Hamdi`nin Hikâyesi
Hamdi'nin Hikâyesi bu, beklemek üzerine bir hikâye… Birçoğumuzun bekleyişleri olmuştur, bazen kısa süreli, bazen uzun süreli bekleyişlerdir. Endişeli, özlemle, heyecanlı bekleyişlerdir bunlar. Kimimiz bilgisayar başında arkadaşımızı beklemiştir, kimimiz parkta kız veya erkek arkadaşımızı, kimimiz uzaktan gelecek sevdiklerimizi. Hamdi’nin bekleyişi de böyle bir hikayedir, ama ne bekleme…
Hamdi mahallenin delikanlılarından.. Karayağız biraz çılgın, biraz fişek, ama iyi arkadaştır Hamdi; Saygılıdır, çabuk alevlenir, gözü mahallenin kızından, ona göre yedi küpeli züreyha yani sevdiğinden başkasını görmez. Şimdi aklınızda buda mı bir aşk hikâyesi? Bunlardan çok var dediğinizi duyar gibiyim. Evet, bu da bir aşk hikâyesi ama bazen gülümseyeceğiniz, kim bilir belki kendinizden, beklide çevrenizden birilerinden birer parça bulabileceğiniz dramatize bir aşk hikayesi. Ama daha çok bekleme hikâyesi bu. Hamdi'nin sınırsız, bazen insanüstü bir erdemle, sabırla beklediği, beklerken de bir mahalle insan genellikle gülmekten kendimizi alamadığımız, çocuğumuzun kahvehane ağzıyla “ deli lan bu” dediğimiz” bir o kadar da imkânsız hayalini, hayalindeki sevdasını, “yedi küpeli züleyhasını” bekleme hikayesi.
Hamdi’nin kızı okulda. Okuldan saat on altıda çıkacak bizim Hamdi saat onda beklemeye başlar, ama ne bekleme; Yaz demez, kış demez, yağmur demez yaş demez bekler, bekler ki kız okuldan çıksın, Hamdi kızın peşine takılsın, kızın dikkatini çekmek için dolansın babam dolansın. Sorarız açıktan söyler Hamdi. Hamdi kıza bitiyor, deliler gibi aşık. “O benim! ” diyor Hamdi, kızın Hamdi’nin aşkından haberi var ama yüz vermiyor Hamdi’ye. Hamdi sabırla bekliyor, Hamdi’ye kalsa “O iş tamam ama utanıyor abi” diyor, biz gülüyoruz
Bizim Hamdi’de iş güç yok, baba eline bakıyor daha, okumadı Hamdi; Hani şöyle büyüklerin “ okudu da adam oldu, ekmeğe yapıştı” dedirten cinsinden, ortaokul ikiden terk. Kız lise sonda. okulun son günleri, Hamdi’yi görecek durumda değil. Okulu bitirdi kız, Babasının el gün içinde gerine gerine yürüyeceği bir onurla, okulunu yüksek dereceyle bitirdi, Girdiği üniversite sınavında da. Ege Üniversitesi tıp Fakültesini kazandı, hem de burslu. Okulun ön duvarına; kocaman, sarı zemin üzerine koyu renkli, büyük puntolarla yazılı, bezden bir kazananlar listesi asmıştı okul müdürlüğü, hani iftihar etmek için öğrencileriyle, en başta da kızın adı yazıyordu. 1. Sıra Nisa ÖZGÜR Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi. Babası ne kadar gerinse, ne kadar şişinse az.
Hamdi seviniyor kendince, anlamıyoruz biz Hamdi’yi, Hamdi başka âlemde. Sorduk bir gün; “Arkadaş kız doktor olacak, ortada bir şey yok, hani fol ve yumurta cinsinden. Vazgeç” dedik, Hamdi’nin tepesi attı, kaptığı gibi kahvedeki bir sandalyeyi ortalığı birbirine kattı. Sakin olduğu bir zaman gelip özür dileyecek kadar da olgun adamdı Hamdi. Bir kız için onca arkadaşı kırmasına yediremeyip “affetmeyelim” diye düşünsek bu seferde “ Bi mahalle beni her gün sırayla dövün ama o iş olmaz demeyin, ne olur kulunuz olurum ama bunu deyip umudumu tüketmeyin” diye aleni sevdası için yalvar yakar olurdu. Biz daha sonra öğrendik Hamdi gibi sevmeyi.
Günler günleri kovalıyor, bizim için ne çabuk geçiyor dediğimiz zaman Hamdi için geçmek bilmiyordu. Hamdi'nin kızı göremediği her gün yüz yıl gibi geliyor., gem almayı reddeden vahşi bir at gibi sinirli oluyordu. Bazen mahzunlaşıyordu, kimselerle konuşmuyordu, tek başına umumiyetle kilometrelerce yürüyor, bazen de artık ne hülyalara dalıyorsa sanki ertesi gün seçim meydanlarında nutuk atacak politikacının konuşma provasına hazırlanır gibi kendi kendine konuşuyordu. Bir keresinde karşımdan geldi, siz sanırsınız Hamdi’nin yanında Nisa var ve kapalı havaya inat yıldızlar altında romantik bir gezi yapıp dilleşiyorlar birbirlerine. Bir süre takip ettim, karanlık sokaktan sokak lambasının loşluğuna şükrettiğimiz bir yere geldiğimizde arkasından yalandan öksürdüm duymadı, diyaframdan Yaradan a sığınıp bir daha öksürdüm olduğu yerde bir irkilip arkasına döndü ki, o dönüşten oda bende çok korktuk, utanmasak ikimizde çığlık atacaktık. Bana öyle bir kızdı ki, sanki tatlı rüyasından uyandıran yedi başlı devmişim gibi “Kim lan o” dedi, bende biraz çekinerek “Benim abi “ dedim. Sinirini bastırmaya çalışarak “ Ulan oğlum tam zamanını mı buldun ne güzel yengenle yürüyorduk, piç ettin ortamı” dedi. Ben gülümsedim ama acıdım birazda, “Ne yengesi abi, hani nerde” diye sordu”, Hiç garipsememiş gibi gözlerimin içine dikti gözlerin sağ elini sertçe sol göğsüne vurdu “ Aha burada gardaaş” dedi sonra işaret parmağını başına götürüp 2 defa tıklattı sonra “burada gardaaaaş” dedi uzatarak.
Yaklaşık 1 ay kadar sonra Hamdi Ortalardan kayboldu. Öğrendik bizim Hamdi biriktirdiği harçlıklara kıyıp vermiş otobüse, tutmuş İzmir'in yolunu. Hamdi’de para kısıtlı, yol bilmez yordam bilmez garibim. İnmiş terminalde sormuş bir simitçiye okulu, “üniveriste” demiş kendi telaffuzuyla, simitçide: “hangisi” demiş? “Egemi, Dokuz Eylül mü? ” “ Ege” demiş, tarif etmiş simitçi; Hamdi düşmüş yollara, başlamış tabana kuvvet yürümeye, yolda da başlamış mı bir yağmur? Hem de bardaktan boşanırcasına sağanak, donuna kadar ıslanmak buna denir, düşer misin bilmediğin yollara dönmüş su sıçanına, ama aldırmamış,. Bayağı uzunca bir süre yürüdükten sonra sora sora varmış okula. Okul giriş kapısında sormuş kapı görevlisine; “Nisa” demiş ürkekçe, “nişanlım olur, görmeye geldimdi, tanırmın emmi? ' tanımamışlar tabi, içerden sormasını söylemişler “yok” demiş umudu kırılarak, “ben beklerim'.
Başlamış beklemeye, Hamdi yorgun, Hamdi perişan, Hamdi alabildiğine ıslak, Hamdi sevdalı sırılsıklam, dört saat yürü yağmurun altında, sora sora gel okulun kapısına ama kız yok, ne kendisi var ne de tanıyan. Akşam olmuş, çıkış saatini beklemiş yine yok, okuldan çıkan nisa boylarındaki bütün kumral saçlıları o sanmış ama hiç biri Nisa değil, sonra esmerler sarışınlar kızıllar “ ya saçlarını boyatmışsa? ” Diye düşünmüş, artık saçların uzunluğu da önemli değil “ya kısacık kestirmişse*” ama gelmemiş Nisa. Hamdi bir de aç şimdi, sigarada tükenmiş, Hamdi ne yapsın düşmüş bir zalim kaderin pençesine debelen babam debelen. Neyse elbiseler üzerinde kurumuş, karşıdaki büfeden yanındaki kısıtlı parasıyla bir paket birinci sigarası ve bir somun ekmek almış, çökmüş okulun kapısına. Saatler geçmiş, gece vakti şikayet üzerine polisler gelmişler. Oracıkta kısa bir sorgu sual, haline bakmışlar pejmürde kılıklı bir delikanlı. Hamdi’yi enikonu araştırmak üzere kaptıkları gibi doğru Asayiş Büroya.
Hamdi anlatmış durumunu dili döndüğünce: “Nisa” demiş, “nişanlım” demiş ama inanmamış polis amcalar Hamdi’ye. Anarşist muamelesine ramak kala Hamdi’nin aklına gelmiş mahalle bakkalının telefonu. Aramaya değer bulmuşlar, aramışlar bizim mahallenin On iki buçuk metrekarelik süpermarket dediğimiz Can Bakkalın telefonunu, aramışlar ama o saatte bakkal Can Amca kapatmış çoktan, sonra da mahallenin bağlı bulunduğu Polis Karakolu’nu aramışlar, Allah’tan polislerden de tanıyan var Hamdi’yi. Polis tanıdığı var demişsem de hani adres sormada falan yoksa muhbir vatandaşlıkla alakası yoktur. Daha sonra anlatırken Hamdi’nin değimiyle “sırttan deriyi alacaklardı zor kurtardık” diye anlatacaktı o günü dinleyenlerin gülüşleri arasında.
Ekip geldi dar sokaklı mahalleye gece yarısına doğru. Polis arabasının tepe lambaları loş bir pavyon rengine sokarak gece karanlığını yanaştı Hamdi’nin evine. Mahalle bayram yerine döndü anında, anlattılar durumu babası Rasim amcaya. Meraklı kalabalıktan anında yorumlar yapılmaya başladı, kimisi Hamdi anarşik olmuş diyordu, kimileri Rasim amcanın çalıştığı iş yerini soyduğunu söylüyordu, birileri Hamdi’nin anarşistlerin eline geçtiğini söyledi, her bir yorum birbirinden kötüydü, felaket senaryolarına alışkın kulaklarımız bir dostun düştüğü durumu kabullenmek istemiyordu.
Babası gitti getirmeye bizim çılgın aşığı. İş iyice ayyuka çıktı ama Hamdi dönmedi, gözü bir an olsun titremedi, hiç utanmadı aşkından, sevdasından. Soranlara “O benim olacak” diyordu, bunu söylerken hiç utanmıyordu. Sanki kızda bunun kadar aşıkmış, yarın düğün olacakmış da, bütün mahalle bu büyük sevdaya ortak olup, çifte davullu, çalgılı çengili düğünle baş göz edecekmişiz gibi konuşuyordu bizim deli aşık. Sevdasını büyük bir inatla Plâtonizm’inde yaşıyor ve bundan büyük haz alıyordu ama öyle değildi, kızın haberi bile yoktu. Belki de vardı da görmezlikten geliyordu. Nisa idealleri olan bir kızdı, hedefleri bizim mahallenin üzerinde hedeflerdi.
