MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 10.05.2013 19:32
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Laboratuar içinde bulunan laboratuardaki laboratuarcıklar
Vücudumuz bir laboratuar gibi çalışmaktadır. Devamlı bir şeyler üretirken bir şeyleri de tüketir. Bir yerlerinde bir şeyler yapılırken bir şeyler de yıkılır. Reaksiyorlar, tepkimeler, sentezler, analizler; ölçülü, dengeli ve tam olması gerektiği kadar olmalar. Halbuki dereceli silindir yok, terazi yok, cetvel yok, pergel yok, hesap makinesi yok, bilgisayar yok, istatistiksel değerler yok, kitap yok, defter yok, ansiklopedi yok, test yok, deneme yok: AMA HESAP HATASI DA YOK.

Vücut laboratuarımızın içinde laboratuar gibi çalışan organlarımız var. Bunlarda birisi de vücudumuzun en ağır ve en büyük bezi olan Karaciğer laboratuarıdır. Karın boşluğunun sağ üst kısmında yer alır. Ağırlığı 1,5-2 kg kadardır ve 400 ayrı görevi vardır.

İnce bir zarla örtülmüş olan karaciğer 4 bölmeli, yani lopludur. Yani dört ayrı laboratuar daha var. Bu loplar da milyonlarca lopçuktan yani laboratuarcıklardan meydana gelmiştir ve aralarında kanal ve boşluklar vardır. Bu lopçukların sayısı karaciğerin çok iş gördüğünün bir göstergesidir. Yaygın bir damar ağıyla örtülmüştür. Mide, ince bağırsak ve dalaktan gelen toplar damar karaciğere uğradığı gibi, atar damardan gelen ayrı bir kol özellikle karaciğeri beslenmek için yaratılmıştır.

BU HARİKA LABORATUARDA NELER OLUYOR?

Becerikli, titiz ve çalışkandır karaciğer laboratuarı. Besinler, madensel tuzlar ve vitaminler burada depo edilir ve ihtiyaç anında derhal vücuda yarayışlı hale getirilip gereken bölgeye sevk edilir. Mesela şeker glikojen şeklinde, yağ asitleri ve amino asitler vücut tarafından kullanılmaya hazır şekilde bu laboratuarda bekletilir, depo edilir. Bozulma, kokuşma, çürüme olmaz. Ayrıca metabolik faaliyetlerinde kullanılan maddeler zararlı hale gelmesin diye de parçalanır.

Ayrıca bu laboratuar safra denilen bir salgı üretir. Bu sıvı bağırsağa sızdırılarak bağırsağın nemli olmasını sağlar, ta ki bağırsaktaki emilme kolaylaşsın, yağ sindirilebilsin. Safra kesesi alınan bir hasta işte bu yüzden yağlı yiyecekler yiyemezler. Artan ve sürekli kullanıma hazır olan safranın bir kısmı da safra kesesinde bekletilir.

İSRAF YOK, GERİ KAZANIM VAR

Karaciğer bu safrayı vücutta erzak ve oksijen taşıyan fakat ömürleri kısa olduğundan en geç 120 gün sonra ölen alyuvarlardan elde eder. Demek ki alyuvarın kandaki vazifesi bittikten sonra başka vazifesi başlıyor.

AZI YARAR - ÇOĞU ZARAR - ORTASI KARAR

Karaciğerin bir diğer görevi kan şekerini ayarlamaktır. Tam kararında; ne kadar lazımsa o kadar, ne eksik ne fazla. Bu laboratuarda karaborsa yok, stokçuluk yok, enflasyon yok. Denge var, ölçü var. Kanda olması gerekenden fazla şeker varsa pankreas insülin salgılar. Bunun anlamı şudur: Kanda şeker çok, organları şımartama, birazını depoya gönder, ihtiyaç olduğunda kullanırız.

