GÜLTÂZE
Yusuf, köyün en yakışıklı, en güçlü ve en sevecen yürekli delikanlısıydı. Tanrı, onu yaratırken, sanki yüreğinin güzelliğini yüzüne aksettirmişti. Kara ve iri gözleri, gece siyahı,yele gibi saçları, geniş omuzları ve upuzun boyuna yakışan adaleli kollarıyla, âdeta bir heykel görünümündeydi.
Küçük yaşta anasız babasız kalmış, baba yadigârı tarlasını ve üç, beş baş hayvanını o küçücük yaşında, azimle, ölümüne çalışarak korumuş, belki de o güçlü kolları o çalışmaları sonunda oluşmuştu. Köyün tüm kızları âşıktı ona. Fakat o, tüm komşu kızlarını kardeş bellemiş, kısmetinin daha uzaklardan geleceğine inanmıştı.
Bazı hafta sonları civar köylerde düzenlenen yağlı güreşlere katılır, ödül olarak kazandığı koçları da hep, fakir ailelerine hediye ederdi.
''Allah, benim rızkımı kendi toprağımdan veriyor, gayrisini ne edeyim diyerek'' diyerek...
Yine bir hafta sonu kazandığı koçu sırtlamış, köyün yolunu tutmuşken, o kader ânı gelip çatmış, yolda bir köylünün güttüğü boğa bir sesten ürküp fırlamış ve Yusuf'u devirip boynuz darbeleri ile Yüzünü, gözünü paramparça etmişti. Yusuf canını kurtarmıştı ama o günden sonra, o güneş gibi güzel yüzü tanınmaz hale gelmişti. Zamanla yaraları kapanmış, fakat artık onun yüzünü görmek için can atan komşu kızları onun yüzüne bakınca âdeta korkup kaçışır olmuşlardı.
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla