(S) onsuzluğun sahibi,
Y(Ü) celerin yücesi! …
Ku(L) larının içinden,
Nic(E) sini, İsrail oğullarına memur etmiş,
Ve pe(Y) gamberimsin demiştir.
Tüm aza(M) etiyle onları
İlhaml(A) ndırmıştır!
Hain, ima(N) sız yüreklerden çıkan,
Her davranışı engellemiş!
Kol kanat gererek,
Peygamberlerini başıboş bırakmamıştır! ...
İsrail
Oğullarının,
Davud peygamberine,
Ettikleri tüm kötülükler,
Unutulmamıştı ki, Süleyman’ı,
Aynı zamanda hem hükümdar hem peygamber
Olarak, türlü mucizelerle görevlendirmişti!
Aylarca gidilerek varılacak her bir yolu,
Bir günde almak, neyi ifade ederdi!
Rüzgarlara hükmetmek ne demekti!
Cin ve şeytanları emrine almak,
Kimin haddine idi!
Kuşlarla sohbet,
İsteklerini,
Yaptırabilmek hangi,
Kulun kudreti dahilinde!
Hangi kul bakırı istediğinde,
Eritip sel misali akıtabilirdi!
İstediği zamanda da kaskatı yapabilirdi.
Melekleri bile şaşırtabilirdi!
Acaba……
Kainatta Yüce Allah’ın varlığını,
Birliğini haykırıp duran milyarlarca,
Delil olacak ayet var iken bunca mucize,
Niçin di acaba! ..........
Çünkü İsrail oğulları,
Fitne ve fesat
Yatağıydı.
HZ. Süleyman’ı da,
…….Sihirbaz,
………Büyücü,
……….Hatta kafir diye,
…………Suçlayıp durdular.
Hakkında öyle şiirler yazdılar ki;
Bu çağın inançsızları bile okusa,
Yüzleri kızarır.
İşte böyle bir ortamda,
Hem Peygamber,
Hem de hükümdar olan,
HZ. Süleyman’ı anlatmaya,
Tanıtmaya çalışacağım.
Yardım Yüce Rabbimden….
Süleyman, Allah’ın sevgilisi demektir.
Babası: Hz. Davud
Anası ise: Bat-Şeba.
Soyu: Hz. İbrahim’e dayanır.
…..Uzun boylu,
……….Beyaz tenli,
…………İri vücutlu,
…………..Nurlu,
…………….Güzel yüzlü,
………………Büyük gözlü,
…………………Çok saçlı,
……………Bir peygamberdi.
Babası Davud aleyhisselam’ın,
Ordusuyla kardeşi Ebşalmon,
Karşı karşıya,
Yani baba oğul savaşıyordu.
Davud A.S.
Yaşlanmıştı amma,
Ordusu savaşta idi.
Aynı anda iki müjdeli haber,
Ulaştı kendisine!
Savaş kazanılmıştı.
Bir de oğlu dünyaya gelmişti.
İşte o oğlan Süleymandı! ...
Davud A.S.
O zaman elli yedi yaşındaydı.
Kimse zafer beklemiyordu.
Şehrin kahini,
Gizliden gizliye,
Şayia yayıyordu.
Veba hastalığı son buldu,
Bu Davud’un sonu diyordu! ....
Davud iki müjdeli haberi alınca,
Allah’ın hikmetinden sual olunmaz,
Diyerek gençleşti dinçleşti sanki! ....
Allah ona vazifesini devam,
Fırsatı vermişti.
Ordusunu bekliyordu.
Halk ayıkmıştı bir anda,
Menfaat her şeyin üstünde…
Aleyhinde konuşup duran,
Kapıdaki nöbetçiler,
Yeni emirler bekliyordu.
O sırada daha önce,
Davud’dan öğrendiği ilahiyi,
Okumaya başladı.
Nöbetçi askerlerden biri! .
Ey Allah’ım!
“Beni düşmanlarımdan,
Fesat işleyenden,
Bana karşı ayaklanmalardan,
Emin kıl! ..
Beni azat et.
Ne isyanımdan ötürü,
Ne de suçumdan ötürü,
Günahım yokken pusu kuruyorlar!
Canıma kastediyorlar,
Bu eli kanlı adamlardan
Beni kurtar. YA RAB…
*
Kavminden bazıları diyordu ki;
Hürriyet özgürlük,
Ne kadar güzel!
Kavuşup,
Murada ersek ne olur.
Muradımız,
Kırda yayılan,
Bir sürü sahibi olmak!
Bir sürü ki,
Siyahı beyazı alacalısı olan,
Dişisi, erkeği, kuzusu, oğlağı bulunan,
Bir ucu önümdeyse,
Öbürü ufka uzanan,
Bir sürü! .....
Budur benim sonsuz hayalim.
Süleyman’ın annesi,
Avuç açıp yalvarıyordu;
Ey Allahım, bundan sonra, huzur göster bizlere,
Yer yüzünde, taş yürekli olanları yumuşat,
Mülayim kıl, azgınlıktan, kurtulsunlar Allah’ım!
Her bir kula, yardım edip, göstersinler hem şefkat.
Hiç kimsenin, hiç kimseye, üstünlüğü yok iken,
Kendisini üstün görmek insanlığa sığar mı?
Ne çıkar ki, kötülükten, anlamak zor Allah’ım!
Şerefini namusunu, yükseltsinler kat be kat.
Davud aleyhisselam,
Akşam eve,
Geç kalmıştı,
Karısı endişeliydi,
Başına bir iş gelmesinden korkuyordu.
Halbuki Davud,
Havada asılı kaya’ya gitmişti.
Oraya bir mescit yapma arzusunda idi.
Mukaddes emanetler, Ahit sandığı,
Hala çadırdaydı.
Çadır mescit vazifesi görüyordu.
Geç saatte Davud evine döndü,
Karısı sofrada onu bekliyordu.
Sevindi onu görünce,
Oturup konuştular,
Oğulları Süleyman’ı,
Birbirine muştular.
İşte kısır sayılan,
Bir kadın o yaşında,
Bir oğlan doğurmuştu! ....
Allah’ın sevgilisi,
Olsun dediler,
Ona Süleyman adı verdiler.
Yedi yaşına gelince,
Babasıyla dükkana gidiyordu,
Babası demir dövüp,
Zırh yaparken ona bakıyordu.
Babası bir gün ona dedi;
---“Ey oğul sen küçük değilsin!
Sana ilim öğreteceğim,
Allah da sana yardım eder.
Bundan böyle ibadetini de,
Aksatmadan yerine getirirsin! ”
Çok sevinmişti Süleyman,
--Sağ ol babacığım,
Hakikaten en büyük müjdeyi aldım.
İlim öğrenmeye çok hevesim var.
Her sanatta da kabiliyetim var,
Bu da bana Allah’ın bir lütfu! ...
HZ. Süleyman;
Krallık ve kadılıkta,
Babasından üstündü!
“And olsun ki, biz Davud ve Süleyman’a,
İlim vermişizdir.(Neml 15)
Süleyman henüz on bir yaşında,
Bir çocuk! ....
Bir gün babasına,
Bir dava geldi……
Bir davar sahibi sürüsünü,
Bir üzüm bağının kenarında,
Otlatırken davarlar bağa girmiş,
Üzümleri koparıp,
Bağa zarar vermişti…..
Ertesi günü iki sahip,
Davud A.S. mın karşısına çıkıp,
Şikayetçi oldular!
Davud aleyhisselam,
Sürü sahibinin davarlarını,
Bağ sahibine vermesini hükmetti.
Giderlerken, Süleyman’a rastladılar,
Süleyman sordu:
---Aranızda nasıl hüküm verildi?
Babasının verdiği hükmü,
Ona söylediler.
---İşinizi üzerime alsaydım,
Böyle karar vermezdim dedi.
Tekrar dönüp Davud peygambere,
Bundan haber verdiler.
O da Süleyman’ı çağırıp,
--Sen nasıl hüküm verirdin?
Diye sordu.
---Ey Allah’ın peygamberi,
Davarları yününden, sütünden,
Yavrusundan yararlansın diye,
Bağ sahibine verseydin!
Bağı da tekrar yeşertene kadar,
Çoban’a verseydin! ..
Sonra da, her kez kendi malını alsaydı,
Daha adaletli olurdu dedi.
Davud aleyhisselam,
Verdiği hükümden dönüp,
Buna göre kararını değiştirdi.
Başka bir zaman;
Bir birinden şikayetçi!
İki kadın geldi.
İkisinin de biri erkek çocuğu vardı.
Bir gün çocuklardan birini,
Bir kurt kapmıştı! ..
Çocuğunu kaptıran kadın,
Diğer çocuğa sahip çıkar.
Bu benim çocuğum, der kadına,
Kurt’un kaptığı çocuk, senin çocuğun!
Aralarında tartışma başlar.
Onlarda gelirler,
Davud peygambere! ...
Anlatırlar olayı,
Onları dinledikten sonra;
Sağ kalan çocuğun,
Büyük kadına ait olduğu hükmünü verir.
Davud peygamber.
Kadınlar bu hükmün haberini,
Süleyman’a söylerler!
Süleyman:
Onlara der ki;
--Bana keskin bir bıçak getirin,
Sağ kalan çocuğu ikiye böleyim,
Aralarında pay edeyim! ....
Kadıların küçüğü,
Ne olur yapmayın, ben vazgeçtim,
Bu çocuğu şu kadın alsın. Der!
Bunun üzerine Süleyman;
Çocuğun ona ait olduğuna hükmeder.
Der ki:
---Ben bölme hükmünü verince,
Diğer kadın hiç istifini bozmadı,
Çocuk onun olsaydı,
Kesilmesine razı gelmezdi….
Yüce Allah; Davud aleyhisselam’a:
Senden sonra,
“Memuriyet görevinin Süleyman’a,
Verileceğini beyan et”…..
Diye vahiy eyledi.
Bunun üzerine:
…..”İlahi! Bana lütufkar olduğun gibi,
Süleyman’a da lütufkar ol! ”
Diye niyaz eyledi.
Yüce ALLAH!
“Ona söyle, senin kul olduğun gibi,
O da bana kul olsun,
Ben de ona, lütufkar olayım! ”
Diye vahiy buyurdu….
SÜLEYMAN;
Benim kalbimi de babamınki gibi,
Sana karşı korku ve muhabbet taşır kıl.”
Ya Rabbi! ...
Diye niyazda bulundu.
Ertesi gün ders başladı,
Baba oğul Kâbe’ye dönüp,
İlk namazlarını kıldılar.
Namazdan sonra birlikte,
Sahra-yı muallaka’ya gittiler.
Sordu Süleyman babasına;
……Ey babacığım! Kâbe şimdi ne haldedir?
Ey oğul!
Atamız Hz. İbrahim,
Oğlu İsmail ile onu pek güzel korumuşlardı.
Bizzat bakar temizlerlerdi!
Şimdi ne haldedir? Babacığım! ...
--Hiç sorma, çok acı,
Hatırlatma ey oğul!
Deyince bir daha bu konu,
Hiç konuşulmadı! ...
Üzgündü Davud!
Devletler kurmuştu,
Amma bir mescid bile yapamamıştı.
Küçük Süleyman.
Birlikte yapmayı önerdi…
Ben yardım ederim sana,
Tıpkı İsmail’in babasına,
Yardım ettiği gibi…..
Ama olmamıştı olmuyordu,
Önünde yeni bir savaş onu bekliyordu….
Yıllar yılları kovalıyor,
Yaş kemale eriyordu.
Davud aleyhisselam, yetmiş,
Sülayman sa on ikisine basıyordu.
Mescid-i Aksa’nın inşasına başladı.
Plana göre yavaş yavaş,
Duvarlar yükseliyordu.
Hummalı bir çalışma sürüyordu!
Yaylanın yüzsüzleri,
Yani İsrail oğullarının dönekleri….
Yine iş başındaydı.
Buda neyin nesi! ..
Bunu yapacaklarına,
Önce bir saray yapsalardı ya…
Diye dalga geçiyor,
Fit sokmaya çalışıyorlardı.
Bunlar fitnenin başı olanlardı.
Bir taraftan da,
Davud’un diğer oğullarını,
Süleyman’a karşı,
Kışkırtmaya başlamışlardı!
Çünkü Süleyman,
Yaşından daha olgun!
İsabetli kararlar veriyordu.
Hatta babasından daha iyi! ...
…..”Boynuz sonra çıkarmış amma,
Kulakları geçermiş”
Kendisini şimdiden göstermişti.
Ama çocuk yaştaki birinin,
Hükümdar olması,
Nasıl hazmedilirdi! ...
Baba oğul mescit inşaatında,
Çalışırlarken, Davud A.S.
Hastalandı bir anda,
İnşaata gelemez olmuştu.
On günden beri yatıyordu.
Kalkamadı yatağından.
Titriyor üşüyordu, nesi vardı acaba! ..
Gündüz’ün beyaz, gece’nin siyah,
…………………..Bir donu vardır.
Devran döner, felek döner,
……………………Bir yönü vardır.
Allah bakidir, her canlının,
……………………Bir sonu vardır.
İyileşme ümidi kalmadıkça,
Türlü çareler arandı,
Devlet yönetimi başsız kaldı,
Kim yönetecekti, kim kral olacaktı.
Allahtan aldığı ilham ile Davud,
Süleyman’ın krallığını ilan ettirdi.
Süleymanı babasının katırına bindirdiler,
Borusunu çaldırıp kral ilan ettiler.
Diğer on iki kabile başkanı da ona biat ettiler.
Zamandan tek nasibim, ayrılık gamı oldu,
Gül goncası açmadan, emel bağında soldu.
Yaraya şifa için, bastığım beyaz pamuk,
Tutuştu alev alev, ateş parçası oldu.
Hile peşinde koşanlar, hüsrana uğradılar,
Amma dönüp anında, Süleyman’ı kutladılar.
Birkaç hafta geçince, Davud A.S.
Kendini iyi hissetti.
Kabile başkanlarını topladı.
İnşaatı süren, mescide götürdü.
Orada onlara HZ. Ademden beri,
Olup bitenleri uzun uzun özetledi.
Özellikle, Hz.ti Musa’nın,
Gelişinden sonra,
Yaptıkları zulümleri,
Bütün açıklığı ile anlattı!
Sözlerini şöyle tamamladı.
--“ Biz insanlar,
Allah’ın yeryüzündeki,
En şerefli halifeleriyiz.
Ancak onun birliğinde toplanacağız.
Soyun sopun, hiçbir kıymeti yoktur.
Birliğimizi korursak,
Bize ram ettiği şu kainatı,
Fethetmemiz işten bile değildir.
Bütün sırlar ancak ilimle,
Kabuk kabuk dökülür.
Benden sonra,
Nice peygamberler gelecek.
Son peygamberde her şey bitecek.
Çocuklarımızı ona hazırlamalıyız.
Biz elbet öleceğiz, geride kalanlar,
Tek Allah’a bağlanıp,Yola devam etmeli.”