Karaciğer bu emri alır ve bir kısım (!) şekeri depolar. Öyle bir kısımdır ki bu miktar tam kararında kalır kandaki şeker. Eğer kanda şeker az olursa bu sefer pankreas glukagon salgılar ve yine karaciğer laboratuarın kapısını çalar ve piyasada şeker kalmadı, organlar acından çalışamaz hale geldi depoyu aç, der. Laboratuardan dışarıya yani karaciğerden kana şeker gönderilir. Ne kadar? İşte yukarıdaki ölçüde (!) : Tam kararında.

Karaciğer kendini tamamlayabilir. Eğer yaklaşık 60 parçasından 59'unu kaybetse kalan bir parça kendini tamamlar ve eski haline gelir. Karaciğer laboratuarı diğer organların aksine B12 denilen bir vitamin sentezleyebilir, hatta ara sıra akyuvar bile imal edebilir.

Böyle donanımlı, çalışkan ve yetenekli bir organa sahip olduğumuz için iftihar mı etmeliyiz, şükür mü? Elbette şükretmeliyiz. Çünkü bu laboratuarda yapılanlardan hiç mi hiç haberimiz olmuyor. Ama 400 çeşit iş görüyor ve bu işler hiç aksamıyor. O halde üstün ve devamlı bir başarı göstererek çalışıp duran karaciğerimizin bizzat kendisini mi tebrik etmeliyiz ya da teşekkürlerimizi sunmalıyız? Elbette hayır. Biz insanların bile akıl erdiremediğimiz bunca işleri aklı fikri olmayan bir et parçasından beklemek imkanı elbette yoktur.

O halde tek bir yol kalıyor; İnsanı yaratan Kim ise, karaciğer laboratuarını insan bedenine hassas ölçülerle yaratarak yerleştiren ve bu işleri yaptıran da ancak O olabilir. Bu gerçeğe kulak tıkamak ve göz kapamak, bütün insanlardaki akıl ve bilgilerin toplamından daha fazla akıl ve bilginin karaciğer hücrelerinde olduğunu kabul etmek demektir. Eğer bu akıl ve bilgileri varsa, karaciğer laboratuarındaki bu 400 çeşit işi açığa çıkaran insan beyni onu da açığa çıkarırdı elbet.
BEDiüZZAMAN'IN ESARET GüNLERiNE AiT BAZI ŞAHiDLERiN HATIRALARI

1 Doktor M. Asaf Dişçi

1884 yılında Erzurum’da doğmuş olan bu zat, 1. Dünya Harbi’nde Ruslara esir düşmüş, Sibirya’da Bediüzzaman'la tanışmış ve Kosturma'da esaret hayatını yaşamıştır.
Hatırasını şöyle anlatır: “Esaretten önce, beni Sarıkamış’ın Hamamlı köyüne göndermişlerdi. Daha sonra Ruslar beni de esir alıp Sibirya’ya sevk ettiler. Bediüzzaman’ı orada gördüm. Kosturma eyâletinin Kiloğrif kasabasındaydı. Daha sonra onu içerlere, büyük esirler kampına, Kosturma içlerine sevk ettiler. Birlikte altı ay kadar beraber kalmıştık.
Üstâd kampta bir odayı mescid yapmıştı. Kendisi alay komutanı olduğu için maaş da alıyordu. Aldığı maaşları hep hayır hizmetlerine sarf ediyordu. Mescide harcıyor, çeşitli masraflar ediyordu. Esirler kendisine alay komutanı olarak çok hürmet ediyorlardı. Kendisi ise, “ben hocayım” diyordu. Esirler iade edilirken de kendini Hoca olarak tanıtmak istiyordu.

Günlük yaşayışı çok sade idi. İki yumurta, bir dilim ekmekle günlerini bitirirdi.

Benim anlattıklarım sadece gördüklerimdir. Yoksa bunlar onun hayat ve hatıralarının yanında pek ehemmiyetli değil. Sonra aradan yarım asır geçtiği için çoğunu unutmuşum. Üstâd’ın vakitleri hep dolu idi. Tefsir okur, esirlere ders verirdi. Esir askerler ve subaylar kendisine çok hürmet ederlerdi. Yanında kimse öyle rastgele konuşamazdı. Ayağını bile uzatan olmazdı. şayan ı hürmet bir insandı. Kaldığımız yer, büyük bir sinema salonuydu. Salonun bir kısmını bölerek mescid yaptırdı.

Sibirya'nın dehşetli kışları oluyordu. Bir gün koğuştan çıkmış, karargâha gidiyordum. Yolda tuvalete çıkmıştım. Sonra elimi kar ile temizlerken kendisiyle karşılaştım. Bana doğru gelerek: “Sakın ellerini bir yere sürme” dedi. Elindeki ibrikle elime su dökmek istedi. Ben çok utandım, mahçup oldum. “Aman efendim ne münasebet..! Beni çok mahçup ettiniz” dedim. Kendisi ise gülerek: “Sen oğlumsun, ellerini uzat” diye iltifat etti.

Esarette boş zamanlarımız da çok olduğu için, her gün Kur’ân’dan yedi cüz okurdum. Üstâd’ın bana karşı iltifatlarını iftiharla kabul ederdim. Bana “Babana mektup yazarsan selâm yaz” derdi.

O zaman ne kadar kuvvetli imânımız vardı. Harplerde ne kadar korkusuzduk. Şehitliği canıma minnet bilirdim.

Esaretim yirmi iki ay sürdü. Tekirdağlı bir arkadaşla esaretten kurtulduk ve İstanbul’a geldik. Daha sonraları Bediüzzaman Hazretleri’yle İstanbul'da görüşmemiz nasib oldu. Onun gibi bir zatla birlikte esaret hayatı yaşamak, hayatımın en unutulmaz günleridir. Bu Allah'ın bana bir lütfu ve ihsanı olmuştur.”

2. şahid: Konya’nın Hadım kazasının Bolay köyünden, emekli öğretmen Mustafa Bolay

Bu zat da Bediüzzaman’ı Sibirya’da esirler kampında görmüş ve hatırasını şöyle anlatmıştır:

“Ben Bediüzzaman'ı Balkan Harbi'nden önce görmüştüm. O zaman İstanbul'da talebe idim. 1911 senesinin Temmuz ayında İstanbul’a gitmiştim. O zaman İstanbul'da onu tanımıyan hemen hemen yok gibiydi.

Sultan Ahmet taraflarında çok bulunurdu. Başında sivri bir külâh, belinde bir hançer, allı yeşilli bir elbisesi vardı. Meşhur Bediüzzaman diye herkes onu bilir ve tanırdı.

Daha sonra, Birinci Cihan Harbi patlayınca, beni Yakacık talimgâhından Kafkasya'ya sevk ettiler. Harpler esnasında Erzincan'ın kuzeyinde Ruslara esir düştüm. Kalçamdan şarabnel yarası almıştım. Nihayet Ruslar bizi Batum'a götürdüler. Batum'da hastanede 85 gün yattım ve tedavi gördüm. Oradan karargâha, sonra da Tiflis’e götürdüler. Tiflis’te de onbeş gün kaldım.

İlk esir olduğum tarih, 22 Temmuz 1916'dır. Beni Volga kenarındaki bir Rus şehri olan Kosturma'ya gönderdiler. Burada Balkan Harbi’nden önce İstanbul’da tanıdığım Bediüzzaman Said i Nursi’yi ikinci defa Kosturma'da, esarette gördüm. Kendisiyle beraber altı ay kaldım. Orada bir yaz geçirdim. Üsteğmen Ahmet Efendi vardı, kendisine hizmet ediyordu. Bazen Cami'de Mes'udiyeli Abdurrahman Efendi imamlık yapardı. Ekseriyetle imamlığı kendisi yapardı. Rus askerleri ve subayları da ona karşı hürmetli idiler. “Türk Molla, Türk Molla” diye bahsederlerdi.

Normal zamanlarda bizim gibi bir adam sanırdık. Fakat ilmî mes'elelere gelince, birden lisanı değişiyordu. Birgün sohbette Kur’ân ı Kerim’in tercümesi meselesi konuşuluyordu. Kendisi başladı konuşmaya... Kur’ân’ın hakiki tercümesinin mümkin olmadığını ispat ederek konuştu.

