Ölümün ayak sesini dinlemekte..
İhramını kuşandı. Beyazın başlangıcı. Her renk statüler çıkarılmıştı. Üzerlerinden çıkarıp atmışlardı gündelik ölüm uykusunu. Beyaza soyunmuşlardı. Dirilişe soyunuş. Ev’ de uyanışa doğru kanat açtı.
“Lebbeyk” i söyledi. Seslendi. Çiçekler, böcekler ve bedeni sınırlandı.
Kıyametin provası başladı. Beyaza soyunurken, beyaz yaşamın dışındaki siyah ölümler sustu.
Cidde. Gecede ışıldayan tarla. Gök ve teknolojinin birleştiği teneffüs alanı. Devam eden yolculuğun ardından yorgunluğuna yenik düşmüşken, açtı gözlerini huzur kapısında. Mekke.
Seni sevmek Üsküdar’ın dar sokaklarını sevmek kadar eskiydi.
Senden giderken bir eskiden silkelenir gibi gittim. Bıraktım seni geçtiğimiz sokakların kaldırımlarına. Arkamdan seslenen sen değil, rüzgârdı. Ağlayan ben değil, yüzüme çiseleyen yağmurdu. Hüzün, doğuşunu gözlerime bırakmadan, fırlattım onu yokuşlardan akan yağmur sularına. Çamurlara karışmasını seyretmedim dahi.
Alışılmış bir günün doğuşuydun. Bilindik bir akşamın ezber bozmayan çöküşüydün.
Bir ağaç devriliyorsa bu şehirde, sendin yüreğimde devrilen. Kurşun sıkılıyorsa bir ölüm mahkûmuna, sendin öldürülen yüreğimde. Bir çocuk ağlıyorsa annesizlikten, sendin gözyaşlarını avuçlarıma bırakan. Yardım isteğiyle elini uzattığında bir ihtiyar, senin elindi tuttuğum. Açtığında ellerini bir yakaran duaya, sen olurdun o dua benden akan. Pencereler kapanırken evlerin, kapanan sendin gözlerimden. Gün doğuşunda güneş ışığını yüzüme değdirdiğinde, senin nefsindi yanaklarıma değen. Ağaçların dallarında şakıyan kuşlar senin hikâyeni fısıldıyorlardı. Derin aynalarımda görünen kahramandın. Sinemde duran laleydin. Devşirdiğin gönüldüm. Gözlerimden akan nehirdin. Ekinler tarlalarda açınca, sen doğuyordun zamanlarımın içine. Kalkanlarım inerdi senin bakışlarının altında. Hürriyetim sen oldun. Mahkûmiyetim sen oldun. Bu kadar sen olmuşken ben, bende yittin sen. Senliği taşıyamadı bendeki bu ben. İlk rastlaştığımız gün gökyüzü en berrak zamanını yaşıyordu. Gidince senden, Üsküdar kızıl bir yağmur bırakıyordu sürüklenerek geçtiğim sokaklara. Ayaklarım denizin kenarlarına değince, iliklerimde bir ayrılık şarkısı çalmaya başladı. O şarkıda sen vardın. Söyleyen sendin. Söz sendin. Müzik sendin. Şarkınla yankılanarak kayboldun denizlerin dibine. Bıraktım seni yüreğimle denizdeki mezarına. Ne zaman değse artık gözlerim denizlere, aklıma gelmez oldun. Sen var mıydın bir zamanlar, düşünemez oldum. Bu kadar mı eskiydin, seni sevmişken anmaz oldum. Bir eflatun ikindisinde yitirilecek kadar mı olmuştun. Ay ışığında dönmemek üzere kaybolacak kadar mı olmuştun. Tutuşan gökkuşağının renklerinde tek gri artık sen mi olmuştun. Taç etmişken seni başıma, tahtımdan indirilen mi olmuştun. Boynu büküklere mi verilmiştin. Bilemedim. Bilmek istemedim. Sana ait tüm kapılar, pencereler kapandı. Kilitlendi. Anahtarlarını kaybettim. Beklide bilerek kaybettim. Mutluluk olacakken sen en kuytu anılarımda, en unutulan oldun. Geceler artık senin yerine yıldızlarla donanıyor. Sahillerdeki kum da su da artık sen değildin. Rüzgâr ve güneş kendisi olmuştu. Gözlerimi kapattığımda, rüyam değildin. Uyurken tutunduğum kol değildin. Yaşamak için umudum değildin. Yitirmiştik onları. Her şey sen hariç bende kaldı. Düşümün karanlık dehlizlerine indin. Oranın sakini oldun. Sarı benizlilere karıştın. Kırmızıyı giydirdim sana. Acını görmemek için gözlerimi kaçırdım. Denizdeki mezarının yerini unuttuğum gün tamamen öldün. Takvimlerdeki yapraklar düştükçe, hayalinde silikleşti. Her şey iken hiçbir şey oldun. Mezar taşına tek bir kelimeyi bıraktım. Elveda. Vedalara arkamı dönemedim hiç.
Seni sevmek bu kadar eskiydi.
Güvercinlerimi saldım bu sabah yine gökyüzüne,
Rengarenk kanatlarıyla süzülürken bulutlar arasından,
Sana yolladıkları salavatları inci tanelerine dönüşüp
Yağıyordu eteklerime,
Nur ağlıyordu gökten üzerime,
İnsanlar uyuyordu,
Bugün bir hayatı gördüm babacığımı ziyaret ettiğimde.
Kayabaşı. İstanbul dışında bir yer. İstanbulda cenazelere yer kalmamış diyorlar.
Mezarlık yeni yapılandırılıyor. Tepeler,uçsuz bucaksız tarlalar ve güneş.
Üç mezar kazıcı çukurlar açıyor. İçim burkuluyor. Yürüyüşüm değişiyor. Donakalıyorum.
“On bir gün önce bu adamlar yerini açıp beyaz kefeninle seni buraya yatırdılar.
Uykudayım yine babam.
(Yine bir gün ağarıyor teknoloji hızıyla mı, yalnızlığın durgunluğu ile mi?)
Günler geçiyor teknoloji hızı misali babam. Yazamamakla susturuldum. Oysa aylar oldu sen gideli değil mi? Kaç gündü? Hayır hayır günleri saymak istemiyorum. Sen günlerde değil bendesin. Bende olan babamsın.
(Can çekişiyorum havanı soluklarken…kanım akıyor deli iklimlerden sana doğru)
Adımı efsanelerden aldım. Dersaadet’im ben. Gün ortalarında altın kanatlarımla düşlerine dokunurum ansızın.
Dalga dalga akan saçlarına dolarım parmaklarımı. Seni şiir kokulu bağrıma çekip şiirlerimi fısıldarım kulağına.
Bir ilkbahar gecesinde doğdun avuçlarımın içine. Nisan..Nisan diye sevdim seni. Bahar, bahar.
Ahmedim demek ne kadar değişti dünyamda
Kelebekleri oturttum senin hatıranın üzerine
Rengârenk uçuşlara açılmak üzere beklemedeyim
Ama yıllardır gelmiyorsun
Kucaklara açılan yolunda abide oldum
Beklemelerimin içinde kelebekleri saymayı öğrendim
Kapının arkasındaki topuk sesleri...
Sana ulaşırlarken onlar
Havada halka halka oluşunu görüyorum o seslerin
Şekilleri havada kimi zaman bulut, kimi zaman rüzgar
Kimi zamanda yağmur oluyor
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!