Yazarın Önsözü:
Yazım özgürdür, anlatımının bir çok insana farklı bir pencere açacağı gibi bir çok insan tarafından da eleştiri alacağı kaçınılmazdır.
Bir konunun işlenirken,gerek araştırma ve alıntı seçimleri konusunda, gerekse de şiirsel işlenimlerle tamamlanmasın da, konunun bütünlüğünü ayakta tutabilmenin zorlukları dikkate alınmalıdır, kolay olanı seçmedim.
Okuma alışkanlığının azaldığı günümüzde, özelleştirme-lerle ilgili bir çok yayının kitapçı raflarını süslediği şu dönem de, bunu kaleme alırken; sıkıcı olarak görünen; bu siyasi ve ekonomik sorunu, şiirlerle işlenmesinin okuyucuya okuma hevesi sağlayacağı düşüncesiyle, okuma isteksizliğini yeneceğimi düşündüm.
Neden şiir denirse: Şiirin özgürlüğü kullanabilmek içindir. Bir çok insan gibi “şiir anarşisttir” diyemiyorsam, şiire ve özgürlüğe bakış açımın farklılığındandır.
Şiir duygunun satırlara dökülerek etkileşimleşmesiyse eğer, her yönü ile üretkendir, şekil tanımaz,buna rağmen tüm kurallara isyan ederken, yazanının belirlediği kuralsallaşmanın içerisine girer, önce yazanda, sonra okuyanda sorumluluk oluşturur, doğurgandır.
Şiiri düz yazının içerisine yerleştirmemde de bu doğur-ganlık yol göstermiştir
Bu konuda ilk olup olmadığımı bilmiyorum ama son olmayacağım muhakkak…
Türk Öğer KOÇ
GİRİŞ-I-
“…O halde diyebiliriz ki, ulusal bir devir yaşamıyorduk. Ulusal tarihe sahip bulunmuyorduk. Osmanlı tarihi padişahların, hakanların, zümrelerin destanları içeriğindeydi. Mazinin tarih diye uzattığı kitabın içeriği bundan ibarettir… “ (M. Kemal Atatürk İzmir İktisat Kongresinden)
Kahramanlıklar destanı ile dolu bir devrin Atatürk tarafın-dan kısa bir özetlemesi ile başlarsak, yanlış olmaz sanırım.
Ceddin deden, neslin baban
Hep kahraman Türk milleti
Orduların, pek çok zaman
Vermiştiler dünyaya şan.
Kulaklarımızdan hiç eksik olmayan övünç kaynakları, saban ve kalem tutan ellerin karşısında gerilerken; 1938’ler den sonra ekonomik olarak teslimiyeti, adım, adım yeniden getirmiştir.
Osmanlının geride bıraktığı miras bu satırlardan öte bir şey olmadı.
1938’lerden sonra yeniden toparlanan mandacı ve himayeci anlayış, hızla Lozan’ın yeni kapitülasyon anlaşmaları ile Sevr’e doğru yolculuğa dönüştü, Osmanlıda başlayan süreç, aynı anlayışla yenileniyordu.
Padişahların kahramanlık destanları arasında, her aşamasında biraz daha üretimsel anlamda yabancılaşan, üretmekten uzaklaşan bir devletin, fetihlerinin bitmesi ve ganimet paylarının ve fethedilen ülkelerden alınan vergiler-in yok olması ile ekonomik çöküntünün içine girmesi, daha önce bahşedilen imtiyazlar, yok oluşun başlangıcını getirir-ken, günümüzde de Özelleştirme, AB, ABD ve İMF kriter-leri adı altında aynı yolla girildi.
Bir yandan verilen tavizler, diğer yandan atılan nutuklarda ki, sözüm ona eş güdüm başkanlıkların, üretimsizliğimizin her geçen gün biraz daha esaretimizi pekiştirdiğini ve Sevr’e doğru yol aldığını gören gözlerden gizleyemiyordu. 1940’lar dan sonra başlatılan ABD ilişkileri ve Avrupa’ya açılış, Osmanlının kaderi ile ortak bir rota izletiyordu.
Kuruluşundan kısa bir süre sonra, İstanbul’un fethi bu konuda, önemli bir ışık kaynağıdır.
1453'te İstanbul'u fethi, sadece siyasi yapıda bir el değişimi olmaktan öteye geçmemiştir. Ekonomik anlamda tüm alt yapı ilişkileri mevcudiyetini korumuş-tur.
Bizans döneminde imtiyazlı halde olan tüccarlar imtiyazlı konumlarını devam ettirmişlerdir.
Bu durum İstanbul fatihinin bahşettiği bir ödündür. Görüntüde Osmanlının olan kent ekonomik anlamda Bizanslı olarak kalmaya devam ettiğini söylemek yanlış olmaz sanırım.
Geçen süreçler ve yeni fetihlerde en güçlü olunduğu dönemlerde bile ganimet ve vergi alma dışında, ekonominin sürekli olarak yabancıların yönetiminde bırakılması 1500’lü yıllarda Venediklilerle ve Fransız-larla girilen yakın ilişki ve verilen ticari imtiyazların bunları Osmanlı topraklarında ekonominin efendileri haline getirmesi gibi.
Süreç ilerledikçe görülen; tüm ekonomisini ve hazine-sinin idaresini yabancılara teslim etmeye kadar gitmiş-tir.
Kapitülasyonlar ise bu gidişin bir son olacağının başlangıç işareti olması, Bu günün gözü ile bakıldığında ana neden olarak görünse de özünde bitişin başlangıcı, üretimi fetihlerde ganimet ve vergiye bağlama olarak gören zihniyet değilmidir?
Yabancıyı vergi muafiyetine sokarak yerliden aldığın vergi ile yabancının sermayesine bekçilik yapmak, Atatürk tarafından İzmir iktisat kongresinde altı çizilen noktalardı.
Üretimini ve ticaretini, kısacası Ekonomisini yabancıların eline bırakmış bir devlet yapılanmasının, sanayinin hızla atak yaptığı, ve üretim ilişkilerinde belirleyici olduğu bir dönemde, sanayileşmiş devletlerin karşısında ne kadar şansı olabilirdi ki, olmadı da bu günde olmayacağı gibi.
Fetihlerden ve savunma savaşlarından ülkelerinin kalkınmasına yönelik kılıç sallamanın ötesine geçemiyen Osmanlı, üretimden uzaklığı, üretimdeki modernizasyonu sağlaması beklenemezdi, bu durumda tabi ki batıdaki sanayi devrimi silindir gibi geldi geri kalmışlığın üzerine, bu anlamda geçmişten ders almamak aynı hatayı kaçınılmaz kılar.
Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 Samsuna çıkışı bu nedenlerle bir refleks harekatı değildir, bir başka deyiş ile sadece anti Emperyalist değildir, bir değişimin başlangıcıdır.
Anti Emperyalist olduğu kadar, Anti himayeci ve anti mandacıdır, kişisel teşebbüslere karşı olmasa da, kişisel teşebbüslerin sıkı denetim altında tutulması gerektiğini bilir, bu nedenle de anti liberaldir.
Kalkınmanın temelinde Devletin önemini Halk örgüt- lenmelerinin ve katılımcılığının önemini bilir. Uygulama-larının rotasını bu yönde çizer, farklı medeniyetlerden oluşmuş ortak karaktere sahip olan Anadolu insanını ortak bir ülkü altında birleştirerek ulus devletinin oluşumuna büyük önem verir.
Devrimlerinin temeli ümmetten millete gidişin yoludur, bunu gerçekleştirecek olanda kurtuluşun önemli mihenk taşı olan müdafaayı hukuk cemiyetinin kadrolarıdır.
Anadolu’nun o dönemlerde ki ümmetçi yapısı ne yazık ki bu savaşın bir ulusal halk kurtuluş savaşı olmaktan çok halk destekli bir ulusal savaş olmasına neden olmuştur.
Savaş sonrası oluşumda yönetimlerin askeri ve şeyh, bey, ağa niteliğinde şekillenmesini sağlamıştır, Atatürk bu konuda yalnızlık çektiğini, ve bir çok halk çıkarına olan yasayı geçirmede yaşadığı zorlukları, Meclis tutanakların-da açık bir biçimde görürüz…
Bursa nutkun da,
Gençliğe hitabe de,
Savcılara seslenişin de,
Nutku yazışında görürüz ki;
Halka ve gençliğe güvenci, çevresindekilere olan güven-den çok daha fazladır. Cumhuriyeti gençliğe emanet edişi bunun göstergesidir.
Hakimiyetin kayıtsız şartsız millette olduğunu söylemesi, gerekirse istifasını verip çizmelerini giyebileceğini söyleme-si bunların işareti değil midir?
kılıcı tutan bileğin
katkısı yoksa
bilgece üretkenliğe
kibir sarar
dar gelir görüntüsü
aynalara
ter sulamadıkça toprağı
uzaklaşır şafaklar
gün doğumuna
özlem kaplar içimi
Tarihsel süreç izlenirken, izlenen ulusal yapılanmalarda, tüccar yapılanmaların, İmparatorlukları parçalamada mis-yonerlik faaliyetlerini ön plana çıkardıkları görülür.
kılıcın yerini tatlı
vaatler alır
örtülür sömürünün
namahrem yerleri
dalınca içine maddenin
soyunca hayalin örtüsünü
çıplaklaşır gerçekler
kaybedenler ve kazananlar
tere karıştırmışlardır kanı
hükmediyorsan
üretim araçlarının
mülkiyetine
hükümsüz bırakırsın
emeğin yarınlarını
hırsın zincirini kırsan ne fayda
hükümran olmak
hükümranlığın doğasında
hükümran gibi yaşamak
yaralar beni
pelteleşse de sızıntılar
akarken
yakar tenimi
ülkeler zaptetsen
kâr etmez
işletemedikçe üretkenliğini
kirlenir duygular
adil biçimde
pay edemedikçe üretilen
akıtırken kan
kardeşidir terin
bilinç beslemedikçe
fetihler uğruna
dökerken kanı
kahramanlık ezgileri
avutursa seni
avuntudur özgürlük
dişlilerin arasında
ezilen bir parçam vardır
yok ederken yok olan
yoksunluklar içerisinde
emeğin kendi değeri
ne garip
emektir
emekçinin doğurganı
üretim araçların
üretimken erdemi
özgürlükken üretene armağanı
palangasıdır da
yoksunken bilinçten
Fransız tüccarlarına sağlanan vergi muafiyeti, önemli ölçüde gelir kaybı idi, ekonomideki bu bağımlılık siyaseti de etkiliyordu, bu doğrultuda tüccarların des-teklediği misyonerlik faaliyeti, hızla Osmanlı toprak-larının dört bir yanına dağılıyordu, diğer ülke tüccarları da bu yarışın içerisine girmişlerdi, yandaş oluşturmak yöne-ticiler yaratmak için okullar açmışlardı bu gün de olduğu gibi.
İngiltere’nin de bu imtiyazlı duruma katılması fazla uzun sürmemişti, ardından Belgrat Anlaşması, Avusturya ve Rusya’yı da katmıştı aralarına.
Peş peşe gelen bu anlaşmalar, Balta Limanı Anlaşması ve Sevr’le son bularak ülkenin tam bir esir ülkesi haline dönmesine neden oluyordu.
1866’da kurulan Jöntürkler kısa süre sonra Avrupa’ya kaçmak zorunda kalıyorlardı. Örgütlenme faaliyetlerini Avrupa’dan yürütmek zorunda kalmaları nedeni ile, bu ülkelerin etki alanlarına girmeleri de kaçınılmaz oluyordu. 1893’te tıbbiyeli öğrenciler tarafından kurulan ittihat ve terakki örgütünün de farklı bir sonu olmayacaktı.
Batının etkisinde ilerici bir hareket olarak ortaya çıkan bu yapılanmalar, öncelikle geçmişin şatafatlı yıllarına erişmek için yenilenmeyi isterlerken, bu isteklerinin çağdaşlaşma değil de yenilenme sınırında kalacağını görmeden mücadele edeceklerdi.