Kaç defa arkadaşlar arasında kumpas kurup işlettik; Kahvede otururken bir arkadaş gelip, kızın az önce eve geldiğini, söyledi ve bizim Hamdi son elde fırlatıp kâğıtları, ya da içtiği çayı yarım bırakıp koşup gitmişti kızın evlerinin karşısındaki demir elektrik direğinin altına. Hep yaptık, hep işlettik sonra oradan geçermiş gibi yapıp güldük ama o kalkıp gitmekten hiç erinmedi, hep gitti, gelmediğini bile bile gitti, gelmeyeceğini bile bile gitti, işlettiğimizi bile bile gitti, ama hiç gelmedi Nisa. Ta ki o şubat gününe kadar.
O şubat gününde zemheri soğuğuyla birlikte çıkageldi bizim Hamdi’nin sevdalısı. Mahalleye gelen dokuz numaralı otobüs; Dik yokuş sokağının yanındaki sözde otobüs durağında durdu, ilk inen Nisa’ydı. Görünce önce tanıyamadım, sanki değişmişti, bildiğimiz Nisa gitmiş yerine yabancı bir mekândan tanıdık bir yüz gelmiş gibiydi. Yaklaştım biraz daha, “Hoş geldin abla” dedim, “Hoş bulduk” dedi; O nereye gitse değişmeyecek olan ona özgü gülümsemesiyle. Lafladık biraz ayaküstü. Bizim abla sayılırdı, yaşça benden iki yaş büyüklüğü sebebiyle.
Omzundan aşağı inmiş iyi taranmış kumral saçları, üzerinde siyah paltosu, elinde pembeye çalan kırmızı eldiveni, kot pantolonunu ayağındaki yandan kelebek tokalı kahverengi çizmesi tamamlıyordu kıyafetlerini. Hani tam ay yüzlü denir ya, kocaman mavi gözlerinden gülümseme eksik olmuyordu. Bir kadın aksesuarını tamamlayan kahverengi omuz çantasının yanında elinde iki de bavul vardı. Bavulları taşımak için sanki gücünün sınırlarını zorlarcasına tuttu, pembe köfte dudakları sıkıntıyla bükülüyordu valizlerin ağırlığından.
Kısa bir sohbet, hoş geldin, hal hatır sormadan sonra bavulunu taşımayı önerdim. Sanki büyük sıkıntı verecekmiş de vermek istemiyormuş edasıyla sıkıla utana kabul etti. Aslında kabul etmezdi ama başka da çaresi yoktu. Zira evleri ile durak arası yarım sigara içecek hatırı sayılır mesafede. Başladık yürümeye. Mahallenin karla kaplıyken üstünkörü açılmış, bazen balçık rengini almış sokaklarından yavaş yavaş ilerlerken masum bir gülümsemeyle yine hal hatır sormaya başladı Nisa. Ben de sorduğu sorulara cevap veriyordum. Ama Hamdi’yi hiç sormadı, Hamdi’nin anlattıklarına göre ilk onu soracak sandım, ama sormadı. Olan olayların hiçbirinden haberi yoktu sanki. Hamdi’nin İzmir’e gelişinden, yağmurda ıslanmasından, karakolluk oluşundan, onun sevdası için çektiği onca sıkıntıdan haberi yoktu. Bir ara; “Eee Mahallede ne var ne yok” dediğinde, Hamdi’den başka anlatılacak konu olmadığı için ve onu da ben kendisine söyleyemeyeceğim için “Yok be Nisa abla, bildiğin gibi, bıraktığın gibi” demekle yetindim sadece.
Neyse kazasız belasız geldik evlerine. Annesi Gülşen teyze evin avlusunda kucağında odunlarla görünce kızını donakaldı sanki. Sonra yaşlanmaya yüz tutmuş yeşile bakan mavi gözlerinde çılgın bir sevinçle odunları bırakma ile atma arasında bir hızla bırakıverdi merdivenin yanına. Sonra koşarcasına hızlı adımlarla geldi ve sanki hiç ayrılmayacaklarmış gibi sarıldı kızına. Sevinçten ağlamaya başladı çocuklar gibi. Ben orada öylece onları seyrediyordum. Sanki karşımdaki bir ömrün özeti, genç kızların hatıra defterlerinin arkasından alınmış bir kartpostal manzarası gibiydi. Bir yandan da Hamdi’yi düşünüyordum “keşke benim yerimde Hamdi olsaydı” diyordum biraz muzipçe. Nisa’nın valizini bıraktım ve gözün aydınla, teşekkür, annemlere selam söyle seremonisinden sonra ayrıldım ve tahmin edeceğiniz gibi Hamdi’yi bulmak, müjdeyi vermek için kahvenin yolunu tuttum.
Şimdi ben ne derim de inandırırım diye düşünerek girdim kahveye. İşsizlikten fukaranın eğlence mekanı olan mahalle kahvehanesi kışın gelmesiyle daha bir dolmuştu, bayram ediyordu kahveci Rüstem. Kirli sakallı çökük yüzüyle makamım dediği masasında oturuyordu her zamanki gibi. Dudaklarının arasında eğreti duran ve konuşurken titreyen sigarasında kül uzamıştı. Yılların verdiği kahveci esnafı edasıyla içerdeki oturanları sürekli kolaçan ediyor, bir yandan da çırakla ocakçıya müşteriler bakmaları için alabildiğince güzel Türkçemi katleden, kahvehane ağzı tabir edilen argo küfürleri sıralıyordu her ikisine de peş peşe.
Hamdi Çay ocağıyla duvar arasına sıkışmış görüntüsüyle ateşli bir kağıt oyununun en kritik yerindeydi, yancıları bir hayli kalabalık, kimisi gaz vermekte Hamdi’ye, kimisi kızdırmakta muzipçe. Masaya yaklaştım, istemeden oluştu yanaklarımda bir gülümseme. “Hamdi abi! Oyunu bana bırak ben oynayayım” dedim. Hamdi bana “de get” der bir tavırla baktı;
“Mezardan dedem çıksa bırakmam” dedi. Başımı hafif yana çevirip biraz küsmüş havasıyla çektim bir sandalye, döndüm sırtımı masaya oturdum ve “Peki sen bilirsin güzel abim! umarım pişman olmazsın” dedim. Yan masadaki gazeteyi aldım, özensizce açtım sayfalarını, iddiaya girdim kendi kendimle; yüze kadar sayacağım Hamdi gelecek, gelirse çaylar Hamdi’den gelmezse diğer yanım söyleyecek çayı kendime.
Başladım içimden saymaya “bir… İki… Üç… “ Bir yandan da Hamdi’ye bakıyordum göz ucuyla, Hamdi’nin içine kurt düşmüştü bir kere, kalkıp gelecek ama o kadar çok işletmişiz ki haybeye benim diyen sabır taşı çatlar, kafamıza masayı geçirdiği gibi madara ederdi cümle aleme. Oyun oynuyor ama oyuna olan yoğunluğu bozulmuştu bir kere garibimin, beni süzüyordu kaçamak gözlerle. Ben sayıyordum içimden “Atmış yedi, atmış sekiz, atmış dokuz…” bir ara umutsuzluğa kapılım diğer tarafımı ısmarlayacak çayı derken Hamdi dayanamadı sonunda, oyun bitmeden elindeki kağıtları kapalı şekilde bıraktığı gibi yanıma geldi. Ben küsmüş, bozulmuş bir tavırdaydım ama her bakışımda hin bir gülümseme fırlatmayı ihmal etmiyordum. Hamdi yanıma gelir gelmez oturdu telaşla. Gözleri çakmak çakmak olmuştu. “Sende bi hal var gurban olam anlat hele” dedi. Ben umursamadan çevirdim gazetenin sayfasını ve gazeteye bakarak biraz kızgın bir tavırla söylenmeye başladım. “Biz adama hayatının haberini vermeye işi gücü bırakıp geldik, adam bize bakmadı bile, şimdi de gelmiş ağzımızı arıyor” sonra dönüp Hamdi'ye; “Yok bi şey kardeşim, nerden öğrenirsen öğren, benim başka işim yokta sana postalık mı yapacağım” dedim. Hamdi delirdi. “Allah aşkına söyle, ne oldu, hasta etme adamı “ bir ara ocağa doğru dönüp; “Dingiiil iki çay” diye bağırdı. Dingil kahveci çırağı, soyadı Dingil olduğundan herkes dingil diyordu. Ben kazanmıştım kendimle girdiğim iddiayı. Bir anda çevirip başımı “ Hamdiiii” dedim. O güne kadarki yüzümdeki en dalgacı, en hin, en gülümsememle; “geldi” diye ekledim sonra. Hamdi daha önceki yüzlerce işletmemizin temkiniyle ama sevdiğinden ödün vermeden hayretle bakakaldı yüzüme. Sonra sertçe başını sağa sola salladı kısa bir sessizlik oldu, herkes işini bırakmış bize bakıyordu. Bir süre sonra Hamdi tasdik istercesine “Yemin iiiç” dedi. Ben de ona “Ne yalan söyleyecem, az önce geldi, valizini ben getirdim, evlerinde şimdi” dedim.
Çaylar gelmişti. Ben hiç Hamdi’ye bakmadan attım iki kesme şekeri, başladım karıştırmaya. Hamdi fırladı yerinden, tehdit edercesine “ Ulan bu da yalansa mahalleyi terk et Balıkesir alamaz elimden seni” dedi ve koşarcasına fırladı çıktı kahveden.
Kahvedekiler gülüştüler arkasından ben gülmedim. Etraftan soranlar oldu ciddi mi diye verdiğim yanıt tekti “Ciddi”. Hemen kahvede senaryolar başladı. Kimisi Hamdi kaçırır bu kızı diyor, diğeri yok onda o yürek diyor, kimisi Hamdi bekler bekler birazdan gider getiririz diyor, ama bunların hiçbiri doğru değildi. Hamdi çok hem de çok sevecek kadar yürekliydi.
Akşam saati gelip çattı, evlerimize gittik. Hamdi’den haber alamamıştık. Yolda yürüyenler birbirini görenler Nisa’nın geldiğinden bahsediyorlardı, Hamdi’nin ne yapacağını bütün mahalle merak ediyordu. Sanki işsizliğin yoksulluğun tek eğlencesi olan dedikodular bir anda bütün enerjisini Nisa’nın gelmesi ve Hamdi’nin ne yapacağı üzerine odaklamış, merakla karışık en çılgınından en masumuna her kafadan bir sürü senaryolar türetilmeye başlanmıştı. Eminim ki televizyonun hayatımıza girmesiyle artık yok olmaya yüz tutmuş misafirlik sohbetleri, sırf bu yüzden bir anda tavan yapmıştı. Yolda gelirken kendi aralarında fısır fısır konuşan ablalar, teyzeler, büyükler, küçükler yani nerdeyse bilcümle bütün mahallenin komşu gezmeleri bayağı bir artmıştı bir gecede.
