Güz solgunu bu aralıklı yaşam.

Mustafa Yılmaz 4
765

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Güz solgunu bu aralıklı yaşam.

Uzakların içindeydi bedenimi saran zaman…
Güz solgunu bu aralıklı yaşam…

Şimdilerde düşlüyorduk geleceği, dünün düşlenen düşüncelerin arkasına sığınan yarınlarda yaşanması istenen dünün gülüşleri, mutlulukları, el ele geçmiş dünkü sevdalığın haz veren heyecanların, dünlerden kalmış hasretlerden çıkmak için var gücümüzle hayal ettiğimiz mutlu yarınların an zamanlarını…
Aslında her an zamanlarına sığmış düşe düşmüş, eskide kalmış yaşamların yarınlara sarkmış heyecan verici istekleri bunlar…
Herkes herkesti ama “sen bende yaşamdaki heyecanımsın” dediğimiz anlarda, herkes değil, canda candı, düşüncede huzurdu, umutla yolculuk, hayâl dünyasında avuçlanan sevinçlerdi…

O yarınların düşünceleri, bu günlerin gerçekleriydi. Ve vazgeçemediğimiz yaşamın içindeki çoğul düşlediğim, belki de tüm istekleri içine alan bir dairesel yaşamın gerçekliği idi…
O sevgili idi, gerekirse yaşamın kalan kısmının tamamı idi…

Bu kaçıncı gecedir, kaç defa açıp kapatmışım camı? Kaç defa rüzgâr vurmuş cama ve ben kaçıncı defadır titreyerek uyanıyorum emanet uykudan ki kaçıncı defa bu kâbus uyanışları ardından sere serpe tekrar uyuyabilmek için sıkıyorum göz kapaklarımı…
Uyku kaçığı bu zaman aralıklarında ürperten kâbuslardan titreyerek uyanmak.
Bu kaçıncı defadır baykuş sesinin penceremden sızışı?
Akdenizin rüzgâr kesiği özlemlerini içinde barındıran isteklerimin arasına gizlenmiş sen görüntülerinin düşüncemde bırakan titreyişleri…

Seni sevmiştim cümlesinin gizeminde saklıydı bu yaşamın içinde kesintisiz kalışlar…
İnanmışlığın ardına sığınmam hayal kırıklıkları ile doluşan yaşam zamanları, uzun bir bekleyişin ardına sinmişçesine sabretmenin verdiği kutsal güçle, yarınların umuda açılan uzun yolunu adımlamak, sanki bu kesik kesik nefesleri alarak yaşama dahil olmak…

Güz solgunu bu aralıklı yaşam… Sanki kurtuluşa uzayan nefes alışlarla dara düşmüş kalp vuruşlarının ritim bozuklukluğunun sebep olduğu zamansız beden titremeleri ile düşlerin, düşüncelerin arasına sarkan sevme duygusunun pişmanlıksızlığı…

Ben kimdim bu kudurmuş düşüncelere, rüzgâr kesiği şaşkınlığı ile karşı duruyordum bu yükseklerdeki otel odasının cam altına uzanmış bedenimle pişmanlıksız nefes alıyorum?
Hayâllere bile sığmayan yaşamın lafı güzaf olmuş ötelerinde nefes almak sanki çaresizliğin nefes almaları ki asla pişmanlık cümleleri düşmüyordu dilimden…

İyi ki yaşandı ve bitti…
Yoksa bir ömür bu yaşanmışlıkların içinde kalmam bugüne göre imkansıza atıyordu düşüncelerimi…
Sadece canım yanıyor artık, içimde, su götürmez bir gerçeklikle taşınmaz yüklerin acıları devrilip duruyor bir biri üstüne…
Aslında kurt ulumalarının gece karanlığındaki ürküntüsü bu beden titremelerinin istem dışı hareketleri…

Belki de ben, yaşam hüviyetimden sıyrılıp, bir başkası olmam gerekiyordu. Ve yolları arşınladıkça, içimin rahatlamasını büyütmem gerekiyordu…
Her gün diğer geçmiş günün anısı ile başlıyordu…
Ve her anı, sanki beni yerden yere vurarak acizleştiriyordu…
Karanlığın içine gizleniyordu gözlerim. Ve ben artık gülmelere uzanan yolculuklarda özenle seçip kalmam gerekiyordu…

Kimsesizliğim, pulları dökülmüş bir zarf gibi başı boşlukla savruluyordu adrese ulaşamayan mektuplardan biri olarak…
Aslında tüm özlemlerim ve tüm öfkelerim, sinip duruyordu bu kimsesizliğimin arasına ve ben başı boş bir hayatın pejmürde yolcusu oluyordum veya olmak istiyordum sanki…

Sen sevgili, benim gece kesiğimden sarkan, bitirilemeyen rüyalarımın kesik kareleri olup hâlâ düşlemelerimde var olmaya devam ediyorsun…
İnkâr edilemez güzelliklerle de sen kâbuslarımdan sıyrılıp aşikâr bir şekilde özlem yaratıyorsun düşlemelerimde…

Çoğu zaman vazgeçilemeyecek kadar içime çöküyorsun özlem olarak, çoğu zaman da bedenimi sarsacak kadar öfkeme sahiplik yapıyorsun…
Belki de bu düşünce derbederliği veya düşsel çaresizlik…
Düşüncelerimde çoğu geceler yıldız yıldız kayıyorsun ve ben bu hıza seni düşleyerek ulaşamıyorum…

Oysa ne zordur eksikli yaşamak…
Ne kadar zordur eksik yaşadığın her şeyi düşünürken tamamlanamayan nefesler almak, adını yazamamak, söyleyememek, söylesen de bir şeye benzetmek, karışık düşünceler içinde adının anlamını taşıyacak bir cümleden, o cümleyi yazmaktan kendini yetiksiz saymak, çoğu zaman o ismi söylememek için onu yok saymak, karanlığın gizemine kapılarak, kendini yoksullaşmış hissetmek, o ismi söylememek için yazdığın cümleleri uzattıkça uzatmak ve sonunda düşsel yalnızlıktan kurtularak sadece bir kelimenin tılsımına kapılarak kendi kendini kandırmak…

Böyle işte yalnızlığın çemberinde dolaşıp gecenin gizemine açılan Akdeniz’deki yüksek bir otel odasında, pencerenin camındaki aksine tüküresin gelir ki galiba bu his tüm hislerden de uzak tutar seni…

Umudu seçme şansımız yoktu, çünkü o kadar çok umut ettiğimiz yaşam vardı ki, bunların çoğu bizi hüsrana ulaştırıyordu…
Ama bir tek şey vardı, bizi çoğu zaman mutluluğa seren, avuç içlerimizdeki sevgili sıcaklığı yılları serse de yaşamın yoluna, akla gelip de iç huzuru yaratan belki de en büyük hoşnut yaratan duygu bu galiba…

Vurgun günlerinin yorgun düşünceleri bunlar belki de yarınsızlık korkusunun verdiği paniklemiş bir ruh hâli bunlar. Hepsinin ortasında “ben seni gerçekten çok sevmiştim” cümlesinin anlamı yatar ve bu ağırlıklaştırdığı tüm düşsel olan an yaşamlarının sonuçsuz zamanları bunlar…

Yıllar geçiyor sevgili, yazını kışından ayırmak için soğukları seçmişler, oysa acının, oysa hasretin bastırdığı acının tarifini yapmak çok zordu, sadece içimde bir yerlerde yangın yeri gibi is kokusu üstünde ve kanamalar coşuyor içimde, her biri başka bir yaradan sızıyor. Geçekten sevgili tüm geçeği ile ben seni çok sevmiştim, işin özü burada…
Acının geçekliği de bundan oluşuyor…
Bu ömrün bir soğuk yanı, bir de çok sıcak yanı vardı, bir de senden sonra duramayasıya kanayan yanı var, işin kötüsü ne zaman kanayıp duracağını bilmek bence mümkün değil, sadece acısına katlanmaktan başka çarem de yok. Hani nefes alamamak gibi şansı olmayan bir canlı gibiyim, hepsi bu işte ömrümün sende sonrası ardında kalan kısmı bu…

Uzakların içindeydi bedenimi saran zaman…
Artık şafaklarda adımlıyorum uzun kumsalın henüz kurumamış kumun halini…
Sanki adım başı buharlaşmaya çalışıyor kumun tuzu. Ve ben bazen geri geri tersime tersime doğru yürüyorum kumdaki ters adımlarımın çukurumsu kısımlarına basmaya çalışarak…
Ara ara dalıp gidiyor gözlerim karaya ardı ardına vuran mecalsiz veya ölü dalgalara…
Garip seslerle yaşıyorum tan vaktinin kızıl buğulu ışıkları ile ve bir martı korkak adımlarla kumun ıslak kısmına korkak adımlarla basarak göz göze geliyorum bir anda ve ona ikram edecek yanımda hiçbir yiyecek yok…
Mırıldanır gibi sesle konuşuyorum onunla “söz sana yarın birkaç balıkla geleceğim yine aynı saate buralara” derken ansızın kanatlarını açarak havalanıyor, tüm kurduğum, saatlerce planladığım hayallerim de onunla beraber peşi sıra gidiyor…

Bir an çıplak düşüncelerle sen düşüyorsun yollar sonrası aklıma sevgili…
Senin ve benim yalnızlığımız düşüyor önüme sanki ben kanatsız bir kuş gibi, kırık kanatlı bir kuş gibi, uçma çabasındaki yüreğimle yine yalnızlık çukurları açıyorum sabahın tanında beynimin kuytularında…

Yalnızlık derinliği ve genişliği bilinemeyen bir derinlik ve etrafı yıkık duvarlarla doluşmuş yosunlu kıvrımlarıyla sadece boş uğraşların hüküm sürdüğü kesik zamanların hapsolduğu bir insan bedeni sanki…
Attila İlhan “yola düşüldü mü ömür boyunca gidilir.” Diyordu bir şiirinde, bu sadece gerçekle yalnızlık arasında bir adımlama gibi geliyordu bana. Başı ve sonu sadece yaşam zamanına bağlanmış çıkışı olmayan yaşam kargaşası gibi…
Çoğu zaman bu yollara düşüşte, zamana bağlı olarak pişmanlıklar oluşur ve her oluşumdan sonra yeni bir öfke, yeni bir hınçla yeniden görülür yollardaki kaldırım taşları…

Biraz da boş verilmiş yaşam zamanlarını anımsatır ve kin ile öfke karışımı, çoğu zaman, kum, tuz ve su şekliyle birleşir ve dalar gider insan deniz suyunun kumsalından görünen köpüklü uzantılarında ve sörf yapar düşünceler bu köpüklerde…
Aslında böyler yaşam anlarında insan kendini saklılarının içindeki düşüncelerinde saklanıyor zanneder…
Düşüncelerin sörfünde ise insan tüm düşüncelerinin bir kısmını hatırlamaya cesaret edemediği için bir kısmının üstünden es geçer ve düşünc eler köpüklerin üstündeki sörf izleri gibi çizer geçer yaşamın çoğul anısını…

İşte böyle sevgili, sen de böyle hatırlamak istemediğim bir çok anı ile beraber yaşıyorsun tüm nefes almalarımda. Ama çoğunun üstü çizilmiş ve senle beraber yok sayılmış anıların mezarlığındasın şimdilerde…
Çoğunda saygın, çoğunda öfke ve kinlenmiş halinle, çoğunda da utançlarımın içindesin…

Şafak vaktindeyim... Yıldız saymalarım başımı döndürmüş sanki akşamdan kalma yorgun bir gökyüzü ve durulmaya çalışan deniz, kudurmuş dalgalarının eskimesi umurumda değil, güneşin ilk ışıkları parıldıyor deniz üstünde ve ben bu dinginliği bozarak aheste kulaçlar atıyorum… Su sessizce yarılıyor, burnumda tuz yanıkları genzime doğru ilerliyor ve ben her kulaçta sevgili der gibi inliyorum…
Göz kapaklarım iç yanıklarında ve ben denizin suyunu ağzıma dolduruyorum garip bir acılık ve tuz karışımı bir yanış gırtlağımda…
Sanki denizin tuzu fazlalaşmış bu gece sabaha kadar deniz tuz basmış yaraların a, ve kendi kendini sertleştiriyor… Ve ben ölgün suda yorgun kulaçlarla serseri bir dolanma halindeyim…
Ve güneşin ilk sabah ışıkları omuzlarımda tuzlu su ile sönüyor…
Oysa içimdeki yangınlar yine, yine büyüyor ve ben tuz basıyorum iç yangınlarıma…

Güneşe doğru uzanıyor sesim…

Mustafa yılmaz

Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 16.3.2022 15:16:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Yılmaz 4