Geçmişten günümüze, şairler değişik politik ve ideolojilik düşüncelere bölünmüşlerdir.
Bu bağlamda; sizce şiirin dini, mezhebi, politik görüşü olur mu?
_________________________
_________________________
Erol ERDOĞAN
Bence şiirin dini,politik görüşü şairinin yaşama yüklediği anlamlara bağlıdır.Şair yaşama hangi pencereden bakıyorsa duygularının ifadesi de o yönde olacaktır.Toplumsal olaylardan kendisini soyutlayamayan şair verdiği ürün bakımından kendisi için önemli saydığı değerleri şiirlerine yansıtır.
Cevabım çok mu politik oldu yoksa :))
_______________________
Nadir SAYIN
Bakın bu sorunuzla da, soru sorma bazında on ikiden vurdunuz Sevil hanım. Somut verilerle bence şiirin rengi yok, şiir tartılmaz ve boy ölçüsüde yok. Şiirin dini, mezhebi, politik görüşü de olmamalı inancındayım. Ancak kendim bunları şairin/şiirin dünya görüşü dışında görüyorum. Görüşümce aşk, sevgi türü şiir olsa dahi onun özünde bir dünya görüşü vardır.
Dünya görüşü ise kendi nazarımda bir ferdin tüm canlılar/cansızlar için sevgi ve barışı içeren saf, sade ve öz degerlerde insan/doğa ve inandığı kavramlar bağlamında arzusundaki/idealindeki yada bunların gerçekleşmesine olan dileği, irdelemesi katkısı ve savaşımındaki yaşam biçimidir diyorum.
Kişinin tabiki esinlendiği yerler din, mezhep ya da politika olabilir. Ancak bu bir saplantı ve merkezi oluşturmamalı inancındayım. Bir yönüyle bunlardan esinti olabiliyorken, diger yönüyle objektif olmak önemli bir olgu. Bunun ise hem etik olma ve hemde şairin şiir yazma ilhamı/güdüsüne ve üretiminde daha da bir tutarlılık, genişlik ve verimlilik sağlayacağını düşünüyorum.
Şair ve şiirinin dünyası küçükse kısır dönğü tehlikesi, ama bu büyükse evreni içselliğinde yaşatması mümkün olabilir inacındayım.
Dostlukla...
Nadir Sayın
_____________________________
Ziya DOĞAN
Şiirin dini, mezhebi, politik görüşü olmaz diye düşünüyorum, ama şairin kesinlikle ayrı görüşü vardır, olacaktır da, şiir bir duygu yansıması olduğuna göre şair de kendi inançlarına göre şiirlerinin satır aralarında görüşlerini yansıtacaktır, değişik görüşlerin yansıması da şiire ayrı bir lezzet katacak, şiirin daha üst katmanlara ulaşmasını sağlayacaktır.
Tüm grup arkadaşlarıma sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
_________________________
Nesrin CANSEVER
Şairlerin politik ve ideolojik düşüncelere bölünmesi ön kabulü “bağlamında”; şiirin dini, mezhebi ve politik görüşü olur mu, sorusu- bağlamından yola çıkarsak- inançları, siyasetle ve ideoloji ile bir tutmak, politik görüşle aynı kefeye koymak anlamına gelir ki; karanlık ortaçağ zihniyetine, modernite öncesi çağlara işaret eder.
Sorunun böyle yanlış bir kabul ve kavram karmaşası üzerinden yöneltilmiş olamayacağını düşünüyorum. Sanırım soru, günümüzde temelinde Ortadoğu, Afrika ve Ortaasya’nın iliğine kadar sömürülmesi yatan şirketokrasinin isteği, kaynak yardımı ve 50 yıldır yaptığı yatırımları sonucunda yükselişe geçen gericilik akımının etkisiyle, dinin siyasete şiirler aracılığı ile de alet edilmesine yönelik bir eleştiriyi içeriyor.
Bu nedenle ilk cümle ve ikinci cümleyi birbirlerinden koparıp yanıtlayacağım.
Şairler bir kamp içinde beraberce hareket etmek, düşünmek, hissetmek ve ifade etmek zorunda değiller. Farklı siyasaları ve ideolojileri benimsemeleri ve bunları hayatlarına, şiirlerine yansıtmaları bölünmenin değil, kültürel zenginliğin ve çeşitliliğin göstergesidir. Meğerki şairin benimsediği bir siyasa, ideoloji olsun; dünyayı, hayatı, olguları ve olayları felsefi temeli olan bir düşünce sistematiği içersinde yorumlayacak sağlam bir kültürel alt yapısı olsun… Sağlam, güçlü ve insana yakışır olan dimdik ayakta kalır, diğerleri belli dönemlerde yükselişe geçse de, tarih işlerini halleder.
Şiiri yazan, insandır.
İnsanı yaşayan diğer canlı organizmalardan ayıran en önemli özellikler:
Ölümlü olduğunun farkında olması ve bu trajik gerçekle başa çıkabilecek mekanizmaları geliştirmesi; olaylar arasında ilişki kurma yeteneğine, yani zekâya ve geniş algılama ve tasarlama kabiliyetine sahip olması; diğerlerinin farkında olması ve onlarla iletişim kurmak, eylemlerinde onları hesaba katmak zorunda olması; cinselliğini doğanın yörüngesinden koparıp bilincine ve duygularına da aktarması; son olarak siyaset yapmasıdır.
İnsanda ne varsa, ne yoksa, ne eksikse, ne yanlışsa yaptıklarına yansır. Elbette şiire de yansır. Bazı şiirler karanlığa methiye düzer, bazılara aydınlığa çağırır.
Fatih Yavuz Çiçek’e değerli paylaşımı için yürekten teşekkür ederim. Bu yazı üzerine bir tartışma açılması harika olurdu.
Zate Zatturi'nin önermesi, postmodern kültür ve onun ideolojisi olan neoliberalizm ile örtüşüyor. Modern ne zaman gelenek olarak algılanmaya başladı? Tam olarak tanımlandığı, açıklandığı ve savunulmaya başladığı anda… Modern, postmodern eleştiriye uğradığında çoktan çökmüştü. Postmodernizm denilen, çöküş döneminin belirsiz, kuralsız, anlamsız, tarihsiz, bağsız, bağımlılıksız, karmaşık, kavramsız, irrasyonel durumu ve bu durumun tanımlanmaya çalışılmasıdır. Yani postmodernizm bir akım değil, durum saptama, durum tanımlama ve nihayet arşivdeki klasöre aktararak huzur bulma çabasıdır. Zatturi, doğru tespitlerden yola çıkarak, tam olarak siyasi bir misyon yüklüyor şiire. Bu, bireyselleşmiş toplumun siyaset ve sanat anlayışıdır. Romantizm akımı, gerçek ve samimi bir akım olarak, rasyonelizme karşıydı ve irrasyoneli; mutlak olan bilinmezi savundu. Müthiş bir yanılsama, eskinin -yeni gibi- yeni bir sunumu daha diyorum.
_____________________________
Fatih YAVUZ
Bu Soruya Zate Zatturi'nin bir yazısını eklemek istedim...Selam ve saygılarımla...Fatih Yavuz Çiçek
İdeoloji Şairin, Siyaset Şiirin,Ahlak Hayatın Düşmanıdır.
Valery’nin “Şiirin içinde fikir, elmanın içindeki gıda kadar saklı olmalıdır.” sözü, ideoloji-şiir ilişkisi üzerine düşünmemi sağladı. John Ciard’ın: “Şiir fikirlerden söz açmaz, onları bir aktör gibi temsil eder.” sözü de şairin siyaset ahlak ilişkisine değinir. Bu iki değininin önemi, şaire “rasyonel hassasiyet” için davetiye çıkarmasıdır. “İdeoloji”, “siyaset” ve “ahlak” üçlemesi, sanatın modern dayanaklarını oluşturur. Oysa hayat ahlaksızdır. İnsanoğlunun ihtiyacından fazla üretip biriktirdiği ve depoladığı ihtiyaçlar, güçlünün güçsüzü ezdiği köleleştirdiği tarihi yaratmıştır. Tarih, ezen ve ezilenlerin acımasızca karşı karşıya gelişinin kendisidir. Bu süreç birbirinden farklı iktidar biçimlerine yol açmıştır. Bütün bu süreçte iktidarın dikey örgütlenmesine tanık oluruz. Gündelik hayatın hissedilen, acı veren olgusudur bu. Bunun dışında iktidarın acı yüzünü gizleyen, ona gönüllü kulluk desteğini sunan yatay iktidar araçları; toplumun en küçük gözeneklerine, hücrelerine sızmış bulunmaktadır. Onun varlık koşulu “toplumsal kabulleniş”tir. Bu iktidarın deşifresi, insan ilişkilerinin gözlenmesi ile mümkündür.
İdeoloji, siyaset, kurumsal aygıtlarla kendini kabullendiremediğinde imdadına “yatay iktidar” yetişir. Toplumun içine sızarak iktidarın en güçlü düğümünü atar. Bu anlamda, yaşanılan tarih “insanoğlunun insansızlaştırılması” üzerine gelişir.
Şiir, binlerce yıldır bu rasyonelleştirmenin aracı olarak görüldü. Bunun ilk günahkarı “mitoloji” ve “din”dir. Modernizmin devraldığı zemin, bu rasyonel geleneğin hem yadsınması, hem de onunla işbirliğine dayanır. Bir yandan ortaçağ ahlakı (klan ve derebeylik) yadsınırken diğer yandan özgürlükçü söylemle çekirdek aile ve onun etrafında şekillenen toplumsal ilişki meşrulaştırılarak sunuldu. Geleneksel din ve ahlak anlayışı ehlileştirilip dikey örgütlenmenin dayanağı olarak yeniden hoşgörü çerçevesinde değer’lendirildi. Modern toplum, modernizmin başarısızlığı karşısında geleneksel değerlere sarıldı. Artık batı ve doğuda insan ilişkilerini; hemşehricilik, akrabalık, din veya sosyal statüleri belirliyor. Modern hayatın öne çıkardığı birey, bu anlamda, kimlikler kargaşası içinde gezinir. Bireysel özgürlüğün sınırları ancak bireyin “gönüllü kulluk”u esasına göre belirlenir.
Bütün toplumsal ritüeller gündelik hayatımızda kabul görmüştür. Bu, modernizmin rasyonel mantığının başarısıdır. Dolayısıyla modern hayat, farklı kültürlere soluk alacak gettolar yarattı. Bu ilişkiler, “kendi” ahlaklarıyla yaşar.
Şiir muhalif olsun, olmasın bu sürecin payandasını oluşturur. Bütün şirlerin bir “ahlak destanı” olarak okunması; sanırım ideoloji ve siyasetin toplumsal karşılığını “ahlak” alanında bulmasında yatıyor.
Modern şiirin ahlakçılığı, modern bireyin rasyonelliğini yansıtır. Birey, bilinçli-bilinçsiz, iktidarın yanında gezinir. İktidarın karşısında olmak tüm ahlak disiplinlerini yadsımaktan geçer. Hemşehricilik, töresel ritüeller, aile ideolojisi, cinsel ahlak vb. davranışlara karşı durmayı, bir başlangıç olarak kabul etmeliyiz. İdeolojinin siyaset, ahlak aracılığı ile topluma sızdığından söz etmiştim. Şiirin tarihi de böyle gelişti. Kısaca modern şiirin gelişim tarihini özetlemek gerekiyor.
Modern şiir, üç ana damardan gelişmiştir. I. Dünya Savaşı’nın getirdiği felaketin sonunda modern sanatçılar kendi içlerinde kutuplaşmışlardır. Modern sanatçı, sokağa inmesi ile birlikte orada olup biteni görmüş ve olan bitene tavır takınmıştır. Bu, rasyonel bir tavırdı; çünkü modern sanatçı, modernizmin “kurtarıcı” ve “özgürlükçü” mantığı ile şekillenmişti. Sokağı, modernist ilkelerce istiflemesi onun açısından doğal görünüyordu. Modernizmin yıldızı parladığı döneme dönüşünü isteyenler, modern topluma karşı eleştirel davranmakla birlikte yalnızlaşan bireyi merkezine koyan anlayış ve modernizmin bu hızlı değişimini görüp bireyi merkezinden dışlayıp geniş kitlelere dönen ve modern iktidara karşı tavır almaya çalışan eğilim.. Bence bu dönem sanat tarihinin en canlı ve en renkli tartışmasını barındırır. Fütürizm, dadaizm, gerçeküstücülük vb. Avandgard akımların modernizme tepki olarak ortaya çıkışına tanıklık olunur. Bu süreç o kadar hızlı akmaktaydı ki sanatın, şiirin geleneksel rasyonelliğini yeniden kurmuştur. Hayat her şeye rağmen yaşanır, ilkesi; rasyonelliğin düsturu haline dönüşmüştür.