Süreç içerisinde de, I. ve II Meşrutiyetlerde ortaya koy-dukları pratikleri bunları gösterecek, her sıkıştıklarında çıkar yol olarak manda ve himaye diyeceklerdi, Turanlarını şiar yaparak…
kuruyorsan hayalleri
fetihler için
koparak kainattan
kuralıdır oyunun
gücü gücü yetene
ne kar eder dostça yüzler
ne medet sunar
başlamışsa
çalışmaya çarklar
ezilirsin
yoksunluğundan
bilginin
köleleşir emeğin
sırça köşkler
saraylar ise hayalin
kulu olursun
kendi düşlerinin
gücü gücü yetene
koparırsan
gücünü
köklerinden
Fransa, Almanya, İngiltere, Rusya ve son dönemlerde ABD tutkuları ekonomik bağımsızlığın ne denli ekonomik
temellere dayandırılması gerektiğini göremeyeceklerdi…
Ve kısa bir süre sonra bu anlayışın kaçınılmaz sonuçları yaşam içerisinde kendini gösterecekti.
Bir yandan Devletçiliği savunurlarken diğer yandan Turan ülkülerinden vazgeçmeden yabancı himayesini de bir tarafa bırakmadan, Hilafetin ve Saltanatın gölge-sinde hayaller kuracaklardı.
Bu hayallerin sonucunda:
Böyle başlamıştı Serv’e giden yol.
Böyle Başlamışt; 19 mayıs’ a giden yol
Böyle başlamıştı Lozan
SEVR BARIŞ ANTLAŞMASI (18 Ocak 1919)
Yunanlar İngilizler'in desteği ile kısa sürede Balıkesir, Nazilli, Karamürsel ve Mudanya'yı ele geçirmiş ve Bursa-Uşak çizgisinin doğusuna kadar ilerlemişlerdir.
Yunanlar bundan cesaret alarak Doğu Trakya'da ilerleye-rek ve İstanbul'a yaklaşmışlardır.
Başkenti bile kaybetme korkusuna kapılan Osmanlı, ümit-sizlik içerisinde Sevr Antlaşması'nı imzalamıştır.
Mebusan Meclisi dağıtıldığından dolayı antlaşmayı Dar-ı Şura-yı Saltanat imzalamıştır.
A) Sevr Antlaşması'nda Sınırlar
Yunanistan'a Trakya ve Batı Anadolu
Fransa'ya Sivas, Malatya, Adana, Urfa, Antep, Maraş ve Suriye
İngiltere'ye Musul dahil Irak ve Arabistan
İtalya'ya Güneybatı Anadolu verilecek.
Giresun, Ordu, Samsun, Tokat, Amasya, Sinop Çorum, Kayseri'nin doğusu, Çankırı, Ankara, Eskişehir, Bolu, Zonguldak ve Bilecik Osmanlı Devleti'nde kalacak.
Adalar'dan İtalya'ya Rodos ve Oniki Ada, Yunanistan'a; Diğer adalar bırakılacak.
Doğu Anadolu'da Ermeni Devleti ve Kürt Devleti kurula-cak.
B) Siyasi Hükümler
Boğazlar ve İstanbul: İstanbul, Osmanlı Devleti'nin başkenti olacak. Osmanlı, azınlıkların haklarını koruya-mazsa İstanbul Osmanlı'nın elinden alınacak.
Boğazlar, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak., Boğazlar Komisyonu tarafından yönetilecek, komisyonun ayrı bir bayrağı ve bütçesi olacak.
Azınlıklara her milletten ve Türkler'den fazla hak veri-lecek.
C) Askeri Hükümler
Mecburi askerlik kaldırılacak.Asker sayısı 50,700'ü geç-meyecek.Orduda ağır silah bulunmayacak.Deniz gücü 13 küçük gemiyi geçmeyecek.
D) Ekonomik Hükümler
Osmanlı Maliyesi, İtilaf Devletleri'nin kontrolünde bulunacak.Bütçeyi İngiliz, Fransız, İtalyan ve Türkler'den oluşan bir komisyon belirleyecek. Osmanlı üyeleri bu komisyonda yalnızca danışman olarak bulunacak.Osmanlı Devleti savaş tazminatı ödeyecek.Kapitülasyonlar yeniden yürürlüğe girecek ve bütün devletler yararlanacak.
Sevr Antlaşması ile, Osmanlı Devleti başka devletlerin yönetimine bırakılmıştır.
Galip Devletler Osmanlı'yı aralarında paylaşmışlardır.
Azınlıklara geniş haklar verilmiş, Türkler'in kendi vatanın- daki hakları kısıtlanmıştır.
Mebusan Meclisi dağıtıldığından antlaşma onaylan-mamış ve uygulanamamıştır.
Bu yönüyle Sevr, 1878 Yeşilköy (Ayastefanos) antlaş-ması'na benzer.
Yunanlar antlaşmayı onaylatmak için Batı Anadolu'da ve Trakya'da ilerleyişe geçmişlerdir. İngilizler Bandırma ve Mudanya'ya asker çıkarmıştır.
Sevr'in imzalanması, 19 mayıs 1919’un artık kaçınılmaz olduğunun da bir göstergesi olmuştur. Samsunda tutuşturulan ateş hızla Anadolu’ya yayılacaktır.
Bu anlayış Kurtuluş Savaşı sürecinde ve sonrası da devam edecekti.
Bu anlayışa karşı yükselen tek bir ses vardı…
1906 yılında Selanik’te bir gizli toplantıda Mustafa
Kemal Arkadaşlarına şunları söylüyordu;
“Arkadaşlar,
Bu gece burada sizleri toplamaktan maksadım
şudur; Memleketin yaşadığı vahim anları size söylemeye lüzum görmüyorum. Buna cümleniz müdriksiniz.
Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır.Onu kurtarmak yegane hedefimizdir. Bugün Makedonya’yı ve tekmil Rumeli kıtasını vatan camiasından ayırmak istiorlar.
Memlekete ecnebi nüfuz ve hakimiyet kıs-men ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltan-atına düşkün, her zilleti irtikap edecek menfur bir şahsiyettir.Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor.
Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır.Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bu gün biz evlatlarına bazı büyük vazifeler tahmil ediyor. Ben Suriye’de bir cemiyet kurdum. İstibdat ile mücadeleye başladık. Buraya da bu cemiyetin esasını kurmaya geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilatı taarruzuv ettir-mek zaruridir.
Sizden fedakarlıklar bekliyorum.Kahhar bir istibdada karşı ancak ihtilal ile cevap vermek ve köhnemiş olan çürük iradeyi yıkmak, milleti hakim kılmak, hulasa vatanı kurtarmak için sizi vazifeteye davet ediyorum.”(Mustafa Kemal Atatürk Der ki - Akil Ansan Kültür Bakanlığı Yayınları sf-1)
ve bir yıl sonra; …
Bir gün gelecek, hayal zannettiğiniz bütün bu inkılapları başaracağım. Mensup olduğum millet bana inanacaktır. Saltanat yıkılmalıdır, Devlet yapısı mütecanis bir unsura dayan-malıdır. Din ve devlet, bir birinden ayrılmalı, doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak, batı uygar-lığına aktarmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki fark silinerek yeni bir sosyal nizam kurmalı-yız, batı uygarlığına girebilmemize engel olan yazıyı atarak, Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar her şeyimizde batılılara uymalıyız.Emin olunuz ki bunların hepsi bir gün olacaktır..”(Mustafa Kemal Atatürk Der ki Akil Ansan Kültür Bakanlığı Yayınları sf-2) 1906
Bulgar Türkoloğu İ.Manolof ile yaptığı görüşmede altını çizerek böyle diyordu.
beslenmek istiyorsan
üretmelisin
ya da aç kalabilirsin
istemiyorsan çalmak
ne kadar
dayanabilirsin açlığa
ya da
üretimsizliğe
uzak durdukça
köle olmaktan
çözümsüzlük değildir
problemin
çetrefilliğini görmek
başlangıçtır çözüme
bilgilenmeye
emeği doğru yere
vermek için
İşgal güçleri Anadolu’dan çıkarılmıştı, ordular ilk hedefine ulaşmıştı, sıra ikinci hedefteydi, işgal güçleri, Emper-yalizmin silahlı gücü ülkeden atılmıştı, sıra ekonomik gücüne gelmişti, 1923 İzmir İktisat Kongresinde geçmiş ve geleceğin harmanlamasını yaparken yeni hedefler konuyordu Anadolu’nun önüne.
Diyordu ki, açılış konuşmasında:
“…
Arkadaşlar;
… bu kudretli ve azametli padişahlar, dış siyaset-lerini; emelleri, arzuları ve ihtiraslarına dayamışlar ve teşkilat ve iç siyasetlerini, bu yeni doğmuş tutku olan dış siyasetlerine göre, düzenleme zorunlulu-ğunda kalmıştır.
Halbuki iç örgütlenmenin, iç siyasetin genişliği ve dayanma derecesinde bir dış siyaset izlemek mec-buriyeti vardır.
Aksi takdirde felaket ve hüsran muhakkaktır…
…Diğer taraftan asıl etkeni, uzun seferlerde, fetih alanlarında dolaştırttılar ve bu suretle kendi kendini tahrip etmiş oluyordu.
Bu itibarla ulus, yani asıl etken kendi evinde, kendi yurdunda yaşamsal araçlarını üretmek için çalışmaktan yoksun bir durumda bulunuyordu.
Bu hükümdarlar, ulusu böyle diyar diyar dolaştırmakla yetinmiyorlar; belki fetihler dairesi içine giren halkı memnun etmek, yabancıları memnun etmek için, asıl etkenin hukukundan iktisadi kaynaklarından bir çok şeyleri (hediye) olarak onlara bahşediyorlardı. Sözgelimi Fatih zamanında Cenevizlilere verilen imtiyazlar bu kabildendir…
Efendiler;
Osmanlı fatihleri, hakanları, yayılmacıları asıl etken ile birlikte sapanın önünde mağlup olup, geri çekilmeye başladıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü başladı. Padişah bağışı olarak yabancılara bahşedilmiş olan ve ülke içindeki Müslüman olmayanlara verilen her şey kazanılmış haklar kabul edildi.
Fakat yabancılar bununla yetinmediler,her gün bunun genişletilmesi için çare aradılar ve buldular.
İç öğeler, korumaya gücü oldukları imtiyaz-lara dayanarak ve dışarının tertibat ve korum-asına sığınarak siyasi bir varlık elde etmek için çalışmaktan geri durmadılar. Yabancılar bir taraftan içteki öğeleri özendirme, diğer taraf-tan müdahale ile devlet ve ulus aleyhine yeni imtiyazlar alıyorlardı.
Bu sürekli baskı altında zaten yoksul düşmüş olan anayurdu ve asıl öğe, devlete verebilecek parayı güç sağlayabiliyorlardı.
Fakat, padişahlar, saraylar bab-ı aliler deb-debeyi sürdürme için paraya muhtaçtılar. Bunun için, bunu sağlama çarelerine başvur-muştur. O çareler de dış borçlanma anlaşması oluyordu.
Fakat borçlanma koşullarını o denli kötü yapıyor-lardı ki, bazılarını ödemek mümkün olmamağa başladı. Ve sonunda bir gün devletler Osmanlı Devleti’nin iflasına karar verdiler ve düyun-u umumiye (genel borçlar) belasını başımıza çöktürdüler…
Arkadaşlar;
Bir devlet ki, uyruklularına koyduğu vergiyi yabancılara koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için gümrük vergisi işlemi vesaire düzenleme hakkından yasaklanmıştır, bir devlet ki yaban-cılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan yoksundur, o devlete bağımsız denilemez.
Devletin ve ulusun yaşamına yapılan müdahaleler bundan daha fazladır. Ulusun ekonomik gereksiniminden olan sözgelimi şimendifer (tren yolu) inşası, sözgelimi fabrika yapmak için devlet serbest değildi! Böyle bir şeye teşebbüs olunursa hemen müdahale olurdu.
Yaşamını sağlamaktan aciz olan bir devlet bağımsız olabilir mi?
