Yakup Ağa bütün bir kış evinden çıkamamış, evinin penceresinde kış boyu yağan karı, o kar tanelerinde esareti, acıyı, açlığı, öldürücü soğuğu bütün benliği ile yaşar olmuştu.
Askerliğini yedi senede bitirmiş ve bu yedi sene içerisinde Sarıkamış'ta
' O Geceyi' yaşamış, yurdun dört bir yanından gelen, Harputlusu, Samsunlusu, Anteplisi, Mersinlisi İzmirlisi, Vanlısı hepsi birer ana kuzusu olan doksan bin silah arkadaşının, acımasız ve öldürücü soğuğa dayanamayarak donmak suretiyle şehit olduklarına şahit olmuştu.
Bu şehitler arasında birisi vardı ki ömrü boyu onu unutamamış, her zaman, her yerde rahmet ve hasretle anmıştı. Bu şehit, Harputlu Mehmet Çavuş'tan başkası değildi. Yakup Ağa ile Mehmet Çavuş Sarıkamış'ta yazlık bir çadırda yazlık elbiseler içerisinde, ayaklarında çarık, arkalarında yazlık bir kaput, ellerine zar zor geçirdikleri birer battaniye ile biri birlerine sarılarak o amansız, o çetin, o öldürücü soğuğa birlikte göğüs germişlerdi.
Harputlu Mehmet Çavuş her gece gökyüzündeki 'Yedi Kardeşler' yıldız kümesine hasretle bakar, Harput'taki yavuklusunun da o yıldız kümesine baktığından emin olarak o yıldızlar aracılığı ile ona sevgisini, sevdasını gönderirdi.
Yakup Ağa evli ve bir çocuk babasıydı. Mehmet Çavuş ise askerliğinden önce birileri istemesin diye sevdiği kızla nişanlanmış, askere gittiğinde yavuklusu ile her gece bu yıldız kümesine birlikte bakıp öylece birbirlerini görecek inancını taşır olmuşlardı. Askere gittiği gün yavuklusu, Mehmet Çavuş'a 'Seni ömür boyu bekleyeceğim.' sözünü vermiş; Mehmet Çavuş da gönül rahatlığı ile vatan hizmetine koşmuştu.
Harput'tan Erzurum'a, oradan da Sarıkamış'a birlikte gelmişlerdi.
Sarıkamış Ovasında kuzeyde Allahüekber Dağı, güneyde adı gibi üzerlerindeki metrelerce karlar birer buz tabakası haline dönüşmüş Dumanlı Dağ, uzaktan bakanlar için dağla gökyüzün birleştiği nokta görünümünü veriyordu.
Önlerinde Rus askerleri, arkalarında Ermeniler vardı. Bu Ermeniler ki yıllarca Osmanlı'nın bütün nimetlerinden faydalanmış; ancak 'Bugün için Osmanlı'nın düşmanı, bizim dostumuzdur.' düsturu içerisinde Ruslarla birlik olmuşlardı.
Bütün bunları göz önüne getirdiğimizde en büyük, en korkunç düşman soğuktu. Ve öyle de oldu.'O Gece' Osmanlı'nın artık dayanacak gücü kalmamış, bu korkunç ve öldürücü soğuk karşısında bedenler dayanma gücünü teker teker yitirir olmuşlardı. Osmanlı açtı, Osmanlı çıplaktı ve Osmanlı perişandı. Osmanlı hangi amaçla buraya gelmiş, onu dahi bilmiyordu. Gidilecek denmiş ve gidilmişti.
İşte ' O Gece' bir Azrail değil binlerce Azrail iş başında idi. Bedenler birer birer bir buz haline dönüşüyor, ağızlarda Kelime-i Şahadetten başka bir söz çıkmıyor, çıkamıyordu. Dişler seri bir halde biribirlerine çarpıyor, yavaş yavaş kenetlenip ağızlar kapanıyordu. Artık bedenleri zangır zangır titremiyordu. Tüm Osmanlı askeri artık ömürlerinin son demine geldiklerine inanmış, ahiretinden başka hiçbir şey düşünür değillerdi. Onlar için bu gecenin sabahı yoktu, bu gece ömürlerinin son gecesiydi.
Herkes kendi canının derdine düşmüştü. Yakup Ağa ile Mehmet Çavuş her zamanki gibi gene biribirlerine sarılmış, ölümle yaşam arasında gerçek bir savaş veriyorlardı. Gecenin ilerlemesi ile birlikte acımasız soğuk da şiddetini artırıyor, ağızlardan çıkan nefesler bile donuyordu. Mehmet Çavuş gözlerini gene gökyüzüne dikmiş birilerini arar gibi, birilerine bir şeyler gönderir gibiydi. Dişleri biribirine daha hızlı bir şekilde çarpıyor, bedeni dayanma gücünü kaybetmiş bir şekilde tiril tiril titriyordu. Birden Mehmet Çavuş'un çenesi oynamaz, bedeni titremez oldu. Mehmet Çavuş bu amansız düşmana mağlup olmuş, donarak şehitlik mertebesine ulaşmıştı. Mehmet Çavuş artık Harput'taki yavuklusunu da göremez olmuştu.
Yakup Ağa kucağında kaskatı kesilmiş Mehmet Çavuşunu, can yoldaşını, silah arkadaşını titreyen dudaklarıyla öpmeye çalışıyor, Yasin-i Şerif duasını okumaya gayret ediyordu.