Modernizmin hızlı değişimini görüp bireyi merkezinden dışlayıp geniş kitlelere dönen ve modern iktidara karşı tavır almaya çalışan eğilim de modern şiir içinde ehlileşmiştir. Gerçi kendi içlerinde büyük tartışmalar yaşamışlardır; ama olumlu sıçramalar yapamamışlardır. “Lukacs ve Brecht polemiği” ikisinin de kendilerine uygun estetik kuram oluşturmaları ile sonuçlanmıştı: Lukacs’ın “eleştirel-gerçeklik” ve Brecht’in “epik-tiyatro” anlayışı(1) .. Bu iki estetik kuramın oluşturulmasında en büyük etkenin toplumsal koşullar ve yanlış siyasi saptamalar olduğunu görmek bir yanılgı olmasa gerek. Çünkü işin içine siyaset karıştığında rasyonelleşme kaçınılmaz olur. Brecht, Hitler’in iktidarı ele geçirmesinden kısa bir süre sonra “Solcu Aydınlar için Birleşme Temelleri” adlı köktenci görüşlere dayalı dokuz maddelik bir yazı hazırlamıştı. Bu yazıda, faşizme karşı mücadelede solcu aydınların mütefiki olarak yalnızca emekçi sınıfı görüyordu. Burjuva devriminin klasik örnek olarak yerini koruduğu Lukacs anlayışı ile Brecht’in bu “Birleşme Temeli” taban tabana zıttı. Birbirinden farklı estetik anlayışlara gidilecekti. Doğu Berlinli edebiyat bilimci Werner Wittenzwel, Brecht-Lukacs tartışması üzerine yaptığı araştırmada şunları saptar: “Devrimci demokrasi” anlayışından yola çıkan Lukacs, gerçeklik anlayışının odak noktasını burjuva yazarlarının ilerlemeye ve demokrasiye bağlılığında görür. Lukacs’ın ilgilendiği yazarlar daha çok sınıfsal bağlarını radikalce koparanlar değil, düşünsel alanda “devrimci demokrasi” anlayışına bağlı kalanlardı. Nasıl ki politika alanında uzun bir geçiş dönemi düşünülüyorsa, gerçekçiliği de aynı şekilde 19. yüzyılın büyük ilerici akımlarının sürdürülmesi olarak anlar.(2) Bu dönem, Stalin Rusyası’nın dünya emekçi hareketini kontrol ettiği dönemdi. Tek ülkede soyalizm anlayışının resmi ideoloji olarak şekillenmesi, diğer dünya ülkelerinin emekçi hareketinin bu “sosyalist ülke”nin savunusu ve zaferini başat bir sorun olarak algılamalarını sağladı(yol açtı) .Yani marksist düşünce rasyonelleştirildi ve modern iktidarın ortağı oldu. Faşist hareketin yükselişi ve iktidara gelmesinin ardından ortaya atılan siyasetler (Kızıl Cephe ve Halk Cephesi) , Brecht ve Lukacs ayrımını su yüzüne çıkarır. İki düşünür ve sanatçının estetik kuramlarının şekillenmesinde bu politik ayrılık belirleyici bir rol oynadı.
Bu anlamda Türkiye’de yapılan yakın dönem çalışmaları anmakta yarar var sanırım. Özellikle Ahmet Oktay, toplumcu gerçekçiliğin doğuşu ve “sosyalist sanat” kuramına yönelişin; Sokrates’in Hippias diyaloğu’nda olduğu gibi sanatın kullanılışı ve yararlı olmasını törel zorunluluk olarak öne sürmesinin, Çerniçevski, Belinski ve Dobrolyubov, Pelehomov’un düşüncelerinin Gorki’den dolayımlayarak Jdanov’daki biçimiyle resmi sanata dönüştüğünü iddia eder.(3) Ayrıca Berna Moran’ın, Marksist estetiği; 1934’ e kadar olan birinci dönem ve toplumcu gerçekçilik kuramının kabul edilmesi gerekliliği ve 1934’ten sonraki ikinci dönem siyasetinin sanatı belirlediği saptaması(4) , siyaset ve sanat ilişkisinin ne denli iç içe geçtiğini bize açık olarak sunar. Gerçi bu iki eleştirmen, sanat-siyaset ilişkisini rasyonel bir çerçevede sunmaya çalışmışlardır. İdeoloji ve siyasetin geçici bir disiplin olduğunu ve gelecekte böyle bir disipline insanlığın gerek duymayacağını, sanatı tarih boyu bu disiplinlerden uzak tutulması, sanatın yalnızca görevi hayatın rasyonel akışını irasyonel çerçevede sunması gerektiğini söylemedikleri için yanlarında duramıyorum. Gerçi yukarıda değindiğim iç polemikler aşılmış olsa da şiirin bugün geldiği noktada bize ipuçları sunmaktadır. Sanatın kirlenmişliği, bugünün değil dünün sorunudur.