O akşam biraz geç saatte Hamdi’nin babası geldi bizim eve, içeri girmedi beni çağırdı. Alelacele çıktım dışarı. Adamcağız çok telaşlıydı. Meğer bizim Hamdi; kahveden çıkar çıkmaz gitmiş kızın evinin karşısındaki elektrik direğinin altına. Kolay değil on bir buçuktan yirmi bir otuza kadar beklemiş. Tabi bu sürede Hamdi’yi görebilme ihtimali olan, penceresi Hamdi’ye bakan bütün ahali kimisi aleni, kimisi perdenin arasından Hamdi’yi seyretmeye, çekirdekler, çerezler, çaylar kahveler. Kendi kendisine yorumu tatsız bulanlar, haber alıp da Hamdi’nin bulunduğu yeri göremeyen meraklılar da görenlerin evlerine misafirliğe. Haberi yok Hamdi’nin toplumsal bir kaynaşmaya sebep olmuş garibim. Millete en canlısından dedikodu lazım..Bundan daha iyi fırsatımı olur, Türk filmi seyretmekten iyidir, hem oyuncular da tanıdık.
Bir süre sonra durumu babasına haber vermişler, artık kim verdiyse bilinmez. Zavallı adam gitmiş çağırmaya ama nafile, ikna edememiş gelmeye, paniklemiş. Beni severdi Hamdi, dinler demiş. Neyse uzatmayalım gittik Hamdi’nin yanına. Hamdi akşam ayazında buz kesmiş gibi, eller paltosunun cebinde titreye titreye bekliyordu sokak lambasının beyaz kar üzerine vurmuş yeşilimsi beyaz aydınlığında. Beklediği yerdeki sigara izmaritleri daha iyi anlatıyordu durumun vahametini. En az iki paketten fazla köpek öldüren Samsun sigarasından arta kalan izmarit vardı yerde. Her fırt çekişinde bir daha, kim bilir nasıl kahrolmuştu, ya da umutlanmıştı belki Nisa bir kere çıkar, bir kere görürüm, ya da neden olmasın bana doğru bakıp bir kerecik gülümser umuduyla.
Yanına vardık Hamdi’nin, geldiğinden beri Türk filmi seyredercesine meraklı, Hamdi bir hareket yapar da günlerce konuşuruz, anlatacak dedikodu buluruz sevdasındaki komşuların bakışları arasındaydık. Ama Hamdi hiçbir şey yapmamıştı öyle konuşulacak, sadece beklemişti, zaten bu hikâye de Hamdi’nin bekleme hikâyesi değil miydi? “Hamdi abi” dedim. Ses çıkarmadı yavaşça yere eğmiş olan başını kaldırıp bir bana bir babasına baktı, yüz hatları hiç bu kadar derin bir hüzne dalmamıştı, sanki canı çok yanıyordu.
”Hadi gidelim canım abim! ” dedim. Koluna girdim, bir dostun yapması gerektiği gibi, biraz direnç gösterir gibi yaptı ama Hamdi’de mecalinin son demleriydi. Fazla karşı koymadı sürüklercesine çekiştirmeme. Evlerine doğru attığımız her adımda sanki bir parçası kalıyordu geride, ilk kez ağladığını hissediyordum Hamdi’nin. Evlerine yaklaşırken bir duraksadı, hafifçe başını yukarı kaldırdı; ”Bir kerecik çıkıp bakmadı” dedi. Sonra sigara istedi, bende olmadığını bile bile. “Yok Hamdi” dedim. Sonra babasına, ben geliyorum amca dedim, yanlarından hızlı adımlarla ayrılıp Can bakkala gittim, bir paket sigara aldım, sigarayı verirken bakkal Can amca “Ne o yeğenim sen sigara içmezdin, Hamdi’ye mi üzüldün, efkâr mı bastı” dedi, “yok, amca, zaten Hamdi’ye alıyorum” dedim. Yüzünde garip bir gülümseme oldu Can amcanın. Çıkıp koştum Hamdi gile, çoktan varmışlardı, kapıyı çaldım, kapıyı annesi açtı. “Buyur oğul dedi” yüzünde öfkeyle karışık kahredişin izleri okunuyordu sanki. “Hamdi’yi görecektim teyze, girmeyeyim” dedim, belli ki anacığı da çok üzülüyordu, orta yaşın üzerinde, alnındaki çizgileri belli belirsiz, ama üzüntüsünden yüz hali çok değişik gelmişti, ” gir oğul dedi, senle benim de konuşacaklarım var”
Girdim içeriye, Hamdi kanepede oturuyordu, kız kardeşi Menekşe mutfaktan içeri girdi, “Hoş geldin“ dedi, o masumluğuyla. Hamdi hiç konuşmuyordu, babası yoktu ortalarda, sonradan öğrendim, içerde ağladığını. Annesi karşımızdaki kanepeye geçti ve başladı konuşmaya o bizim yöreye has üzgün, ağlamaklı muhacir şivesiyle “Ay oğul! ben bu deliynen ne edeyimde kimlerin bucağına gideyim? el gün içine çıkamıyom, her yanına vardığım hemen bunu soruyor, kızın anasının yüzüne bakamaz oldum, utancımdan yerlere giriyom, nerden geldi bu bela, Allah aşkına sen bi şey de bu deliye, hay seni doğuracağıma köy damında bağlı eşek doğuraydım, bari işe yarardı, iş yok, askerlik yok, okul yok, kafa da yok….” Söylenip duruyordu. Hamdi hiç konuşmadı o gece, bir noktalaya bakıp derin derin düşünüyordu sadece, sanki baktığı noktayı beyin gücüyle delmeye çalışan şarlatan astrofizikçilere benziyordu.
Bizim mahalle uzunca bir süre bu hikâyeyle eğlendi. Hatta her akşam Hamdi'nin kızın kapısına bu akşam dayanacağına dair iddiaya girenler bile vardı. Bir kısım konu komşu; kendinden gelin güvey olanlar kızı istemeye gidiyorlar diyordu. Daha aksiyonlu ruh hali olanlar; Hamdi’nin mahallenin civan gençlerinden, işinin ehli, gözü kara bir kız kaçırma timi oluşturduğu. Tim’in içerisinde; minibüsçü sarı Tayfun un arabasıyla şoför olarak katıldığı, benim iyi dostluğum sebebiyle erkete olarak bulunduğum, soranlara kendisini serbest meslek erbabı olarak tanıtan şevki abi ve kunduracı çırağı Hüseyin de içinde bulunduğu kız kaçırma timinin bu akşamdan tezi yok tutup saçından sürükleyerek kaçıracak senaryolarını üretiyorlardı. Ama hiçbiri olmadı bunların. Günler geçti bir bir, haftalar geçti, her geçen gün Hamdi’nin omzunda eriyordu, bükülüyordu Hamdi, iyice mahzunlaşmıştı, eskisi kadar çılgın da değildi, durgundu daha çok. Kimse bir şey sormadan konuşmaz, gülmeyi unutmuş bir hali vardı. Sanki tanıyanların neşesini getiren sihirli bir oyuncaktı da pili bitmiş ya da arızalanmıştı. Hamdi’nin bu bekleyişi meraklı mahalle halkında da hayal kırıklığı yaşatmaktaydı. Bu durum uzunca bir süre devam etti. Gün olmuyordu ki Hamdi’yle ilgili şişirme haber bir dedikodu haberi çıkmasın mahallemin fısıltı gazetesinde. Fakat Hamdi hiç birisine aldırmıyordu. Sanki daha önceki hayatında yüzsüz bir politikacıydı da Reenkarne olup ruh göçüyle yeniden bizim mahallede Hamdi kılığında dünyaya gelmişti.
Nisa dördüncü sınıfa geçmişti, Küresel ısınma denen, memleketimin köşe başı sohbetlerinde pak kullanılmayan, kahvehane sohbet kültürüne henüz tam olarak girmemiş yepyeni bir kavram gösteriliyordu bunca bunaltıcı sıcağın müsebbibi olarak. Bizim mahallenin sıcağı daha bir sıcaktı, inişli yokuşlu dar sokaklarının bağlandığı belediyenin; büyük hizmetimiz diye onca alkış, slogan ve tekbir sesleri eşliğinde döktüğü asfalt erimişti yer yer, bunaltıcı sıcakla kesif zift kokusu birbirini destekleyen berbat bir ağırlık katmıştı havaya. Hamdi’nin cephesindeyse daha bir sıcaktı sanki daha bir bunaltıcıydı. Zira Nisa o yaz tatilinde mahalleye gelmemişti. Samimiyetten sorduğumuzda anasına babasına; “teyzesine gitti” diyorlardı en inandırıcı olmayan tavırlarıyla, biz inanmıyorduk verdikleri bu inandırıcı olamayan beyanatlara. En çok merak eden tabi ki Hamdi’ydi, haber alamayınca başka bir tedirgin oluyor, başka bir deliriyordu sanki. Araştırmış Hamdi, bir gün geldi yanıma; “teyzesi yokmuş” dedi, işte şimdi kıyamet kopacaktı, Hamdi’yi tutana aşk olsun, sanki anlamamış gibi; “Kimin Hamdi abi? “ dedim, yüz mimiklerimle destekleyerek; “Kimin yokmuş? ” diye ekledim. Biliyordum aslında ama şaşkınlık göstermeliydim, çünkü bilipte söylemediğimi anlarsa demediğini bırakmazdı, en kötüsü de o kadar hassas bir konu ki Hamdi için Nisa, aramızdaki dostluğa helal getirmeyi göze alamazdım. Hamdi abi sanki ömrünü bilimsel bir teoreme harcadıktan sonra bir anda bütün hipotezleri çürütülmüş bilim adamı edasıyla; “ “Nisa’nın teyzesi yokmuş” dedi mahzunlaşarak ve bir anda yalvarırla ağlamaklı arasında bir tavırla gözlerime bakarak; “ Nereye gitti? bi el atıver ne olur birader, delirecem yoksa, bulsan bulsan sen bulursun” dedi, ağlamaklı olduğunu, umutsuz olduğunu ilk defa görüyordum Hamdi’nin. Üzülmesine, yıpranmasına gönlüm el vermiyordu, biraz teskin etmek için “Merak etme bakarız, mutlaka öğreniriz” diyebildim ancak. Biliyordum aslında Manisa’daki dayısına gittiğini, geldiğinde onca çıkan dedikodu ve senaryodan sonra ailesi çocuklarını koruma dürtüsüyle böyle bir tedbir almıştı…
Yaklaşık bir hafta sonra vardım Hamdi’nin yanına. Kahvenin önünde, deli asma ve sarmaşıkla oluşturulmuş gölgelik çardağın altında oturuyordu. Elinde, okunmaktan yıpranmış Hürriyet gazetesinin bir kaç sayfası vardı, eskisi gibi heyecanlı oyun da oynamıyordu artık, gazetemi okuyor yoksa millet bayramda görsün hesabıyla gazeteye! mi bakıyor belli değildi. Yaklaştım biraz, sözde okuduğu sayfada sanırım kendi muhitinin kalantor simalarından bir merhumun oldukça büyük puntolarla yazılmış yarım sayfa ölüm İlanı’nı okuyor görüyordu. selamımı verdim, bir sandalye çekip oturdum. “Bir umut, ne olursun bir umut” der gibi bakıyordu sanki, ışıldamıştı gözleri. “ne haber abi” dedim, “ iyilik birader “ dedi, dedi ama ağzımdan çıkacak bir hayırlı havadis beklermiş gibi bakıyordu. “Abi, seninle konuşacaklarım var, ama delirmek yok. Bilirim delikanlı adamsın, ben seni iyi anlıyorum, hem de hiç kimsenin anlayamayacağı kadar iyi anlıyorum. Tamam, âşıksın, tamam çok seviyorsun, ama abi yapma artık, bu kadar harcama kendini. Sizin yolunuz hiç birlikte yazılmamış, ayrı dünyaların insanısınız, o yolunu çizdi, eğer onun mutluluğunu istiyorsan, bırakacaksın abi, sevdanı bir ömür içinde saklayacaksın, her yutkunduğunda boğazına düğümlenecek bir süre, yutmak isteyeceksin yutulmayacak, öksürsen çıkmayacak biliyorum ama susturacaksın abi sol yanını, onu anıp gülümseyeceksin.” dedim. Hamdi’nin ilk sözlerimde gözleri ışıl ışıldı, konuşmaya devam ettikçe, kızgınlığı gözlerinden okunuyordu. “Ne diyon len sen? Bütün âlem biliyor o benim, ne olduğu, nerde olduğu ne iş yaptığı önemli değil, önemli olan tek şey onun bana yazılmış olduğu. Hem ben o olmadan ne edeyim sol yanımı? Söker köpeklere atarım bari karnı doyar gariban itlerin daha iyidir. Ben Hamdi’yim, ölümse öleme kadarda sürse beklerim. Hem karar verdim askere gidecem olum, gelince de iş kuracam, ne işi deme biliyorum ben ne iş olduğunu sen nerde biliyon mu onu söyle söz sana gitmeyecem, sağ olduğunu, iyi olduğunu bileyim yeter” dedi, “biliyorum abi” dedim. Söyledikleri saplantı ile kara sevda karışımı, bir insanın kolay kolay aşamayacağı garip bir durumdu. ”sağ salim iyi, geldiğinde olanları, konuşulanları biliyorsun, o yüzden gelmedi’’ dedim,”nerde? ” diye sordu, söylemek istemeye istemeye ”Manisa da” dedim. “kimde? ” “dayısında” “çok şükür, sana ne ısmarlayayım” dedi, “sağol bir şey almayacam, bilmiyomuş gibi yap yeter” dedim “söz verdik dönmeyiz” dedi. Makineli tüfek gibi sıralamıştı hepsini. Sesinin tonu hayata duyduğu öfkeyi belli edecek şekilde yükselmişti sanki kadere küfreder gibiydi.
Aradan iki fırtınalı yıl daha geçti, Nisa geliyor, aynı şeyler söyleniyor ama bir türlü Hamdi sevgisini yerlere düşürecek bir şey yapmıyordu. Mahallenin işsiz ahalisinin çoğu umudu kesmişti ama bazı fanatikler vardı ki, tuttukları takımdan bir son saniye golü beklercesine bekleyen holigan taraftar gibi bekliyordu. İyi ki de Hamdi vardı yoksa ne yapardı bu kadar millet, neyle eğlenirlerdi? Belki de kendilerinin yapamadıklarını, ya da kendileri için o kadar sevdalı birisi olmadığı ama keşke olsaydı dedikleri için kendilerini bulmak için o kadar meraklı, o kadar heyecanlıydılar.
Bir gün, yine hikâyemizin büyük bölümüne ev sahipliği yapan kahvede oturuyorduk. Son gazi Şekip Reis amca başta Hamdi olmak üzere mahallenin yeni yetme delikanlılarını kendi delikanlılığı ile yüksek sesle karşılaştırır, zaman zaman aşağılayıcı sözlerle kendi delikanlılığını kıyaslıyordu, Kimi arkadaşlar ciddiye alırken kimileri “ Artık yaşlandı” diyerek gülüp geçiyordu. Şekip reis amcanın son gaziliği savaşa katılmasından ya da vatan millet için yaralanıp sakat kalmasından değildi, 11 Eylül 1980 de o dönemin tabiriyle anarşik olaylar sebebiyle karıştığı bir olayda bacağından vurulmasından dolayıydı. Bir gün daha idare etse beklide vurulup bacağı sağlam kalacaktı, zira o gece ordu yönetime el koymuştu. “Şimdiki gençlik gençlikmi? biz bunlar gibiyken rüzgar gibi esiyorduk memleketin meydanlarında, caddelerinde, birde şunlara bak! Emperyalilistlerin kölesi olmuşlar” diye söylenip duruyordu kırgın demokrat Şekip Reis Amca. İçeriye iki polis girdi, Şekip gazi eskilerden kalma korkulu bir reflekse söylenmeyi bırakıp yüzünde korku belirtileri başladı, alnından boncuk boncuk terlemeye başlamıştı, hani polislerden birisi dönüp çakmak istese ya son gazi oracıkta maazallah ruhunu teslim edecek yâda salgıladığı onca adrenalinin dışa vurumu sebebiyle fırlayıp kaçacaktı. Kahveciye Hamdi’yi sordular, ellerinde askerlik şubesinden celp kâğıdıyla, kahveci Hamdi’yi göstererek, “Hamdiiii, bak polis ağabeyler seni soruyorlar” diye seslendi. Hamdi merakla geldi polislerin yanına, heyecanlıydı, titrek bir sesle, “Buyurun” diyebildi, “Askerlik hakkında celbin var Hamdi, aramışlar bulamamışlar, muayene yoklamana gideceksin” dedi polislerden birisi, çağrı pusulasını imzalatıp, bir parçasını Hamdi’ye verdiler, Hamdi pusulayı tekrar okudu ve “Askere gidiyoruuuum” diye bir çığlık attı. Oysa askere gitmemesi için bilmediğimiz bir sebepten onca doktora sevk almıştı, akciğer sorunu olduğunu duymuştuk,. Ama şimdi yolda boncuk bulmuş gibi seviniyordu, Hamdi asker oluyordu.
Mahallede inanılması yine zor bir durum daha gelişmişti, asker olmuştu Hamdi, inanılması güç şeyler hep Hamdi’nin etrafında gelişiyordu sözleşmişçesine. Askerliğini yapan mahallenin yaşça tecrübeli amcaları, ekâbir ağabeyleri; Kimi dört sene yapmıştı, kimisi iki sene diyordu, 18 ayı duyduklarında sanki ağız birliği yapmışçasına “ o kadercik askerlik mi olur? ” edasında başlıyorlardı erkek muhabbetlerin en fethi zor konusu olan askerlik muhabbetlerine. Başladılar mı amcalarımız yazsan ciltler dolusu kitap olacak, bir türlü bitip tükenmeyen anılar çıkıyordu. Hamdi’yi yakalayanlar sanki atış serbest hedef tahtası bulmuş gibi tecrübelerinden öğütler veriyorlardı kendilerince; Kimisi “Çavuşun karşısında şöyle dur yoksa dayağı yersin” diyordu, kimisi; “tıraş takımı götür ama dolabını kilitle çalarlar” diye öğüt veriyordu… Hamdi’nin o güne kadar davranışlarına hep adaba- ı mugayir gözüyle bakanlar, “bu askerlik falan yapamaz her gün bi araba dayak yer “ diye peşin peşin veriyordu hükümlerini. Bulaşık yıkatanlar, patates soğan soyduranlar mı arasınız. Mahallede yeni toplumsal konu yine Hamdi’ydi, çünkü Hamdi askere gidiyordu.
“Dördüncü bölük erlerinden Hamdi Yakar, dördüncü bölük erlerinden Hamdi yakar, ziyaretçiniz vardır ziyaretçi görüş alanında beklenmektesiniz” anonsu duyulur Hamdi’nin kışlasından. Sanki anons Eski Foça’nın dağlarından yankılanıp egenin mavi sularına doğru akıp gitmektedir. Hamdi bu sırada eğitim alanında toplu eğitimde, muhtemel gideceği Güney Doğu’da kendisine verilecek görev için en iyi eğitimi almaya çalışmaktadır. Zorlu bir eğitimdir komando eğitimi. Ama Hamdi’nin olduğu bir ortamda en ciddi konular bile mutlaka biraz sulanmaya gebedir. Hamdi anlamaz durumun ne kadar önemli olduğunu. Ziyaretçi anonsu mütemadiyen kesif aralıklarla tekrarlanmaktadır. Dördüncü bölük erlerinden Hamdi Yakar, dördüncü bölük erlerinden Hamdi yakar, ziyaretçiniz vardır ziyaretçi görüş alanında beklenmektesiniz”
Eğitim veren takım komutanı diğer takım arkadaşları ile birlikte duymuştur ama Hamdi’den ses seda yoktur. Anons geldiğinde eğitim molası verilmiş, Hamdi bir başına koyu gölgeli bir zeytin ağacı altında, elinde Nisa’nın ilkokul yıllarından eline geçirdiği bir fotoğrafı derin derin ona bakmakta dır. Anonsu duymayacak kadar dalmıştır içinde Nisa sı bol hayallere. Yakın arkadaşı Yakup seslenir Hamdi’nin olduğu yere dönerek; 'Hamdiiii” Hamdi’de ise yok, yine seslenir; “Hamdi Yakaaar” Hamdi bir anda fırlar yerinden, “Ne oldu Yakup ne var devrem? ”, Yakup; ”Duymuyor musun? Yarım saattir Hamdiii Hamdiii diye sana sesleniyor, adam tellal oldu, sana seslenmekten ses yayın cihazı bozulacak, sonra bütün komando eğitim alayının gazabı üzerine olacak, izin al kooooş ziyaretçin var”. Hamdi teşekkür etmeye bile vakit ayırmadan fırlar yerinden.
Diğer arkadaşları gülüşürler, takımda adı Âşık Hamdi’dir, bazı arkadaşları ya Hamdi der ya da Aşık derler sadece. İkisini birden kullanan çok azdır. Âşık denmesinin sebebi; Eğitimin ilk dönemlerinde Amfide teorik eğitim veren komutan el bombası ile ilgili eğitim verirken, dikkatini çeker, Hamdi dalgındır, dikkatini toplaması için Hamdi’yi işaret eder; “Sen anlat bakalım ne anladın? “ Hamdi duymaz bile, o sırada Nisa’yla birliktedir hayalinde, yanındaki arkadaşları dürter dirsekleri ile Hamdi irkilir, komutan tekrarlar “Hadi söyle bakalım, ne anladın? ”, Hamdi şaşkındır, konuyu dinlemek bir yana, eğitimin konusunu bile bilmemektedir, “Ben mi komutanım! ” der şaşkın şaşkın. “ hee sen! “ der komutan en ceberut bakışıyla. Hamdi etrafına bakınır, arkadaşlarının komutanın ne sorduğu yada neden bahsettiği hususunda bir ipucu almaya çalışır ama nafile, kime baktıysa gülmemek için kendini zor tutan yüzlerle karşılaşır, en son baktı ki olmayacak komutana doğru bakar yüz hareketleriyle ondan bir tüyo ister. Komutan dalga geçer niyetle, “Âşık mısın oğlum sen? “ diye sorar Hamdi’ye. Hamdi’nin o an yüzünde bir gülümseme olur “Evet komutanım aşığım” der. O anda gülmemek için kendini tutmaya çalışan, dişini sıkan bütün amfi bir anda tutamaz kendisini sel taşkını bir barajın patlaması gibi boşalır, kahkahalara boğulur. Takım komutanı; “Askerler sıkıldı, bulduk dalgayı” düşüncesiyle devam eder,:”kime? “, hiç sıkılmaz Hamdi, sanki sözlüye kalkmış bir öğrencidir ve öğretmen çalıştığı yerden soru sormaktadır,hemen cevap verir “Nisa’ya komutanım”,Takım komutanı devam eder; “Nisa kim len! ”, aynı kararlılıkla yanıtlar Hamdi; “sevdiceğim kız komutanım, bu sene doktor olacak” komutan güler, “Eee sen ne iş yapıyorsun a benim şaşkaloz evladım? “ Hamdi mahcupça başı öne eğilir, Hamdi’yi anlayanlar gülmeyi bırakırlar, sessiz bir hüzün başlar “Ben işsizim komutanım, askerden sonra Can amcadan dükkânı isteyecem, mahalleye bakkal olacam, zaten can amca yaşlandı “ Hüzne izin vermez Hamdi, gülüşler yine başlar amfide. Sanki yarı drama yarı komedi tiyatro gösterisi gibidir. Komutan yine sorar: “Eeee Aşık Hamdi! , kız da seni seviyor mu bari? ” Hamdi’nin yüzü asılır; “Sevdiğini sanıyorum komutanım”' der, aslında bundan emin olmayı ne kadarda çok istemektedir. “Ne demek sanıyorum? Demokrasi mi bu seviyor sanıyorum, herhalde, galiba, olacak? ” Der Hamdi’ye, Hamdi korkusuzca cevap verir; “Komutanım önemli olan benim sevgim, kabul ederse onun için canımı veririm, vermezse ben onu yine de severim.'” Bu diyalogdan sonra Hamdi’nin adı aşık Hamdi’ye çıkmıştır.
Hamdi izin alıp takım komutanından, koşa koşa gider nizamiye karakolundaki bekleme salonuna.Girişte anonsu yapan çavuş sorar; “ Hamdi sen misin? ” Hamdi nefes nefese, “ Evet benim, ne oldu? “ diyebilir ancak. Kızmıştır anonsu yapan nizamiye görevlisi çavuş, “ bağır bağır yoksun iki saattir, nerdeydin? ” Diye sorar “ Duymadım çavuşum” der biraz mahcup bir sesle. Hamdi’nin sivil hayattaki çılgınlığı hizaya girmiştir biraz, söz konusu Nisa olmadı mı aslında uyumlu çocuktur Hamdi, ama çavuş durmaz; “Nasıl duymazsın birader? Hoparlörler patlayacaktı, taaa Yunan adasındaki Yunan askerleri duydu, onlar bile seslendiler komşu buraya gelmedi gelirse göndeririz diye” çavuş abartmanın dozunu kaçırmıştır sonra da; ” Git içerde ziyaretçin var, zavallı adam sen gelmeyince korktu, başına bir şey mi geldi diye” dedikten sonra Hamdi girer bekleme salonuna.
Bekleme salonundaki verzalit masada babası oturmaktadır. Hamdi girer girmez koşar babasına, eline sarılır öper ve öyle bir sarılırlar ki birbirlerine, o anda unutuvermişlerdir her şeyi. Zaman ve mekân kavramı kaybolmuştur, babasının gözleri önünden oğlunun doğduğu günkü ilk kucağına aldığı andan tutun da o güne kadar olan en çarpıcı anları geçmiştir. Aynı anda Hamdi’nin de gözlerinden benzer şeyler geçmiştir, babası Hamdi’ye; “Ne kadar da yakışmış askeri elbise oğluma, çakı gibi olmuşsun Hamdi” der. Yüzündeki gurur kaynaklı gülümsemeyi gizleyemez, iki damla yaş dökülür yaşlanmaya yüz tutmuş yanaklarından aşağıya, Hamdi elleri ile siler babasının gözyaşlarını. Otururlar verzalit masanın etrafındaki sandalyelere. O sırada ziyaret için gelen aynı yaşlarda başka bir karı koca da vardır, kadın dayanamaz bu manzaraya, onun da gözleri dolar. Babasına Hamdi uzun uzun bakar, mahzunlaşır ve “Burada herkes adam olur baba, odunu getirsen adam olur, olmayacak olsaydım ben olmazdım” babası daha da bir gururlanır, ilk defa oğluyla bu kadar ciddi ve bu kadar değerli konuşmaktadır.
Hamdi sormaya başlar sonra; annesini, kız kardeşini mahalledeki tanıdık herkesi sorar. Babası inşallah Nisayı sormaz diye düşünürken, Hamdi sonunda içinde patlamaya hazır bir volkan gibi duran Nisa’yı soruverir ” Nisa’dan haber var mı? “ der utana sıkıla. Babası; ”Var oğlum der, yakında okulu bitiyor önümüzdeki ay tayin yerleri belli olacak, Nisa iyi, doktor oldu çıktı” oğlunun durumunu bildiği için sorma diyemez oğluna.
Hamdi üzerinde durmamaya çalışır fazla, “Önümüzdeki ay buradaki eğitim bitip kura çekeceğiz “ der babasına. Sonra içinde bir umut kelebeği uçurma çabasıyla heyecanlanır ve “ sonra usta birliği, sonrada teskere”. Babasının içinde inceden bir korku oluşmuştur, ama belli etmez oğluna, ”Ya Doğu’ya giderse, orda adı konulmamış tanklı toplu, askerli tüfekli savaş var” diye düşünür, ama o babadır, her oğlun idolü, büyürken model aldığı, aslan babasıdır. Gerçi bu babasının hiçbir zaman aşk dedikodularında adı geçmemiştir gençliğinde, bu konuda hiç bana çekmemiş diye düşünüp tebessüm eder, oğluna iyice bir bakar gururla; “ Hayırlısı oğlum” der. Hamdi devam eder, uçurmuştur o umut kelebeğini, “Askerden sonra da bakkal Can Amcanın bakkalını alıp mahalleye bakkal olmak istiyorum, gelirken Can amcaya söyledim” der. Babası hayret ve mahcubiyetle bakar. Çünkü Bakkala her gittiğinde bakkal Can hafif alaycı bir tebessümle “Bizim haleften bir haber varmı? ” diye sorar Hamdi’yi, babası buna anlam veremezken şimdi daha iyi anlamaktadır Bakkal Can’ın neden böyle dediğini. Ayrılık zamanı gelmiştir, çaylar içilmiş, hasret bir nebze yerini vuslatın mutluluğuna bırakmıştır. Ama şimdi ayrılık vakti gelmiştir yine, Hamdi herkese selam eder, en son babasına “ Anneme çook selam söyle, ona deki, iyi ki eşek doğurmamış, yoksa eşek burada eğitim yapamazdı” babası güler bu söze, yeniden kucaklaşıp, klasik bir vedadan sonra Hamdi geldiği gibi gider eğitim alanına doğru.
Nasıl da geçivermişti kocaman altı yıl? ilk geldiği gün aklına geliyordu Nisa’nın, sınavda başarılı olup nasıl sevindiğini hiç unutmayacaktı. Babasının kapıda onu bırakıp giderken arkasından bakıp, içinden; “Baba beni bırakıp gitme” diye haykırmak isteyişini, ama haykıramadığını, boğazına bütün özlem sözcüklerinin düğüm halinde oturduğu ve daha sonra bir hıçkırık olarak çıktığını, kimseler görmesin diye odasına gidip saatlerce bağıra bağıra ağladığı günü hatırladı. Derslerin yoğunluğunda aylarca uykusuz geçen geceleri, intörn olarak staj yaparken çaresizce insanların doktor hanım diye başlayan ve çoğu anlamsız, bazen iç burkan bazen de traji komik dert anlatmaları geldi, hocalardan yediği onca fırçayı, kaç kere; “ Yeter artık! Bitti bu iş olmayacak” diye karar alıp her seferinde döndüğünü hatırladı. Sonra yüzünde bir tebessüm oldu. “ Bitti “ dedi, “Evet bitti”. Artık eskisi kadar özlemiyordu, alışmıştı, yüreği keçeleşmişti sanki. Zorlu geçen altı koca sene, aldığı tıp eğitimi, ettiği Hipokrat yemini ve düzgün bir ruh sağlığı ile yetişmiş her insandaki idealle harmanlamıştı hayatını. Arkadaşları geçti sonra bir bir gözünün önünden, hepsi geride, İzmir de kalmıştı. Şimdi o koca şehir rahat bir otobüs koltuğunun verdiği rahatlıkla yeniden canlanarak geride kalıyordu.
Bindiği otobüs kilometreleri yavaş yavaş geride bırakıyordu. Artık evi düşünme zamanıydı; Babası aklına geldi, annesi geldi, gerçi her zaman görebiliyordu, gelip gidiyorlardı ama bu dönüş bir başkaydı. Hasretin yeni hasretlere gebe kalacağı, ama artık kendisinin yanında idealleri uğruna nice hasretleri göze alacağı bir meslek sahibiydi, kendisini benlik duygusundan sıyırıp, hayatını insanlık için adamaya karar vermişti. Sonra bir ara nasıl olduysa Hamdi geldi aklına, gülümsedi, ilk zamanlar kızıyordu Hamdi’ye ama şimdi kızmıyordu, “Herkesin sevgisi kendine” diye düşünüyordu. Aşka hiç zaman ayıramamıştı Nisa. Bu konuda yapılan çevresindeki erkeklerin arkadaşlık tekliflerini geri çevirmişti usulüne uygunca. Ama Hamdi bir başkaydı, “Offf Hamdi offf ben seninle ne edeceğim? ” Dedi kendi kendine, içten içe her insandaki sevilmenin verdiği o ilkel mutlulukla “Acaba hala beni eskisi kadar seviyor mu? yoksa umudunu kesip başka biri mi girmişti hayatına? ” diye düşündü. Nedense bu düşünceyi bir anda kıskanmıştı, ama sevgi değildi bu, aşk değildi, aşk başka bir şey olmalıydı. Oysa hiç Hamdi’yi düşünmemişti bile, aşka zamanı olmamıştı. Aşk neydi ki? O meslekte hele onun gibi birisi idealleri uğruna kendisinden ödün vermeliydi, beklide en iyisi Hamdi’nin duyduğu aşktı, sevmeden sevilmenin en zirvesindeydi Nisa.
Yazın hüküm sürdüğü sıcak bir öğleden sonra geldi Nisa evine. Valizlerini indiren taksi şoförüne parasını verip teşekkür etti. Bu sırada kızını gören babası koşar adımlarla geldi ve sanki küçük kızıymış gibi kucakladı kızını, bir anda duyduğu gurur ve sevinçten gözlerinden yaşlar boşalıvermişti, aynı heyecan ve gururla gelen annesine vermek istemiyordu kızını. Nisa da kayıtsız değildi, üçü birlikte sarmaş dolaş olmuşlardı evlerinin sokağa bakan ön tarafında.