Daha sonraları Rus kumandanına kıyam etmediğini duymuştum... Çok zaman sonra da Emirdağı’nda olduğunu duymuş ve ziyaretine gitmiştim. Esarette Rus kumandanına kıyam etmemesi hadisesini bir de kendisinden bilmek isterken, ziyaretim esnasında ben sormadan dedi ki:

“Kardeşim, Nikola kampa geldiği zaman, sen orada mıydın? Aramızda geçen hadiseyi sen de gördün mü” dedi. Ben, “görmedim, fakat duydum hocam” dedim. Böylece kendisinden bizzat duymak istediğim mes'ele de yerini bulmuş oldu.

3. Bolu, Yığılca kasabasından 1895 doğumlu Mustafa Yalçın’dır.

Bu zat da Birinci Cihan Harbi’nde Ruslara esir düşmüş ve orada Bediüzzaman'la tanışmıştır. Hatırası şöyledir:

Orada havalar çok soğuktu. Gecesi gündüzden belli olmuyordu. Bazı zaman güneş batmazdı. Orada da, geceleri Molla Said Efendi boş durmuyor, yasak olmasına rağmen, gece başka kamplara gidip kitap okuyordu. Gündüzleri namazları bize kendisi kıldırıyordu Önce müdahale edip kıldırmadılar. Sonra Üstâd onlara birşeyler söyledi, biraz serbest bıraktılar. Kalabalık olarak bir araya getirmemeye çalışıyorlardı. Orada biz ona “Diyanet Reisi” diyorduk. O, Rus nöbetçilerine bile dini anlatıyordu. Dinleyen nöbetçilere zabitleri baskı yapıyorlardı. Molla Said Efendi bize hep moral veriyor, “Üzülmeyin, kurtulacağız” diyordu. Ben Üstâd’ın Sibirya’da geceleri uyuduğunu bilmiyorum. Hep okuyordu. Bir şeyler not ediyordu.. Ve bize; “Gelecek zamanda buralar da Müslüman olur. Amma şimdi anlamıyorlar” diyordu. Biz de kendisi başımızda olunca hiç korkup üzülmüyorduk.

Molla Said'in Kars cephesinde bana yazıp verdiği duayı, boynumda taşıdığım müddetçe, hep dinç kaldım. On yıl öncesine kadar da onu taşıyordum ve dinçtim. Onu kaybedince, on senedir artık ihtiyarlık çöküverdi. Ah, o tatlı dilli Molla Hocamın yüzünü bir kere daha görmeye canımı veririm. Bu vatanı nasıl severdi. Ruslar bile ona şaşar kalırlardı!
Orada bir koca gâvur vardı. Nikola diyorlardı. Ben onu Petersburg’ta görmüştüm. Zalim biriydi. Molla Said ona ihtiram etmemiş, onu çok kızdırmış, hatta Üstâd’ı astıracakmış.

Sonra Üstâd’ı dindarliğından astırmamış. Rus zabitleri bunun için Üstâd’a ayrı bir gözle bakarlardı. “Bu adam Nikola’ya meydan okumuş, acaib bir adam” diyorlardı. Ben daha sonra Molla Said'in de esaretten firar ettiğini duydum, amma bulup göremedim.

Şimdi deseler ki, Molla Said gelmiş, harb için seni istiyor. Bu ihtiyarlık halinde bile koşarak giderim. Molla Said ile beraber harb etmek, bir orduya ferman okumak demektir. O, korkusuz bir adamdı. Gecesi gündüzü İslâm işleriyle uğraşmaktı. “Hep imân lâzım” diyordu. “İman herşeye bedel” diyordu. Ondan ötürü de, Ermeniler ve Ruslar ondan bezmişlerdi. Kerametli bir adamdı. Yoksa bir kurşun yer, ölürdü. Top gülleleri arasında at koşturup, kitap yazmak kimin aklına gelir? “Bu kitap çok önemlidir' diyordu. Yani cephede yazmakta olduğu kitap için...”