Narkozdan ayılıp uyandığımda ilk gördüğüm şey duvardaki saat olmuştu. Hemen ardından da saatin tam altındaki yatakta durmaksızın kıpırdayıp duran, çırpınan hasta… Kadındı. Saçlarında yer yer beyazların bulunması hastanın orta yaşları geçmiş olduğu izlenimini veriyordu.
Bileklerinden yatağın kenarındaki demirlere bağlanmıştı. Sol baş tarafındaki bir makineden çıkan hortum ağzından içeriye doğru gidiyordu ve belli ki onu çok rahatsız ediyordu. Ellerini, kolların hiç durmadan oynatıp ayaklarıyla boşluğa doğru tekmeler atıp durması ondan olmalıydı.
Aslında benim de durumum kadınınkinden aşağı değildi. Bir farkla ki benim ağzımdan boğazıma doğru bir hortum gitmiyordu
Yarı oturur pozisyonda yatıyordum ve her tarafımdan inceli kalınlı hortumlar sarkıyordu. Bir tanesi vücuduma serum verirken iki tanesi de ameliyat olduğum taraftaki akciğerimden gelen sıvıyı yatağın altındaki şişelere veren hortumlar.
Boğazımın sol tarafından sarkan ucu tıkalı damar yolu iğnesi olduğunu sandığım tahminen birkaç santim uzunluğunda iki hortumu görmüyordum ama elimle yoklayarak ne olduklarını anlamıştım. Çıkartılmadıklarına göre demek ki kullanılacaklardı.
Gözüm tekrar saate ilişti. 6’ya on dakika vardı. Sonra yeniden kadını izlemeye koyuldum. Burası yoğun bakım olmalıydı burada olduğuma göre de ameliyatım bitmişti ve ben hâlâ yaşıyordum.
Yatış pozisyonumdan ve vücudumdaki bağlantılardan anladığım kadarıyla fazla hareket etmemem gerektiğini anlamıştım. Ağzım ve dudaklarım kupkuruydu. 20, 25 saniye kadar izlediğim kadından gözlerimi alıp sağıma, soluma bakınmaya başladım.
Uyandığımı ve çevreme bakındığımı gören hemşire hanım oturduğu masadan kalkıp hızla yanıma gelerek otoriter bir sesle çok fazla hareket etmemem gerektiğini, şu anda yoğun bakım ünitesinde olduğumu söyledi.
Sağımı solumu kontrol etti. Her şeyin yolunda olduğunu görmüş olacak ki dönüp gitmeye yeltendi ama "bir saniye" diyerek durdurdum ve sabah mı, akşam mı olduğunu sorup bir bardak su istedim.
Aynı otoriter tavırla, biraz da saygısızca olduğunu hissettiğim bir sesle akşam olduğunu söyledi ve yürüdü gitti.
Başka bir zaman olsa hemşirenin bu tavrına karşı sessiz kalmaz mutlaka karşılığını verirdim ama onunla bir ağız dalaşına giremeyecektim. Çünkü halsizdim ve ameliyat olduğum taraftaki ağrılarla akciğerime gittiğini serviste benden önce ameliyat olan hastalardan bildiğim iğneler beni yeterince meşgul ediyordu.
Bir an arkasından baktım, sonra yeniden çevreyi izlemeye başladım. Benim gibi 9 kişi daha vardı burada ve neredeyse hepsinin durumu aşağı yukarı benimkine benziyordu. Ama dışarıdan göründüğü kadarıyla hiç birimiz karşımda yatan kadın kadar sıkıntılı değildik.
Boğazındaki o boru belli ki kadına çok büyük bir sıkıntı veriyordu. Sürekli olarak kıpır kıpır kıpırdanması ve ellerini kelepçelerden kurtarmaya çalışması bu sebepten olmalıydı.