Eve yaklaştılar evin bahçesindeki incir ağacının önünde mahallenin kasabı da hazır bekliyordu, elinde kıvrım boynuzlu bir koç vardı kurban için. Babası sürüklercesine götürdü Nisa’yı kasabın yanına, “Kurban, kızım” dedi,” adak adamıştık sen okulu bitirip diplomanla geldiğin gün koç keseceğim demiştim”, Nisa önce itiraz eder gibi oldu ama çare yok, Türk ve Müslüman olmanın bir ibadet şekli, bir geleneğiydi bu. Kasap kıbleye çevirdi koçun yönünü, kazdığı çukura yaklaştırdı, ayaklarını bağladı, koçun kulağıyla gözünü kapadı, sonra vekâlet aldı babasından, İslami vecibelere göre duasını okudu ve kurban etti.
Bu sırada hayırlı olsuna gelenlerle, acaba Hamdi ile ilgili bir gelişme olup olmadığını merak edenler de gelmeye başlamışlardı bile. Sarılmalar, öpüşmeler, kucaklaşmalar birbirine karışıyordu. Bir ara mahallenin ayaklı gazetelerinden en yüksek tiraja sahip Tenzile teyze yılların verdiği konuşmalardan haber çıkarma yeteneğini gizlemeye çalışan bir gülümsemeyle Nisa’ya sordu; “Eee kızım sen şimdi doktor oldun hee? “ Nisa; “Evet Tenzile teyze, şükürler olsun bitti okul “ dedi Nisa saklamaya çalıştığı haklı gurur ve gülümsemeyle, sonra ekledi Tenzile teyze; “Maşallah güzel kızıma! Sen şimdi nereye doktor oldun kızım? ” dedi büyük bir merakla.. bu soruyu babası ve annesi de merak ediyordu aslında. Nisa gülümsemesini hiç bozmadan; “Daha belli değil Tenzile teyze, haftaya gidip kura çekeceğiz Ankara’da, ondan sonra belli olacak” dedi Nisa. Sonra Tenzile teyze, yine bu konudaki uzmanlık ve ince bir zarf atma alanındaki sınırsız başarısına güvenerek, “Hamdi de haftaya kura çekecekmiş, Doğu’ya gidecek diye korkuyorlar, hadi hayırlısı, sen bari bura yakınlara gelirsin de yaşlılığımızda bize de bakarsın guzuuum” dedi. Durduk yere Hamdi’yi neden karıştırmıştı ki şimdi bu kadın diye düşündü gülümsemeye çalışan yüzüyle, ama yanıtlamadı Nisa Tenzile teyzeyi, zira dedikodu konusunda bir hayli sicili kabarıktı Tenzile teyzenin. Haber peşinde koşan muhabirin gazeteye dönüp köşe yazısı yazması edasındaydı evine dönerken, gerekli araştırma yapılmış ancak umutsuzdu Tenzile teyze, “Bu olaydan bir şey çıkmaz” diye düşündü, oğlan işsiz avare, kız doktor, üstelik onca atılan zarf, bunca yıllık tecrübe bu işin olmayacağı yönündeydi. Eğer böyle bir aşk olursa bu tenzile teyze gibi konusunda duayen birinin bile hayal gücünü aşardı ki bu imkansızdı Tenzile Teyzeye göre
Hamdi acemi eğitimini tamamlamıştı, son günleri idi Foça’da geçirdiği. Uzaklardan denizin kokusu geliyordu. Eğitimlerin son zamanları çok ağır, yoğun ve yorucu geçmişti. Bu süre içinde eğitimden sonra içmiş olduğu soğuk su sebebiyle ciğerlerindeki bronşit nüksetmiş bir hafta misafiri olmuştu birlik revirinin. Arkadaşlarının son zamanlardaki konuşmaları hep “Nereye gideceğiz, çatışmaya girecek miyiz, acaba hangilerimiz şehit ya da gazi olacak? ” gibi biraz şaka, biraz da insan doğası gereği korkuyla olan sohbetlerdi, ama hepsi de beyinlerinin içinde bir yerde gizledikleri ölüm korkusunu açığa vurup erkekliğe helal getirmemeye çalışıyorlardı.
Hamdi bu konuşmalara pek katılmazdı ona sorulduğunda, benim için fark etmez Nisa için hayırlı bir şey olsun da sonu ne olursa olsun diyordu, arkadaşları gülüyordu Hamdi’nin bu haline. Onbaşı bir gün dedi ki “Oğlum Hamdi bana öyle geliyor ki sen vurulsan son sözün kelimeyi şahadet yerine Nisa olur, ama kızın seni taktığı bile yok be gülüm, yapma artık kendine bunu”. Rizeli Hüsnü atıldı ortaya, o Karadeniz’e has şivesiyle; ”Tövbe de uşağum, her Müslüman ölmeden önce kelimeyi şahadet getirir, yokisam çafur gider öte tarafa, şehit mehit dinemezler ati verurler cehennem un göbeğine.” Konuştuğu doğal Karadeniz şivesine, konuşmasına bayılıyordu arkadaşları Rizelinin, yine güldü arkadaşları, Hamdi onbaşıya baktı, sevdiği insandan vazgeçirme çabasına kızdıysa da gülümsedi ve “güzel fikir onbaşım” dedi…
Ortalık postal muhabbetiyle karışık gereksiz bir tartışma gürültüsüyle uğuldarken nöbetçi astsubayın “Ne oluyor burada“ diye gürlemesiyle sessizleşti, konuşanların hepsi sus pus olmuştu, sadece Hamdi konuşabildi “Şeyi tartışıyorduk komutanım” Disiplini tesis etmenin verdiği özenle “Ney? ” diye sordu komutan. Hamdi sordu sorusunu: “Şehit olunca kelimeyi şahadet getirmeden şehit olunca” Komutan muhabbetin nereye gideceğini anlayarak sertçe; “ eeee”, Hamdi komutanın tavrına aldırış etmeden büyük bir pişkinlikle “ cennete mi gideriz yoksa cehenneme mi? ” Askerin moral ve motivasyonunun bozulmaması için kısa kesmek istedi komutan; “Ulan! Sizin başka işiniz yok mu? , korkuyorsunuz anlaşılan, ama normal, korkmuyorum diyen insan yalan söyler, ne olursa olsun korkulur, ama oraya gidince bunları düşünüp güleceksiniz, sanki harbe gidiyorlar, Allah’ım yaa! hadeeeee yatma zamanı geldiiii ! ”.
Bütün koğuş kimisi sevdiklerini, kimisi sevinçlerini, kimisi korkularını düşünerek uyudular gecenin sessiz ve huzuru içinde. Hamdi her zamanki gibi Nisa’yı düşündü ve “İyi geceler Doktor hanım, doktor olalı artık rüyalarıma da uğramaz oldun “diye sitem etti kendi kendisine, sonra o da uyudu yüzünde bir gülümsemeyle.
Sağlık Bakanlığı Konferans salonu: Kürsüde konuşan Sağlık Hizmetler Genel Müdürü, kura çekimi için toplanmış genç doktorlara kürsüden konuşma yapıyordu, Nisa orta sıralarda bir yerlerde heyecanla bekliyordu, Bu tür konuşmalar her zaman yapılırdı. Biraz sağlık politikası, biraz nasihat, Hipokrat yeminine bağlılıktan söz ettiler, daha sonra hazır bulunan noterin huzurunda kurayı belirleyecek bilgisayarın enter tuşuna basıldı. İsimler sırayla yerleşmeye başladı, karşılıklarında ataması yapılan yerler belirleniyordu. Kısa bir bekleyişten sonra iki yüz elli dördüncü sırada belirdi Nisa’nın ismi “Nisa SAĞLAM, Bağgöze sağlık ocağı/ ŞIRNAK.”
Nisa donakalmıştı, orası da neresiydi? Şırnak ismini ancak televizyonda birkaç defa haberlerde vatanları için şehit düşen askerlerin haber bültenlerine düşmüş, her seferinde kanı yerde kalmayacak söylemlerine sahne olan ana haber bültenlerinde duyardı. Haritada yerini zar zor hatırlıyordu, Siirt ile Hakkâri arasında, Güneydoğu Anadolu bölgesinde küçük bir ildi. Hakkında fazla bir bilgisi yoktu. Yanında oturan babasına baktı, babasının yüz ifadesi heyecanlı bir bekleyişten sonra yerini endişeye bırakmıştı, yüz hatları gerilmiş inanamıyordu sanki. Nisa babasına gülümsedi ve “ Hayırlı olsun babacığım” dedi, sarıldı baba kız birbirlerine, babası gözyaşlarını tutamıyordu. Babası önce; “ Gitme kızım” demek istedi ama kızının düşüncelerini bildiği için diyemedi…
Aynı anda Foça Komando okul ve eğitim komutanlığında Hamdi Eğitimini tamamlamış, kura çekmek için toplanmışlardı eğitim alanına. Okul komutanı eğitimini tamamlamış askerlere moral ve isteklendirme artırıcı konuşmasını yapmış, kura çekimine başlamışlardı. İsmi okunan asker gidiyor, bezden içinde küçük kâğıtlara yazılmış yerler olan torbaya elini sokup bir tane çekiyor, çektiği kâğıdı komutanına veriyor, komutan yüksek sesle okuyup hayırlı olsun dedikten sonra masaya veriyor, buradan da kayda geçiyordu. Artık endişeli bekleyiş yerini gurura bırakmıştı, içlerinde taşıdıkları korkular gitmiş her görev için hazırdılar. Her çekilen kuradan sonra bekleyen bütün askerler kura çekeni alkışlarla kutluyorlardı.
Kura çekme sırası Hamdi’ye gelmişti. İsmi okundu Hamdi’nin, koşarak gidip selam ve tekmil verdi Hamdi, kurayı çekmek için görevli olan komutan Hamdi’nin takım komutanıydı, Hamdi’yi görünce gülümsedi; “Hadi bakalım Âşık Hamdi çek“ dedi. Hamdi tebessüm etti komutanına; ”Nisa için çekiyorum komutanım” dedi ve elini torbaya sokup bir karıştırdı torbayı, sonra bir daha ve bir daha, komutanı; “Kahvede tombala mı çekiyorsun Hamdi hadi çabuk ol” dedi, çevredekiler gülüştüler. Hamdi son bir kez daha çalkaladı ve eline gelen dörde katlanmış bir kâğıdı çekip komutanına uzattı. Komutanı o kadar çok kura kâğıdı açmıştı ki yorgun vaziyette özensizce açtı ve masaya dönüp “Komando bölük komutanlığı ikinci tim Bağgöze/ŞIRNAK“ diye bağırdı. Hamdi’ye “Hayırlı olsun” dedi, gülümsedi. Bu sırada arkadaşları Hamdi’yi alkışları ile kutladılar ama Hamdi’ye yapılan bu tezahürat diğerlerinden farklıydı. Hamdi bu kısacık zaman diliminde bütün askerlere kendisini sevdirmeyi başarmıştı, onu tanıyan her asker, askerden sonra yıllarca anlatılacak askerlik anılarında askerlik anısı kahramanı olarak Hamdi’ye yer verecekleri şimdiden garantiydi.