Sabaha karşı başlayan tipi, sayısı doksan bin olarak açıklanan şehitlerin üzerine beyazdan bir kefenlik örtmüştü.
Şehitleri biribirlerinden ayırmak mümkün değildi. Biribirlerine yapışık bir şekilde donmuşlardı. Ayırmak mümkün olmayınca bir subay- Bırakın kalsınlar, onları ayırmayın, talimatını verdi. Zeten aralıksız yağan kar onları toprak olup örtmüştü.
Yakup Ağa, Yasin-i Şerif duasını bitirmiş miydi, bitirmemiş miydi bilinmez ama kucağındaki şehitle gözlerini gökyüzüne dikmiş birilerini arıyor gibiydi. Yakup ağa birden bir çığlık sesi duydu. Bu ses taaaa Harput'tan geliyordu. Harput ağlıyordu. Harput'ta bir kadın ağlıyordu.
Yakup Ağa 'O Gece'den sonra günlerce gönlü yaralı, yüreği yaralı baygın bir şekilde günlerce yatmış. Daha sonraları esaret hayatı başlamış. Senelerce esaret altında yaşamış ve türlü türlü işkencelere maruz kalmış. Nihayet bitkin ve yorgun bir şekilde sapasağlam gittiği vatan hizmetinden bir ayağı topal olarak sılasına varabilmişti. Yakup Ağa hiçbir zaman ısınmamış, hiçbir zaman mutlu olamamış. Her zaman üşümüş, her zaman ağlar olmuş, dudaklarında 'Allah, rahmet eylesin.' sözünden başka bir söz duyulur olmamıştı.
Yakup Ağa, Yedi Kardeş yıldız kümesinin en önünde Mehmet Çavuş'u, arkasından yavuklusunu ve en sonunda da kendisini görür olmuştu. O günden sonra her gece gökyüzünde bu yıldız kümesini arar, derinden bir ah çeker, yaşlı gözlerle o günleri yeniden yâd ederdi. Yakup Ağa sık sık merkebine biner, Harput'a gelir, Harput'ta Mehmet Çavuşla ve Mehmet Çavuşun yavuklusuyla buluşurdu. Harput'taki bütün evliyalarla konuşur, onlara Yasin-i Şerif okur, aziz ruhlarına armağan ederdi.
Yakup Ağa, Harput'ta devamlı bir çığlık sesini duyardı ve Harput'un hep ağladığına inanırdı. Ve o derdi ki 'Ey oğul! Harput tarihin her döneminde o kadar çok şehitler verdi ki böyle bir beldenin gülmesi mümkün değildir. Harput'un her karış toprağında sayısız şehitler yatmaktadır. Bu yüzden Harput azizdir, Harput mübarektir. Orada gezdiğinizde attığınız her adımı besmele ile atın. Çünkü o topraklarda nice Mehmet Çavuşlar, nice Aliler, Ahmetler ve Mustafalarla, şehitlerinin dönmesini bekleyen nice nice yavuklular vardır.'
İşte odur budur ben de Harput'un hep ağladığını düşünürüm. Yoksa tarihler boyu medeniyetlere başkentlik yapmış, tarihler boyu ilim irfan merkezi olmuş, ünü okyanuslar ötesine gitmiş bir mukaddes beldenin böylesine mahzun, böylesine perişan bir halde bulunması mümkün müdür?
O Harput' ki bünyesinde o kadar şehit, o kadar evliya barındırıyor ki bunların yüzü suyu hürmetine edilen dualar bile kabul olunamıyor. Bizler ya o duaları kalbi bütünle yapmıyoruz ya da o mübarek zatlara layık nesiller olamıyoruz.
Netice olarak Harput ağlıyor, biz ağlıyoruz.
Bütün şühedaya Rabbimden rahmetler diliyor 'Şehitlerin Namazı' adlı bir şiirimle sizlere veda ediyorum. Kalın sağlıcakla…
ELAZIĞ Nurhak Gazetesinde 2 ve 3 Mart 2006 tarihlerinde yayınlanmıştır.
ŞEHİTLERİN NAMAZI
Şehitlerimize...
İki Mehmedimi Serhatta şehit ettiler,
Bayraklarla bezeyip, Harput'a getirdiler.
Ulu Camide ezanı, okudu Arap Baba,
Derinden derine titredi Uluova.
Minberde İmam Efendi verirken vaazı,
Kılındı huşu ile şehitlerin namazı.
Vatan vatan dediler, vatan için öldüler,
Ve melekler ordusu onları çok övdüler.
Bu namaz meleklerin kıldığı bir namazdı,
Şehitlik mertebesi, onlarda birer hazdı.
İmam Efendi önde, getiriyordu tekbir,
Baktılar ki Bedir'de çınlanıyor o tekbir.
Kazıldı kabristanlar kazma ile kürekle,
Defnedildi şehitler kanayan yüreklerde.
Siz ki içtiniz kana kana o mis şerbeti,
Tattınız doya doya onurlu şahadeti.
Cennette yerinizi hazırlamış melekler,
Varın kurulun, gönlünüzce aziz şehitler.
Ey ulu Harput' um, ey evliyalar otağı,
Serildi öz bağrında şehidimin yatağı.
Ey evliyaların kol kola gezdiği belde,
Şehitlerime nurdan mekân, olunan belde.
Yarıya inmesin Kayabaşında bayrağım,
Düşmesin şehidimin elindeki sancağım.
Kayıt Tarihi : 3.3.2006 15:18:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.



Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!