Felek her an bin bir dertle, azgınları ağlatır,
Helak eder bir anda, karaları bağlatır,
Dert dersi verir zaman, zamane çocuğuna,
Bu öyle bir devran ki, her an yürek dağlatır.
SÜLEYMAN A.S.
Kral oluşundan, vefatına kadar,
Huşu içinde kaldı,
Başını semalara kaldırmadı.
Övünmedi gururlanmadı.
Son derece mütevazı biri idi! ..
Hurma dalından zembil yapar,
Geçimini onunla sağlardı.
Her ayın başında altı,
Ortasında üç, sonunda üç gün,
Oruç tutardı…
Şöyle söylediği rivayet edilir:
İnsanlara verilmeyen şeyler,
Bize verildi.
İnsanlara verilmeyen ilim,
Bize verildi.
Fakat! ....
Şu üç kelimeden fazla bir şey bulamadık!
“Öfke ve sükunet halinde,
Hilm (usluluk) .
Yoksulluk ve bolluk halinde,
Tutumluluk.
Gizlide ve açıkta,
Allah korkusu..
Oğluna da şöyle nasihat ederdi:
--Ey oğulcuğum!
Miskinlikle birlikte,
Günah işlemek.
Hidayetten sonra,
Dalalete düşmek.
İbadet edip dururken,
Ondan vaz geçmek,
Ne kadar kötü bir şeydir! ..
Babasının vasiyeti üzerine,
Onun ölümünden sonra,
Kudüs şehrinin çevresini,
Ehli beyaz taşlarla hisar yaptırdı.
Hükümdarlığının dördüncü yılında,
Mecid-i aksanın inşaatına,
Devam etti.
Burası çevresiyle Yüce ALLAH,
Tarafından kutsal kılınan alan.
*
Süleyman aleyhisselam:
Mescid-i Aksanın yapımı için,
Yerden,
…… Altın, gümüş ve yakut,
Denizden,
…… Türlü inciler, çıkarttırdı.
Topladı tüm ustaları,
Mescidin çok süslü, çok güzel,
Olmasını tembihledi.
Ustalar kesti tüm taşları,
Yonttular ağaçları,
Kestiler kalasları,
Öyle süslediler ki;
Mescidin duvarları,
Parıl parıl parlaktı.
Beyaz sarı yeşil renkleri,
Halis billur taştan direkleri,
İnci yakut ile süslü,
Tavan ve kubbeleri.
Tabanı da firuzec (safirus) ,
Taşlarla döşendi.
Gecenin karanlığını,
Dolunay gibi parlatırdı.
O zaman bundan daha güzel,
Başka bir mabed yoktu.
Mescid köşelerinden birine,
Abanus bir asa dikilmişti.
Bu asaya, peygamber soyundan,
Bir çocuk dokunsa,
Bir şey olmazken!
Başka biri dokunsa,
Eli yanardı! ....
Mescidin inşaatı bittiği zaman,
Bir kurban kesti Süleyman,
Ona lütfetmişti, Mülkü saltanatı,
Hem türlü ihsanı, o yüce Rahman!
Ey Yüce ALLAH’IM,
Her anımda bana sen yarsın,
Andığım her yerde, yalnız sen varsın,
İnanan kulların kime yalvarsın!
Ben sana yalvardım kabul et ya Rab….
Bu mescitte halisane iki rekat namaz kılan,
Anasından doğmuş gibi, yunsun arınsın!
Tövbe etsin günahına, sana yalvarsın,
Şifa, bolluk, sağlık ihsan et ya Rab…
Düamı kabul, kurbanımı makbul,
Ettiysen eğer, bana bir delil göster! ..
Deyince:
Gökten bir ateş indi!
Doğu ile batı arasını kapladı!
Sonra da, kurbanı alarak göğe yükseltti.
Bunun üzerine,
İsrail oğullarının bilginlerine,
Bu mescidi Allah için,
Allah rızası için yaptırdığını söyledi.
Bu günü bayram ilan etti.
Binlerce deve, sığır ve davar,
Kurban edildi, böyle bir bayram,
Ne görüldü ne de duyuldu.
Tam on dört gün, yenildi içildi,
Bayram kutlandı….
Seni ya Rab, yüceltirim,
Tek yaratan sensin derim,
Canımdan çok seni severim,
Canım cananım sensin.
……………..Ya RAB.
Şükrüm zikrim yalnız sana,
Türlü ihsan verdin bana,
İçtim lütfun kana kana,
Canım cananım sensin,
……………….Ya RAB.
Süleyman Aleyhisselam,
Kendisinden başka kimseye verilmeyen,
Bir mülk ve saltanat verildiği için şükretti.
İnsanları, cinleri, kuşları ve rüzgarı,
Uysal kıldı.
Düasını kabul edip, kendisine verdi.(Sa’d 35)
Evinden çıktığı zaman,
Güneş çarpmasın, sıcak geçmesin diye,
Korunurdu onun başı,
Kanat gerer ayrılmazdı,
Baş üstünde uçan kuşu.
İnsanlar ve cinler saygı duyar,
Ondan önce oturmazdı.
Cengaver bir hükümdardı..
Savaşa çıkmak istediği zaman,
Yapılırdı bir uçak o da tahtadan,
Erleri, silahları savaş hayvanları,
Binerdi bir de ol yüce sultan.
Emrederdi rüzgara, haydi sıra sende,
Uçur bizi sen uçur, düşman üstüne.
Yavaş yavaş havalanırdı uçak,
Sarsmadan uçardı hem de çok alçak.
O kadar yumuşak eserdi rüzgar,
Üstünden geçtiği ekinler kımıldamazdı.
Diyor ki kur’an;
O rüzgarın sabah ve akşamı,
Birer aylık yoldu.
Yani sabahtan akşama kadar,
İki aylık yolu, bir günde alıyordu.
Rivayet edilir ki:
Dicle taraflarında,
Bir konak yerinden geçerken bir zat,
O konak yerinde bir yazı bulmuş.
Bu yazı,
Süleyman peygamberin ashabından,
Bir cin’e! Ya da bir insan’a aitmiş!
Diyormuş ki yazıda;
--Biz buraya konduk.
Hiçbir şey bina etmedik!
Amma bir binanın,
İnşa edilmiş olduğunu gördük.
Süleyman aleyhisselam,
Şamdan Irak’a kadar,
Olan yerleri fethetmiş,
Horasanı da bu yerlere katmış.
Allah’ın emri ile rüzgar,
Süleyman’ı istediği yere götürür,
Uzaklarda konuşulanları,
Süleyman’a alır getirirmiş! ...
Bir gün bindi rüzgar atına,
Uçurdu süvariyi gökler katına,
Az gittiler uz gittiler,
Çok kısa bir zamanda,
Sanki Altı ay bir güz’lük,
Mesafeyi katettiler! ....
Bir ekin tarlasının üstünden geçtiler.
Ekinci konuşuyordu:
--Yüce Allah,
Şu Davud hanedanına,
Ne kadar büyük,
Ne kadar çok,
Mülk ve saltanat vermiş! ..
Rüzgar bu sözü anında,
Süleyman’ın kulağına yetiştirdi! ...
Hemen indi ekincinin yanına,
Şöyle söyledi;
----Sözlerini işittim.
-----Güç yetiremeyeceğin işlerle,
--------Niçin uğraşıyorsun?
----------Olur olmadık sözle,
------------Kendini yıpratıyorsun!
Senin Yüce Allah’ı tesbih etmen.
Haline şükretmen,
Davud hanedanına verilenden,
Daha hayırlıdır.
Bunu bil demeye geldim.
Ey yolcu,
Ne güzel teselli verdin,
Üzüntümü giderdin,
Allah da seninkini gidersin! ...
Ey Yüce rabbim!
Ana babama hem de bana,
Lütfettiğin nimetine şükrederim.
Bana razı olacağın iyi işler yapmamı,
İlham et bana.
Rahmetinle beni de,
Salih kulların arasına dahil et!
Diye niyaz eyledi. (Neml 18-19)
Yine başka bir zamanda,
Ordusuyla karınca vadisine yaklaşmıştı.
Onların geldiğini gören kara karınca.
Uyardı hem cinslerini o anda.
Süleyman ordusuyla geliyor! ...
Kaçışın yuvalarınıza,
Ezmesin basarak kafalarınıza.
Sultan Süleyman sesi duyunca,
Gülümsedi gülercesine.
----O karıncayı getirin bana dedi.
----Getirdiler karşısına o karıncayı.
-----Haydi söyle dedi,
-------Söyle bakalım.
Sen niçin diğer karıncaları sakındırdın?
Bu davranışınla benim kalbimi kırdın!
Yoksa benim zalim olduğumu mu sandın?
Benim adaletli olduğumu duymadın mı?
…….Niçin Süleyman’ın ordusu sizi,
…………………….Kırmasın dedin?
Karınca:
--Ey Allah’ın peygamberi,
Onlar bilmeden,
Yanımıza gelmeden dediğimi!
………….. işitmedin mi ki?
…………….. Bana böyle diyorsun?
Ben! Kalplerin kırılmasını kast ettim.
Senin bize şey vermeni temenni ederken,
Allah’a zikri unutmaktan korktum!
Dedi……
O zaman Sultan Süleyman,
Bana öğüt ver dedi karıncaya! …
Karınca:
---Babana niye Davud ismi verildi?
…………………………Biliyor musun?
Diye sordu!
Süleyman peygambere,
…………….Hayır bilmiyorum.
Cevap verdi karınca.
Kalp yarasına tedavi etsin diye,
Pekiii…
Sana Süleyman ismi niçin verildi?
………………………..Biliyor musun?
Hayır bilmiyorum dedi Süleyman!
Cevap verdi kara karınca:
--Göğsüne selametlik gelsin,
Babana layık olasın ona yetişesin!
………………Diye verildi! ...
Pekiii…
Yüce Allah sana,
Rüzgarı niçin uysal kıldı biliyor musun?
……………………….Hayır bilmiyorum.
Cevap verdi karınca:
--Bütün dünyanın,
Esen bir yelden ibaret olduğunu,
Sana haber vermek için! Dedi.
Umudun emzirdiği çocuk,
Uyan artık sen de uyan,
Bak şu dünya koca yalan,
Gözünü yumduğun an,
Malın mülkün olur talan.
Bu dava zor, bu dava büyük,
Git gide ağırlaşan, taşınmaz bir yük.
Kolay değil, bendeki benden ayrılıp,
Ötelere uzanmak, kolay değil,
Ölümsüz dünyada, yeniden doğmak.
Hiçte kolay değil,
Sonsuz varlığın nurunda yunmak.
Kolay değil, şeksiz şüphesiz,
Ona inanmak.
Bu sözlere hayret etti Süleyman,
Şu düasını tekrarladı:
“Ya Rabbi,
Bana, ana ve babama lütfettiğin,
Nimetlere şükretmemi,
Geri kalan ömrümü,
Senin razı olacağın iyi işlerle geçirmemi,
Bana nasib et.
Rahmetinle beni de, cennetindeki,
Salih kulların arasına dahil eyle! ”(Neml 18-19)
Ayrıca, karıncanın dilinden bile,
Anlamakla mükafatlandırdığı için,
Rabbine düa etti…
Ona şükranlarını sundu.
Yoluna devam etti.
Halkı Kudüs’e yaklaşıldığı için,
Sevinç içindeydi.
Amma nedense,
Süleyman’ın göğsü daralmıştı.
Bunu, ordunun Kudüste konaklamayıp,
Daha güneye inme isteğinde,
Oluşuna verdi.
Üst üste iki sefer yerine,
Birinin gelecek yıla kalmasını,
İsteyenler vardı.
Topladı orduyu,
Şöyle dedi:
“ Kötü adam,
Kovalayan yokken kaçar.
Salih olan sevinir.
Allah’ına güvenir.
Reislerin çok olduğu yerde,
İsyan çok olur.
Anlayışlı, bilgili olanların,
Hali devamlı…
Yoksulları fakirleri ezen,
Ekmek bırakmayan,
Yağmur gibi,
Siler süpürür,
Bu sözleri işitince askerler,
Ayıktı kendine geldi,
Anladılar ki;
Güneyde ezilenler var.
Onların yardımına gitmek gerek.
Girdap kenarından alıp gönlünü,
Sevgi deryasına sal ömür boyu,
Heba etme sakın faniömrünü,
Muhabbet bağına sal ömür boyu.
Yılların yükü var, yorgun döşünde,
Dünya fani koşma, malın peşinde,
Olmasın kör şeytan, senin işinde,
Sevgi harmanından al ömür boyu.
*
O sırada ona doğru,
koşa koşa bir adamın,
Gelmekte olduğunu gördü.
O adam,
Berhiya oğlu Asaftan başkası değildi!
Hz. Süleyman’ın yakını idi.
Sarayına girip,
Hareminde dolaşmaya,
Yetkili idi.
Hayli yaşlı biriydi.
Sefere çıkarken onu sarayda bırakırdı…
Şimdi Kudüsten çıkmış,
At sırtında bir konak mesafeye,
Kan ter içinde niye gelmişti….
Meraklandı sordu Asaf’a!
--Hayrola buraya kadar,
Gazamı tebrik için mi geldin?
--Tabi ki hayır dedi Asaf!
--Ya niçin?
--Hareminde o peygamber evinde,
Allah’tan başkasına tapanlar var.
Sen!
Yabancı krallardan aldığın kadınlara,
Kendi dinlerindeki,
Putlara tapma izni vermişsin.
Benim harememdeki kadınlar,
Kendi rızaları ile,
Tek Allah’a inanmışlardır.
Sen o odalara girmeye izinlisin.
Acaba odalarda hiç put’a rastladın mı? ...
Evet dedi Asaf.
İnanamadı Süleyman!
Yalan söylüyorsun dedi….
Hayır, hayır! ...
Adadan getirdiğin,
Hükümdar kızı Cerade var ya! ..
İşte onun için,
Babasına benzeyen,
Bir heykel yaptırmışsın! ..
Mumyalanmış o heykele,
Cariyeleri ile birlikte tapıyordu…
Hayır!
Yalan, yalan!
Böyle bir şey yaptırmadım.
Rüzgar’a binelim haydi götürsün bizi,
Soralım Ceradeye,
Duy kendi kulağınla gerçeği..
Olay şudur:
Ada hükümdarı ölünce,
Halkı bunu görünce,
İsteyerek can verip,
Kıydılar canlarına…
Sağ kalan kızı ve cariyeleri,
Tek Allah’a inandık dediler.
Benimle gelmek istediler.
Demek ki gizlice yanlarında,
O mumyayı getirmişler.
Deyip duygularını şöyle dile getirdi.
Hikmetli kadın,
Yapar yuvayı,
Sefih kadınsa yuvasın yıkar.
Akılsız kadın,
Yaygara basar,
Yoldan geçenleri,
Sesiyle sarsar.
Farkına değildir,
Kim ölü kimlerse sağ,
Gider,ölüye küser…
Carede karşısında,
Görünce Süleymanı,
Şaşırdı, telaşa kapıldı.
Mahçubiyetini gizlemedi.
Özür diledi.
--Bundan sonra, Salih kadınların,
En salihi olacağız.