Bugünün Türk şiirinde gayri-resmi şiir anlayışı olarak gördüğüm “toplumcu şiir” geleneğinin şekillenişine yukarıda anlatmaya çalıştığım kamplaşmalar neden olmuştur. Bu şiir anlayışı, felsefi ve sanatsal referanslarını hala bu gelenekten almaktadır. Dolayısıyla muhalif kimliğini koruyarak okuyucuların karşısına eskinin tekrarı olarak çıkmakta. Aralarından yirmi yıldır renkli bir sima çıkaramadılar.
Türk şiirinde egemen olan bir diğer “resmi şiir” anlayışı, postmodern şiirdir. Çağdaş burjuva düzeninin bugün bile büyük ölçüde sanat ürünü yaratacak güçte(5) olduğu kuşkusuz doğrudur; ama içeriği rasyoneldir. Savaşları, açlığı, cinsel ayrımcılığı yani iktidarın her boyutunu ve bunun karşısında yalnız, çaresiz kalan bireyi toplumsal cinnete çağırmamasından dolayı rasyoneldir. Özgürlükçü söylem geliştirse de yorgunluk ve yenilgi dayanaklarını öne çıkarır. Bu anlamda modernist söylemin ulaşabileceği en uç noktayı temsil eder. Bu şairler, şiirlerini; felsefi düşünceleriyle içsel bağlarını kurmaya çalıştıkları yoğun imgeler, simgeler, eğretilmeler ve ideogramlarla beslerler. Kendi hırçınlıklarını, hezeyanlarını yani genel olarak “özel hayat”larını şiirlerine pompalarlar. Şiirlerinde birey yoktur, yalnız “özel hayat”ları vardır. Bu silkelenişi “modern sonrası bireyin en uç nidası” olarak kabul ederler. Bu anlamda modern şiirden ayrılırlar. Oysa bu şiir anlayışının modern şiirle bağları sıkıdır. Kurulan dil, ortak paydayı oluşturur. Postmodern şiirin ulusal düzeyde akrabası “İkinci Yeni” şiiridir. Bu akım, modernistti. Modern topluma karşı eleştirel davranmakla birlikte yalnızlaşan bireyi merkezine koyuyordu. Dilde oyuna, sese ağırlık veriyordu. Bunlar dünyadaki diğer çağdaşları ile ortak kaygıyı paylaşıyorlardı. İkinci Yeni öncüleri kendilerini “Şiirde anlam gerekmez”, “Şiirde anlam rastlantısaldır.” gibi sözlerle savunuyorlardı. Bu anlayış; şiirin yalınlığını, basitliğini, dış dünyanın küçük sokak aralıklarına indirgeyen toplumsalcı yakla-şımlara karşı olan ısrarcı tutum sonucunda şekillenmişti. Bu şiirin kendine sosyal bir görev biçmediğini söyleyemeyiz. Gerçi toplumcu-gerçekçiler gibi açıktan yapılmadı bu ama dolayımlı olarak onlar da yapmışlardı. Şiirin merkezine koyulan birey dünya sorunlarına kafa yoran bireydi. Dolayısıyla şiirleri bir ahlak referansı sundu. Bu ahlak anlayışı, insan ilişkilerine müdaheleyi ve bu ilişkilerin değişimini ileriye dönük olarak imledi. Postmodern şiirde ileriye dönük istenç yoktur. Bence ahlak, şiirin konusunu oluşturur. Dolayısıyla yeni şiir; yaşadığımız, bildiğimiz bütün ahlak anlayışını reddeder.