…O halde diyebiliriz ki, ulusal bir devir yaşamıyorduk. Ulusal tarihe sahip bulun-muyorduk. Osmanlı tarihi padişahların, hakan-ların, zümrelerin destanları içeriğindeydi. Mazinin tarih diye uzattığı kitabın içeriği bun-dan ibarettir…
... Özellikle Mondros Ateşkesiyle açılan devrin
görünümünü bir an düşünecek olursanız baştan aşağı bir dağılma görünümünden başka bir şey olmadığını anlarsınız.
Devletler her türlü insanlık hukukundan soyunmuş, ülkemizin en değerli ve en verimli yerlerini çiğnediler. İzmir, Bursa, Eskişehir, Sakarya, Anadolu, Trakya, İstanbul vesaire gibi en aziz yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanların bu hareket tarzından daha üzücü bir nokta varsa, o da bu ülkenin yüzyıllarca başında bulunan insanların da düşman saflarına geçmiş bulunmasıdır. (kahrolsun sesleri) ” (Atatürk İzmir İktisat Kongresi Açılış Konuşma-sından)
diyordu ki kurucu
düşünün
bir devlet ki
çıktığı kurtuluş savaşın da
haberleşmenin önemini
haberleşmenin gizemini
verdiği şehitlerle
bilincine kazımış olsun
ve
düşsün aynı tuzağa
yabancısı olmadık
hiç bir haberlerin
o nedenledir ki
haberleşme tekeliydi devletin
ne garip, ne gariptir ki
yunanistan da
milli güvenlik meselesi
kabul edilirken
fesedilirken özelleştirilmesi
haberleşmenin
aynı paralelin de
zamanın
özelleşir haberleşmemiz
yabancılaşarak
canım acıyor
canım acıyor
aynı izi taşırken
farklıdır izleri yaranın
yabancı gelme di ise konular
ne garip
sessizlik
ne garip
bırakılan iz
oysa
birbir yaşanmıştı
kurtuluş savaşı
süresince
verilirken şehit
telgrafçılar
ulaklar
onun içindir ki
Haberleşme devletin tekelinde olmalıydı. Devlet halkı-nın mahremiyetini, kendi güvenliğini bırakamazdı
bir başkasının eline.
neler oluyor
onca yaşanmışlığı
dururken
gözler önün de
fetihlerden esarete
esaretten destana
giden yolun ilerisinde
Bugün neler oluyor ülkemde, Tam Bağımsızlık için her karışı kan ve ter ile sulanmış ülkemde…
Bugün neler oluyor, ne söylerken önderi, neler yapılmış, izindeyiz derken birileri…
ne kadar zordur
bilir misiniz
duyarsızlaşmışsa duyular
algılamak
ne kadar zordur
bilir misiniz
uyuşmuşsa ten
acıyı algılamak
ne kadar zordur
bilir misiniz
gözünüze tutuluyorsa
ışığın kaynağı
görmek
GİRİŞ-II-
Sümerbank, Seydişehir, Erdemir, Tekel, Basma Sanayi, THY, Tüpraş, Türk Telekom ve diğerleri bir zincir gibi özelleştirildiler ve çoğunu, özelleştirmelerde yakın geçmişe kadar işgal güçleri olarak bilinen ülkelerin şirketleri aldı.
Özelleştirmeler ile ilgili, birçok gerekçeler sunuldu.
Zarar eden işletmeler milletin sırtında kambur olmama-lıydı.
Devlet sosyalleşmeliydi,
Neydi bu kambur, neydi Devletin sosyalleşmesi? Her kes bu konuda bir şeyler söylüyordu, bir şeyler yazıyordu, tüm kavramları sil baştan yazıyorlardı, bırakın kişilere yönelik doğruların değişmesini, aynı kişinin çıkarları doğrultusunda zamana uyduruluyordu…
Özelleştikçe bu kurumlar, sosyalleşmenin nasıl gerçek-leştiği ve milletin sırtında kambur olarak gösterilen oluşum-ların yapısı, elden çıktıkça daha da net anlaşılıyordu.
Türk Telekom’un iki yıllık geliri karşılığı yabancılara veriliş hikayesi anlatılırken, bu gelirin ülkede kalm-aması, gayri menkul değerinin satılış fiyatının çok, çok üzerinde olup olmadığı bir yana, sosyalleşmenin nasıl oluştuğu tam bir bilinmezliğe(!) dönüşmesi ve ardından tele kulak hikayelerinin efsaneleşmesi kaçınılmazdı ve Bilgilerin ulu orta olması ve bu yetmiyormuş gibi, özel-leştirme adı altında yabancılaşma beraberinde de istihdam-da yarattığı sıkıntı, işsizlik oranının yükseltilmesine yol açması ile, sosyalleşmenin söylendiği gibi halka bir şey getirmediği de ortaya çıkmıştı.
Bu süreçte merkezi yerlerde ki işletme binalarının hızla üretime yönelik yapılanmalardan çıkarak, ithalata ve tüketime dayalı iş merkezlerine dönüşmesi, soysal-leşmenin, yabancıya pazar olma anlayışının
perdelerini araladı…
Tüpraş, Sümerbank, Erdemir, Limanlar ve diğerleri.
Sosyalleşme denilen söylevlerin ardındaki sloganın her geçen gün kaybedilen bir üretim devinin, üretim dışı bırakılması son derece net olarak tüccarlarımızın devleti olacağız mesajı olmuyor muydu?
Sanayisi gelişmemiş bir ülkenin üretimden uzaklaşması, bu alanda devletin aradan çekilmesinin getireceği sonuç-ların ortaya çıkması fazla zaman almayacaktı ve almadı da…
Haberleşmemizi kimler sağlıyor sorusu sorulur oldu.
Kimlere kaldı sanayileşmemizin can damarı enerjinin denetimi?
Çuvallarımızı kimler diker oldu,
Başlarımıza kimler geçirdi?
“Kimlere” sözleri uzayacak bırakırsak kendimizi.
Özelleştirmeler sürerken, kimse kimseye bir şey sormadı, yaparız dediler yaptılar.
Atatürkçüyüz, diyenler sessizdiler.
