Hani o hep gezdiğimiz yol var ya, ben oradayım yine. Sen yoksun ama, o yüzden içimde derin bir boşluk var. O boşluk sensiz dolmayacak, çünkü kocaman bir çukuru kum taneleriyle doldurmaya çalışmak imkansıza yelken açmaktır.
Seni düşünüyorum yine, o hep kahve içtiğimiz yer var ya, onun yanından geçiyorum şimdi de. Sen benim kahveye çok şeker atmama takılırdın ya hani, hani sonra gülüşürdük karşılıklı. Gülmüyorum artık ben. Sen gülüyor musun bilmiyorum, ama ben gülmüyorum. Hatta artık çok şeker de atmıyorum kahveme, belki aklıma sen gelirsin de hıçkırarak ağlarım diye.
O günden beri, gittiğin ve dönmeyeceğin günden beri seni düşünüyorum hep, aklımdan çıkmıyorsun. Kokunu hissediyorum, siluetin gözümde canlanıyor, dokunmaya çalışıyorum, uzanamıyorum. Uzanamayacağım kadar uzaktasın çünkü. Ama her seferinde uzanmaya çalışıyorum o dumanlı bakışlarına, kadife saçlarına, kalem gibi kaşlarına, narin narin akan bir nehirdeki berrak suyu andıran yanaklarına…
Hani derler ya, “gözden ırak, gönülden de ırak” diye. Sen benim için hiç öyle olmadın. Olmayacaksın da, çünkü olamazsın. Seni unuttuğum gün kendimi unutmuş olurum çünkü. Seni unutmak istemedim mi sanki, unuttum deyip kendimi kandırdım. Hatta o ilk gittiğin gün var ya, o gün “tamam, artık onu unuttum, benim için öyle biri hiç olmadı” dedim. Yalan söyledim, hem de kendime. Sen burada olsan yalan söyleme derdin bana. Yalan söylesem kızardın hep, şaka yaparken bile söyleme derdin. Söylemiyorum ben de, o gün hariç, o gün hayatımın en büyük yalanını söyledim çünkü.
Bak şu parkta otururduk hep, hatırlıyor musun? Hani şurada çocuklar top oynardı, ortada kocaman bir havuz vardı, etrafında birkaç bank, o banklardan birine oturur tam karşı bahçedeki selvilere bakardık hep. Sen selvileri çok severdin. “Keşke bizim de bahçeli bir evimiz olsa da, onun bahçesinde bir selvi ağacımız olsa” derdin. Hatta evlendiğimizde bahçesi olan bir eve taşınmamız için dil dökmüştün bana. Sanki hemen ev alıyormuşuz da, o an karar verecekmişiz gibi. Evimiz… O da olmadı, aynı seninle ben gibi. Olsaydı en büyük selvi ağaçlarından da dikerdik, belki. Ama olmadı işte.
Evimizle ilgili konuşurken nasıl da gözlerin parlardı. Öyle güzel bir yeşili vardı ki gözlerinin, sanki tüm ağaçların, çiçeklerin yeşilini alsak senin gözlerindeki yeşil kadar güzel olmaz gibiydi. Olmazdı da zaten, hiçbir şeyin senin kadar güzel olamayacağı gibi.
Bak şimdi de eski evinin oradayım, hani bir keresinde tam evinize yaklaşmıştık da aniden bir yağmur bastırıvermişti, sen sevmezdin yağmuru, saçların bozulduğu için. Ben de “senin saçların her türlü güzel” derdim. Sen de gerçekten mi söylüyorum diye gözlerime bakardım, gerçekten söylerdim ben de, zaten sana hiç yalan söylemedim ki. Ben yağmuru severdim aslında, hala da severim. Ama senin için bende koşuştururdum yağmur yağdığı zaman, sevdiğim şeyden kaçardım, asıl sevgilim için, senin için…
İşte, bak yağmur başladı, kaçmıyorum ama, sen yoksun çünkü, herkes kaçışıyor, ceketlerinin altına saklanıp koşuyorlar. Ben yürüyorum, usulca. Ilık da bir rüzgar esmeye başladı, kimse farkında değil rüzgarın, çünkü herkes koşuyor. Ben farkındayım, tenime dokunuyor, senin narin ellerin gibi, ılık, yumuşak ama biraz ıslak, tatlı bir öpücük gibi biraz da.
Şu an hangi sokaktayım bilmiyorum, umurumda da değil zaten, sen yoksun çünkü, evime elbet gireceğim, ama sensiz bir günün daha sonunda, bir kayıp günün daha. Hem de ne kayıp. Balıksız bir deniz, temelsiz bir bina, yapraksız bir çiçeğe benzeyen tarzda bir kayıp bu.
Gelmemek üzere gitmiştin. Bana öyle demiştin en azından. Gerçekten gelmeyecek misin bilmiyorum, ama gerçekten bir daha senin sıcaklığını hissedemeyeceksem, ben de gitmişim demektir, hem de aynı senin gibi, bir daha gelmemek üzere…
Nev-i TecessüsKayıt Tarihi : 20.6.2010 15:35:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!