Önce Hamdi geldi mahalleye. Dağıtım iznine gelmişti. Akşam vakti mahalle kahvesinde otururken girdi içeriye. Üç numara alaburus asker tıraşlıydı, neşesi aynıydı, bu haliyle görünüşü değişmişti sanki. Selam verdi, İskambil oynayan arkadaşların masasına oturdu. Gören herkes “Hoş geldin” diyor, kimisi ile tokalaşıyor, büyüklerin ellerini öpüyor, “Nereye çıktı” diyenlere gittiği yeri söylüyor, hayır dualarını alıyordu. Mahallenin kıdemlilerinden Zeybek amca sordu; “Hamdi bittimi evladım? ” Hamdi tebessümle cevapladı; “Daha acemilik bitti zeybek emmi? ” Başını kaldırdı yeniden sordu; ” Ustalık nereye çıktı? ” Hamdi: “Bağgöze emmi, komando” tatmin olmaz Zeybek Amca; ”Bağ göze nere ulen? ” Hamdi haritada öğrendiğince emin; “ Şırnak Zeybek emmi.” Zeybek emmi yine sorar; “ Şırnak nere Oğlum? ” Hamdi cevaplar; “Kayseri’den öte emmi” Zeybek amca bilmemenin mahcubiyetiyle birlikte “ Haaa ben orayı bilmiyom, askerliği Gayseri’de yaptım dört sene. ikinci cihan harbinde”, Hamdi zeybek amcaya saygıyla bakarak; “ Bir Kayseri kadarda ötesinde var emmi “ kahvedekiler gülüşürler yine. Performansından bir şey kaybetmemiştir Hamdi, şekli şemalı yerindedir, biraz saçtan kaybetmiştir o kadar. Bana en son sıra geldi. Yaklaştı, gülümsedik, “Hoş geldin Hamdi abi dedim”, “Hoş buldum biraderim “ cümlesi ile karışık sarıldık, öpüştük Hamdi’yle. Öğrenmiştim yerini, hayırlı olsun abi demekle yetindim, nasılsın? İyi misin? Ne var ne yok? Muhabbetiyle geçti bir süre konuşmalarımız. Nisa’nın haricindeki kurduğumuz her tümce den sonra sıra Nisaya gelsin artık der gibi heyecanla bekliyordu Hamdi abi.
Bir süre sonra Hamdi beni çekti bir kenara; “Anlat hele? ” dedi, “Neyi? ” dedim. Yüzüme biraz muzipçe bakıp gülümsedi “ Hasta etme adamı. Nisadan ne haber” dedi. Beni Nisa’yla arasında haber elemanı gibi kullanıyordu sanki. Olanları anlattım, “Şimdi nerde? Gardaş, geleli kaç gün oldu ne gördüm ne haber aldım sen bilin” dedi. Tavrı sanki yalvarır gibiydi, alışkındım aslında bu tavrına ama gittikçe en az onun kadar üzülüyordum aslında Aralarındaki toplumsal statü farkı bir hayli açılmıştı. Git gide küçücük hendek olan bu fark artık gözle görülür aşılması imkânsız uçuruma dönüşmekte, Hamdi ise bu uçurumu görmemek için kendisine sınırsızca yalan söylüyor buna kendisi inandığı gibi herkesi de inandırmak için çaba sarf ediyordu. Belki inanır düşüncesiyle; “Bilmiyorum abi” dedim, yememişti, beni iyi tanırdı. Yüzünde “Bilirsiiin “ der gibi bir gülümseme belirdi dayanamadım; “Ankara’ya gideceklerdi abi, Nisanın çalışacağı yerin kurası çekilecekmiş” dedim. Merakla yüzüme baktı; “ Ne zaman çekilecekmiş? Ne zaman gelir acep? ” dedi Hamdi, bende; “Üç gün önce çekilmiş olması lazımdı gelirler bu gün yarın” dedim. Yüzündeki o alışık olmadığım hin gülümseme biraz “ İşte budur” dermiş gibi bir memnuniyetle; “Bende üç gün önce çekmiştim kuramı” dedi Hamdi, sonrada; “Bak Allah biliyor işte aynı anda aynı şeyi yaptırıyor bize” diye ekledi” ben tutamadım kendimi güldüm biraz ” Olur mu öyle şey? Tesadüftür” dercesine.
Ertesi gün akşam saatlerinde Nisa da babasıyla birlikte gelmişti. Artık önünde Doktor unvanı olan mahallemizin medai iftiharı Doktor Nisa’ydı. Annesi onlar gitti gideli dualar okuyor, hayırlı bir yer olması durumunda bizim toplumumuza has lokma döktürmeyi vaat ediyordu. Dili duaya yatkın daha ilk okula gitmeden gittikleri kur an kurslarında temayüz edip kursu başarıyla tamamlamış olan mahallenin hanımları arasında “derin hoca” diye nitelendirdikleri, mevlit ve kandil akşamlarının vazgeçilmezi abla ve teyzeler; Nisa ve babası gittiğinden beri adeta bir haclegaha çevirmişlerdi evlerini. Her sorana; “Dualarını eksik etme” diyordu annesi. Evlerine yaklaşırken gördü annesi ve daha merdivende sormaya başladı hoş geldin bile demenden kaç gündür içinde biriktirdiği o merakla ”Nereye çıktı kızım? ” Nisa gülümseyerek yanıtlamadı, hele bir içeriye geçelim dercesine. Yanıt alamayınca yüzünde derin bir korku oluşan ve bunu sadece kendisinin sezeceği kocasına döndü merakla ”Hoş geldiniz bey! Nereye çıktı? Hayırlısı inşallah” dedi, ama sezmişti kocasındaki o korkuyu. Cevaplamadı kocası. Tekrar nisaya döndü evin kapısından içeriye girerken, o heyecanlanınca daha bir belirginleşen kendine has muhacir şivesiyle; ”Beni delilendirmeyemi çalışıyoruz bubanla birlik olup a kızanım deyiverinsene gari? . “ Şırnak anne” dedi Nisa, babası da mutsuz bir ifadeyle onayladı. Annesinin yüzündeki sevinç bir anda hüzne dönüşmüştü. Kaç gündür onca hanıma ettirilen dualar, rüyada görüp hayra yorma maksatlı yatılan istihare uykuları hepsi boşa gitmişti. “Anlaşılan işe yaramadı” diye düşündü bir an, sonra tövbe edip af diledi yaradan dan ve tutamayıp kendini; “Vay başıma geleneee, ölürüm de göndermem seni oraya, istifa et, aç mezarımı var, hem Hamdi de Şırnak’a gidiyormuş başımızın belası “ Nisa annesine belki de ilk defa bu kadar itiraz ediyor, tartışıyordu. Annesi ağlamaklı bir yalvarma ile; “ Yapma kızım, gitme! çok uzak tanıdık bildik yer değil, başına bi şey gelse haberimiz bile olmaz, hiçbir şey gelmezse bu Hamdi seni rahat bırakmaz, terör varmış orda. “ Nisa biraz alaycı yanıt verdi annesine; “Bak kendin dedin ya anne Hamdi oraya gidiyormuş diye, Hamdi’den iyi beni koruyacak insan mı var? ” Annesi öfkesini ilk defa bu kadar göstermektedir; “Sen alay et bakalım ananla” Nisa bir anda ciddileşti ve biraz sesini yükseltti annesine “ Bakın! değil Hamdi, bu mahallenin işi gücü bırakıp dedikoduyu meslek edinmiş, kadrolu dedikoducularının da merak için geleceklerini bilsem yine de giderim. Ben bunun için eğitim aldım, dönüşü yoktur anne” dedi ve kestirip attı. “ Bari başka bir yer oluvereydi, ben bu Hamdi’den korkuyorum” dedi annesi olanca tedirginliğiyle. Nisa güldü annesine alaycı bir biçimde. Annesi Nisa’yı hiç anlamıyordu.
Sabah olunca Tenzile teyze ve sarsılmaz tahtının varisi olarak yetiştirdiği torunu Hasibe geldi hayırlı olsuna Nisa’ya. Hoş geldin seremonisinden sonra kahveler sürüldü cezveye. Saklanmadı mahallenin duayen ayaklı gazetesinden Nisa‘nın Şırnak’a gittiği. Hasibe duyar duymaz “Abooooo kız abla! Hamdi de Şırnak’a gidiyormuş ya, Bağözü müymüş, bağgözü müymüş bi yer varmış oraya gidiyormuş” der demez Nisa hayatında olmadığı kadar şaşırdı. Önce; “Aman Allahım! Bu ya bir kâbus, ya da “ duraksadı bir an ve “evet evet kâbus olmalı başka ne olabilir ki? ” sinirleri boşalmıştı Nisa’nın, sinirinden gülmeye başlamıştı, inanamıyordu, kendi kendine “ bu mümkün olamaz “ diyordu, ama yapacak bir şey yoktu aynı yere, hatta aynı köye gidiyorlardı Hamdi’yle.
Bir hafta sonra mahallece hayır dualarla uğurladık Nisa’yı. Kimisinde gıpta ile bakan gözler, kimisinde içten içe bir korku, ama büyük çoğunluğunda gurur vardı uğurlamada. Mahallenin yaşlı genç hemen hemen bütün evlerinden birileri vardı uğurlama töreninde. Hamdi uğurlama kalabalığının oldukça uzağında yüzünde hiçbir his belirmeden ama oldukça dikkatle seyrediyordu bu küçük töreni. Bir an aynı kalabalığı düşündü, Nisa’nın gelin kendisinin damat olduğunu, evin önünde neşeli bir kalabalığın düğünde olduğunu, kız çıkarma töreni olduğunu düşündü. Nisa’nın bembeyaz gelinlikle evden çıkışını hayal etti, hafif bir tebessüm oluştu yüzünde.
Kalabalık, Nisa ve Hamdi? Düşüncesi bile güzeldi bunun. Nisa son vedalaşmalar bittikten sonra kendisini otogara götürecek taksinin kapısını açtı, son kez baktı kalabalığa ve o sırada köşede bekleyen Hamdi’yi gördü, bir saniyeden kısa bir süre baktı Hamdi’ye ve arka koltuğa oturdu, Taksi hareket ettiğinde arkasından su döküldü, sular gibi gidip yeniden gelsin diye. Hamdi tam olarak nereye gittiğini bilmiyordu Nisa’nın. Nisa’dan üç gün sonra da
Hamdi’yi uğurladık usta birliğine. Tören oldukça sadeydi, benimle birlikte birkaç arkadaş daha vardı, annesi arkasından dualar edip gözyaşı döküyordu. Hamdi etkilenmişti, ağlamaklıydı. Valizini ben aldım otobüs durağına kadar. Yolda moral verici sözlerle teskin etmeye çalıştık birkaç arkadaş ve babası. Dokuz numaralı belediye otobüsü geldi son sözü; ” “Bizimkiler size emanet biraderim hakkını helal et “ oldu, sonra da binip gitti Hamdi.
Hamdi yeni birliğine katılmıştı. Her gece bulunduğu birliğin çevresinde pusu görevine gidiyorlardı. Acemi birliğinden arkadaşları da vardı aynı birlikte. Hamdi’nin namı Hamdi’den önce ulaşmıştı birliğine. Tim komutanı hani askerlerin kendi aralarında “ Ne baba adam” değimine yakışacak derecede çok iyi birisiydi. Sürekli timini motive ediyor, silah arkadaşlarıyla tek tek ilgileniyordu. Hamdi’nin hikâyesini de biliyordu, ama her gördüğünde gülmeden edemiyordu Hamdi’yi. Nisa da görevine başlamıştı. Bir erkek Doktor, Bir sağlık memuru ve iki hemşire vardı kendisinden başka. Uzaklarda ayrı yerlerden de olsalar aynı amaç için mücadele eden iyi bir grup olmuşlardı arkadaşlarıyla. Hamdi bazen sağlık ocağı tarafına bakar ve Nisa da onlardan biri diye düşünüp ayrı bir sempati duyardı. Nereden bilebilirdi ki oradakilerden birisinin gerçekte Nisa olduğunu? Ben söyleseydim bilirdi de söylememiştim işte, güvenememiştim aslında en güvenilir o can kardeşime bir şekilde.
Birlik karargâhı toplantı odası, öğleden sonra; Birlik komutanı tim komutanlarını acil toplantıya çağırmıştı, timler akşam çıkılacak görev için hazırlık yapıyorlardı. Birlik komutanı ajandasını açtı, içinden üzerinde çok gizli ibareli bir mesaj çıkardı ve “Arkadaşlar aldığımız bir duyuma göre bölücü terör örgütü birliğimizin etrafında toplanma faaliyetindeler. Burada bulunan kamu personeline, kamu araç ve binaları ile bize yönelik taciz, adam kaçırma, kundaklama, saldırı ve sabotaj faaliyeti öngörülmekte, alınan teknik istihbarattan bu gece olması beklenmekte. Bu konudaki görüşlerinizi kısaca alıp savunma ve karşı saldırı ile imhası için planlama yapmak maksadıyla toplandık”. Durum değerlendirmesi, tim komutanlarının görüşleri, savunma tedbirlerinin gözden geçirilmesiyle devam etti.
Toplantı yaklaşık bir saat kadar sürdü. Hamdi’nin timi aldıkları emir doğrultusunda sağlık ocağı civarında pusu faaliyeti icra edecekti. Tim komutanı timdeki personele teker teker yapacakları görevleri söylüyordu, sağlık ocağı bölgesinin yakın emniyetini almıştı, Hamdi’ye sıra gelmişti, elindeki çubukla yerde basitçe oluşturdukları krokide “Hamdi! senin unsurun sağlık ocağının şu yamacından gelecek saldırıları engellemek. Arka tarafta bulunan bekar bayan personel lojmanında Doktor Nisa Hanım var bekar erkek lojmanında doktor Kerem bey var aman dikkat edin dışarı çıkarlar onları vurmayın sonra”. Hamdi Doktor Nisa hanımdan sonraki sözleri duymamıştı bile, “Acaba o mu” dedi önce, sonra da “Yok canım değildir” diye düşündü ama aklında o isim kalmıştı, kafası karmakarışıktı. Eğer oysa sevinmelimiydi? Yoksa böylesi lanet bir yerde, insanların bir hiç uğruna birbirlerini öldürdükleri bir yerde kendi hayatından daha fazla önemsediği birisinin, Nisanın olmasına üzülmeliydi yoksa? İkincisi daha ağır bastı,
Akşam karanlığı ile birlikte önce ters yönden aldatma taktiği ile çıktılar birlikten timler, karanlık iyice çökünce plan dâhilinde sızdılar pusu yerlerine, Hamdi arada bir sağlık ocağına bakıyordu. Hiç konuşmuyordu, eller tetikte gözler karanlığı süzüyordu, kulakları gece görüş cihazı ile gözetleme yapan arkadaşlarındaydı. Gece karanlığa iyice bürünmüş saatler sanki durmuştu, stres hat safhadaydı bütün birimlerde. İlk başlardaki korku yerini bilinmez bir şekilde sükûnete bırakmıştı.
Saat tam yirmi iki on beşte karşı dağların uzantısı olan sarp kayalıklarla bürünmüş tepelerden birlik yerleşkesine şiddetli bir saldırı başlamıştı, bir anda makineli tüfekler, Rus yapımı roketler ve havan topları patlamaya başladı, teröristlerin amacı belliydi, önce birliğe saldırıp dikkat oraya çekecekler, sızma grupları ile diğer hedeflere yöneleceklerdi. Birlikten ve birlik çevresinde pusuya çıkmış olan timlerden anında karşı yanıt geldi. Karşılıklı silah patlamaları, roket patlamaları, el bombası patlamaları cehenneme çevirmişti sükûnet içinde huzura gebe olan geceyi. Özellikle timlerin bulunduğu mevzilerde yer yer boğaz boğaza çarpışmalar oluyordu. Her iki taraftan yaralananların çığlıkları yankılanıyordu silah sesi ve patlamaların arasında. Her çığlıktan sonra bir yerlerde bir annenin çiğeri yanıyordu.
Oldukça sıcak geçen yirmi dakikadan gece görüş sağlayan cihazı kullanan asker “Karşıdalar, Dokuz istikametindeler ” diye bir ses duyuldu heyecanla. Anında mevzilerden ateş açıldı, bir anda çatışma başladı, o sırada sağlık ocağına atılan bir roket bahçeye düştü ve büyük bir gürültüyle patladı, Hamdi duraksamadan sağlık ocağının çevre duvarı arkasından arkadaşları ile birlikte ateş ediyordu kendilerine ateş eden ve sadece belli belirsiz parlayıp sönen namlu alevlerine doğru.
Roketin patlamasıyla Nisa’nın bulunduğu camlar lojman içerisine doğru kırılarak patladı, içerden Nisa’nın çığlıkları geliyordu. Hamdi bu sesi nerde olsa tanırdı, hiç tereddüt etmeden yerinden fırladı Hamdi. Yerde seken mermi şarapnelleri arasından hiç düşünmeden geçip lojmanın penceresine yaklaştı içerde “İmdaaaaat beni kurtarın” diye bağıran Nisa’ya seslendi “ “Nisaaa benim Hamdi, korkma! yere yat, yatağın altına gir, pencereden kapıdan uzak dur, ben burdayıııım! ” diye seslendi. Nisa bu sesi tanımıştı, bir an duraksadı, o an dünyayı verseler bu kadar sevinemezdi. Korku ve sevinç, Hamdi’nin orda olmasının verdiği güvenle ne yapacağını şaşırdı. Aynı şaşkınlık ve korkuyla “Hamdii! ” diyebildi. Hamdi yeniden seslendi “Ne olur korkma, beni öldürmeden kimse sana zarar veremez ben buradayıım.” Nisa ses veremedi, sadece söyleneni yaptı, pencereden uzak olan köşeye gidip yere yattı.
Silah sesleri yavaşlamıştı. Amacına ulaşamayan teröristler geri çekiliyordu, Hamdi bu sırada lojmandan mevzisine doğru yeniden fırladı, aynı anda karşı mevziden bir terörist elindeki klaşinkofun tetiğine asıldı, namludan boşalan bir dizi çelik mühimmat şarapnelleri “Nisa” diye haykıran Hamdi’nin göğsünde söndüler. İki yara altmıştı Hamdi ve mevzi ile lojman arasına yığılıp kaldı. Çatışma bitmişti. Hamdi’yi mevzi arkadaşları gördüler ve “Hamdi vuruldu” diye bağırdılar, iki tanesi Hamdi’nin yanına geldi, Hamdi’ den kanlar akıyordu. Tim komutanı da gelmişti “Doktoooor” diye haykırdı, Hamdi inliyordu, belli belirsiz bir şeyler söylüyordu ama anlaşılmıyordu, içerden Nisa ve Doktor Kerem geldiler. ilk müdahale orada yapıldı, Nisa ağlıyordu. Daha bir kaç dakika önce kendisi için göğsünü siper eden, evden ayrılırken bir an göz göze geldiği, bir ömür boyu kendisini ölesiye seven Hamdi ilk defa bu kadar çaresizdi.
Hamdi’nin hastaneye götürülmesi için gelmişti helikopter. Nisa Hamdi’nin başındaydı, bir sağlık memuru Hamdi’ye bağlı iki serum şişesini tutuyordu. Nisa elinden tutuyordu Hamdi’nin, ağlamaya devam ediyordu, bir ara Hamdi gözlerini açtı, dudakları ve yüzü kan kaybından bembeyazdı, Bedeni artık acımıyordu, hissetmiyordu şarapnel yaralarının verdiği acıyı Hamdi: “Nisa! ” dedi belli belirsiz güçlükle. Nisa sanki o sesi bir ömür beklemişçesine “Efendim Hamdi” dedi, Skorsky Helikopterin gürültüsünden sesler hiç duyulmuyordu, sadece dudaklarının kıpırtısı belli oluyordu. “seni “ dedi Hamdi bedeninde kalan son güçle “sev” dedi cümlesini tamamlayamadı, yüzünde hafif bir tebessüm oluştu ve tek noktada dondu kaldı, nabız durmuştu, Nisa “Ölme! Hamdiii ölmeeee” diye bağırdı, hıçkırıklara boğuldu.
Hamdi artık aramızda yoktu… Kalp masajını denediler ancak yara kalbe çok yakındı, o zamana kadar yaşaması bile bir mucize idi, Hamdi hayatındaki son mucizeyi nisanın elini tutarak gösterebilmişti ancak. Helikopter hastanenin bahçesine indiğinde son bir umutla taşıdılar sedyeye, acil kısmında korkulu bir telaş vardı. Gerekli kontroller yapıldı ama nafile. göz yaşları içinde ölüm saati: 00.31 dedi Doktor Nisa, kayıtlara öyle geçti.
Annesi kardeşine sarılmış feryat figan ağlıyordu, Bayraklarla donatmıştık mahalleyi. Hamdi için ne askere giderken, ne usta birliğine giderken nede düğün için böyle bir tören yapmıştık. Babası içinde gizlediği korkularıyla yüzleşmişti sanki. Hamdi’nin naaşını bayrağa sarılı tabutla getirdiler mahalleye. İlin bütün yöneticileri komutanları katıldılar törene, son görevimizi yaptık. İşte şimdi herkes Hamdi için toplanmıştı. Nisa da o törendeydi ama bu bir düğün töreni değildi, hiç gizlemiyordu hıçkırıklarını. Eğlence ve halaylar yerine tekbir sesleri yükseliyordu kalabalıktan. Mahallenin neşesini uğurlamıştık zamansızca sonsuzluğa, hem de Hamdi’ye yakışan bir biçimde gitmişti, sevdiği için gitmişti, vatanı için gitmişti Hamdi.
Nisa kendisini uluslar arası yardım kuruluşlarına adadı. Yemen’deki bir mülteci kampına gitti, hiç evlenmedi… Biz yürekten sevmenin ne olduğunu Hamdi’den öğrendik, hep Hamdi gibi sevdik… Hep Hamdi gibi bekledik…
SON
Yazarın Notu: Bu hikaye tamamen hayal ürünüdür, gerçek kurum ve kişilerle hiçbir ilgisi yoktur….
Hamza Görgülü
Hamza GörgülüKayıt Tarihi : 18.2.2013 01:33:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
kurgusu gerçekliği ve kahramanların örgüsü müthiş...
gelişme bölümünde insan okur olmaktan arınıp kendini
kahramanlardan biri gibi algılıyor o kadar bizden ve bildik...
ve final çok hazin, çok hüzünlü acının gerçekliğinden kalbime dokunamadım...
teşekkürler Sayın Görgülü.
Tebriklerimle
TÜM YORUMLAR (10)