Sessiz olmadıklarını söyleseler de, alanlarla sınırlı kalan sesler halkın kulağına erişmediği 2007 seçimlerinde kendini gösterdi.
Oysa Türkiye Cumhuriyetin kuruluş temelini oluşturan taşlardı bu değerler;
Sustular da, susmuyor gibi göründüler;
Halkın kendi kendini yönetebilmesi için, hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin olabilmesi için kurulmuştu bunlar, bu değerlerin ayakta kalması gerekiyordu, bu kurumların temeli atılırken hedeflenen tam bağımsızlıktı.
Tam Bağımsızlık için bunlar yeterli görülmeyebilinirdi, ama bu yolda atılan bu adımların, bu yolun ilk taşları olacağını kimse itiraz edemezdi.
Bakın ne diyordu devletçilik için bu şirketlerin kurucusu
“…Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini esas tutmak; büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almaktır.”. (Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara 1969, s. 113.)
Fertlerin hususi teşebbüslerinin esas almak ama memle-ket ekonomisini devletin elinde tutmak.
Bununda en güzel örneğini veriyordu:
“…19 Mart 1924 tarihinde, 444 sayılı Bütçe Kanunu görüşülürken, Ziraat Bankası'nın yapısında çok önemli değişiklikler yapıldı.... Ziraat Bankası, bu kanunla anonim şirket haline dönüştürüldü, sermayesi de köylülerden aşarla toplanan paylar olduğuna göre, sahipleri de köylüler oluyordu. .
Banka sahiplerinin temsilcisi olarak, genel kurul tarafından seçilen bir yönetim kurulunca idare edilecekti. Böylece Ziraat Bankası'nda Cumhuriyet Halk Fırkası'nın benimsediği 'Halkçılık' ilkesine uygun bir düzenlemeye gidilmek isteniyordu. Yasada öngörülen bu değişikliği 26 Temmuz 1926 tarihli Ziraat Bankası Nizamnamesi'yle işlerlik kazandırıldı. Bu nizamname ile, Ziraat Bankası'nın 30.000.000 liraya çıkartılan sermayesi 100'er liralık hisse senetlerine ayrılmıştı. Bankanın 1924 yılındaki ödenmiş sermayesi, ilçelerin hükmî şahsiyetlerine ait olacaktı. Bu hisselerin başka-larına devredilmesi, söz konusu değildi. Aşarın kaldırılmasından sonra, arazi vergisiyle birlikte alınmaya başlayan menafi hisselerinin toplanması, sermaye 30.000.000 liraya ulaşıncaya kadar sürecekti. Menafi hissesi veren çiftçiler ödedikleri para miktarı 100 lirayı bulunca bir hisse senedi alacaktı. Kuşkusuz bu şekilde oluşacak paylar, ise bankayı gerçekte yine bir devlet bankası olarak bırakıyordu. . .
Ziraat Bankası'nın görev alanının genişletil-mesinden sonra, tarım dışında, kredi verme ve mevduat toplamanın dışında şeker fabrikaları, nebatî yağ fabrikaları gibi tarım ürünlerini değerlendiren sanayi şirketlerinin kurulmasına da katılmıştır. Ziraat Bankası tarımın gelişmesi ve çiftçilerimizin ziraî kredi ile desteklenmesi konusunda önemli katkıları olmuştur.”(İ. Tekeli - S. İlkin, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Para ve Kredi Sisteminin Oluşumunda Bir Aşama, Ankara 1997 s. 189-190..)
Eğitim ve Sermayenin halk birlikteliği ile bütünleşmesi, Devletin öncülüğü; Atatürk Devrimlerin özü idi, bunun gerçekleşip gerçekleşmemesi, kırıldığı dönemler kadrolarla ilgili konular tarihin içerisinde yatı-yordu. günümüzde neden, niçin soruları kısır tartışmalar içerisinde şekilci bir yapıda sürüyor.
Bu devrim hangi öz veriler ile gerçekleştirilmişti, Afyona yolunuz düştüğünde Çiğiltepe’ye çıktığınızda orda bulunan anıt mezarlardaki kitabelerde Okuyacak- larınız, bir kez daha bunları düşündürecektir.
Büyük Taarruzun ikinci gününde, savaşın gidişatına yön
verecek Çiğiltepe'nin bir an önce alınması gerekmektedir. Tepenin önemi iki taraf içinde bilinmektedir,Yunan Başkomutanı Trikopis en önemli ağırlığını bu noktada top-lamıştır.
'... 27 Ağustos 1922 sabahı 57. Alay bu tepeyi kuşatmış, saat 10.30'da Mustafa Kemal telefonda komutana;
-Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksiniz?
-Komutanım, yarım saat sonra alacağız.
-Başarılar diliyorum.
10.45 Mustafa Kemal:
- Düşmanın halen direndiğini görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli.
-Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağız komutanım, mutlaka alacağız.
11.00 Mustafa Kemal:
- Reşat Beyi istiyorum.
-Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum, komutanım.
-Yarım saat zarfında bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam komutanım.
Mustafa Kemal'in gözlerinden yaşlar boşanır:
-Allah rahmet eylesin, Reşat Bey büyük bir vatan-severdir.
11.45 Baş komutanın telefonu çalar:
- Çiğiltepe alınmıştır komutanım. Yüzlerce ölüsünü bırakan düşman Sincanlı Ovasına doğru kaçmaktadır, arz ederim'.
Başkomutan
'Türk Askerine,
Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Burada şehit olan kahraman evlâtlarımızı minnetle anıyorum, ruhları şâd olsun. Başkomutan Mustafa Kemal'.
Reşat Beyin bu onurlu davranışı ile ardında bıraktığı şevk ile düşman püskürtülmüştür, gözlerini kırpmadan ölüme doğru koşan bu yiğitler, bizler ve bizden sonra gelecekler için canlarından vazgeçmiş Anadolu yiğitleridir! .. Başkumandanları tam Bağımsızlık ya da Ölüm şiarı ile yola çıkmış…
Ana kayıtta:
'Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda,
Kendini tarihe verenlerindir.
İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir.'
yazıyordu…
anlaşılamamak
doğal
karşılanabilinir di
o dönemi
yaşayanlar da
yinede yaşayanı
falezlerin tepesinde
tek başına olmaktan
kurtaramadan
öğrenmek
durmadan öğrenmek
ve öğrendiğini
yaşamın içerisinde
görmek isteği
bilincin gelişimi
yalnızlaştıran insanı.
yaşanmışlıklar;
farklı yaşayanlar tarafından
çok yazıldı
çok çizildi
yeterli görülmedi
hiçbir zaman
her gelişen süreçte
farklı açıldı pencere
farklı bir esinti
girdi içeri
üzeri örtülen
ne çok bilgi korlandı
Ülkeler Reşat bey gibi onurlu insanlar tarafından kurtarılırlar iken, kimler tarafından çökertildikleri de, sergilidir tarihin gizemli sofrası üzerinde.
her inceleme
çıkarıyor falezlerin
tepesine insanı
bir yanda deniz
bir yanda yaşanmışlıklar
kaderine terk
edilmişlikle dolu
kentler
zaman kentlere vurur
dalgalar falezlere
her vuruş
binlerce parçacığa
bölünerek dağılır
üzerlerine
Anlaşılamamak geçmişi yaşamayanlar için doğal olsa da,
bugün yaşananlar, falezlerin tepesinde yalnız kalanlar yok mu?
Yalnızlık ya da başka bir oluşum kader olmasa da, süre-cin zaman içerisinde işlediği olgu.
Yalnızlığı anlatmak, yaşanmışlıkları anlatmak değil mi?
Sanayinin değeri,
Cephe de bir kovanı onlarca kez kullanarak,
Kağnılarla yaralılarını taşıyarak,
Merminin üzerine süngü ile giderek,
Keşif uçaklarından, teleskoplardan dürbünlerden yoksun kalarak,
Cepheden cepheye haber ulaştırmak için yalın ayak koşarak,
Aç kalarak, susuz kalarak öğrenildi.
Toprağın kıymetini her bir karışını kanları ile sulayarak…
Öğrendiler ve var gücü ile yerli sanayi, yerli malı, yerli üretim dendi.
Onun için oluşturuldu yoktan bu değerler…
garip
garip bir biçim de
haberimiz olmuyor
olan bitenden
almışız kafamızı
kabuğumuzun içerisine
bizim olmayan seslerin
geçip gitmesini
bekliyoruz
yeniden
yürümek için
kaplumbağa misali
bir şeyler olurken
bir şeyler gizliyor
tüm oluşumları
kapatmışız
pencerelerimizi kapılarımızı
çekmişiz perdelerimizi
her şeyi
herkesten iyi bildiğimizi
söylüyoruz
havası ağırlaşmış
loş odalarımızda
her şeyin üst düzeyde
söylevini yapıyoruz
oysa
sessizleşiyor
her şey
ahhh
şu bilinç yok mu
umarsız yaralar açan
gören anlayan
insanı
duyarsız bırakmadan
değeri sevdiren
ve
falezlerin tepesinde
kendi kendisi ile
yalnız bıraktıran
sayı olmaktan kurtaran
yurttaş yapan
Sorun Atatürk’çü olma ya da olmama sorunu değildir. Sorun ne olduğunu ne istediğini bilme ve bunu ortaya koyma sorunudur.
Kurtuluş Savaşında ve sonrası dönemde kazanılmış her değer, Anadolu insanının teri ile kanı ile inşa edilmiştir, Atatürk’ün başlattığı Tam Bağımsız Türkiye şiarı, bu ülke insanının karakteristik en önemli özelliğidir, Devrimler doğma değildir, süreklilik arz eder, yatağında yol aldığı sürece.
Bu yatak Tam Bağımsızlık ve gerçek anlamda Halk İkti-darıdır…
Atatürk 19 Ocak 1923 te İzmit konuşmasında şunları söyler:
“…mali ve ticari gücü yüksek tüccar, sanayi yatırımı yapacak milli sermaye yoktur, İşveren ve işçi gibi modern sınıflar ortaya çıkmamıştır. Çıraklar da sayılsa ülkede tüm işçi sayısı, yirmi bini geçmemektedir. Aydın ve sanatkarlar çok azdır ve aydınların çoğunluğu halkın sorunlarından habersizdir. Büyük öz veri ile düşmanı yenen ordunun gereksinimleri çoktur, her düzeyden komutan geçim sıkıntısı içindedir. Halk büyük bir yoksulluk içindedir, Eğitim düzeyi çok düşüktür. Gerçek bir halk hükümetinin kurulduğunu söylemek yalancılık olur.” (M.Kemal Atatürk)
Tam Bağımsızlıktan bahsedilirken hangi konumda olduğumuz ve ne istendiği de net bir biçimde ifade ediliyordu, 1938 lere kadar bu doğrultuda alınan yol daha sonra değişecekti.
Ekonomi ve siyaseti denge politikaları ile liberalizme doğru yol alacak, Batı’nın fen ve bilimi yerine Batı’nın kendisi örnek alınmaya başlanacaktı, Halk İktidarı yerine, güçlü olanların iktidarları oluşturulacaktı.
İkinci Dünya Savaş’ında izlenecek yol, geleceğe yönelik yeni şekillenmelerin yönünü belirleyecekti.
Osmanlının son dönemlerindeki bir şeylerin parçası olarak, hükmetme olan ittihatçı anlayış, kendine ve halkına güvenme anlayışı ile savaşacaktı.
düşüncelerim
sıkılıyor
büyük
sessizlik
kaplarken
dört yanı
bir çitlembik
kanat çırpsa
yıldızlara ulaşıyor
esintisi
sessizliğin
gölgesin de
birikiyor cellatlar
karaya çalan
hükümsüz kılınan
yarınlar
Tam Bağımsızlık olan Cumhuriyetin kuruluşundaki parola, Siyasi ve ekonomik bağımsızlığın bileşkesi idi.
İkinci Dünya savaşının ardından bıraktığı buhranlar gerekçe gösterilerek yerini batının talepleri doğrultusunda terk ederek karma ekonomiden liberal ekonomiye geçişin adımları, bu durum adım adım ekonomide yeniden kapitülasyon şartlarının oluşumunu hızlandırıyordu,
19 mayıs 1919 tarihinde başlayan tam bağımsız Türkiye şiarı, hiçbir manda ve himayeyi kabul etmeyen düşünce, yerini 10 kasım 1938 den başlayarak geriye doğru bir seyre
bırakacaktı…
Devletin öncülüğü ve liderliği, yerini gücünün dış bağlantılardan alan, bağımlı girişimcilerin eline bırakacaktı.
Ekonomideki halk harekatı yerini sermaye sahiplerine terk edilecekti, ve bu sermayelerin yapısı da ilginç olacaktı. Askeri anlamda ülkeden atılanlar, Lozanda kazanılan ekonomik haklar, yeniden bu girişimcilerin anlaşmaları ile liberal ekonomi anlayışı içerisinde, İtalyan, Fransız, İngiliz, Amerikan, Alman firmalarının önce ticari, sonra siyasi imtiyazları ile şekillenecekti. 1938’lerden sonra.
Ülkedeki askeri ekonomik ve siyasi işgallerine son vermek için verilen ulusal kurtuluş savaşında elde edilen kazanımların korunması amacı için Atatürk ne diyordu bakalım;
“Devletçiliğin bizce anlamı şudur: kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak.” (1936) Atatürk
Liberal ekonomiye bakışı da çok açık ve netti
“Bizim izlediğimiz bu yol, görüldüğü gibi, liberalizm'den başka bir yoldur'M.K. Atatürk
Açıkçası farklı idi Liberalizmden, kayıtsız şartsız Milletin olan hakimiyet sahiplerine, kayıtsız kalamazdı Devlet.
Bu nedenledir ki Devlet üretecekti, ürettirecekti, ürettiğini ve ürettirdiğini koruyacaktı ve adil olarak paylaştıracaktı, Devletin asri görevi olmalıydı bu, özel teşebbüsün yerine geçmemekle birlikte başı boş bırakmayacaktı ekonomiyi, Ekonomi halkın olmalıydı ve planlanmalıydı.
bir fırtına esti
deniz karıştı
kıyılardan öte
sakinlik
okunacaktı hüküm
okunacaktı da
yüreğinde sevgi olan
kıyamadı
kıyılmaya hazır
ne güzel de düşler vardı
martıların seslerini
kırdı dalgalar
hırçın deniz
fısıltılar gibi hırçın
dalgalar vurdu kayalara
köpükler uçuştu
ak umutlar gibi
kaybolmuşluklarla
kucaklaştı
dilimde dolanan
nakarat
bir türlü
dışa vurulamadan
isyan olan ağırlığı ile
oturanlaraydı
pimi çekilmeye hazır
kelimeler gibi
“Tam Bağımsız Türkiye”
derken
dar ağacına
gidecek
üç fidanın
alıntı gibi
patlayan sözleri
bilincim de
şavkı gibi vurulgan düşlerle
kucak kucağa
yaralıyım dik ve kırılgan
ödemeye hazır
bedelleri
sözler
hırçın dalgalar gibi
dövüyor
geleceği
darağacına giden yolda,
savunmasına düşerken
pimi çekilen
sözler
yargılanan kim
konmamıştı adı
sadece verilmişti hüküm
Diyordu ki her ortamda kurucu;
Tam Bağımsız Türkiye için
Ya ölünecekti ya gerçekleştirilecekti.
Bu doğrultuda hedeflerini Gençliğe emanet ettiğini “Gençliğe Hitabe”sinde belirtiyordu.
Gençliğin içinden yükselmeye başlamıştı, yanlış giden bazı şeylerden sonra “Tam Bağımsız Türkiye” sesleri.
Sahip çıkıyorlardı emanete…
Diyordu ki, Üç fidandan biri.
Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim. ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün. Ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına arma-ğan etmekten onur duyuyorum. Bu bağımsızlık düşüncesini mezara kadar götüreceğiz.
Sayın Savcı,
1. Amerikan emperyalizmi gayrî millîdir. .
2. Ona ortaklık edenler ulusumuza ihanet etmişlerdir. .
3. Emperyalizme karşı mücadele suç değildir, silahlı müca-dele ise Anayasayı ihlâl değildir. .
4. Gayrî millî olan emperyalizm ve ortaklarının sömürüsü, Anayasaya aykırıdır.
Buna göre iki şey var:
1. Eğer belli bir hata sonucu, iddianame ve mütalaayı hazırladınızsa, dikkatli olunuz; idamını istediğiniz kişiler kasaplık koyun değildir ve siz savcısınız. .
2. Yok eğer yaptığınızın bilincinde iseniz; yolunuz açık olsun.
Diyordu ki kurucu:
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkes-ten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” deme-yecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarma-yacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek’
Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını iste-meyecek. Diyecek ki, ‘ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.’
İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!
verilmişti karar
dar ağacına
giderken fidanlar
Mustafa Kemalin sözleri
çınlıyordu
kulaklar da
sessizlik kaplıyordu
caddeleri
birbir boğuluyordu
şiarlar
bir bir satılıyordu
kurumlar
yeni mayıslaraydı özlem
ahh sevgili babam
küfre alıştıramadın beni
yağmalanan şehirler değil artık
sessizleşen ülkem
kan revan içinde
bilincim
falezlerin tepesinden
ufka bakmak
göremesen de birgün
görebileceğini düşleyerek
falezlerin
tepesinden
kucaklamak yalnızlığı
birbir düşerken mevziler
şafağı beklemek
mavzerin
gecenin sessizliğini
yırtarken
namludan çıkan şavkı gibi
falezlerin tepesinde
şafağın
karanlıkları yırtacak
kızlığını beklemek
yaralıyor beni
sessizliğe
bürünmüşken kent
Diyordu ki manşette:
“Telekom halkındır, satılamaz! ”
diyordu da
batıyordu ünlem işareti
yakarken değdiği yeri
düşüncelerim uzuyordu
bırakmadan köklerini
Kayıt Tarihi : 28.11.2008 17:21:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

saygimla daima
TÜM YORUMLAR (1)