Deminki hemşire yeniden yanıma gelip elindeki küçük kabı ve pamuğu bana uzatarak
-Senin sabaha kadar su içmemen gerekiyor. Sağlığın için böyle gerekli. Sana verdiğim bu su ve pamukla dudaklarını ıslatacaksın. Sakın ha, içme. Diye bu sefer sakin bir ifadeyle sıkı sıkı tembih ettikten sonra bir sıkıntım olursa kendisini çağırabileceğimi söyledi.
Şaşkındım, biraz da kendime kızmıştım. İçimden “Demek ki neymiş? Acele hüküm verilmemeliymiş, yanlış anlama olabilirmiş.” diyerek kendime fırça atarken hemşireye “Peki” deyip bana cevap vereceğini düşünerek karşımdaki kadıncağızın durumunu sordum.
-Soluk almakta çok zorlanıyor. Neredeyse hiç alamıyor. Bu yüzden nefes borusundan içeriye doğru giden o hortumla akciğerlerine oksijen veriyoruz, dedi.
-Elleri de bağlı, dedim.
-Evet, dedi ve ellerini ağzındaki hortuma uzanamasın diye bağladıklarını söyledi. Konuşmamız bitmişti. Tekrar dönüp masasına doğru ilerledi.
Ameliyatımdan önce kesin bir teşhis koyulabilmesi için Göğüs Hastalıkları uzmanlarının on beş yirmi dakikalık bir uygulama ile bana yaptıkları bronkoskopi sırasında (öncesinde uyuşturucu bir ilacı solumama rağmen) nasıl bir eziyet çektiğimi hatırlayınca yaşlı kadının halini tahmin edebiliyordum.
“Allah kolaylık versin “dedim içimden. Hiç kolay değildi.
Hemşirenin gitmesinden sonra yaşlı kadının o halini görmemek için gözlerimi kapadım. Dalmışım.
Bir takım seslerin gelmesiyle gözlerimi açtığımda karşımdaki yatağın çevresinde telaş içinde bir şeyler yapmaya çalışan doktor ve hemşireleri gördüm. Yaşlı kadına ne olduğunu anlamaya çalışarak seyre koyuldum.
Derken telaş çok sürmedi. Birden derin bir sessizlik kapladı ortalığı, başlar öne düştü.
-Hastayı kaybettik arkadaşlar, diyen bir ses on, on beş saniye kadar süren bu ağır sessizliği bozdu. Aynı ses -Ailesine haber verilisin, diye konuşmasını sürdürerek meseleye son noktayı koydu.
Evet, şimdi biri gidip bu kadıncağızın tıpkı diğer hasta yakınlarınınki gibi merak ve endişe içinde kapının önünde bekleşip duran ailesine onun vefat ettiği haberini verecekti.
Kaç gün o makinaya bağlı olarak kalmıştı bu yaşlı kadın bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey vardı ki hayatının son birkaç haftasını, gününü ya da ne bileyim bir kaç saatini büyük bir acı içinde geçirdiği muhakkaktı.
Üzüntülüydüm. Gözlerim duvardaki saate bir kere daha gitti. 8’i 25 dakika geçiyordu. Daha iki buçuk saat önce narkozdan ayıldığımda duvardaki bu saatten sonra ilk gördüğüm şey anlaşılmaz sesler çıkararak ellerindeki kelepçelerden kurtulabilmek için sürekli bir mücadele içinde çırpınan, tekmeleriyle havayı döven, bu yaşlı kadındı.
Şimdiyse hiç hareket etmeden sırt üstü yatıyordu ve o çırpınıp duran elleri, kelepçelerden kurtarılmış birbirinin üzerine koyulmuş vaziyette göbeğinin üzerinde duruyorlardı.
Dünya hali… Varken bir anda yoksun. ‘Yalan Dünya’ denilen şey işte tam da buydu. 21.10.2011
RECEP AKIL
Kayıt Tarihi : 26.10.2020 16:33:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!