Nisan 2010, Antakya
‘’Ne kadar acı çektiğimi görmüyor musunuz? ’’ diye haykırdı. Görmemek bir şey değil, duymuyorlardı da… Belki biraz tahmin edecek ama hiçbir zaman bilmeyeceklerdi, çünkü ara sıra nereye daldığını soranlara asla ‘’geçmişe’’ demeyecek, yapmayı planladığı şeylerden bahsederek onları kandıracak, bir anlamda avutacaktı. Bu isyanlarına ise hiçbir zaman, hiç kimse şahit olmayacaktı, tıpkı biraz önce olduğu gibi kendi köşesine çekildiğinde ve hiç kimsenin artık onu arayıp sormayacağından emin olduğunda ancak bu gözyaşları dökülecekti birer birer ‘’Lacrimosa’’ eşliğinde…
Mozart’ın Lacrimosa’sı… Tam olarak ne zaman okuduğunu hatırlamıyordu ama o romanı bitirdiğinde içinde inanılmaz bir merak uyanmıştı o ağıda karşı. Bir internet paylaşım sitesi yardımcı olmuştu o merakın giderilmesine, işte; tıpkı romanda anlatıldığı gibi, o melodinin tınısı hüzünle sarmaya başlamıştı vücudunun her hücresini! O geceden sonra neredeyse her gece saatlerce o koronun iniş çıkışları eşliğinde düşündü hayatındaki iniş ve çıkışları… En çok da dibe vurduğu o güne takılıyordu hafızası; hani bulmacaların olmazsa olmaz sorularından ‘’en kısa zaman dilimi: an’’ların ne kadar değerli ve nelere kadir olduğunu o güne kadar algılayamamasına hayıflanırdı her defasında. O andan bir an öncesine dönmeyi istedi tüm benliğinde, yoktu öyle bir yeteneği oysa… ‘’Keşke olsaydı’’ diye geçirecekti içinden yine, keşke olsaydı…
Tam da koro susmuş, müzik dinmişken bir şarkı misafir oldu kulaklarına komşulardan birinin açık penceresinden. Evet, bu şarkıyı daha önce duymuştu ama hiç bu kadar etkilenmemişti. Hiç tanımadığı onlarca kadın ve erkek ara vermişken onun ağıdına, vedasının o kadar da kusurlu olmayacağı fısıldanmıştı kulağına, oysa kusurlu ya da kusursuz bir vedası olmamıştı onun, ona edilen vedalarsa hep kusurluydu! ‘’Kusursuz Veda’’ idi romanın adı ve okunduğu andan itibaren bir ‘’gitmek’’ arzusu ile dolup taşıyordu yüreği…
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla