Seninle hayatımı sonlandırıncaya kadar, hayatına giriyorum…
Uzak bir ihtimâldi yalnızlığı terk edip çoğalmak. Ne çoğalanla olduk, ne de azalmaya devam edenle. Sadece geride kalan her şeyi özler olduk. Hecenın lâl sesinden, oh demenin huzurundan, sadece geleceği yaşamda özler olduk.
Bir de, bir de, sevdiğimizce, sevildiğimizi hissettiğimiz kişilerle merhabalaşmayı özler yaşıyoruz gayri...
Bir çukur da anılar için kazar mısın saki...
Dün ve dünden önceki günlerde de seni bekleğim yerdeki, soğuk taşın karşısında, kuru bir mezar taşının karşısındayım…
Şüphesiz yarınların da çoğu zamanında da bu taşın karşısında olacağım. Anlatmak istediğim çok şey var aslında, geçmişi yaşarken birbirimizi bu kadar özleyeceğimizi hiç dillendirmemişken, oturmuş şimdi lâl bir bakışla bunları anlatmaya çalışıyorum.
Ne garip bir sevgi, sessizliğin içinde şakıyor geçmişin tüm karelerinin tarifini, zaman zaman genzimden, burnuma kadar akan göz yaşlarını yutkunarak...
Kaç cümlenin anlamında birleşeceğiz ve yine aykırılaştığımız kaç konuda çekilip bir köşeye küseceğiz hayatın kalan kısmına…
Seni sadece seviyorum derken bile bedenim titrerken şimdilerde bakışlarımızı kaçırmanın anlamsızlığına kurşun sıkasım var sanki…
Kurban olduğum hayat, tüm kamburlarını sırtımda mı düzeltiyor ki, her şeyin sorumlusu ben oluyorum.
Yani saki, bir çukur da esleşmiş anılar için kazıversen düzelecek tüm girdaplar…
Bir de umut işte uzaklaştık ya yaşam kuytuluklarından, düştük ya Doğu Akdeniz’in nemli gölgeliklerine…
Kahır düştü hayatın gecesine…
Yaz yazabildiğince saki…
Gene geçmişin teri omzumuzda, say sayabildiğince hazır bozulmuşken ruhum, leke düşmüş gözlerime, uzak bir yerdeki uzak bir kendi yaşamım benden, her yer, herşey gölgeli, şüpheli, bir adım sonrası bilinmezlik, iki adım öncesi düşlerdeki ıstırap, adı ruhsal yapı bozukluğu yaşam aralığı. Neredeysen çık bak sevgili, ne hâl bu çalan çanların kimsesizliğinin habercisi olmak, hani “her çan kendi için çalınırdı” derdin ya, boş laf, boş iş beklenti, boş teselli, basbayağı nefret kundağı bu sarıldığımız yorgan, bir varmış bir yokmuş masalındaki dev canavar salyası bir yaşam anlarındaki sahipsizliklerle dolu uzaklık…
Ötesizlik bu sensizlik, belki de bir bensizlik bu, bundan sonrasındaki düşen geceler, sabahı tez olmayan zamanlar kahır düştü hayatın gecesine…
Kim kaldı gecemizde, kim düştü geceden,
sanki bir masalın alev saçan devin dili kesildi
kâbus sonu erken düştü hayata,
zor yaşıyoruz gayrı zamanı…
Ne verdin ki de neleri almadın nefes almalarımdan,
bir tek umuttu yarına sarkan,
sadece bir düştü,
belki de bir rüyaydı yaşam sonuna sarkan,
sadece umuda çakılmış bir düşünceydi,
tüm gerçekleri içine alan,
sonundaki elev topuydu arda kalan elde kalanla,
sendin sevgili,
hayatımın dağınık zamanlarında bilardo oynayan,
istaka sende top sende,
atış sende,
bende ise sadece var olmak için oyunda kalmak,
nemli bir nefes bu ciğerlerin reddettiği…
Kaz be saki anılar için de derin bir çukur olsun
filiz verdikçe çiz başını..
Biz dünü yaşarken
yarınlar için sinsi bir düşümüz var mıydı ki
istersen,
onların topu için de bir çukur kaz ki ruhumuz sükünda olsun artık…
Hata yaptık sevgili hayata,
hatalı olduk,
af edilecek çok şey var hayata dair ama
sevgi hatalarda boy ölçüşenlerle
yürek vurgununa düşmezdi
bilmez miydin,
kolaydı af dilemek ama
laf geçmişle hiç el ele olamadı
bilmez miydin sevgili...
Hayattan ve de senden istenecek artık bir şey kalmadı,
sadece bas gitsin anıların en dikbaşlısına…
Kavgalar ederdik dünlerin sevgimiz noksanlığını yarınlara taşımakta öncelik kimin olacak diye…
Ne ilk kavgamız, ne de sonlanan oldu. Her gün diğer güne uzayarak büyüttü bizi. Bu kavgada, bu kavgaların ertesinde çoğaldığımızı hissediyorduk birbirimizde…
Hep umut yarınlarda dinginleşecek yüreğimizde idi. Ve biz dinginleştikçe, sevgide kavgalarımız bittikçe, sevgimiz çoğaldıkça, biz çoğalacaktık sevmenin taş duvarları ile birbirimizde…
Ve tüm pişmanlıkları yarınlara gizemle saklayarak sevmenin, sevmenin gizemli yorgunluğunda birbirimiz için çoğalacaktık. Biz birbirimizi geceler boyu düşünüp, düşleyerek ulaşacaktık alaca kızıllıktaki tan vaktine…
Her tan vakti sevgide çoğalarak yeniden doğuşu selamlayacaktık içimizde…
Hayat bizi birbirimize olan sevgimiz ile sınadı, hep en çok ağlayanlardan olduk…
Güneşin doğuşuna uzattık gözlerimizi ve biz o bakışlarda yanarak yeniden doğduk kendimiz için kendi küllerimizden..
Nerelerden nereye geldi bu yaşam, tüm umutları geçmişe terk ederken, geriye sadece yarından medet ummak değil miydi?
Yaşamdaki en çok değer verdiğimizi terk etmek veya terk edilmek, sadece ardımızda bıraktığımız geçmişimizdeki tüm amaçları yıkıp geçtik hem de hesapsız kitapsız…
Elimizde kalan neydi şu günlere sarkan veya içimizde huzurla yayılan…
Neleri feda etmedik ve kimlerce feda edilmedik, sadece bastırılmış bir öfke ile yaşamak ne de olsa belki kesilecek bir dalın ucundan sonrasını beklemek belki de bu dar zamanları içine alan yaşam…
Aslında güzel bir yaşamın içinde kalan dürüst bir yaşamım vardı, taki riyayı tanıyıp, öfkenin kundağına düşünceye kadar…
Belki de zamansızca değişiyordu herşey, zamansız düşler görüyor, zamansız düşüncelerde yaşam sürmeye çalışıyorduk aslında…
Belki tüm bu yaşamın çoğul gereksizlerini yaşıyorduk, gereksiz gülmelerimiz sebepsiz acılanmalarımız vardı, gün gün çürüyorduk yaşamın şartlarında, gün gün eziliyorduk bir birimizde, gereksiz verdiğimiz değerlerin zamansız acılarını yaşıyorduk…
Aslında nefes almalarımız da gereksizdi bu kadar uçsuz riya çıkmazlarında dolaşmamız…
Ama tüm acılara rağmen kahrolası engel olamadığımız sevmenin yasaklarını yaşarken başı sonu olmayan kilometrelerce yollara düşüyorduk. Aslında bir birimiz için veya birbirimizden kaçarken…
Sadece kendimizi haklılık kulvarına koyuyorduk ki çoğul yanılmalarımız belki de sonsuz değer vermelerle aşırı sevme duygusu, işte bu yüzdendir karanlık gecenin uzayarak gelen siyaha çalan gece sonundaki otel odasındaki pencere camındaki kendi aksime tüküresim geliyor…
İçinde kalmaya değmeyen bir sevme duygusunun aşırı yorgunluğu aslında sevgiye saygıydı ki bu da bizi zamansız yordu…
Evet zamansız yorgunlaşmanın nefes almaları bu pişmanlıklar…
Zaman artık benden yana değildi, taraf da tutmuyordu geçmişime bakarak ve de hissettiklerimi düşünerek yine benden yana olmuyordu, güneş daha erken batıyor, akşamın karartıları daha çabuk oluşmaya başlıyordu…
Tüm düşüncelerin ardına sinmiş gerçeklkeşmesi imkânsız hayâllerle yaşamak, gün gün yıllara dönüştürerek çökertiyordu bedeni. Sadece hayallerin peşinden koşmaksa, düşüncelerdeki imkânsızlıkları öğretiyordu insana…
Hayal etmekle yaşamak arasında nefes almaktı asıl yorgunluklara sebep olan…
Ve bu hayallerin önde gelen konularından biri de sevgili özleminin kavuşma anlarına dönüşecek zamanları titrek bedenlerle yaşamak istediğginin yoğunluğu idi…
Belki de gerçek zamanlı bir yaşam özlemiydi tüm bu hayallerin ardından bakmak…
“Seninle hayatımı sonlandırıncaya kadar, hayatına giriyorum” dedi…
“Tek fazlası, tek eksik nefesi yok bunun sadece ellerini uzat, tutmayı sağla bende…
Tutabil, tutunayım sana ve tüm eksiklerimle kabullen benim varlığımı” dedi…
Ve ekledi, “ben nefes almaları ve hayatı yaşamayı sende öğrenmek istiyorum. Kaç zamanım geçti bu kararlaroı alabilmek için. Ve en büyük etken tüm isteklerimi usulca sana söylerken, bir kez dahi “hayır” demedin bana ve her zaman hayatı senle öğrenmelerime karşı koymayacağını da söylerken, sana her defasında tükenmeyesiye aşık olup kendimi bu aşkın içinde yaşarken hissetmek istiyorum” dedi, var gücü ile doğaya…
Ve devam etti, “saçlarıma aklar düşmeli, kalbim sen düşünceleri ile çarparken yorulmalı, ciğerlerime her nefesle sen düşüncelerinin kokusuna düşmeli” dedi, yavaşça, usulca…
En sonunda göz yaşlarını ip ip indirirken göğsüne, “senden önce durmalı bu nefes alışlarım ve tek aksaklık sen ismini sayıklarken tükenmeli nefesimle birlik sesim” dedi…
Usulca tekrar ekledi, “her halde seni severek büyümek, senin ismini tekrarlarken saçlarımın aklaşması, kimbilir ne kadar güzel bir yaşama uzandırır beni.
Sana her daim gelmeme izin ver, sen de kalmama izin ver, sesimin son tonuna kadar adını boşluğa haykırmama izin ver, ver ki yankılansın sesim, sen isminle korkmadan, irkilmeden…”
“Uzaklar” dedi, “uzaklar hayalimiz olsun, durmadan bir başka yerlerde nefes alalım, bir başka kentin rüzgârında dağılsın saçlarımız, bir başka kentin ulu camisinden okunan ezanla açalım uykusuz gözlerimizi yatağımızdan doğrulurken,” dedi ve sustu…
Gözlerindeki yaşlar kurumaya, sesi titrekleşmeye başlarken…
Umrunda değildi bu yakarışlardaki isteklerle konuşmaya çalışması ve düşeceği ritimle omuzlarının sarsılması ve ses tonundaki boğuklukla nefes almalarınedaki zorluklarla yüz renginin sararması, sanki dünyada bu kadar istrekleri ard arda sıralayan tek insan o değildi, sadece sevginin esaretinde kalmış bir beden dili ile de konuşuyordu…
Ellerini bana doğru uzat, bedenim senlensin, yarın çok geç olacak, ne olacaksa ellerinden olsun...
En güzel sözlerinin yanında, gözlerinin oynayışına bağımlıyım bilmez misin, hadi en son gülüşünü de ilave ederek öyle, sözlerinle bakışlarını da ulaştır gözlerime... “
Ve ekledi “seni sevmek ne güzel, hadi uzat elini ve bana tutun, benim için bana gel” derken ağlamaklı ses tonunu kıstı…
Bunların hepsini içine alan bir rüya olmalı, olmalı ki, bir uyanışa kadar her şeyi bir anda yaşamalı insan seninle” dedi…
Ellerini bana doğru uzat, bak göreceksin ellerini ellerim bekleyecek, dokunuşları yangın ertesi zaman olur, sadece istersen gözlerini yum ki ellerin ellerimi tanısın sonra sesimi durdur.” Dedi ve gözlerini yumdu…
Ben sana giderim ıssız gecenin soğumaya yüz tutmuş kumsalında diz çökmüş ıslaklığa ve dualarımla,
sendeyim…
Sense meraklarımla gökyüzündeki yıldızımdasın…
Zorluyorum yaşamı,
Geceyi,
Nefeslerimi,
Göz kapaklarımı,
Belki de hayatımı,
Yarınları,
Geçmişi,
Unutulmazları
Ve de
Unutmak istediklerimle,
Yarınlardan doğacakları,
Çoğu zaman da,
Yarından sonraki gün doğumlarını…
Sesini,
Gözlerini,
Tüm öfkelerimi bir kenara koyup,
Geçmişin renkli karelerini,
Bir şarkının tınısında,
Bir öfkenin gölgesinde,
Haz duyduğum tüm cümlelerin içinde,
Sen varlığını güldürmek için,
Yüz mimiklerimle,
Göz yaşlarımı saklayarak…
Nefesim ağır ritminde,
Korkuların içinde,
Pişmanlıklardan sıyrılarak, kaybettiğim her anı,
Tekrar tutabilmek için,
Yumruklıyorum ıslak kumu,
Avuç içlerim üşüyor,
İçimde bir ürperti,
Gelecek korkusu,
Geçmişin korkusuzluğu,
Yüzleşmenin ardına sinen güç
Ve
Gözlerin
Ve
Sesin,
Belki de biraz nefesin,
Hepsinin toplamı,
Özlem
Ve
Ardında kalan pişmanlıklar
Ve sen…
Unutulmaza yazılan adın,
Adının ardına gizlenen sevgi
Ve
Hasret…
Tüm bunların içinde,
Bel büken yalnızlık,
Bir arayış,
Bir inleme sesinin içine gizlenen,
Bedenim…
Yine yarın olacak sevgili,
Yine yarının içinde,
Ben yalnızın yanında,
Sen,
Gözü yaşlı sevgili,
Bir sabır,
Bir teselli
Ve
Boşa çıkmış ümitlerle,
Yaşam…
Yine akşam, yine, yine sabah,
Olacak
Ve
Ben, bende kalmak için,
Nefeslerimi zorlayacağım…
Bu anlarda, Doğu Akdeniz güneşinin keskin ışıkları kumsalda tükeniyordu…
Yosun kokusu acı bir yırtılma ile gırlağımıza ulaşırken sadece gözlük camlarının ardından, birbirimizin göz karalıklarına ulaşmaya çalışıyorduk,
İçimde tarifsiz bir burukluk, derin bir yoksunluk korkusu, ağır bir ezilmişlik, ulaşılmaz isteklerin ardına sinmiş kaybetme korkularım ile sevginin kutsallığına sığınılmış bir çok ard arda gelen kalp vuruşlarındaki ağırlık ve bu korkulardan uzaklaşma çabası ile ürkek dudak kıpırtılarım beni derin bir uzaklaşma duygusundan koruyordu…
Belki de her şey Doğu Akdeniz parlak kumsalında unutulacaktı…
Gün, güneşin son ışıklarına uzanıyor ve ben ender görülen bir hırçınlıkla kendi kendimle kapışıyorum. En çok zarar gören “beni” ayakta tutmaya çalışan ruhum ve ben, arasıra onunla da çatışıyorum…
Islak kumun buharlaşmış nemi, rüzgârla yüzüme doğru uçuşuyor ve ben kendi kendimden bu can sıkan yalnızlıklığımla öfke dolu bir çatışma içindeyim…
Sanki ruhum parçalara ayrılıyor, bir ben tarafa, bir de zıt tarafa yığılıyor tüm öfkenin parçaları…
Öfkenin dizginlenmiş hâli pişmanlıkları da kırıyor. Kırılan pişmanlık konu parçaları ise yeniden öfke zıpkınlarını bedenime yolluyor. Ve ben bu ikilem içinde ruhuma isyanlardayım…
Tüm bu öfkelenmelerin sebebi sen cümlelerin ki yaşam nefeslerimin ardı ardına saklanan bu cümleler beni yanlışlarımın içinde dolandırıyor…
Kayboluşlarını ve seni arayışlarımı tekrar tekrar canlandırırken gözümün önünde sana karşı yeni yeni öfke filizleri yaratıyorum…
Sana öfkelenmelerim beni yeni yeni yanlış yollarda taban sürtmeme sebep oluyor ve canım yanıyor…
Bir yokluğun bir de söylediklerin o anlarda karşıt düşüncelerle ruh savaşımın haline dönüşüyor ve ben bu çaresizlikleri yaşarken ikilem bir yaşamın tarafsızlığını yaşıyorum…
Sana vurgunlaştığım yılların ardında kalan bu günlere uzayan yaşamımdır başı bozukluk içinde geçen…
Her şeyin gayesinden uzaklaşıp bu günlere amaç dışı kalarak tüm anıların özlemi aslında belki de bir boşvermişlikti…Ve sadece amacının dışına çıkan özleyişler artık bir gölgeye dönüşüyor ve ben o gölgeliklerde kendimi hep karanlıklarda hissederek yaşıyorum…
Doğu Akdeniz’in nemli serinliği yüzümde dağılırken, ıslak kumda geçmişin an zamanlarına dalarak düşündüğüm anıların an zamanları içimde soğuk terlemelerle derimde yarattığı ıslaklıklar, artık uzun bir yaşam öyküsünün pervazlarına yapışan menteşelerinin garip seslerle kulaklarımda uğultular yaratıyor.
Ve ben bu günleri, yoksunluk hisleri ile yaşarken sevginin ince örgülü bir ağı ile sarmalanıyorum…
Bu günlere sarkan tüm anı düşünceleri ne kadar sıkıntı yaratırsa yaratsın, şüphesiz yaşarken çok güzeldi.
Ve ben hâlâ geçmişten bu günlere gelen sevgimi severek yaşıyorum…
Unutmak şüphesiz inkârcılık olacaktı ve ben sevgiye nankör değilim,
İnkarcı da asla olmadım, olamam da…
Ben seni gerçekten çok sevdim sevgili, çok severek yaşadım ve anıların arasında yaşamak kanatsa da içimde bir yerleri, ben seni sevmeye devam ediyorum…
Sana değmediğini ve bu yazdıklarımı umursamadığını biliyorum ama aslında artık sen de eskisi kadar kanatamıyorsun içimdeki bir yerleri, biliyorum ki bu sevgi hep büyük geldi sana ve sen hiç taşıyamadın bunu.
SEVMEK DEĞENDEN GELEN BÜYÜK BİR ONURDU…
VE BEN,
HEP BU ONURLA NEFES ALDIM SENLİ YAŞAM BOYU…
Ben bu düşüncelerle bu günü yaşarken parlak yıldızlı bir gökyüzünün altındaki ıslak kumda kendime geliyorum.
Uzun bir yaz gecesine derinlerimden gelen anılarla yaşama dalarken, gözlerimi kapattığım dakikalarda senin gözlerinle izliyorum yarım ve eksik ayla, Küçük Ayı yıldız gurubundaki yıldızların ışık oyunlarını…
Bazen senin gözlerinle görmeyi düşünmek bile, yaşamın güzel an zamanları oluyor. Ve gecenin bu saatinde gözlerime gelip oturan gözlerin nedense böyle gecelerde içimdeki ürpertilerle gelip oturuyorsun gözlerime…
Ben bu senli yakınlaşmanın ruhsal hazzını yaşarken, uzaklara dalıp giden gözlerim sessizliği yarıyor ve haykırıyorum, yaşarken farkında olmadığımız çok şey anıya dönüşünce, belki de daha güzelleşiyormuş ve
Ben bu sevgiye hâlâ daha çok saygı duyuyorum, hele “ben seni gerçekten çok sevm iştim” sözüne daha çok boyun eğiyorum…
Canım üşüyor, içim üşüyor, içimdeki kızgını söndürmeye çalışıyorum, öfkenin gizli etkisini yaşıyorum, aslında kendimi sahipsizlik duygusuna sahipmiş gibi damgalıyorum, aslında yarı yarıya bir ikilem bu kararsızlık boşluğu, kendime güveni, kendime perçinlerken, umulmaz bir hırs peşindeyim, özlediklerim var, en çok özlediğim var, bana “iyiki varsın” diyene sahip çıkmaya çalışıyorum, bu bana yaşam arzusu doğuruyor… Anıları tekrar yaşamak, ne olursa olsun güzelliği bir bataklık puslu görüntüsü bu, belki de bir tutsaklık, bir tutukluluk hali, geçmişin pusunda yaşamak, ama yaşam hırsı, ama sahiplenme duygusu geçmişe, bir itaatkar bakış bir kabulleniş, belki de bunların tümüne saygı duyuş bu yaşamın gizlide kalanlar…
Sevmek duygusunun kutsallığı ve de sadakatı, gerçeği ise bağımlılığı, sevginin kurt kapanı veya zırhlı giyimli yaşam tarzı…
Ne olursa olsun hepsinden önemlisi “saygın bağımlılık” öfkenin dışında kalan bir var oluş…
Veya beter bir sevgi duygusuna esir olmak ve daima olmak, olmak içinde ve “daima seninle” demek veya “daima senleyim sevgi” demek…
İki şehir ve ben, sadece düşlerimdeki hislerle ıslaklığım, birinde bedenimdeki terler, diğerinin içinde göz yaşlarım...
Gün geldi kendimizden saklandık, geceden gündüze sızdık ağlamaklı, çoğu zaman saçlarımıza düşen aklara taktık düşüncelerimizi, kaç zamanın korkak yaşamı bu.
Kaç zamanın özlem yaşamı bu Sadece ürkmek, sadece ürkerek titremekle geçen sahipsiz zamanlar. Ve özledik yaşamın ter kokan nefeslerini, kaybettik kendimizi ışığın gölgeliklerinde Toprak kokusunu özlercesine yumrukladık geçmişin kül rengindeki zamanlarını. En çok duyduğumuz sesti içimize acı salan. Ve unutulmuşluk yıktı bedenimizi toprağa. Bir vaz geçiş başladı yaşamdan koptuklarımıza. Yarınlardı umudun ardındaki istek ve dağınık yaşam…
Zamanı kolluyoruz, kolladığımız zaman için üşüyoruz, bedenimiz sarsılırken çekilen acılar ayrıca içimizde dağılıyor ve ben üşüyorum yalnızlık korkusu ile sensizlik basıyor damarlarımdaki kanın basıncına…
Sen sevgili sen “korkma hayattan, çatışmadan, yalnızlık korkusundan” derken oysa sen sinmişsin karanlıkların kuytusuna gece kuşlarına özenerek, gecenin kuşlarına…
Göze alamadığım tek yaşam biçimi senin gittiğin şehirde senli yaşanmışlıklarla dolu acılar anbarında tek başıma yaşayabileceğimdi…
O zamanlar bunun düşüncesi bile sarsıyordu bedenimi. Değil yaşamak, uzun yıllar boyu, tek nefeslik bir zamanın mevcudiyeti bile, tüm düşüncelerimi alt üst ederdi…
Şimdilerde, o günlerden bu günlere yetişen yıllar uzadı gitti yaşamımda...
Aksak nefeslerle bu günlere ulaştıkça, insan iradesinin var olma savaşımındaki inanılmaz direncine şaşmamak mümkün değildi…
En yakınından gelen acı demetinin omuzlanması pek de kolay olmuyordu…
İnsanın ruhsal yapısı yanındaki bedensel gücü de bir çırpınışta kırıldıkça kırılgan oluyordu…
Acıya meydan okumak, ıslık çalmak kadar kolay olmadığında öğreniyor insan, siyah renklerin yenilmezliğini…
Uzadı gitti senin olduğun yere, benim olduğum şehirden başlayan yollar…
Uzadıkça uzadı o yollara doğru sana tutunmaya çalışan düşseldeki ellerim. Bir dün vardı umudun içinde şimdilerde yollara uzayan, yarınlar vardı umudun ardına yapışmış…
Düşünüyorum da umutsuzluğun yanındaki bu uzayan yollarda, şehir şehir sen için yürümek de güzelmiş…
Derler ya “sevgi için dökülen terlerle büyürmüş insan, bense hâlâ yaşlanıyorum sen için…”
Kalabalıklarıyla yaşayan insan, bir gün yalnız kalabileceğini düşünemezse, hayatın yalnızlığında bir gün kendi yalnızlığı ile şaşkınlıkta kalarak yaşam zorluğu çekerler…
Onlar kendilerini Güneş’e gidiyorum hissinde bulurlar…
Yaşam çoğulda yalnızlığı insanlara yama yapar…
Tüm düşüncelerin bir biri ile kıyaslanmasında öne çıkan düşünce türü, bazen haklılık ölçülerine uymamasına rağmen, kendi düşünce uygunluğuna yapışıyordu, oysa aslolan haklılık duygusu idi ve insan her an, kendi düşüncelerinde kendi ile yarışmalıydı…
Hayat insandan kendisi ile yarışmayı bekler…
Gece yazılan yazgıdır bunlar. Kalem uçlarından düşen kelimelerle cümleye dönüşür yaşam. Geceleri yazılan kaderi okur insan bir cam kenarına düşmüşse bakışları. Karanlığın efendisidir kendi kedine. Tüm cümlelerin ve de tüm düşüncelerin içinde hep kendisi vardır. Ve kendi kendinin efendisidir zamanla yarışan onun içtenliğidir, tutunmasıdır hayata ve hayatın getirdiklerine bakmaktır sadece. Sevse de, istemeden düşmüş olsa da kucağına hep ondan parçalar dökülür omuzlarından aşağılara. Islak kumlarda kalan parçalarıdır aslında hayâlleri bölünerek...
Gecedir, dalgındır ruhu, yalnızlığı binlerce parçaya bölünmüştür. Düşlemek istedikleri ile kendi kendine beynine sokulanlarla, hep bakılır dalgınlık sınırını aşarak uzaklara. Ve de uzaklardaki görmek istediklerine, sesini duymak istediklerine doğru düşleyerek ses tonunu, aslında zorlamaktır hayatı ve hayatın yarım kalmış elde edilmeyenlerini...
Koşmaktır isteklerin peşinden gecenin sesi ile birlikte yalnızlığın sesine... Aramaktır düşlediklerinden en azından pir parça gerçekleşmiş düş...
Ve aslında hayatın zorlanmasıdır bu sahip olunamayan isteklere koşma düşüncesi... Bu duygulardır aslında kayıplık düşlerinin acısını yaşatan ve istemeden ağlama hissi doluşur dudak uçlarına…
Ve bel büker hasret insanın en zayıf anında tüm düşünceleri ile...
İşte tam da bu anların hırsında, Doğu Akdeniz'in derinliklerinin bittiği sahil kesiminde yüksek bir otelin karanlığa bakan penceresindeki bir adamın kendi yüzünün aksedişini kendi baktığı pencere camında gördüğü kendi yüzüne tüküresi gelir bazen insanın hazmedemediği bir çok nedenden dolayı...
Bazen insan ömür boyu bir sesi özler, ne zaman karşıma çıkacak diye bekler, o seslerin en önemlisi sensin ve hep beklenensin bunu ömrümce hissedeceğim...
Deniz geceye yoruldu sanırım,
gün doğumunu özlercesine şafağa attı kendini...
Bir adım ötesi zamana ve geçip gidenlere inat hayatın yeni güne başlangıcı...
Neredeyim ve niçin buralardayım ben?
Gece hırçınca güne kavuşmak üzere, neredeyse şafak sökecek, tüm gecenin koynunda sayıklayarak uyudu anılar. Kaç kopuk kareli yarım kalmış yaşam zamanları atlanmış, hırs peşinden koşan düşüncelerden…
Akşamdan ve de gecenin geçinden kalmış bazı evlerin balkonlarındaki masalarda rüzgâr örtülerini kıvırmış, yarım kalmış tabaklardaki yiyecekler, yarı boşalmış bardaklardaki içecekler, içilmemiş çaylardan kalanlarla sabaha uzanmış sahil beldesi…
Her şey yorgunluk belirtisinde ve her şey yorgundan çıkmış geceden kalmış sanki…
Sinsice uyuklayan yakışıklı köpeğin kulağı yanağına doğru düşmüş.
Ve nereden geldiği belli olmayan bir müzik eşliğinteki cümleler ile irkiliyorum.
Elbet unutulacaksın,
Elbet yarım kalacak bu el tutuşmalar,
Ve
Elbet hüzünde kalacak,
Ertelenmiş düşüncelerin yaşanmışlığı
Ve
Aşkta hasret bel büker, durmayasıya, durdurulamayasıya,
Ardından sadece bakacaksın geçmişin gölgeliklerinden…
Unutacaksın hırslarındaki öfkelerini pişmanlıklarınla,
Belki de yarınların hiç olmasını istemeyeceksin,
Sadece kendine, kendin için acılanacaksın…
Rüzgâr esecek bir yerlerden bir yere doğru,
Sen ıslanacaksın kendi terlerinle,
Düşüneceksin var olmak için harcadığın zamanları,
Yeniden doğuşunu özleyeceksin şüphesiz…
Ama olsun,
“Yaşadık ya biz bir zamanlar” diyeceksin pervasızca…
Diyor şiirsel bir sesle bir kadın radyodan müzik fonu eşliğinde ve ekliyor “onun hakıydı yaşadıklarımız…”
Ve bu şiir benim yazdığım bir yazıdan kısa bir bölümdü.
O radyo proğramında misafir kadın, kadınım, kadınım dediğim kadındı.
“Olsun yaşadık ya bizde unutulmaz aşklardan birini” diyordu, son cümle olarak…
Devam eden bir yaşam vardı, devam eden hisler, pişmanlıklar, acılanmalar ve devam eden kör bir hasret ki cidden bel büküyordu…
Şimdilerde tek istediğin peşinden koşuyorum galiba. Sadece dingin bir ruh ile ayakta durabilme peşindeyim…
Yeteri kadar gömüldüm bu sevdanın balçık ovasındaki batağına ki sadece tek cümle içimden hep fırlamakta…
Sanki her an bendesin…
Sebepsiz bir gidişin aitsizlik duygusuyla tükenişe uzayan bir zaman dilimiyle yaşama savaşı içinde, geride kalmış bir çok defa tekrar yaşanmasını arzu ettiğimiz düşünceler içinde, bitiş noktasına uzanmaktı belki de yaşanmasının tekrarının olmadığı duygularda, kendi bedenimde çöküştü bu geçen zamanlar…
Bilinirdi tekrarı hiçbir zaman olamayacaktı, bu çöküşe uzanan düşüncelerin yaşanmışlıkları…
Elde kalan sadece yalnızlığın içindeki gölgeliklerde var oluş mücadelesiydi yaşamın son yılları…
Artık hiç kimse için var olma savaşımı yoktu, sadece içte yeni yeni kaynayan umut olgusu vardı ki artık yaşam çoğul zamanların ardında kalan küçük umut kırıntılarında idi…
Düşündükçe benliğime en çok yük olan “ben seni çok sevmiştim ve çok özleyeceğim” cümlesinin içindeydi kalan yaşam…
Yeni bir gün sabahı ve bir gün önceki düşünceleri inkâr etmek isteyen yeni düşüncelerim ki çıplak ayakla dolaştığım ıslak kuma seriyorum tüm kasvetleri, ara sıra ölü dalgalara öfkeleniyorum, topuklarımı aşan denizin son suyu serpintilerine…
Ve ekliyorum sessizce ve boyun eğerek, olsun yaşadıkya biz de bir zamanları çoğu huzurları içine alan aşkı…
Yine yarın olacak, tıpkı dünkü ve de önceki günlere inat, yarınlarda da sen olacaksın şüphesiz ama sevgili ben artık bezdim bu yarınların sen beklentisinden, çıbanlar fışkırıyor bedenimden, canım yanıyor üşümenin ötesinde ve sen hâlâ bana umut oluyorsun sanki, her şeye rağmen…
Artık bende, benim için gözyaşı dökmeye gerek yoktu..
Senin için dökülen ve dökülecek gözyaşlarına da gerek kalmamıştı…
Çoğul anı düşlerinin benliğime sarmaladığı sıkıntı nefesleri ile yaşamaya da gerek yoktu sanırım…
Toplam anılara saygısızlık etmeme duygusu ile içimde oluşan anı mezarlığına saklıyorum artık iyisi ile kötüsünün yaşanmışlıklarını…
Sadece yaşamımdan uzak kalan güzellikleri yaşayamamam veya farkında olmadan avuçlarımdan kayıp giden bir çok şeyin özlemi olacak sanırım yaşam sonuna sarkarak.
En değerlimsin dediğim senin bile kararmış yüzün, ağarmış saçlarının da artık beni acıtan bir yanı yok derken bile, yaşamın tüm gerçeklerinin saygınlığını hissediyorum içimde…
Bazen içimizdeki özlemler hasret çığlığına dönüşür…
Hoşça kal sevgili, çoğu zaman yaşam istenmeyenleri hediye eder insana, sen de yaşamdan kalan yalnızlığı tattıkça, kalabalıklaşmanın değerini birgün mutlaka hissedeceksin inanıyorum…
Canım üşüyor sevgili, canlarımla birlikte üşüyorum…
Ne yaparsam yapayım, ne söylersem ve ne düşünürsem düşüneyim ihanetin halkası boğazımda ve çoğunlukla bu şehrin en güzel yerlerinde bile yaşarken, sokaklardaki her şey devriliyor üstüme ve ben boğazındaki sevgi halatı ile hâlâ zor nefeslerleyim…
Aynalardaki tüm görüntüler göz diplerimde donuklaşıyor ve ben mutsuz, umutsuz yaşıyorum artık, uzun sürecek zor nefes almalarımla…
Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 30.9.2014 12:33:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Rüzgâr esecek bir yerlerden bir yere doğru, Sen ıslanacaksın kendi terlerinle, Düşüneceksin var olmak için harcadığın zamanları, Yeniden doğuşunu özleyeceksin şüphesiz… Ama olsun, “Yaşadık ya biz de bir zamanlar” diyeceksin pervasızca… Diyor şiirsel bir sesle bir kadın radyodan müzik fonu eşliğinde ve ekliyor “onun hakıydı yaşadıklarımız…” Ve bu şiir benim yazdığım bir yazıdan kısa bir bölümdü. O radyo proğramında misafir kadın, kadınım, kadınım dediğim kadındı. “Olsun yaşadık ya bizde unutulmaz aşklardan birini” diyordu, son cümle olarak…
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!