızı, gelmesine gerek kalmadığını bildirdim. Çok üzüldü, yakında savaş başlayacağı için gelemediğini, savaş bitince mutlaka gelip, kabirlerinizi ziyaret edeceğini yazdı. Zaten savaş çıkınca mektupların arkası kesildi, bir daha yazmadı.” “Nasıl böyle bir şey yapmaya cüret edersin Niko? Bizim ne kadar merak ettiğimizi, ne kadar zor durumda olduğumuzu görmüyor muydun? ” “Biliyordum ama seni öyle çok seviyordum ki Eleni, gözüm hiçbir şey görmüyordu. Seni benim elimden çaldı, bana senelerce aşk acısı yaşattı. Ben de onun acı çekmesi için, böyle cezalandırdım.” “Sen şaşırdın herhalde, senin aşkından nereden haberi olsun? Hem Aleko’yu biz seçtik, talip olduk, o da kabul etti.” Madam Eleni, duydukları karşısında çılgına döndü ama her şeyi öğrenmek için, duygularını belli etmemeye, sakin görünmeye çalışıyordu: “Affet beni Eleni, inan seni çok seviyorum.” “Neler söylüyorsun Niko, ne sevmesi bu? Hasta mısın nesin arkadaşım? ” “Evet, Eleni artık itiraf ediyorum. Ben seni genç kızlığından beri seviyorum. Sana talip olacaktım ki Aleko benden önce davrandı. Evlendiğiniz zaman deliye döndüm, kimseye söyleyemedim. Bir gün beni seveceğini düşünerek yaşadım, bunca zaman.” “Ah’Bre Niko, nasıl yaparsın bu kötülüğü, nasıl kıyarsın bize? Beni çok yanılttın. Böylesine acımasız bir şeyi senden hiç ummazdım, yazıklar olsun sana! ” “Seni çok kıskanıyordum, siz Mudanya’ya taşınınca, ben de peşinizden geldim. Aleko’ya hiç belli etmedim, sana olan duygularımı” “Peki, Aleko yaşıyor mu, bana yazdığı mektuplar nerede? ” “Yaşıyor Eleni, Alaska’ya yerleşmiş. Orada mimarlık yapıyormuş, çok zengin olmuş, kimseyle evlenmemiş. Son olarak bir ay önce mektup aldım kendisinden. Yeni evinin adresini yazmış. Rum’ların Mübadil olacağını duymuş, Yunanistan’a gidince adresimi bildirmemi istedi. Sana yazdığı mektupları hiç okumadan yaktım. Angela’ya mektuplarla birlikte, babasının yeni adresini de yazdım, umarım beni affeder.” “Seni asla affetmeyecek Angela, bunu çok iyi biliyorum. Yıllarca babasının yolunu gözledi, seni bulsa parçalardı.” “Affeder annesi, Yunanistan’a gidince seninle evleneceğimi, seni çok mutlu edeceğimi, hiç yalnız bırakmayacağımı yazdım” demesiyle Madam Eleni, Niko’nun yüzüne okkalı bir Osmanlı tokadı şaplattı. Niko bunu hiç beklemiyordu ve yere düştü. Herkes dönüp onlara baktı, ne oluyor diye. Vapur Ege denizinin köpüklü dalgaları arasında ilerlerken, Madam Eleni yüreğini paramparça eden sırları öğrendiğine çok üzüldü. Duyduğu acının tarifi yoktu, yıkılmıştı. Kocası yaşıyordu ve bu kadar zaman boşuna ayrı kalmış, acı ve yoksulluk çekmişlerdi. Etrafındaki insanların farkında değildi, yaptıkları gürültüyü duymuyor, kulakları uğulduyordu. Tansiyonunun tekrar çıktığının farkındaydı. Hava yavaş yavaş kararmak üzereydi. Doktor yalvararak özürler diliyordu durmadan. Yıllarca arkadaş bildiği, her şeyini paylaştığı dostu Niko’nun, kendisini ve çocuklarını sırtından bıçakladığını anlayınca, ona karşı içinden nefret etmeye başladı: “Asla affetmeyeceğim seni Niko, çekil git gözümün önünden. Görmüyor musun, halim perişan, berbat? ” Sallantı ve duyduğu haberlerden başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Ayağa kalkıp, tutuna tutuna Madam Marmara’yı aramak için içeriye girdi. Madam Marmara, arkadaşının sapsarı bir yüzle kendine doğru geldiğini görünce, koşup elinden tutarak: “Ne oldu Eleni, üşüdün mü, hastalandın mı? ” “Hastalanmak ne demek? Ben ölüyorum Marmara.” “Ne oldu arkadaşım söyle bana, korkutma beni? ” Madam Eleni, Niko’nun anlattığı her şeyi arkadaşına aktardı. Madam Marmara, şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse. Madam Eleni, anlatırken sinirinden daha kötü olmuş, nefes nefese kalmıştı, eli ayağı titriyordu. Durumunun kötü olduğunu anlayan arkadaşı, Eleni’yi hemen kanepeye yatırdı ve koşup, güverteden doktoru çağırdı. Canim Doktor ağız alışkanlığıyla: “Nasilsin Canim? ” deyince Madam Eleni ona öyle bir bakış fırlattı ki adam, utancından başını yere eğerken: “Ne olur beni affet Eleni, bu kadar üzüleceğini bilemezdim.” “Seni Tanrı affetsin, benim affetmem bir şey ifade etmez” der demez ağzından, burnundan kan boşalınca: “Çantamı verin çabuk” deyip çantasından gümüş haçı ve içi toprak dolu keseyi aldı. Gümüş haçı, bir eline alıp göğsünün üzerinde tuttu. Ahmet Mithat ve Angela’nın resimlerine son kez bakıp öptü. Diğer eliyle toprak kesesini sıkıca tuttu ve kısa bir müddet sonra ruhunu teslim etti. Dudaklarındaki belli, belirsiz duaların kımıldanışlarıyla. Elinden alamadılar toprak kesesini. Canim doktor, bu hiç beklemediği ani ölüm karşısında çılgına döndü. Yıllardır kurduğu hayalleri yıkılmış, çok sevdiği Eleni’si onu bir başına bırakıp gitmişti. Sevdiğinin üzerine kapanıp, ağlamaya özür dilemeye devam ediyordu. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Madam Marmara, doktora dönerek: “Eleni’nin ölümüne sen sebep oldun, yüreğine indirdin kadının, çekil git yanından” diyerek oradan kovdu. Kaptan ve kamarotlar geldi, beyaz bir bez torbaya koydular Madam Eleni’nin naaşını ve güverteye çıkardılar. Denize atılacağını anlayan Niko, önlerine geçip mani olmaya çalıştı: “Yunanistan’a yaklaştık ne olur atmayın denize, vatan topraklarımıza gömelim” dediyse de dinlemediler. Kaptan: “Deniz kanunlarına göre, denizde ölen, denize gömülür “diyerek Madam Eleni’yi, uzun bir kalasın üzerinden kaydırarak, Egenin karanlık sularına gömdüler. Bir kenarda durup, gözyaşlarıyla cenaze merasimini izleyen Niko birden: “ Hayır Eleni, beni yalnız bırakamazsın” diye bağırdı ve koşup kendini güverteden boşluğa bırakıverdi. Herkes donup kaldı, tutmaya bile fırsat bulamadılar. Yutmuştu ikisini de Ege’nin hırçın dalgaları, görünmüyordu karanlıkta hiç bir şey. Vapurdaki mübadiller çok üzüldüler, hepsi çok severdi ebeanneyi ve ‘Canim doktor’u. Yıllarca cansiperane hizmet etmişlerdi, kendi cemaat mensuplarına ve kasaba halkına. Hem yurtlarından hem de ebeanne ve doktorlarından ayrılmışlardı ebediyen. Gelip gülle gibi oturdu hüzün, kan ağlayan yüreklerine. Çok büyüktü kayıpları, anlatılır dayanılır gibi değildi. Hiçbir baskülün tartamayacağı kadar ağır bir gündü. Mübadiller, dönemin yetkililerince uygun görüldükleri yerlere yerleştirilmek üzere, zorunlu göçün o dayanılmaz kahrını ve ağır yükünü taşıyan “Gülcemal” isimli vapurla doğup, büyüdükleri yerlerden koparılıp götürüldüler. Tekrar gelmek ümidiyle, Mudanya’yı terk edip gittiler. Evlerinin kapı ve pencerelerine vurdukları, sürgülü kilitleri bir daha açamayacaklarının farkına bile varamadan. Mudanya’dan göç edenler; Selanik yakınlarında aynı adla (Mudanya) kurdukları bir köye, keza Tirilye’den gidenler de yine aynı adı verdikleri (Tirilye) Selanik civarındaki köylere yerleştirilmişti. Odaya geldiğinde Saniye Hanım, onu dikkatle süzdü, hiçbir şey sormadı. Ahmet Mithat divanda mışıl mışıl uyuyordu. Yavaşca eğilip çocuğu koklayıp, öptü, bir gün görmemişti çocuğunu ama ona bir hafta gibi uzun gelmişti: “Ah! Benim kadersiz annem, nasıl dayanacaksın bizim yokluğumuza? ” Çocuğunun yanına uzandı, yorgunluk ve yaşadığı korku dolu saatlerden sonra hemen uykuya daldı. Mahalledeki bütün Rumlar gittiğinden, derin bir sessizlik hakimdi etrafta.BÖLÜM 27
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!