Sonuç olarak şiir modern geleneği karşısına alarak şekillenecektir. Bu sonuç, korkusuz adımların atılmasını bekliyor. Sanırım biraz delilik gerekli. Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, sokağın önemi büyük; her yeni şiir ve sanat, sokağa çıktığında kendisini bulur ve şekillenir. Ben sokağı irasyonel buluyorum. Oysa modern şiir hayatın irasyonelliğini rasyonelleştirir. Bu anlamda ben irasyonelliği savunuyorum(6) ve bütün referansları yadsıyorum.
Yeni şiir modern şiirden uzaklaştığı sürece ortaya çıkabilir.
Yaşasın irasyonel şiir!
ZATE ZATTURİ
_______________________
Ahmet TIĞLI
Değerli arkadaşlar; öncelikle birşey üzerinde mutabakat sağlanması gerekir o da şu; Sanat hertürlü siyasanın üstündedir.Şiir de bir sanat olduğuna göre şiir de siyasanın üstündedir.Ancak şair ya da sanatçı bir insandır.Siyasal sosyal kültürel ekonomik görüşlere sahiptir.Yani bir dünya görüşü ve dünyayı kavrama anlayışı vardır.Bir toplumsalcı şairler gerçeği vardır.Bunlar sözgelimi(Nazım Hikmet) ideolojik şiirler yazmışlardır.Keza Necip Fazıl da poetikasını Mutlak Hakikat üzerine kurmuştur.Şiirin sadece Allah'a ulaşmak için bir vasıta olabileceğini söylemiştir.Bu tavırlarda yadırganacak birşey yoktur.Çünkü inandığını yazıyor.Ancak şair kesinlikle bağımsız bağlantısız ve özgür olmalıdır.Şair marjinal ve sorunlu bir insandır.Düzenle mutabık olması düşünülemez o bir başkaldırının adamıdır.Herşeye eleştirel gözle bakar uyumsuz ve sorunludur.Durum böyle olunca şair özgür olmak zorundadır.Hangi düşünsel kalıpların adamı olursa olsun orada da gördüğü bir yanlışı eleştirmek zorundadır.Bunu yaparken şair kimseye hesap vermek zorunda değildir.Sadece hesabı kendisine verir.Ne zaman şair bir menfaat karşılığı veya ipleri birilerinin elinde olarak hareket ederse o zaman o şairin sanatından bahsetmek mümkün olmaz.O kalemini satan onursuz bir sanatçıdır ya da sanatçı olarak nitelenemez.Sanatçıların toplumla ters düşmeleri sürekli hapislere baskılara muhatap olmaları bundandır.İdeolojik veya siyasi şiir yazılır ama şair kimseye bu konuda hesap vermez.Saygılarımla.
Ahmet TIĞLI
________________________
Gül DOĞAN
kısa ve net asla olmaz diyeceğim. beyinler çürümüşse ayrımcıysa bu kişinin karaktersizliğidir. Hoşkalın.
________________________
Türk ÖĞER KOÇ
Din, Mezhep, ve benzeri bir cok kavram politikanin urunleridir bir baska deyis ile yasam siyasetinin yada yonetiminin bir parcasidir, bir yoplumsal yasam varsa onunda yonetilme bicimleri vardir kabul etsenizde etmesenizde bu yasamin temel kuralidir, Siir yasamin icerisinden cikmali yada cikar diyorsaniz Siirinde politikasinin, yani mezhebinin, Dininin varligini kabul ediyorsunuz demektir, Budistce yada Humanistce bu kismi ayrinti sadece...
________________________
Şebnem ÖRS
BENCE OLMAZ ÇÜNKÜ HER TÜR ŞİİR VARDIR HEPSİ BİRBİRİNE BENZEMEZ Kİ.
BİRDE İNSANLAR HİSSETTİKLERİNİ YAŞARLAR VE ŞİİRE ONA GÖRE ADAPTA OLURLAR BENDE DUYGULARLA YASITILABİLEN BİR ŞİİR YAZMA KAVRAMIMIZ VAR O DEĞİŞLERE UYMAZ DİYORUM
________________________
Şiir Perisi GrubuKayıt Tarihi : 13.4.2007 22:31:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Sevgi ve saygı ile...
TÜM YORUMLAR (1)