İsrail oğulları içinde adımız söylenecek,
Kapı kapı methimiz,
Ortada dolaşacak.
Dudak büktü Süleyman.
Faziletli kadını,
Kim nerede bulacak,
Çünkü onun değeri,
Yakutların üstünde! ...
Kocasının yüreği,
Ona güvenir,
Gönlü zengin,
Sadık bir yardır. Dedi.
İtimadı sarsılmıştı,
Uzaklaştırdı onu hareminden.
Yüzü nurluydu,
Gözünde yaş,
Kaldırdı semaya başını,
Kaldırdı, yavaş yavaş,
Nihayet döndü kabeye,
Kapandı secdeye,
O anda yüce Allah’tan,
Hazreti Muhammed’in,
İsrail oğullarını uyarması için,
Aldığı buyruğun ilhamını işitmişti! ..
Orada şöyle deniyordu:
“Şeytanların(şeytanca düşünenler)
Süleyman’nın mülkü saltanatında,
Uydurdukları yalanlara, kendileri de,
Uydular. Oysa Süleyman kafir değildi.
Ama o şeytanlar kafirdiler.”(Bakara 102)
Yine bir gün,
Halkıyla birlikte yağmur düasına çıktılar.
Orada bir karınca gördü.
Karınca kafasının üzerine dikilmiş!
Ayaklarını havaya kaldırmış! ....
Diyordu ki;
Ya Rabbi! ...
Ben senin yaratıklarından biriyim.
Bizi yağmurunla sulasan da,
Kuraklıktan helak ta etsen,
Senin rızkından rızıklanmaktayız!
Bu düayı duyunca Süleyman,
Halkına dönerek,
Tamam haydi geri dönünüz.
Bir karıncanın düası ile,
Yağmura kavuşturuldunuz.
Bir gün ölüm meleği gelip,
Süleyman’ın yanında oturan birine,
Dik dik bakmıştı! ..
Adam sordu;
--Ya Süleyman kim di o?
--Ölüm meleğiydi.
---Onun bana bakışı,
Beni öldürmek istiyor gibiydi.
--Peki benden ne istiyorsun?
---Beni rüzgara bindirip,
Hindistan’a göndermeni! ...
Daha sonra ölüm meleği geldi!
Sultan Süleyman sordu ona!
--Sen o adama niçin uzun uzun bakmıştın?
Cevap verdi:
---Ben onun ruhunu,
Hindistan’da almakla görevlendirilmiştim.
Ama adam, senin yanındaydı.
Hayret ettim!
Bu adam oraya nasıl gidecek diye! ...
Daha bunun gibi nice mucizelerle dolu,
Süleyman peygamber’in ömrü hayatı! ....
Artık Kudüs mescidi tamamlanmış,
Sultan Süleyman huzur’a ermişti.
Kâbe’ye yöneldi.
Allah’ın evi,
Beyt’ullahı tavaf etti.
Üstüne örtü örttü.
Onun yanında kurban kesti.
Yedi gün orada kaldı.
Bir hafta sonra güneye yöneldi.
Halka zulmedenleri cezalandırdı.
Tekrar geri dönüyordu,
Sina çölünü aştı,
Lüt gölünü geçti,
Bereketli topraklara ulaştı.
Düşünüyordu,
Geriye öyle bir topluluk,
Kalmalıydı ki;
Normal hayat akışına,
Ömrün bahar kışına,
Torağına taşına,
Gökte uçan kuşuna saygı duyup,
Tek Allah’a inansın,
Ömrünce mesut olup,
Huzur bulup yaşasın.
Artık, verilen mucizelere,
Çok sık baş vurmuyor,
İnsanlar normal yaşantıya,
Dönsün istiyordu.
Ordusu konaklamak istiyordu.
Sultan Süleyman niye,
Kendilerine bir konaklama yeri bulmuyordu!
Önceki peygamberler,
Musa ve Harun,
Kavmini hiç susuz bırakmamış,
Konak yerinde,
Kayalara vurmuşlar,
Sular fışkırmıştı.
HZ. Süleyman,
Duydukça bu sözleri,
Üzülüyordu.
Ne biçim mü’min kuldu bunlar!
Salih’ti, sadıktı inanmıştı! ...
Faydalanınca sokuluyor,
Menfaat bitince,
Hakaret, hatta küfür bile ediyorlardı.
Düşünüyor,
Düşünüyordu! ...
Kuşlar, karıncalar, cinler,
Rüzgar emrinde idi.
Dilese yine yardıma amadeydiler! ...
Hem konaklama,
Hem su olan bir yer bulabilirlerdi.
İstiyordu ki, İsrail oğulları,
Arasın, kendileri bulsun.
Biliyordu ki,
Kendisi sadece onların peygamberiydi.
Haddi aşmak ona yakışmazdı.
Sabırdan yanaydı…
Kendisinden sonra,
Elbette tüm kâinata gönderilecek,
Bir peygamber olacaktı! ..
Oları biraz daha uğraştırdı,.
İstiyordu ki,
Bir kuştan bile aciz olduklarını anlasınlar.
İstiyordu ki,
Burunları sürtülsün,
İstiyordu ki,
Şımarıklıkları kırılsın.
Sonunda;
Ordusuyla uçuşan kuşlarından,
Hüdhüd, çavuş kuşunu,
Daima su bulmakla görevlendirirdi.
Halkı bunu bilmezdi.
Emir alınca hüdhüd,
Hemen gider su olan yeri bulur,
Gelir haber verirdi.
Bakındı,
Hüdhüd kuşlar arasında yoktu.
Ben onu neden görmüyorum?
İzinsiz gidişi nedendir?
Diye söylendi kendince.
“Hüdhüdü görmüyorum,
Yoksa kayıp mı oldu? (Neml,20)
Biraz daha bekledi.
İçinden dilediği halde koşar gelirdi.
Şimdi niçin gelmiyordu.
Demek ki izinsiz ayrılmıştı!
Gereken ceza vermeliydi ona,
Cinler, karıncalar ve kuşlar,
İtaat ederken Süleyman’a,
Nasıl olurda hüdhüd habersiz giderdi.
Amma içlerinde sapkınları çıkardı.
Onlara gereken ceza verilirdi.
Kuş ise;
Tüyleri yolunur,
Çöle bırakılırdı!
Karıncalar diğer haşereler,
Üzerine üşüşür,
Yahut birisi bulur keserdi.
Ya da Süleyman kestirirdi.
Hüdhüd gelince ifadesi alınacaktı.
Belki geçerli bir mazereti vardı.
O zaman affa uğrardı.
Bir yerde ölse,
Veya vurmuş olsalar,
Kendisine bildirilirdi.
Söylendi kendi kendine.
“Onu her halde çetin bir,
Azaba uğratacağım.
Yahut onu kestireceğim.
Yahut da bana geçerli bir delil getirecek.
(Neml, 21)
Hüdhüd bir gün öncesinden,
Akşamdan önce,
Çevreyi dolaşmaya çıkmıştı.
Bu onun adetiydi.
Kendi menzili içinde,
Gezmesine izin vardı.
Güneye doğru uçmuştu,
Menzil içinde.
Uçarken kendi cinsinden,
Bir ses duymuştu.
Sese doğru uçtu, uçtu! ..
Bu pek azametli bir kuştu!
Hüdhüde selam vermeyi bile,
Kendine zül saydı.
Halbuki selamlaşmak,
Alçak gönüllülüktü,
Peygamberinden böyle ders almıştı.
Amma ondan incinmedi.
Üzüldü sadece.
--Ey kardeşim dedi,
Bak akşam oluyor,
Niçin yuvana dönmüyorsun?
Garip bir kuşa da benziyorsun.
--Onu dedi,
Onu sen kendin için düşün!
Ben yuvamdan uzak kalayım!
Canım istedi gezmeye çıktım.
Çünkü ben hürüm!
Az sonra uçacağım güneye,
Yer yüzünün en şerefli ülkesine! ....
Sabaha kalmaz varırım.
--En şerefli ha! ...
Demek ki senin,
Süleyman’dan haberin yok!
O İsrail oğullarına,
Peygamber gönderildi.
Cinler ve kuşlar emrine verildi.
Bilmiyor musun?
Seni hiç çağırmadı mı?
--Bazen öyle sesler gelir amma,
Ben aldırmam.
--Öyleyse sen sapıtanlardansın.
Bir daha çağrılırsan,
Hemen koş,
Kulluğunu ispat et…
Seni bundan alıkoyan şeytandır.
Ona uyma! ....
Süleyman peygamber,
Büyük bir mescid yaptırdı.
Hepimiz çalıştık.
Biz tek Allah’a inandık.
--Siz orada kime taparsınız?
--Benim yurdumdakiler,
En parlak olana taparlar.
Hani gece olan karanlığı,
Sabahla birlikte,
Yırtıp parçalayan,
Güzellerin güzeli,
Parlakların en parlağı var ya,
İşte ona! ....
Hüdhüd şaşırdı!
---Güneşe demek.
---Ne sandın ya…..
Demek onu da yaratan,
Bir kudretin varlığından haberiniz yok!
Niye bunu hiç düşünmüyorsun?
--Sus ey hüdhüd,
Benim ülkemde senin övündüğün,
Tapınakların alâsı var.
Şehirler saraylar bol,
Benim ülkemi,
Bir kadın yönetir.
O Güneş’in kızı,
Sebe yurdunun yıldızı,
Kraliçe Belkıs.
Emrinde öyle çok ordular var ki;
Dilerse,
Süleyman’ın ülkesine gelir,
Çekirge sürüsü gibi kaplar,
Her yeri! ...
Nesi var nesi yoksa,
Siler süpürür.
Dondu kaldı hüdhüd,
--Yalan söylüyorsun diyebildi ancak.
---Yalan mı?
İnanmıyorsan gel benimle,
Güney denizine kadar uçalım.
Sabaha kalmaz varırız.
Gözlerinle gör.
Sabah yine dönersin.
Şöyle düşündü hüdhüd,
Biraz sonra herkes uyuyacak,
Bu saatten sonra,
Bana ihtiyaç olmaz.
Sabaha dönerim.
Bu kuşun anlattıkları doğru ise,
Peygamberim Süleyman’a,
Haber veririm.Dedi.
Sebebini anlayınca,
Bana incinmez.
Uçtular, uçtular sonunda,
Belkıs’ın ülkesine vardılar.
Daha ne olduğunu anlamadan,
Şehrin her tarafından,
Çalgı sesleri yükseliyordu.
Sordu hüdhüd;
--Ne oluyor?
Bu sesler neyin nesi? ...
Kuş övündü.
Talihin varmış ey hüdhüd,
Bu gün Sebe halkının bayramı,
Günlerce sürer bu bayram! ....
Gün ışımasiyle bütün insanlar,
Sokaklara döküldü,
Saray kapısının iki yanına,
Karınca gibi biriktiler.
Kuyruklar oluştu,
Ta şehre kadar! ..
Borular çaldığı anda,
Kapandılar yerlere,
Tahtının üzerinde kurulan,
Melike Belkıs’la,
Göz göze geldi hüdhüd,
Çok güzel bir kadındı.
Sultan Süleyman’ın hareminde,
Böylesine güzel bir kadın yoktu! ...
Şaşırdı hüdhüd,
Belki unuttu yurdunu!
Hem cinsi kuş,
--Haydi uçalım daldan dala,
Gidelim tapınağa!
Bak oralarda neler göreceğiz.
Şehirler büyüklüğünde,
Kazılmış çukurlar var,
İçinde alev alev ateşler yanar.
Atılır içine onun,
Cezalılar, güneş için kurbanlar! ....
Daha nice oğlan ve kızlar…..
Gün batımına kadar seyretti,
Şaşkınlık içinde hüdhüd,
Hele gün batımında,
Yüz binlerce insanın,
Secdeye kapanışları,
Unutulacak gibi değildi…
Ah!
İblis,
O iblis
Yok muydu o? ...
Deyip içlendi.
Kendisi Allah’ın
Huzurunda insana,
Secde etmeyip ilk sapkın,
Olduğu için ve cennetten,
Kovulduğundan, herkesi aynı,
Yola sürüklüyor dünyalarını,
Hem ahiretlerini cehennem yapıyor.
Doğruydu bunlar,
İnsan secde ederken,
İblis üzülür,
Eyvahlar olsun dermiş.
Cennet kazandı!
Bense secde etmedim,
Cehennem oldu,
Benim mekanım.
Der de hayıflanırmış.
Hele secde ayeti,
Nazil olunca!
Aklı başına geldi.
Bu ayette denir ki;
Bizim ayetlerimize,
O kimseler iman ederler ki,
Kendilerine öğüt verildiği zaman,
Büyüklük taslamazlar.
Yüz üstü secdeye kapanırlar.
Rablerini hamd ile,
Tesbih ederler.(Secde, 15)
İşte tam o ikindi vaktiydi ki,
Süleyman hüdhüd’ü su için aradı.
Kendi kendine, bu kuş nerede?
Onu cezalandıracağım! Diyordu.
Hüdhüd kuşu onun emrinde olduğundan,
Bunları duyuyor, anlıyordu! ...
Titremeye başladı.
Demek ki peygamberi onu istiyordu.
Vazife verecekti.
Melikenin ülkesinde,
Duramazdı.
Hemen dönmesi gerekiyordu.
Hem cinsine sadece,
--Haydi benimle gel,
Seni şeytanın şerrinden kurtarayım.
Salih kullar ve peygamber ülkesini,
Göstereyim diye bildi….
--Bu acelen nedendir?
Daha bayram günleri yeni başladı.
Gördükçe bu günleri,
Ömrünce unutamazsın!
Hiç değilse bu gece kal! ...
---Hayır, hayır,
Rabbim bana,
Böyle bayramlar göstermesin!
Deyip, kuzeye doğru uçtu…
Az kondu çok uçtu,
Bazen cezasından üzüldü,
Bazen yeni haber götüreceği için sevindi.
Nihayet sabah vakti,
Ulaştı menziline.
Baktı ki,
Sultan Süleyman,
Çadırının önünde oturuyor!
Titredi! ...
Nefes nefese kalmıştı zaten.
İzin alıp,
Ayağının dibine kondu.
Başından geçenleri olduğu gibi anlattı.
HZ. Süleyman da sabırla,
Sonuna kadar onu dinledi.
Hüdhüd,
En sonunda dedi ki;
--Kainatın yaratıcısı,
Büyük küçük ne varsa,
Biliyor görüyor!
Onların böyle bir Allah’a ibadet etmeleri,
Gerekmiyor mu?
Halbuki, O en geniş hükümranlığın,
En büyük arşın Rabbi olan,
Allah’tan başka,
İlah yoktur. (Neml,22-26)
SÜLEYMANA.S.
Bakalım doğru mu söyledin,
Yoksa yalancılardan mı oldun.
(Neml, 27)
Tetkik ettireceğim,
Şimdi haydi git.
Deyip serbest bıraktı.
O gün Kudüs’e,
Doğru tekrar dönüldü.
Yol boyunca hep,
Düşündü durdu hüdhüd!
Endişeliydi.
Eski itibarını,
Kazanmak istiyordu.
Fakat Süleyman,
Kimseyi çağırmamış,
Tahkikat için,
Sebeye göndermemiş!
Dertlendikçe dertlendi,
Birkaç gün daha,
Geçmişti ki aradan,
Sultan Süleyman
Kafileyle birlikte,
Kudüs’e vardı.
Barışa
Dönülmüştü.
Bayram ederken herkes,
Hüdhüd nasip almadı bundan.
Endişeliydi, üzüntüsü artmış,
Hemen her gün çağırdığı halde Süleyman,
Sevgili peygamberinin yüzünü görmüyordu.
Vaazlarını dinlemiyor, sesini duymuyordu.
Bu durum,
Diğerlerinin,
Gözünden kaçmıyordu.
Sık sık gelip soruyorlardı!
Hatta onunla dalga dalga geçiyorlar,
Onu kızdırmaya çalışıyor üzüyorlardı!
O,
Bir gün,
Yaşlı bir,
Güvercine,
Açtı derdini.
Bir tek sen rahatsız,
Etmedin dinler misin?
Sana söyleyeceklerim var.
Tabi dinlerim, benim dedikodu,
Yapmayacağımı biliyorsun değil mi?
Bunun üzerine anlattı tüm sıkıntısını,
Sen sabırlı ol, Sultan Süleyman isteseydi,
Rabbin izni ile gider kendisi görür,
Öğrenirdi olup biteni, üzülme,
Demek ki başka bir şey,
Onun aklında,
Sabırlı,
Ol sen!
Bir ara vezirini,
Çağırdı Sultan.
--Ey vezirim güneyde,
Çöl bitiminde,
Sebe toprakları var,
Sen ne bilirsin?
O topraklar hakkında!
--Ey peygamberim!
Orada bir kavim var,
Güneşe tapar.
Hükümdarı bir kadın,
Seni bilirler!
Deyince kararını,
Verdi hükümdar.
Oraya bir elçi gönderecekti.
Oranın halkını,
Allah’a teslim olmaya çağıracağım.
Dedi vezirine….
Allah’ın ismiyle başlayan,
Bir mektup yazdı.
Çağırdı hüdhüdü!
--Ey hüdhüd!
Gam zamanı değil, neşe zamanı,
Al bu mektubu, götür Belkız’a,
Görünmeden uzaktan at kucağına,
Çekil kenara, dinle gör bakılım,
Neye dönecekler ne cevap verecekler! (Neml 28)
Sevinçle havalandı hüdhüd,
Saba Melikesine ulaştı sonunda,
Ansızın mektubu kucağına bıraktı!
Yaprakların arasına gizlendi.
Mektubu görünce Sebe kraliçesi;
Açtı okudu, kendi diliyle yazılmıştı.
Sonra döndü kavmine:
--Ey kavmim! ..
Bana çok şerefli bir mektup bırakıldı.
Bu mektup,
O Süleyman’dandır.
Rahman ve rahim olan,
Allah’ın adiyle yazılmış…
“Bana karşı baş kaldırmayınız.
Müslümanlar olarak, bana geliniz,”
Diye yazılmış mektup.
“---Ey ileri gelenler,
Bana fikrinizi söyleyin.
Siz huzurumda bulundukça,
Ben kendi başıma,
Size danışmadan,
Hüküm sahibi olmadım.
Cevapları şöyle oldu:
“Biz güç kuvvet sahibiyiz.
Çetin savaş erbabıyız,
Amma emir sana aittir!
Hükümdar sensin.
Değerlendirip uygun emri verin,
Diye cevap verdiler.
Kraliçe;
--Şüphesiz ki, hükümdarlar,
Bir memlekete girdikleri zaman,
Orasını perişan ederler.
Halkından şerefli olanları,
Hor ve hakir kılarlar…
Bunlar da böyle yapacaklardır.
Ben onlara bir hediye göndereyim,
Elçiler nasıl dönecekler, bakalım.” (Neml 32-35) .
Melike Belkıs orada heyeti seçti.
Altı yüz deve yükü,
Altın, gümüş, baharat ve nice,
Hediyelerle yüklü heyeti,
Gönderecekti Süleyman’a.
Amma kabul veya reddine dair,
Endişe içindeydi….
Hüdhüd havalandı oradan,
Uçtu, uçtu sonunda ulaştırdı haberi.
Gönderilen hediyeler,
Ulaşınca Süleyman’a,
Yardım mı ediyorsunuz bana,
Bana Rabbimden verilenler,
Sizinkinden hayırlı! ..
Belki hediyenizle böbürlenirsiniz.
Ey elçi başkanı;
Al hediyelerini çabuk dön ülkene,
Deki;
Ordularımla gelirsem oraya,
Perişan ederim sizi,
Sizleri hor ve hakir eder,
Sürer çıkarırım oradan! ...
------Elçiler geldikleri gibi geri döndüler.
--------Kraliçe Belkıs avunmaya muhtaçtı!
---------Niye hediyeleri geri gönderdi?
-------------Bunun cevabını arıyordu! ..
Demek ki Süleyman,
Değer vermiyor dünya malına,
Aşıktı, kul köleydi o Allah’ına.
Şöyle yorumlar yapılıyordu…
Nedimelerden biri:
---Süleyman,
Dillere destan güzelliğini duydu,
-----Gerisi bahane,
-------Mutlaka seni istiyor!
--------Aşıklar bakar kördür,
-----------Sevdiklerini hayal ederler.
Öteki tarafta Sultan Süleyman,
Döndü kendi mahiyetindekilere;
--Ey ileri gelenler,
Belkıs’ın tahtını,
Kendisi Müslüman olup gelmeden,
Kim getirebilir bana? Diye sordu.
Cinlerden bir ifrit,
Sen makamından kalkmadan,
Ben getiririm! Dedi.
Ben herhalde böyle bir güce sahibim.
Başka birisi,
Gözünü yumup açana kadar,
Ben getiririm dedi.
Bakınca Süleyman,
Tahtı yanında buldu.
Bu Rabbimin fazl ve keremidir bize,
Bu bir imtihan,
Şükür mü edeceğim yoksa,
Nankörlük mü?
Onun sınavı…..
Kim şükrederse, kendine!
Kim nankörlük ederse, yine kendine.
Rabbim kerem sahibidir.
Nankör’ün şükrü olmaz ki zaten.
Melike Belkıs kararını vermişti,
Gidecekti Süleyman’a,
Güzelliğine asaletine güveniyordu!
Süleymanı kendisine bend edebilirdi.
Şöyle diyordu:
Rahat yaşamak mı istiyorsun!
Ne alırsan karşılığını ver.
Sana kadar alçalan,
Bir bulut olsa bile,
Yükselmeye çalış,
Borç böyle ödenir.
Bir tas su uzatan,
Teşekkür ister,
Misafirliğe giden,
Hatır sayar,
Misafir bekler.
Süleyman tahtında oturmuştu,
Tahtının yanında ters dönmüş,
Başka bir taht daha duruyordu.
Bu Melike Belkıs’ın tahtıydı!
Onun tahtını bilinmez bir şekle,
……………………Sokunuz!
Bakalım görünce kendi tahtını,
…………………….Tanıyacak mı?
Saba melikesi Belkıs gelince,
Senin tahtın böyle mi denildi?
………………..Sanki ona benziyor!
Ondan önce de bize ilim verildi!
………………….Biz de müslümandık,
Dedi! ...
…….Dedi demesine amma,
………..Onun Allah’ı bırakıp taptığı şey,
……………Onun tek Allah’a inanmasına,
………………………..…..Mani oldu.
Gurur gelince utançta gelir,
Fakat hikmet, alçak gönüllülükte!
Sapkınlığın sonu, biter helakla.
Doğrunun kemali, yol gösterir.
Gerçekte o,
Kafirler zümresindendi!
Ona köşke gir denildi.
Belkıs onu görünce derin bir su sandı.
Paçalarını tutup sıvadı.
Süleyman ona;
O gerçekten,
Sırçadan yapılmıştır! ..
Çok süslü bir salondur,
Açık ve şeffaftır.
Korkma gir!
Belkıs;
“Ey Rabbim!
Hakikat ben kendime yazık etmişim.
Süleyman’ın mahiyetinde,
Onunla beraber,
Alemlerin Rabbi olan,
Allah’a teslim oldum.
Müslüman oldum,” dedi (Neml,45)
Süleyman Aleyhisselam,
İbadet için,
Kutsal mescide girer,
Bazen bir iki ay,
Hiç çıkmazdı oradan!
Yiyeceği, içeceği oraya götürülürdü.
Vaazlarını oradan verir,
Bazen mescidin bahçesinde,
Gezinir otlarla, fidanlarla ilgilenirdi.
………..Cinlerin sapkıları, şeytanlar,
………….Ölür ümidindeydiler.
……………..Arada bir gelir bakarlar,
…………………Onu ayakta görünce,
…………………….Üzülür giderlerdi.
Sultan Süleyman sabaha dek,
Namaz kılar, secde derdi.
Rivayet odur ki;
…….Her gün sabah vaktinde,
………………..Yeni bir ağaç,
……Yükselirdi önünde.
………………..Sorardı ondan!
……Adın nedir ne işe,
………………..Yararsın söyle,
……Söyle bakayım bana,
……………….Ağaç söylerdi,
…….Hem fayda hem adını.
…………………Kesilecekse,
………Kestirir atar onu,
………………..Dikilecekse,
………Alır başka bir yere,
……………….Diktirirdi ağacı.
…….Günlerden bir gün,
…………………Yeni bir ağaç!
…….Adını sordu ondan,
………..Adım Harrubdur.
…….…….Söyle neye yararsın?
Mescidi harap etmek,
……………….Benim görevim.
………..Bunun için buradayım!
……….………Ben sağ oldukça,
………….Harap etmen imkansız,
…………………….Dedi ağaca.
Söktürdü o ağacı,
Kendine ait,
Bir bahçeye diktirdi.
Büyüdü ağaç,
Dallandı budaklandı.
……………….……Sultan Süleyman,
………………..Kestirdi ondan bir dal,
………………………..Asa yaptırdı!
…………………Ona dayanıyordu.
Günlerden bir gün,
Ölüm meleği,
Geldiğinde yanına,
Ona dedi ki;
…………Ruhumu alacağın,
………………Vakit gelince,
………….Bana bildirir misin?
Önceden bilemem ki;
İsmi yazılı,
Bir kağıt konulunca,
Benim önüme,
O zaman öğrenirim,
Önceden bilemem ki! ...
………………..Bildirilince,
………..…Sen de bana söylersin!
………Nihayet bir gün,
……Ölüm meleği gelerek,
…..Senin hakkında,
……………..Bana emir verildi! ..
Haberin olsun.
Çok az bir vaktin kaldı.
Dediği zaman,
Gelip köşküne girdi.
………….Kapılarına,
…………….Kilitler vurdurarak,
……………Halkı men etti,
………..Kimse girmesin dedi.
Asayı alıp,
Koltuğunun atına,
Dayandı ona.
Ülkesine bakınca,
Çok güzel yüzlü,
Beyaz elbise giymiş,
Bir delikanlı,
Yanına giriverdi.
……..Sana selamlar olsun,
………….Sultan Süleyman,
……..Sana da selam olsun,
………….Amma sen kimsin?
…………..İznim olmadan nasıl,
…….Nasıl girersin?
Ben öyle biriyim ki,
………Ne perde darın,
………….Ne de kapıcıların,
…………………Mani olamaz!
Deyince anladı ki,
Ölüm meleği,
Demek gelmişti artık! ...
…………….Dedi ki ona,
………………….Ben bu gün adamlarıma,
………………………..Tasa verecek,
……………Bir şey işittirmeyin,
…………………………..Neşelendirin,
……………….Diye tembihlemiştim.
Ey Süleyman, sen,
Sana neşe verecek,
Tasadan uzak,
Bir günü istiyorsun?
Halbuki,
Böyle bir gün yok henüz!
Yaratılmamış,
Dünyada şimdiye dek!
…….Rabbin hükmüne,
……….Razı ol! Bunun reddi,
…………….Çare değildir,
……..Bu Allah’ın hükmüdür.
Öyleyse vazifeni,
Yerine getir!
Deyince ayaktayken,
Ruhunu aldı.
…………..Kur’anda bu husus,
…………………….Şöyle anlatılır:
Biz ona, ölüm hükmünü,
………..İnfaz edince;
………….Asasını yemekte olan,
……Ağaç kurdundan başka,
……….Hiç ir şey, onun ölümünü,
……………..Göstermedi.
Yere kapanıp, yıkıldığı zaman,
Besbelli oldu! ...
Eğer cinler, meçhulü bilmiş olsalardı,
Öyle horlayıcı bir azap içinde,
Olmazlardı. (Sebe 14)
…………………Ona ve gönderilen,
…………..Bütün peygamberlere selam olsun.
YA RAB!
Bedenimi aşkla dokudun,
Damarlarımda hayat oldun.
Bakışımdan taştın fışkırdın,
Sevdim, sevdim.
Tohumun filizinde,
Torağın tozunda,
Gülüşte hıçkırışta,
Serpildin döküldün,
…….Sevdim, sevdim.
Tayfunlarda coşkundun,
Putlarda suskun,
Sabah sevabım,
Gece günahım oldun,
……….Sevdim, sevdim.
Aydınlığında yıkandım,
Karanlığında kirlendim.
Muradıma yağan kar,
Hırçınlığımda kor oldun.
………..Sevdim, sevdim.
SONUÇ:
Kimi bilgiye eğilir, sarar sabahı,
Kimi ondan yüz çevirir giyer siyahı.
Kimi korur arını, nurla donanır,
Kimi balçığa sokulur orda onanır.
Kimi terini akıtır, alır varlığı,
Kimi yayılır gölgeye, bulur darlığı.
Kimi uzanır dertliye, eli öpülür,
Kimi yoksula hor bakar, beli bükülür.
Kimi şükreder, bahtı şahlanır,
Kimi hırstan kanat takar, her an ah’lanır.
Kimi öğrenir öğretir, erer rahmete,
Kimi kıskanır ilmini, girer zahmete.
Kimi sırtından vurulur, kalır toprakta,
Kimi şehit olur, yaşar bayrakta.
Kimi Tanrıya inanır, çıkar yüceye,
Kimi puta kul olur düşer geceye.
……….Şu aşk’ın kıskacında, zamanın belasından,
………Yola çıktım dünyanın, mihnetli odasından,
………..Nasıl avare kılsın, beni şu dönen devran,
……….Gönlüm nasıl el çeksin, cihanın cefasından.
İşte şimdi geldi, selam sabah sırası,
Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
Söylenecek son söz, artık burası,
Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
Ey saba yeli,
……..Başın alıp nereye,
……….Gidersin böyle,
…………Eğer yolun düşerse,
Kutsal toprağa,
………..Ademden son resule,
………………. Selamım söyle! ...
Kayıt Tarihi : 15.7.2010 17:50:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
GÜLCE EDEBİYAT AKIMI-2010 Yılı Projelerinden

TÜM YORUMLAR (2)