Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
HAKİKAT”
(TEK YAPI)
(İLİM VE KUDRET SIFATLARIYLA TANIMLANAN
EVRENSEL ÖZ)
“HAKİKAT”,
HAKK’IN VARLIĞI VE O’NDA MEVCUD OLAN
MÂNÂLARIN AŞİKARE ÇIKIŞIDIR!
”Hakikat” dediğimiz şey, Hakk’ın varlığı ve onda mevcut olan mânâların âşikâre çıkışıdır... Bu mânâlar, âşikâre çıkarken, terkibiyet hükmüyle zâhir olduğu için biz ona “beşerden” meydana geliyor deriz...
YAŞAMININ EN BÜYÜK HAZİNESİ…..
MUTLAK HAKİKAT…
“HAKİKATLARIN HAKİKATİ”
Mutlak Hakikat, açılmamış bir kutudur; gerisi hayâldir! .
'ALLAH'ın 'AHAD' oluşu mutlaktır! .
'ALLAH'ın 'VÂHİD' yani 'BİR' oluşu ise mûzaftır; yani izâfîdir; yani GÖRESELdir; yani rölativdir! .
Bu son derece önemli; ve kavranılması da o derece güç bir gerçektir ki, tasavvuf da bundan 'HAKİKATLARIN HAKİKATİ' olarak bahsetmiştir.
ZÂTİ HAKİKAT
(İLÂHİ İSİMLERİN HAKİKATİ)
'Biz nefislerimize zulmettik'
ifadesi çok anlamlı bir ifadedir.
Buradaki 'Nefs`e zulmetme'nin mânâsı, konuyu derinlemesine bilmeyenlerin anladığı gibi; 'Ben, Nefsime yani bedenime zulmettim' demek değil! .
'Nefsinize zulmetmeyin'in anlamı da 'oruç tutup, aç kalıp bedeninize eziyet etmeyin' de değil! .
'Nefs'in hakikatı, 'İlâhi isimlerin işaret ettiği anlamlar ve bu ilâhi isimlerin hakikatı olan 'Zâtî' Hakikat'tır! .
Gerçekte, kişinin, 'kendi hakikatını tanıyamaması, bilememesi, bunun hakkını yerine getirememesi', Din dilinde, tasavvufta 'Nefs’e zulmetmek” olarak târif edilir...
İşte Âdem`in,
'Biz nefislerimize zulmettik'
demesi:
'Kendimizi bedensel varlık olarak kabul etmek sûretiyle yaptığımız bu fiîl, bizim hakikatımızın gereğini yaşamamıza engel olmuş, böylece hakiki benliğimizin gereğini yerine getirmekten perdelenmişiz. Eğer bu durumumuzdan geri dönmezsek, ebediyyen bundan perdelenmiş olarak azap duyarız' anlamındadır.
GÖZÜN-KULAĞIN-DİLİN-ELİN-AYAĞIN-
TÜM ORGANLARIN BAĞLI OLDUĞU
HAKİKAT NOKTASI, “ALLAH”TIR!
Yaşamdaki-varlıktaki hakikati görmenin yolu, daima, şuur boyutunda Tek’ten çok’a bakışla mümkündür.
İki bakış açısı vardır;
1-Çoktan tek’e bakma
2-Tek ’ten çok’ a bakma.
1-“Çok’ tan Tek’ e bakma” nın misalini şöyle anlatmaya çalışayım…
Bir insan... şimdi bunun eli var, parmakları var, parmakların bağlı olduğu “el“ adını verdiğimiz şu yapı var. Bunda iki tane el var... Bu iki el, iki kolla var. İki ayak var, iki bacak var, iki kulak var, iki göz var, iki kaş var, vs... dışarıdan bakışla… Bunların toplamı bir beden, bir insan dışarıdan bakışla ayrı ayrı pek çok organ, bunların toplamı şu insan!
Halbuki şu parmağın içindeki sinir-kan-can ile şu kulağın içindeki sinir-kan-can aynı şey! Dıştan içe değil de, içten dışa bakarsak; tekil bir yapının değişik işlevler gören çoğul görüntüsü var! Bu parmak bu kalemi tutarak yazıyor, diyoruz ama dışarıdan bakana göre bu parmak bu kalemi tutuyor ve yazıyor, doğru… ama yazan bu parmak değil, bu parmağa hükmeden sinir de değil, o sinirin içinde olduğu kol da değil, kola hükmeden-beyinden gelen sinir de değil, beyin de değil; beyindeki bilinç, Tek bir beyindeki şuur-ilim!
İşte bütün bu varlıklarda, kâinatta hâkim olan tek ilim, bütün varlıklarda-çoğul varlıklarda-organlarda-herbirinde dilediği gibi hükmünü icra ediyor, tasarruf ediyor, hükmünü icra ediyor
Demek ki dışarıdan bakışa göre farklı, çoğul organlar var. Bunun aslı–hepsi bir bütünü meydana getiriyor. Ama biz içeriden dışa, Öz’ den dışa, veya Tek’ten çoğa baktığımızda bakıyoruz ki, her noktada hükmünü icra eden TEK bir varlık! Tek bir şuur, Tek bir ilim. Yani Çok’luk, dıştan bakışa göre…
“Dıştan bakış” dediğimiz şey, “beş duyu” adını vermiş oldukları kesitsel algılama aracı.
2-“Tek’ ten çok’a bakış”ta, hakikat ilminin mevcut olduğu şuur!
Hakikat ilminin mevcut olduğu şuur, “İlmi İlâhi” den başka bir şey değil.
Bu sebeptendir ki “gören gözün-işiten kulağın hakikati Allah’tır” işaretinin vurgulamak istediği şey; gözün-kulağın-dilin-organların bağlı olduğu hakikat noktası, Allah’tır demektir!
Bunu anlayıp idrâk eden kişi, bu anlayışla günlük yaşamını düzenlediği zaman,”mutlak iman nuru” ile adım atıp yaşıyor demektir!
Bunun sonucu nedir? ... Sen, saygı duyduğun babana söver misin? .. Sevdiğin-saygı duyduğun annene hakaret eder misin? Ne iş yaparsa yapsın,annendir-babandır-başının tacıdır. Belki biraz üzülürsün ama hiçbir zaman ne ağzını bozarsın, ne kafanı bozarsın, ne içinden-ne dışından sövmezsin.
Peki, saygı duyduğun annene-babana sövmezsin-dil uzatmazsın-hakaret etmezsin de karşındaki varlığın hakikati olduğunu bile bile, o suretin ardındaki Hak’ka dil uzatır-söver-kızar mısın?
İman nuru olan kişide basiret açılır!
İman nuru, kişinin basiretini açtığı içindir ki o kişi,
“başını ne tarafa döndürürsen Allah’ın âyetini görürsün”
âyetinin işaret ettiği mânâ ile varlığa bakar ve her kişide-her varlıkta Allah’ın vechini müşahede eder ve Allah’ın vechinin müşahade etmenin gerektirdiği edep ile hareket eder, isimle-resimle perdelenmez.
Dolayısıyla ırk-renk-din-cins farkı ayırt etmeksizin bütün insanların adı arkasındaki varlığın Hak’kın varlığı olduğu idrâkiyle kızma-üzülme-sinirlenme-darılma gibi hallerden arınmış olarak her an Allah’tan razı bir halde yaşar! Bu razı halde yaşamanın sonucu da bir âyeti kerime ile;
“Ey beni görerek rızaya ermiş olan kulum… Cennet hâli mübarek olsun sana”
âyeti tecelli eder. İşte bu kişi dünyada yaşarken Cehennemden çıkmış, Cennetin huzurunu ve güzelliğini yaşamağa başlamıştır.
BENİM OLDUĞU GİBİ;
SENİN VE TÜM VARLIK ÂLEMİNİN DE
“HAKİKATİ” ALLAH’TIR!
İşte bu noktada sen, eğer şartlanma yollu edindiği değerlere dayalı mantığını kullanan aklını bir yana koyar; Allah Rasûlü’nün tebliğini, Kurân'ın açıklamalarını esas alır; oradaki işaretleri çözersen, veya en azından bu bildirilen gerçeklere aklın ermese de 'İMAN EDERSEN' yaşamının en büyük hazinesine ulaştın demektir..
KUR`ÂN-I KERİM ne buyuruyor:
'BAŞINI NE YANA ÇEVİRİRSEN 'ALLAH'IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN! '
'NEFS`İNİZDE MEVCUT! . HÂLÂ GÖRMÜYOR MUSUNUZ? '
'BİZ SANA ŞAHDAMARINDAN DAHA YAKÎNIZ! '
gibi âyetlerle bu gerçekleri sana işaret yollu bildiriyor; ta ki iman edip gerçeğine eresin...
Buna 'iman' ederek; evet, benim de, bütün varlığın da hakikatı 'ALLAH'tır; ve 'O'nun dışında bir şey yoktur; diyebiliyorsan 'iman' yollu, ne âlâ! . Evrensel mutlak tek hakikatın yolu sana açıldı demektir...
HER “ZERRE”,
HAKK’IN VARLIĞI DIŞINDA HİÇBİR ŞEYE
SAHİP DEĞİLDİR
“Hak” ismi ile kastettiğimiz varlık, her zerrede, her “zerre” adı altında tümüyle; yani, zâtıyla, sıfatı dediğimiz benliği hüviyeti ile, ve bu benliği hüviyetine ait sayısız mânâlar ve bu mânâların bir kısmının isimleri olan Esmâ-ül Hüsnâ ile ve bu mânâların ortaya çıkışı demek olan, Ef’al mertebesi hâli mevcuttur...
Kısacası, her “zerre” Hakk’ın varlığı dışında hiçbir şeye sahip değildir! ...
Bu böyle tahta, taş, hayvan, nebat, gaz, dünya, yıldız, galaksi, kara delik veya boşluk gibi hangi isimle neyi kastedersek edelim, bu isimlerin müsemması olan varlık ancak ve ancak “Hakk”ın varlığıdır! .. İsimlerin müsemmasında, Hak’tan gayrına ait hiçbir varlık kesinlikle mevcut değildir.
KİŞİNİN HAKİKATİ
“O” İSE…
VE “O”,
HER AN YENİ BİR ŞANDA İSE...
“Her gördüğünü Hızır bil.” sözü boşuna söylenmemiştir! ... Hele bilip tanıdığınız kişilere karşı gurur duygusunu atabilmek en zor iştir...
Dersin ki, “canım bunca yıldır tanıyorum, ondan ne gelir ki bana! ..”
Evet, insanın en kör oldukları, en yakınlarıdır! ...
Kişinin hakikatı 'O' ise... O, her an yeni bir şanda ise... Bilin ki, kimden hangi anda hangi hakikatı dillendirip; sizi nasıl uyaracağını asla tahmin edemezsiniz...
“HAKİKAT ÂLEMİ”
Ceberût âlemi, mutmainne nefs durumunda yaşanmaya başlanıp Mardiye’de zirvesine çıkılır; ki bu âleme de “Hakikat Âlemi” denilir. Ki bunun da neticesi lâhût âlemidir.
ATOM BOYUTUNA GÖRE GERÇEK
Bak şimdi şu anlatacaklarına çok dikkat et...
Beyne, şu gözbebeğinizle belirli verileri ulaştırınca, göz sisteminizin değerlendirme kapasitesi içinde kalan şeyler için beyniniz 'var' hükmünü veriyor... Oysa, gözün görme sınırları dışında kalan sayısız şey var!
Bunun gibi, gözle değil de, ilimle bakarsanız eğer… Gerçekte, bedeniniz ile hava ve karşınızdaki kişinin bedeni, tümüyle bileşik atomik bir kitledir! .
Ancak unutma ki, bu da bu atom boyutunun gerçeğidir! . Mutlak gerçek değil! .
Atom boyutuna GÖRE gerçektir bu!
IŞINSAL BOYUTA GÖRE GERÇEK
Eğer, daha yüksek oranda bir zoomlama yaparsanız... Işınsal boyuta inerseniz...
Bu boyut bilincine GÖRE ne dünya vardır, ne yıldızlar, ne galaksiler! .
Nihayet bilebildiğimiz kadarıyla salt bilinç- enerji noktasında, bu boyutta tek bir bilinç-enerji türünün varlığıyla karşı karşıya kalırız ki; bu sonsuz- sınırsız TEK boyutunda, kendisinin dışında hiç bir şey mevcut değildir! .
Şimdi iyi düşün ve kavramaya çalış...
Esas orijin, gerçek, bu olduğuna göre, nerede çokluk kavramı? .
Dikkat et!
Her boyut ve o boyutun varlıkları, gene o boyutun içinde var olanlara göre mevcut!
Yâni, boyutlar, boyutların kendi yapısındaki varlıklara GÖRE var!
Bir boyuta göre 'var' olan, diğer bir boyuta göre 'yok' hükmünde! .
Bu ne demektir? ... Bu şu demektir:
Sen, algılama aracının kapasitesine göre 'var' kabul ettiğin bir boyutun esiri olarak yaşamına devam ediyorsun!
Oysa senin hapishanen olan o boyutun dışında, sayısız boyutlar ve dolayısıyla âlemler mevcuttur; ki, bu da en az bir o kadar farklı değer yargılarıdır, demektir!
Yâni, sen, hangi anda ve boyutta ve hangi konuda bir değer yargısı ile kendini sabitlersen veya bloke edersen; bu demektir ki, sen, evrende kendi kendini ilkelliğe mahkûm etmişindir!
Buna karşılık, tüm değer yargılarından arınıp, her yeniye açık olmak ve o yeniyi araştırıp anlamaya çalışmak sûretiyle de bilgi birikimini sürekli geliştirebilirsin...
Bu, yeniye açıklık da, beynin tarafından mikrodalga bedenine yükleneceği için, sonsuza dek yeni boyutlara ve yaşama adapte olabilirsin...
HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYE
(HZ. MUHAMMED’İN HAKİKATİ)
'Ruh-u A`zâm' denilen bu Ruha, sahip olduğu bilinç ve ilim itibariyle 'Akl-ı Evvel' adı verilir.
Esasen 'RUH' kelimesi kullanım yeri ve işaret ettiği anlam itibariyle çok farklı yapılara isim olmuştur..
Evet, 'Akl-ı Evvel', varlığında mevcut olan kudret itibariyle 'Nefs-i Küll' adını alır.
Hayatiyeti, canlılığı itibariyle, 'Ruh-u A’zam, Ruh', adını alır.
Sahip olduğu mânâlar, Esmâ-i ilâhiyye itibariyle de, 'Hakikat-ı Muhammediye' adını alır...
Kâinatta var olmuş olan herşey,”Ruh”la ve “Ruh”tan meydana gelmiştir! .
Mutlak mânâda “RUH” kelimesiyle kastedilen kavram,”Kâinatın Ruhu”dur. Bu Ruh, bütün ilâhi isimler diye kastedilen mânâları kendinde toplamıştır... Daha doğrusu bu isimler, ondaki mânâları târif sadedinde kullanılmıştır! .Buna “Ruh-u A’zâm” da derler,”Hakikat-ı muhammediye” de derler,”Akl-ı Evvel”de derler!
Hayatiyetin menşei ve cevheri olması itibariyle, “Ruh”,”Ruh-u A’zâm” derler... İlâhi isimler diye kastedilen mânâları hâvi olması itibariyle “Hakikat-ı Muhammediye” derler.
Bütün bu varlık, 'Hakikat-ı Muhammediye' denilen, Hazreti 'Muhammed`in hakikatı' denilen, kendini seyreden 'Aklı Evvel' için dilenilmiş, tasarlanmış, sûretlenmiş bir yapıdır...
“RUH”,
“HAKİKAT”İNİZ OLAN
“TEK”LİK BOYUTU MU ACABA?
Meselâ, bu Pazartesi gecesi “Kadir Gecesi” olsa…
“Tenezzelül melâiketi ver RUH, fiyha biizni Rabbihim” âyetini acaba nasıl anlayabilir; ya da yaşayabiliriz? .
“Tenezzül”, acaba, enfüsî olarak meydana gelen, bireye özgü bir yaşam boyutu açan, bir olay mı; yoksa âfakta cereyan eden, mekânsal bir olay mı?
“Melâike”, kelimesiyle, hangi anlam ve özellik taşıyan melekî yapı anlatılmak isteniyor?
Melek, âfaktan, dışınızdan başınıza mı iniyor? .. Yoksa, özünüzdeki bir boyuttan bilincinize doğru mi “inzâl” olmada?
“RUH”, hakikatınız olan ”Tek”lik boyutu mu acaba?
Bireylerin “RABBI”, onların her birinin “esmâ terkibi” olabilir mi?
“Esmâ terkipleri izin verirse, “Kadir süreci” içinde kişiler kendi hakikatları olan melekût boyutunu anlayabilir; ve RUH adı verilen, Vâhidiyet mertebesinin izhar oluşunu, hissedip yaşayabilir; ki yaşayan yalnızca KENDİSİ’dir”… diye yorumlayabilir miyiz bu âyeti.
KURÂN’IN RUHUNA
VE RASÛLLÜĞÜN HAKİKATİNE ERİŞTİREN…
Din, iki tür inananına hitâp eder;
1.Anlamadan korkuyla sarılıp, kendini kurtarmak isteyen anlayışı sınırlıya…
2.Dini anlayarak değerlendirmek isteyen düşünen beyin sahiplerine…
Düşünen beyinler, gerek Kurân’ı gerekse Allah Rasûlü’nü geldiği günün şartları içinde değil; zamanüstü olarak evrensel boyutta değerlendirirler; bin yıl sonrasına bile hitap edebilecek şekliyle anlamaya çalışırlar…
Kelimenin şeklinde veya yalnızca geldiği günün kullanım alanında değil; tüm yaşamlarda nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde dururlar..
Gelen âyetin veya söylenen sözün “ruhu”nu anlamaya çalışırlar… Hangi amaçla, neyi neyle, neden değiştirmek için gelmiş o âyet ve söyleniş o söz, bunu araştırırlar…
İşte bu araştırmaları, düşünen beyinleri Kurân‘ın “RUHU”na, Rasûllüğün “HAKİKAT”ına eriştirir… Bunun sonucu da…
“Allah indinde DİN İSLÂM’dır” gerçeğine varmak olur! .
Allah hepimize, İndindeki Din İslâm’a ermeyi, kendi kısır değerlendirmelerimizden kurtulmayı nasip etsin.
HAKİKAT-İ AHMEDİYE
(Soru: Hakikat-i Ahmediye makamını izhar eden bir birimin ilmi ne yönlüdür.? ..)
Hakikati Ahmediye izhar edilmez! ... Edilemez! ... Yaşanır o mertebedeki Zâtlarca..
HAKİKAT İLMİ
(TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN
SIRRI BİLDİREN İLİM)
HZ.RASÛLULLAH’IN BAHSETTİĞİ İLİM,
TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN
SIRRI BİLDİREN “HAKİKAT” İLMİDİR
Bütün tarikatın gerçek gayesini anlamış kişilerin tek hedefi 'rü'yet-i ilâhî'dir!
Orijini itibariyle kâinat, ilimden ibarettir!
Gerçekte, görülen hiç bir şey, görüldüğü üzere mevcut olmayıp; evrensel ilim sûretleri ve bu ilim suretlerini deşifre eden ilmî algılayıcılar mevcuttur!
İlmî algılayıcılar dahi ilim kapasitelerini genişlettikleri ölçüde, 'Muhît'e yaklaşırlar... Ve sonuçta Bâkî olan TEK, İLİM kalır!
Açıklayalım dedik, ama galiba henüz pek bir açıklama olmadı! Öyle ise biraz daha detaylara girelim…
Hazreti Rasûl aleyhisselâm meşhur hadîs'inde şöyle diyor:
'İlim Çin'de bile olsa, alınız! '
Burada bahsedilen 'İlim', Hakikat ilmi'dir. Çünkü, insanın bütün geleceği bu ilmi elde etmesine bağlıdır!
İlim, esas itibariyle ikiye ayrılır;
Geçici yarar sağlayan ilim,
Ebedî yarar sağlayan ilim.
Mevcut, çokluk âlemine dair bütün ilimler, geçici yarar sağlayan ilimler sınıfındadır. Çünkü bir süre için, o varlığın yapısı dolayısı ile veya varoluş gayesi istikametinde faydalı olacak olan ilimdir.
Hakikat ilmine dair olan ilim ise asıl gerçek ilimdir. Herhangi bir konuya bağlanmadan sadece 'ilim' kelimesiyle Hazreti Rasûlullah'ın bahsetmiş olduğu 'ilim', hep 'Hakikat ilmi”dir; ki, bu tüm mevcûdatın özünde saklı olan SIRRI bildiren ilimdir.
“HAKİKAT”E ŞUURLU ERİLİR
Hakikat ilmi, gözle görülecek surî yani şekli, maddesi olan bir nesne değildir. Dolayısıyla ister madde gözüyle, ister rüya şeklinde görülmesi sözkonusu olan bir şey değildir HAKİKAT ilmi! .
Hakikat ise, gözle görülecek bir nesne değil, şuurla erilecek bir “ilim”dir!
“VAHDET' hakikatı, mutlak gerçek olmasına rağmen, yalnızca bilinç boyutunda yaşanır! .
HAKİKAT İLİMİNİN PERDESİ
Hakikat ilmine perde olan şeyler ise, aklın, vehim hükmü altında yorumda bulunmasıdır.
Akıl, kendisine beş duyudan gelen verileri esas alıp, tefekküre ve ibrete yönelmezse; vehmin hükmü altına düşer ki, bu takdirde herşeyi ters değerlendirir! Böylece de Hakikat’ten perdelenmiş olur.
Bu şekilde perdelenmiş olan bir akıl için, vehmin oluşturduğu değer yargılarından arınmak, hakikatı görmek ve yaşamak için zorunlu olur... İşte bu yolda yapılan çalışmalara “Mücahede” denilir.
Gerçeğin örtüsü, tamamiyle göresel değerlerle şartlanmalar ve bilgisizliktir!
“HAKİKAT” SIRRI
HAKİKATİNDEKİ HAZİNEYİ KEŞFETMEN İÇİN
'DİN', “OKU”NASI OLARAK BİLDİRİLMİŞTİR
“Din” bize “OKU”nası olarak bildirilmiştir ki, içinde yaşadığın sistem ve düzeni fark edesin; daha önemlisi “KENDİNİ TANI”yasın! Hakikatindeki hazineyi keşfedesin; ve sonunda ismi “ALLAH” olanı holografik gerçeklik esasına göre tanıyıp, evrendeki yerini bilesin... Bunu anlamamış olanlar, hayatlarında bir kere bile “İHLÂS” okumamışlardır yüz bin kere çekseler dahi! ...
TÜM TASAVVUF EHLİNİN VE
EVLİYAULLAHIN HEDEFİ VE GAYESİ OLAN
HAKİKAT SIRRININ ANAHTARI
'FÂTİHA' sûresinin mânâsı eğer derinliğine doğru anlaşılırsa, bize Kur'ân-ı Kerim kilidini açacak anahtarı verir...
-Kur'ân-ın sırrı Fâtiha'da; Fâtiha'nın sırrı Besmele'de; Besmele'nin sırrı da başındaki 'B'dedir! .
Şeklindeki, bu konuyla ilgilenen hemen herkesin bildiği uyarı, olayın özüne ermek isteyenler için son derece önemlidir.
Bu durumda 'FÂTİHA'nın mânâsına girebilmek için, önce 'Bismillahir rahmanir rahim'i anlamak; 'Besmele'nin mânâsına erebilmek için de önce 'B' harfinin sırrını çözmek zorunludur...
Öyle ise önce 'BESMELE'nin 'B'sinden başlayalım işe...
Bunun için de önce Hamdi Yazır'ın tefsirinde 'B' harfinin mânâsı ile alâkalı şu satırları okuyalım:
'-İleri gelen büyük müfessirler diyorlar ki:
“B”nin buradaki (besmelenin başındaki) mânâi ilsakı, ya MÜLABEST ve MUSAHABET, veya istianedir...
Yani şuurumuzda hâsıl olacak olan nispet “Allah, Rahmanı Rahim” ismine bir mülabest ve maiyyet hissi; veyahut “ALLAH” isminin ve “RAHMAN'ı RAHİM” sıfatlarının müsemma ve medlullerine nazaran Rahmeti ilâhiyeden istimdad ve istiane hissidir; ki evvelkinde, nazmı besmele, hâl; diğerinde, mefulü bih gayri sarih olur...
...Bu tevile göre, Besmele'nin meali;
“ALLAHİ RAHMANI RAHİM NAMINA”
demek oluyor, ki bu da 'B'da mülabese mânâsına dönüktür..
Fakat, bunun hasılı, bir niyabet itirafıdır.
Bir işe başlarken, 'filan nâmına' demek;
'Ben, bunu, ona izâfeten, ona hilâfeten, onu temsilen, onun bir aleti olarak yapıyorum... Bu iş hakikatte, benim veya başkasının değil, ancak O'nundur'... demek olur.
Bu da, VAHDETİ VÜCUD mülâhazasına dönük bir 'FENÂFİLLAH' hâlidir ki; ancak risâlet, vilâyet, hâkimiyet, tasarruf gibi makamatı mahsûsada câri olur..' (c:1; s:43)
Bu açıklama merhumun 'Diyanet' tarafından bastırılan orijinalinden alınmıştır... Ne yazık ki, günümüzde 'sadeleştirilme' adı altında bir özel basımevi tarafından çıkartılan yeni basımda bu çok önemli bölümler bulunmamaktadır.
Oysa, yukarıya aldığımız 'B'nin mânâsıyla ilgili yorum, bütün tasavvufla ilgilenen insanların ve evliyanın hedefi ve gayesi olan “HAKİKAT” sırrının anahtarıdır! . Bu anahtarın, konunun tâliplerine bağışlanışıdır! .
'B' harfinin işaret ettiği mânâyı anlamamış kişiler, 'ALLAH'ı kendisinin dışında, ötesinde ve hattâ 'gökyüzünde bir TANRI' olarak düşünüp, daha sonra da işlerine akıl erdiremedikleri için hesap sormaya kalkarlar! .
'B' sırrına erdirilmişler ise, 'sonsuz-sınırsız ALLAH' kavramı içinde, hem kendilerini hem de tüm evrenin bir 'hiç' olduğunu farkedip, 'an'sız bir biçimde 'varolan yegâne vücud ALLAH imiş' gerçeğinin zevkini sürerler! .
Bütün azap ve ıstırapları oluşturan, yanlışa şartlanmış 'benlik' olduğu gibi; huzur ve zevkin vesilesi de ' ALLAH' kavramı içinde 'hiç' olduğunu müşahede hâlidir! ...
Demek ki 'Allah'a vuslat'ın yolu 'B' sırrından geçiyormuş! .
”HAKİKAT”(TEK YAPI) , GEÇMİŞTE
SEZGİYE VEYA “VAHİY”E DAYALI ALGILANIP
“MECÂZΔ BİR ŞEKİLDE, BENZETME YOLLU-
SEMBOLLER YOLLU DİLE GETİRİLMİŞTİR
Tasavvufun bazı temel konuları ile; Bilim dünyasındaki bilimsel çalışmalar sonucu elde edilen verilere dayalı, en son görüşleri sentez yaparak size değişik bir bakış açısı sunmaya çalıştım.
Gerek Tasavvuf ve gerekse bilimsel sahada nakletmeye çalıştığım bilgiler ilk defa benim açıkladığım gerçekler değil! .. Bizden önce de bir kısım değerli araştırmacı ve Ehlullah tarafından keşfolunmuş bilgiler... Ne var ki bunlar fazla yaygın bilgiler değil; ayrıca iki ayrı dalın bir sentezi de bilebildiğim kadarıyla bugüne kadar yapılmış değil! .
Fakültesinde kendisine öğretilenle kalmamış; en son bilimsel gelişmeleri yansıtan literatürü takip eden kişiler muhakkak ki bizim bu naklettiklerimizin değerini takdir ederler.. 'Kuantum Fiziği' ve ona dayalı olarak inşa edilen 'Holografik Beyin ve Evren' gerçeğine açıklık getirmeye çalışan bölümlerimiz ile; Tasavvuf`un 'Vahdet' müşahedesinin tesbit ettiği 'Âlemlerin aslı hayâldir' realitesi bu kitapta olabildiğince net bir şekilde açıklanmaya çalışılarak; bilim ile tasavvufun, 'aynı şey'in iki ayrı yorumlaması olduğu anlatılmak istenmiştir.
Gerçekte varolan 'Tek yapının'='Hakikatin' geçmişte sezgiye veya 'vahye' dayalı bir şekilde algılanıp; 'mecâzî' bir şekilde, benzetme yollu, semboller yollu dile getirilmesiye; 1990`larda en son şeklini alan bilimsel bakış açısının aynı gerçekte buluşması, elbetteki ehli için büyük bir zevkle temâşa edilecek bir kemâlât ve güzelliktir! .
Tasavvuf ehli arasında 'HAKIKAT' diye anlatılan şeylerin dahi gerçekte sadece bir 'mecâz' olduğunu; o mecâzların neye işaret ettiğini ise, o alanda yaşamı olan herkesin bilebileceğini, daha önce yazmıştık.. Burada yaptığımız açıklamaları da elbette her kâmil kişi bilir, yaşar; bizim de kendi bildikleri gerçekleri kaleme almış olduğumuzu farkeder..
Biz bu bilgileri, tasavvufa eğilimi olan kişilerin, konu hakkında genel bilgisi olsun; tanıdıkları kâmillerden bu işin ötesindeki, yazmadığımız sırları öğrenmelerine basamak teşkil etsin; diye kaleme aldık.. Ehil olan mürşidi kâmilleri bulan, bunların gerisini de ondan talep eder... Bizden ancak bu kadarı! .
“HAKİKAT”İN,
MODERN BİLİMLE DEŞİFRE EDİLMESİNDEN ÖNCE
EVRENSEL SIRLAR, BENZETME YOLLU İFADE
EDİLDİĞİ İÇİN FARKLI İSİMLENDİRMELER DOĞMUŞTU
Bugünkü modern bilim neticesinde oluşan düşünce sisteminin eriştiği gerçek olarak 'KOZMİK BİLİNÇ' adıyla tanımlanan evrensel TEK şuur tasavvuf çalışmalarıyla asırlardır tanınan 'İNSAN-I KÂMİL'den başka bir şey değildir.
Ne var ki, hakikatın modern bilimle deşifre edilmesinden önceki dönemde, Evrensel sırlar ve Evrensel gerçek mecâzî, benzetme yollu tanımlamalar ile anlatılmaya çalışılmış ve bundan da farklı isimlendirmeler doğmuştur.
Gerçek odur ki,”Ruh-u A’ZAM” adı verilen “Kozmik Bilinç” ilmi ve kudretiyle Galaktik bilinçleri-ruhları kendi varlığından meydana getirmededir! .
Evreni meydana getiren, “Kozmik Bilinç” dediğimiz yapının canlılık yönü, varoluş yönü, ”Ruh” kelimesi ile tanımlanır.
'Akl-ı Evvel' ismiyle 'Hakikat-ı Muhammedî' denilen varlığın ilmine işaret edilir. Bu yüce varlığın 'canı' ise 'RUH-U A'ZAM' ismiyle tanınır ki, âlemde mevcut olan bütün ruhlar, bu tek ruhtan meydana gelmiştir cüzlere ayrılma söz konusu olmadan! .
Sizin “Ben” dediğiniz bu varlığın derinliklerinde, Kozmik Bilincin tüm ilmi ve sırları mevcut! .
Galaktik bilinçler-ruhlar da “Kozmik Bilinç” dediğimiz, “Evrensel Bilinç” dediğimiz O Kozmik Bilinç’ten oluşur! .
İşte tasavvufta, 'İnsan-ı Kâmil' modern düşüncede ise 'Kozmik Bilinç' adıyla tanınan Evrensel Öz, 'Allah'ın bütün isimlerinin işaret ettiği mânâların ortaya çıkış mahallinden başka bir şey değildir.
SOMUTUN
SOYUTTA NASIL DİLLENDİRİLDİĞİNİ
ANLAMAYA ÇALIŞIN!
Misâl ve sembollerden yola çıkarak ASLA GERÇEĞİ GÖREMEZSİNİZ! . Belki böyle bir şeyin sadece varlığı hakkında kanâat sahibi olabilirsiniz.
Yapılması gereken iş...
Çağdaş modern bilim ve teknolojiyi çok iyi inceleyerek, bunların Kurân'da veya Allah Rasûlü Hz. Muhammed dilinde nasıl ifade edilmiş olduğunu araştırmaktır. Yani somutun soyutta nasıl dillendirildiğini anlamaya çalışmaktır yapılacak iş! .
“HAKİKAT” SIRRINI BİLEN
KARŞISINDAKİNİ İTHAM ETMEZ
'Tâat' ve 'mâsiyet'in varlığı perdeliler içindir.
Allah'tan mahcûb olan yâni perdeli olan; Allah'tan ayrı olarak gördüğü varlıkların davranışlarını 'tâat' ve 'mâsiyet' olarak adlandırır.
'-Yâ Gavs, mâsiyet ehli mâsiyetiyle perdelidir; Tâat ehli de tâatıyla perdelidir; ve ben onlardan kaçınırım!
Bunlardan başka bir grup da vardır; ki onların ne tâatla alâkaları vardır, ne de mâsiyetle! '
Bir de bu iki sınıf dışında, üçüncü bir sınıf vardır ki, işte onlar tamamiyle perdesiz oldukları için ne mâsiyet işlerler ne de tâatları vardır! ..
Ne demektir bu? ..
Bu sınıftan olanlar 'vehmî benlikten' arınmış oldukları için, bedenlerine veya birimselliklerine geçici dünya menfaatleri temini gayesiyle yaşamazlar! .. 'nefsânî' tâbir edilen bireysel menfaatler, onlar için sözkonusu değildir.
Her şey için, tek bir değer yargıları vardır:
'Olsa da olur, olmasa da olur! ..' Bu sebeple de birimselliklerini ilgilendiren herhangi bir konudan dolayı kimseye hesap sormazlar! ..
Nitekim, Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselâma on sene hizmet eden Enes radıyallahu anh der ki:
'Rasûlullah’a 10 sene hizmet ettim, bir kere olsun yaptığımdan hesap sormadı; şunu niçin böyle yaptın veya bunu niye böyle yapmadın, demedi! '
İşte bu durumun sebebi, HAKİKAT SIRRINI bilenin, kendisiyle ilgili konularda, karşısındakini itham etmemesi hâlini yaşamasıdır! ..
HAKİKAT İLMİNİN MEVCUT OLDUĞU ŞUUR
(“TEK”TEN “ÇOK”A BAKIŞ)
(“İLMİ İLAHİ”)
İNSANIN “HAKİKAT”İNİ BİLMESİ İÇİN
BİLİNCİNİ ARINDIRMASI GEREKİR
İnsan için gaye, hedef, kendisine bahşedilmiş en büyük nimet, lütuf olan 'Hilâfet sırrı'na ermek olmalıdır...
Çeşitli sohbetlerimizde, insanın Cennet hayatını yaşayabilmesi için gerekli olan şeyleri anlatmaya çalıştık... Şimdi üzerinde ağırlıklı olarak durduğumuz husus ise insanın 'Halife' olarak kendini tanıması...
Halife olarak kişinin kendini tanıması için, önce Nefsi`nin hakikaini bilmesi gerekir.
'Nefs'inin hakikatini bilmesi için, bilincini arındırması gerekir.
İnsan, hakikatın ne olduğunu idrâk ettikten sonra, o hakikatı yaşayabilmek için tabiat ile mücadele etmek ve de şartlanmaların getirdiği değer yargılarından bilincini arıtmak zorundadır!
Sadece bilincini şartlanmalardan arındırısa, o kadarıyla da yetinirse; bu defa tabiî zevklere düşme, bedeni kendisi kabullenme ve bedenî zevkler içersinde yaşama tehlikesiyle karşı karşıya kalır ki, bu da onun şuur boyutunda kendini bulup tanımasına kesinlikle engeldir.
Öyleyse kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Tek’lik Bilincine erebilmek için..
Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak; ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek zorundadır.
HAKİKAT İLMİNİN AMACI
O HAKİKATİ YAŞAYABİLMEKTİR
“Yâ Gavs! Kim mücahededen mahrûm ise, ona müşahedeye yol yoktur! Tâliplere, benim kendilerine lâzım olduğum gibi, mücahede lâzımdır!
Eğer bir kişide mücahede mevcut değilse, bu yolda bir cehdi-çalışması-fiîliyatı yoksa, o kişi asla müşâhedeye eremez.
Bir diğer deyişle, kişinin müşâhededen nasîbi yoksa, Hakk’ı müşahede için varolmamış ise, o kişiye mücahede yapmak da nasîb olmaz! Zîrâ mücahede yapsa, ister istemez müşahede olacak...
“ZERRE KADAR HAYIRLI FİİL ORTAYA KOYAN; KARŞILIĞINI ELDE EDER”
hükmünce kimden ne nispette mücahede sâdır olursa, o nispette de müşâhedeye kavuşur.
Kimin de müşâhededen nasîbi yoksa, o mücahedeyi ihmal eder!
Mücahede, vehmin getirdiği perdelerin kalkması için şarttır!
Kişi kendini beden kabul edip, bedene dönük istek ve arzular peşinde koştuğu sürece, elbette bütün düşüncesini, yemek- içmek, seks, güzel maddelere sahip olmak gibi şeyler kaplayacaktır...
Buna karşılık, hakikatın ne olduğunu öğrenmek isteyen insanı da bunlar fazla ilgilendirmeyecek, bu konudaki ilmin peşinde olacaktır...
Hakikatın ilmini elde edenin amacı ise o hakikatı yaşayabilmektir!
İşte bütün bunlar, hep mücahede isteyen ve mücahedesiz gerçekleşmesi mümkün olmayan şeylerdir.
HAKİKATİNİ BİLMEK, ANCAK
İLİM SIFATININ AÇIĞA ÇIKMASIYLA MÜMKÜNDÜR!
Kendini tanımak, hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür... İlim sıfatının açığa çıkması da topluma dönük olarak; Muhammed aleyhisselâm ile gerçekleşmiştir.
Kudret sıfatı da en geniş şekliyle Deccal'da açığa çıkacaktır! .
İlim sıfatı, ancak Zâtına seçtiklerinde açığa çıkar. Kudret sıfatından daha faziletlidir! .
İlim sıfatı ise o devirde Mehdi'de de açığa çıkmaktadır! . Bu yüzden de Mehdi, Deccal’den değerli olmuştur! .
“HAKİKAT”İ YAŞAYABİLMEK ANCAK
LEDÜN İLMİ İLE MÜMKÜNDÜR! ’
Zâhir ve Bâtın ilimleri, bu hakîkatı idrâk ve yaşam için yeterli değildir.
Zâhir ilimleri denen beş duyuya dayalı ilimler- ki cifir ilmi de buna dahildir-; “bâtın ilimleri” denen beş duyu ötesi ilimler-ki hissî müşahede ve keşif bu bölümde mütalâa edilir- Hakikatı yaşamaya ve “ALLAH” adıyla işaret edileni tanımaya yeterli değildir!
“Hakikat”ı yaşayabilmek, ancak “ilmi ledün” ile mümkündür.
Zirâ, ilâhî sıfatlarla tahakkuk, ancak “ilm-i ledün” ile mümkündür!
Şâyet tasavvuf lisanı ile açıklamak gerekirse, kendini esmâ boyutunda, sıfat boyutunda ve zât boyutunda tanıyabilmek ana hedeftir ki; bu da ancak gidilecek noktanın ne olduğunu idrâk edip, O'nun gereğini yaşayabilmek ile mümkün olur.
Bunun için de ilk hedef 'ALLAH' ismiyle işaret edilenin ne olduğunu öğrenmek, anlamaktır!
Yolculuk ALLAH'tan başlar, ve ALLAH'la, ALLAH'a olur ise son derece kısalır!
Netice olarak şunu belirtelim ki, âlemleri tanıyarak ALLAH'a ermek değil; ALLAH'ı tanıyarak, âlemlerini seyretmek ana gayemiz ve hedefimiz olmalıdır.
Aksi halde tüm ömrümüz âlemler içerisinde geçer gider ve netice “hicap”ları aşamaz, “perdeli” olarak bu dünya yaşantısından geçer gideriz!
Allah’ın ne olduğunu anlamak için birimi ve sistemi çok iyi gözlemek lâzım.
“HAKİKAT”İ YAŞAYANIN KONUŞMASI,
“SESLENİŞ”TİR!
Hakikatini idrâk edip buna göre yaşayan, Emr'den olmuştur! . Konuşması ise sesleniştir! .
Kadere yapışarak her şeyden elini çekenler, henüz ‘’gerçeğe erişmemiş olanlar’’dır.
HAKKANİ KONUŞMA
Zâten bizim genel olarak din hakkındaki bütün konuşmalarımız ya ef'âl mertebesindendir, Rabbani bir konuşmadır; veyahut esmâ mertebesinden olur, 'Hak'kânî bir konuşma olur. Bunun ötesindeki konuşmalarımız zaten çok çok enderdir!
Esmâ mertebesinden olan konuşma nasıl olur? ...
İlâhî isimlerin mânâları hakkında olan konuşmalar, 'Hak'a ait Hakkanî konuşmalardır! . İlâhî isimlerin mânâları konuşulduğu zaman Hak'tan sözedilmiş olur.
HAKK’I GÖRMEK
“BENİ GÖREN HAKK’I GÖRMÜŞTÜR! ”
(Soru: Rasûllulah Efendimiz aleyhisselâmın 'Beni gören hakkı görmüştür' açıklaması ışığında düşünerek Rasûlullah aleyhisselâmın Ruh-u Âzâm’ın mânâlarından sadece bir mânânın yeryüzünde açığa çıktığı mahal olmasını nasıl düşünelim açabilir misiniz? ...)
Hz. Muhammed aleyhisselâm, “BENİ” derken, aslında beden boyutunu kastetmiyor… Kendisinde açığa çıkan Esmâ boyutuna işaret ediyor! .
“GÖRMEDİĞİM ALLAH’A İBADET ETMEM! ”
“Görmediğim Allah`a ibadet etmem” diyor, Hz. Ali...
Sahabeden bir başka Zât da:
“Hiç bir şey görmem ki o gördüğüm şeyden evvel Allah`ı görmüş olmayayım.” diyor. Yani önce “Allah”ı görürüm; sonra “O”nu, o sûrete bürünmüş olarak kabul ederim! .
Diğer bir ifadeyle; Önce O şeyin “nefs”ini, sonra da büründüğü sûreti görürüm... diyor.
“O”, herşeydir! . Her şey, “O”nun ef`al mertebesindeki görüntüsüdür...
Esmâ mertebesinde ise; sırf mânâlar söz konusudur... Madde veya mikrodalga yahut ışınsal kökenli varlıklar burada bahis konusu değildir! . Burası vahdet mertebesidir...
Vâhidiyet, varlığın, TEK varlığın, kendini bilmesidir! . Sıfat mertebesidir.. Burası; Ceberrût Âlemi`dir.
HER BİRİMİN VE ZERRENİN HAKİKATİ,
“O”!
“Hak” ismi ile kastettiğimiz varlık, her zerrede, her “zerre” adı altında tümüyle; yani, zâtıyla, sıfatı dediğimiz benliği hüviyeti ile ve bu benliği hüviyetine ait sayısız mânâlar ve bu mânâların bir kısmının isimleri olan Esmâ-ül Hüsnâ ile ve bu mânâların ortaya çıkışı demek olan, Ef’al mertebesi hâli mevcuttur...
Kısacası, her “zerre”, Hak’kın varlığı dışında hiçbir şeye sahip değildir! .
Bu böyle tahta, taş, hayvan, nebat, gaz, dünya, yıldız, galaksi, kara delik veya boşluk gibi hangi isimle neyi kastedersek edelim, bu isimlerin müsemması olan varlık ancak ve ancak “Hak” kın varlığıdır! .. İsimlerin müsemmasında, Hak’tan gayrına ait hiçbir varlık kesinlikle mevcut değildir.
Her 'insan' ismi altında, mutlak olarak hükmünü yerine getiren Hak'tır!
Evet...
O! ...
Her birimin ve zerrenin Hakikati; özündeki Rabbi, Melîki, İlâhı (Ulûhiyet mertebesinin özelliklerinin, yani sıfat ve esmâ mertebesinin olduğu boyut) olan, O! .
Gerçekte, vehmî (var sandığın) benliğinin ardındaki gerçek, O! .
Tanıyamaman yüzünden cehennem yangınlarını şimdiden yaşadığın; O! .
Bilgisizliğin yüzünden hayâlinde yarattığın tanrıya tapınarak şirke düştüğün; bundan dolayı da mahrum kalıp hüsrana uğrayacağın; oysa özündeki, O! .
Gökte ararken, sırrında, gizli derûnunda ve daha da içerinde erebileceğin, O! .
Algılamakta olduğun her ŞEYin hakikatinde olan, O! .
Fark ettiğinde, benlik dağını paramparça edip, “yok”luğunu, aslında hiç “var” olmamışlığını hissettirecek, O! .
İnsan “ismi anılan bir şey değilken, yok iken”, kendi özellikleriyle varlığa çıkartıp; sonra tekrar “yok”luğumu fark ettirip; sonra tekrar bu gerçeği bilmiş olarak yaşatırken; bunun hakkını verememenin cehennemini ebediyen yaşatacak olan, O! .
Sana, “ben” kelimesi ile işâret ettiğin varlık dağını paramparça edecek sırra işaret ettiği halde; farkındalığı da açığa çıkarmayan; bunun a’mâlığı ile dünyanı değiştirtecek olan, O! .
Gel dostum; yarın her şeyinle terk edeceğin bu dünyanın, ölümle uyandığında senin için hiçbir anlam taşımayacak işleriyle kafanı bu kadar yorma! . Sonsuzlukta süregidecek yaşamın için bir şeyler yap! ..
Sana, Hakikatinin ne olduğunu ve özelliklerini bildirmek için inzâl olmuş (gökten inmiş(!) değil) , SIRLAR Kitabı Yüce Kur'ân’ı anlamak için biraz zaman ayır kendine! .. Allah Rasûlü sana ne getirmiş, niye getirmiş bunu sorgula! .
Sonradan pişmanlık asla sana yarar sağlamayacak; elinden kaçırdığın devlet kuşunu bir daha kesinlikle yakalayamayacaksın! .
Sana, sensiz, “Sen”dekini anlatan bu Muhteşem Kitap’taki bilgileri ve onu sana ileten Allah Rasulü ve son Nebî Muhammed Mustafa aleyhiselâmı değerlendiremezsen, bil ki sonun sükûtu hayâl ve hüsran olacaktır! .
Zirâ ölünce (boyut değiştirince) göreceksin ki, var sandığın “tanrı” meğer hiç var olmamış! .
HAK,
HER ZERREDE AYNI ÖLÇÜDE ZÂHİRDİR!
Deccal, Müslümanlar dışındakilere İsa’yı yollayan “baba” olarak kendini tanıtırken: Müslümanlara da kendini “HAK” olarak tanıtacak ve “Varlığımda tapındığınız haktan başka bir şey yoktur. Ben Hakkım. Burada size zâhir oluyorum. Bana secde etmeyen hakkı inkâr etmiş olur” gibi fikirlerle ortaya çıkarak onları kendine tâbi kılmaya çalışacaktır! .
Oysa kesinlikle bildirilmiştir ki “TANRI YOKTUR! TANRI’lık KAVRAMI” geçersizdir! ... Hak, her zerre de aynı ölçüde zâhirdir! . Yalnızca bir birimin, kendisinin Hak olduğunu iddia ederek başkalarını kendine secde ettirmeye kalkışması, akı kara, karayı ak göstermek yani deccaliyettir; bâtıldır; kandırmacadır! .
Milyarlarca galaksiyi kapsayan evren içre evrenler, “ALLAH” ismiyle işaret edilen tarafından ilmiyle ve ilminden, ilminde vücut bulmuşlardır! .
“EŞYA”NIN HAKİKATİ
“Eşyanın hakikatı”, görüp bildiğim her şeyin hakikatı demektir ki; bu da en dar görüşlü insanın bile anlayacağı şekilde, görülenin ardındaki gerçek, demektir! .
Nedir eşyanın ardındaki hakikat? .. Ki, biz ondan perdeliyiz..?
Eşyayı, zulmet perdeleri dolayısıyla görmekteyiz! .
Zulmet perdelerinden kurtulunca, eşyanın ardındaki hakikatı görürüz ki, o da, Allah İsimlerinin mânâlarıdır. Ki aynı zamanda işte bunlar da Nur perdeleridir!
İNSANIN
KENDİ HAKİKATİNİ GÖRMESİNE ENGEL OLAN,
GÖZBEBEĞİDİR
Sakın aynada gördüğünüze aldanmayın! .
İnsanın kendi hakikatını görmesine-anlamasına en büyük engel, gözbebeğidir!
ZÂHİR GÖZÜYLE GÖRDÜĞÜNE
“HAK” DİYEMEZSİN!
Sınırlı müşahedede, müşahede edilecek mahalde verilecek isim, 'halk' ismi olur. Sınırsız müşahede söz konusu ise, bu defa müşahede edilene verilecek isim 'Hak' olur. Zâhir gözüyle, 'Hak'kı görmek muhaldir! Çünkü zâhir gözü, mutlak olarak sınırlı görür! Zâhir gözü mutlak olarak sınırlı gördüğü için, zâhir gözüyle gördüğüne 'Hak' diyemezsin, 'halk' demek mecburiyetindesin! .. Çünkü, sınırlı olarak müşahede ettiğin her şey terkiptir ve 'halk' ismine bağlanır! ..
Allah'ı, ancak bâtın gözü ile müşahede edebilirsin. Bâtın gözü ile müşahede edebilirsin derken, ne demek istediğim anlaşıldı mı?
Zâhir isminin de mânâsı, Bâtın isminin de mânâsı Allah'a aittir! .. Fakat Allah'ı zâhirde görüyorum diyemezsin! Çünkü “zâhir” dediğin âlem, kısıtlılık âlemidir! Neye göre? .. Senin görme boyutuna, görme işlevini yapan nesnene göre! .. Çünkü görme dediğin fiil, göz aracına bağlı değil mi; beyne bağlı değil mi?
Dolayısıyla, bu mahaller de, Hakkın zâhir ismi yönünden, her ne kadar Hak ise de; nihâyet belli bir terkip, belli bir kâbiliyet ile kayıtlıdır. Kayıtlı varlık, kayıtsız varlığı göremez! .. Kayıtlı varlık kayıtlı varlığı görebilir!
Kayıtlı varlığın, kayıtlı varlığı müşahedesi dolayısıyla da ben 'Allah'ı görüyorum' diyemezsin! 'Ben Allah'taki mânâlardan meydana gelen âlemi müşahede ediyorum' diyebilirsin!
HAKİKAT’İ GÖRMENİN YOLU
Yaşamdaki-varlıktaki hakikati görmenin yolu; daima, şuur boyutunda Tek'ten çok'a bakışla mümkündür!
HER İNSAN
ÖLDÜĞÜ ZAMAN “HAKİKAT” İ GÖRÜR!
'Her insan öldüğü zaman hakikati görür'den murad, kendindeki ilâhi varlığı müşahede eder demektir! .. Kendindeki ilâhî varlığı müşahede etmesine rağmen, dünyadaki yaşantısında, o ilâhî varlığa ulaşamamış olduğu için; kendi Rabbı hükmü altında, kayıtlı kaldığı için, manevî cehennem meydana gelir.
“HAKİKAT” VE “ŞERİAT”
“İNSAN”IN
“HAKİKAT”İNDEKİ MERTEBELERLE İLİŞKİSİ….
ŞERİAT, “SİSTEM”;
HAKİKAT,
“SİSTEM”İN UYGULANMASIDIR!
ŞERİATI İNKÂR EDEN,
“HAKİKAT”İ İNKÂR ETMİŞ OLUR…
Şeriat ve hakikat ayrı iki şey değildir..
Birisi sistemdir, ikincisi ise sistemin uygulanması.
Dolayısıyla, şeriatı inkâr eden, aynıyla hakikatı inkâr etmiş olur! Çünkü şeriat, hakikatın fiiler mertebesindeki adıdır! .
Şeriat, hakikat esasları üzerine bina edilmiş, hakikatın gerekleri üzerine düzenlenmiş fiillerden ibarettir...
İş böyle olduğu zaman, kim ki şeriatı inkâr eder, o kimse “hakikat”in ne olduğunu bilmeyenlerdendir! Çünkü şeriat aynıyla hakikat temeline dayanarak bina olmuştur! . Hattâ, şeriat adı kalkar, şeriat adı kalktığı zaman varolan hakikattır ve hakikatın fiilleri, şeriatın gereği olan fiillerse, gene aynıyla şeriattır! .
Yani netice olarak kim ki şeriattan bir hususu reddeder veya inkâr eder, o hakikatı redddetmiş veya inkâr etmiş olur.
Bizim ef’al mertebesinde gördüğümüz bütün fiiller hakikata dayanır.
”Hakikat” dediğimiz şey, Hak’kın varlığı ve onda mevcùd olan mânâların âşikâre çıkışıdır... Bu mânâlar, âşikâre çıkarken, terkibiyet hükmüyle zâhir olduğu için biz ona “beşerden meydana geliyor! ” deriz...
Beşerden meydana gelen fiiller, eğer terkib hükmünün neticesiyse, tabiatı-duyguları-şartlanmaları ve neticesi alışkanlıkları ortaya koyar! .
Alışkanlıklar-şartlanmalar-tabiat-duygular dediğimiz şey ise; tabii hükmüyle ortaya çıkması halinde ilâhi emirlere ters düşer! . İlâhi emirlere ters düşmesinin sebebi de, beşeriyet kayıtları içinde, yani Hak’kın belli isim terkibi-mânâları içinde kalması dolayısıyladır… Ki bu da kişinin neticede âkibette cehennemini meydana getirir.
İNSANLIĞIN ÖNDERİ,
“MUTLAK HAKİKAT”E DİKKATLERİ ÇEKEREK,
İNSANLARI UYARMIŞ VE BU GERÇEĞİ
İDRÂK EDİP GEREĞİNİ YAŞAMALARINI İSTEMİŞTİR
-Pardon Elf, lütfen mâzur gör, şurayı anlayamadım...
TEK, nasıl oluyor da çok boyutlu çokluğu meydana getiriyor? .
-Elbette mâzursun Cem! Beş duyu blokajlı ilkel beyinler arasında şu düzeyde düşünebilmen bile çok büyük bir olay! Elbette mâzursun!
TEK, bilincinde, sayısız mânâlar ve oluşlar geçirmiş; ve bunları bilincinde geçirmesiyle birlikte de, boyutlar ve boyutların seyredicileri olarak algılamıştır!
Zîra, her boyut ve o boyutun varlıkları, ancak gene o boyutun algılayıcı varlıkları tarafından seyredilebilir...
Ama, o seyredicilerde seyreden de gene O TEK bilinçtir!
Dolayısıyla da var olan yegâne mevcut TEK'tir!
Zaten sizin önderiniz olan kişi de insanları bu konuda uyarmış ve
'Sakın boş yere tanrılara tapınarak ömrünüzü hebâ etmeyin! Tanrı yoktur, ilâh yoktur! . Dolayısıyla, tanrılık mefhumu da yoktur!
Yegâne var olan TEK'tir, yani 'AHAD'dır, 'ALLAH'tır' diyerek bu mutlak gerçeğe dikkatlerinizi yöneltmek istemiştir!
Cem'in kafası biraz daha bulandı, karıştı! ...
İslâm'ın Tanrı anlayışını hiç böyle düşünmemişti, bugüne kadar!
Çeşitli şekillerde ve yapılarda bir çok tanrı yok; bir tane tanrı var; onun da adı Allah'tır; gibi düşünmüştü bugüne dek!
Oysa Elf, ona şimdiye kadar kimsenin böylesine açık bir şekilde anlatmadığı bir gerçeği vurguluyordu:
'Tanrı yoktur! Tanrılık kavramı yoktur'!
'ALLAH', mevcut olan TEK vücûttur! AHAD'dır!
Hemen aklına İslâm’ın kutsal kitabındaki 'İhlâs' sûresi geldi... ne diyordu...
'ALLAH Ahad'dır... TEK'tir... O'na, ne bir şey girer ne de Ondan bir şey çıkar... Ne O, bir şeyden meydana gelmiş, ne de O'dan meydana gelmiş ikinci bir şey vardır! O'nun misli, dengi, benzeri de mevcut değildir, TEK'tir! .'
-Elf, hiç bugüne kadar 'ALLAH'ı bu mânâda düşünmemiştim! Ne kadar değişik bir yaklaşım bu!
-Cem, sizin, bu konudaki Önderinizin açıklamalarından hiç haberiniz yok!
Siz hâlâ, geçmiş 'tek tanrılı' topluluklar düzeyinin ilkelliği içinde yaşıyorsunuz!
Önderiniz, dünyaya gelmiş geçmiş en üstün değerlendirme ve gerçekleri açıklama gücüne ve yetisine sahip, birim olmasına rağmen; çok üzücüdür ki sizler O'nu hiç anlayamamışsınız!
O, size evrensel bir gerçeği açıklamış ve buna göre o gerçeği idrâk edip yaşamanızı istemişken, maalesef sizler hâlâ binlerle asırdır devam edegelen 'tek tanrı' anlayışı içinde yaşamınızı sürdürüyorsunuz...
Konunun şeklinde ve taklidinde dalgalanıp duruyorsunuz...
Anlamıyorsunuz, düşünemiyorsunuz 'Tanrı-İlâh yoktur, sadece ALLAH vardır' mesajının mânâsını!
Ve dolayısıyla da bu ömür sermayesi böylece uçup gidiyor elinizden! .
-Elf yemin ederim ki, beynim içinde sanki binlerle bomba patlamış da hurdahaş olmuşum gibi! Sana da mâlûmdur ya!
Bilemiyorum ne diyeceğimi ve nasıl bir sistem oluşturacağımı... Sayısız sual çıkıyor bir anda...
MÂdem, bir Tanrı bir ilâh yok, -ki İslâm Dini’nin ilk esası da buna iman etmek- öyle ise bunca ibadet niye? . Kime? . Niçin? .
Offf! Kafam duracak neredeyse! Eğer bu şoku atlatabilirsem bravo bana! .
-Atlatırsın, atlatırsın! Zaten başka çaren de yok! Sizin tâbirinizle, ya bu deveyi güdeceksin, ya bu deveyi güdeceksin!
Değil mi ki gerçeğe tâlip oldun, onu elde etmenin sıkıntılarına da göğüs gereceksin ki huzur ve saadetine de eresin!
-Peki, lûtfen söyler misin o zaman, Allah'ın bir tanrı olmadığını açıklayan kişi, niçin ibadet adı altında bir çok fiilden sözetmiş!
Tanrı varolmadığına göre, kime ve niye ibadet edilsin? .
Tanrı varolmadığına göre, tanrılık kavramı da yoktur elbette!
Öyle ise, dindeki ibadetler niye? .
“HAKİKAT”İN ECEL ANINDA
VEYA ÖLDÜKTEN SONRA YAŞANMASI
MÜMKÜN DEĞİLDİR!
Hakikat, dünyada yaşanırken idrâk edilecek, hissedilecek ve de yaşanacak bir olaydır. Ecel anında veya öldükten sonra yaşanılması mümkün değildir! .
GEMİ, “ŞERİAT”TIR... DENİZ “HAKİKAT”!
“RUH”UNUN ENERJİ İHTİYACINI(“NUR”UNU)
İBADETLERLE ELDE EDEBİLİRSİN ANCAK!
Gemi Şeriattır.. Deniz Hakikattır..
“Şeriat” demek; işin zâhir plânı demektir. İşin zâhiri ile oyalanmak, zâhiri ile yaşamı devam ettirmek demektir.
'Hakikat' hakkel yakîn yaşanacak bir mevzudur. Birimin zâhir gözüyle ötede bir yerde göreceği bir şey değildir! .
'Ben vuslata erdim, gerçeği gördüm, hakikatı idrâk ettim, artık bundan sonra ben ibadet etmiyorum! . Ne yukarıda bir tanrı var ve ne de ibadete ihtiyacı olan bir varlığım.' diyerek bir kişinin ibadetleri terketmesi hoş görülebilir mi? .. Bu hali yerinde midir? .. Yaptığı bu iş doğru mudur? ..
Bu gerçekten tasavvufta son derece önemli bir konudur.
Bir çokları, bu hususta kendilerine örnek olarak gösterilen kişilerin davranışlarını da kabul etmezler. Meselâ, derseniz ki; hakikata ermiş bulunan Abdülkâdir Geylânî, Bahaeddin Nakşıbendî, İmam Gazalî, Muhyiddin Arabî, Hacı Bektaş Veli gibi zevâtın hiç biri de ibadetlerini terketmemişlerdir. Hemen buna kılıf takıp, onlar örnek kişilerdi, bunun için yapmışlardı, derler.
Oysa 'ibadet' adı verilen bu çalışmalar, Allah'ın esmâ ve sıfatını izhar kanunları gereği ve sonucu olarak zorunludur ki, bunu idrâk edemezler.
'ALLAH'IN SİSTEMİNDE ASLA DEĞİŞİKLİK OLMAZ'
Madde bedenimiz, fizik bedenimiz nasıl enerji ihtiyacını karşılamak için yemek - içmek zorunda ise; 'RUH' dediğimiz 'Halogramik dalga bedenimiz' de enerji ihtiyacını yani 'nur'unu, “ibadet” denilen beyin çalışmaları sonucu elde eder. Şayet bu çalışmaları ihmal ederseniz, 'nur'unuz, yani ölümötesi yaşam bedeninizin enerjisi yetersiz kalır. Bunun neticesinde de hiç hoşlanmayacağınız, size azap verecek şartlar içinde hapis kalırsınız.
Hakikatı yaşamakta olan bir mahal, şu anda yeryüzünde hayatına devam ederken, yaşadığı halin değil, bedenin içinde bulunduğu şartlar sonucu nasıl yiyip içmeğe devam etmek zorunda ise; ve bu yiyip-içişi nasıl hakikatı yaşamasına engel değil ise; aynı şekilde ruh bedeninin ihtiyacı için de o ibadetlere devam etmek zorundadır! . Aksi takdirde, hakikatı ne kadar bilirse bilsin, o enerji ya da 'nur' eksikliğinin sonuçlarına katlanmak mecburiyetinde kalacaktır! .
“HAKİKAT”,
“ZÂHİR”İN TA KENDİSİDİR!
DÜNYADA VE YAŞANILAN FİİLLER ÂLEMİNDE
AYNEN MEVCUTTUR!
Esasen, 'hakikat', şuur boyutunda yaşanan bir şeydir! . Her boyut kendi varoluş sistem ve kuralına göre yaşanır. Gerçekten hakikata ermiş yakîn sahiplerine de bu gizli kalan bir durum değildir.
Bu sebeple de, eğer bir kişi de bu tür eksiklikler görülürse, genellikle onun henüz tam anlamıyla hakikata ermemiş olduğu, olaya kulaktan dolma kuru bilgiyle yaklaşmakta olduğu düşünülür! .
Zirâ, hakikatta, şeriata ters düşen bir durum görülmez! .
'Hakikat' hakkel yakîn yaşanacak bir mevzudur. Birimin zahir gözüyle ötede bir yerde göreceği bir şey değildir! .
Şurada bu ilâhî isimlerin mânâları böyle bir terkibi, böyle bir mânâyı ortaya koyuyor. Ortaya konan bu mânâ çeşitli isimlerin bir terkib halinde aşikâre çıkışından başka bir şey değil! . Bu isimler bu fiilleri ortaya koyuyor, diyeceğiz.
Fiîli görme düzeyinde kalırsak, bu fiil, bu isimlerin mânâları olarak ortaya çıkıyor, diyeceğiz! .
Hiç fiîlin üstünde durmayıp, mânâyı düşünürsek, bu isimlerin mânâları bu şekilde âşikâre çıkıyor diyeceğiz.
Kendimize baktığımızda ise olay çok farklı olacak... Kendi varlığının 'Ben' kelimesiyle kasdettiğin varlığın, Hakk’ın isimlerin mânâlarından başka bir şey olmadığını, 'Hak' olduğunu idrâk etmekle birlikte; bu mânâların bir terkip şeklinde, bu bedeni meydana getirdiğini, oluşturduğunu; bu bedende meydana gelen isteklerin, arzuların, 'canım istedi' dediğin şeylerin, bedenin tabiatından ve alışkanlığından başka bir şey olmadığını müşahede ederek, tabiâtını ilahi emirler istikametinde bastırıp bâtınında 'Hak' olarak yaşayacaksın!
Hakk’ı müşahede edecek, kendi bünyende, varlığının 'Hak' olduğunu müşahede edeceksin; ikinci bir varlık müşahedesi, idrâkı, tahayyül kalmayacak! .
Ancak “Hak” oluşunu bilmekle birlikte, isimlerin manâlarının bir terkib halinde bu bedeni, bu varlığı oluşturduğunu da bilerek, tabiatının istikâmetindeki hareketleri terk edeceksin! . Alışkanlıkları terkedeceksin! . Menfaate düşkünlüğü terkedeceksin! . Kendi hakikatına bakabilmek için! .
Daha evvelki sohbetlerimizin birinde, ”din, hakikatın zâhire çıkması hâlinde verilen isimdir” dedik. Ve ilâhi hükümlerin; hakikatın gereği ve zarureti olan hükümler olduğunu ifade ettik. Ve dedik ki;
”Kim ilâhi hükümlerden bir hükmü veya Rasùlullah’ın bildirdiği hükümlerden bir hükmü reddederse, o reddettiği hükümle, hakikatı reddetmiş olur!
Öyleyse “hakikat” denilen şey, ilâhi hükümlerden tebliğ edilenlerden ayrı bir şey olmadığı gibi; “hakikat” da “zâhir” denilen şeyin ta kendisi olup; aynı şekilde Dünya’nın ve yaşanılan fiiller âleminin ta kendisidir! Yani,”Hakikat”, hakikat mertebesinde mevcuttur değil; ”Hakikat”, esmâ ve efal mertebesinde de aynen mevcuttur! Ancak müşahede edenin perdeli olması hâli dolayısıyladır ki; hakikat, efal mertebesinde müşahede edilemez!
GERÇEĞİ GÖRME ŞANSIN
İnsan, hayâlleriyle kozasını örer; sükûtu hayâl ile gerçeği görme şansını elde eder; bunu değerlendirirse de kozası biraz daha delinmiş olur! .
Objektif bakmadıkça, gerçeği göremezsin; şartlanmalarından arınmadıkça objektif bakamazsın! .
GERÇEĞİ İDRAK
Gerçeği idrâk ederek, 'insan'lık ve 'halife'lik şeref ve haysiyetine ulaşmak isteyenler, şunu âcilen ve zorunlu olarak idrâk etmelidir ki; mukallitten ders alınmaz ve TAKLİDLE HAKİKATE varılmaz! .
Seyr, Gerçeği idrâkla başlar.
İnsanlığın yolu, gerçekleri görebilmek, kabullenebilmek ve hazmedebilmekten geçer! .
Kendini aldatmak mı, gerçeği yaşamak mı daha iyidir sence? .
HAYATIN GERÇEĞİ
Hayatın, hayâl desteği; sükûtu hayâl ise gerçeğidir! .
Hayâllerle ördüğün kozanın dışındaki gerçekleri araştırmazsan, bil ki yarın seni pek çok sükûtu hayâl beklemekte! .
HERKESİN GERÇEĞİ
Herkesin gerçeği, onun idrâkinin eriştiği kadarıdır! .
GERÇEK
GÖRESELLİK KABUL ETMEZ
Göresel olan, gerçek değildir... Gerçek, göresellik kabûl etmez! ..
GERÇEK, HEP AYNI …
Gerçek, hep aynı gerçek! .
Değişen sadece, duyan- gören- bilen ve idrâk edenlerin bakış açıları ve seviyeleridir.
DEĞİŞEN, GERÇEK DEĞİLDİR
Gerçekler değişmez! . Değişenler ise, gerçek değildir.
YAŞAMINI GERÇEKLER ÜZERİNE KUR Kİ…
Yaşamını 'ZAN' üzerine değil; kesin gerçekler üzerine kur ki, pişman olmayasın! ..
Zanlarınızdan arınmadıkça, gerçeğe erişmeniz mümkün değildir.
Misâli, gerçek sanma! ..
GERÇEĞE OLAN UZAKLIĞINIZ
Yaptıklarınızın gerçek sebebini bilemiyorsanız, bu, ‘’Gerçeğe’’ olan uzaklığınızdandır.
“HAKİKATİ”Nİ (“ÖZ”ÜNÜ) İDRÂK EDİP
HİSSETMİŞ OLSAN DA YİNE DE
BEDEN VE RUH BOYUTUNUN ŞARTLARINA GÖRE
YAŞAMINA YÖN VERMELİSİN!
Aslı, “Hû”… Nesli de “Hû”… Ancak, varlığın Özünde işlemekte olan bir “Sistem”i fark etmemiz gerek… “Din” bunun için bildiriliyor (Bkz/ H / “Hû”)
“HAKİKAT”İ ZANNINDA ARAMA…
İLÂHİ HÜKÜMLER İSTİKAMETİNDE ARA!
Önce kelimeler, sonra şartlanmalar ve nihayet “var sandığın varlığınla” sen, hakikatı müşahededen perdelenirsin… Bu perdelenişinin altında da senin “zannın” yatmaktadır ki; zan hakikattan bir şey ifade etmez!
Hakikatı “zannında” aramıyacaksın; hakikatı, İlâhi hükümler istikametinde arayacaksın!
Ancak bu şekilde hakikatı müşahede edenlerden olursun! Çünkü Kurân‘da birçok yerde
“Onlar ancak zanlarına tâbi oluyorlar; ZAN İSE HAK’TAN BİR ŞEY İFADE ETMEZ”(53-28) hükmü vardır.
SAF GERÇEĞE
(“SİSTEM”İN GERÇEKLERİNE) ERMEK;
KENDİNİ “HAKİKATİ”NLE TANIYABİLMEN İÇİN
ALLAH AHLÂKI İLE AHLÂKLANMALISIN
Senin kendini, hakikatınla tanıyabilmen için, zâtının tekliği yönünden harekete geçmen gerekir... Zira, sadece tekliğini bilip, mânâları kendinde bulamaman, senin ancak, hayâlini kendine TANRI seçmiş olduğunu gösterir. Bu huylarını, Allah’ın ahlâkı ile genişletmedikçe; yani sen “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmadıkça”, Allah’ı tanıyamazsın! ..
Tanıdığını iddia ediyorsan, bu tanıdığın ancak belli ölçülerle kayıtlı bir ilâh olur. Allah’ın bir yönü olur! .
Hz.Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ne diyor…
“Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız! .”
Hayatta hiç bir konuya kişisel gözle yaklaşmamak gerekir, saf gerçeği algılayabilmek için! .
Objektif ve global bakış açısı gereklidir, iyi değerlendirebilme yapmak için.
Bir yöreye, bir ülkeye, bir topluma GÖRE olan gerçeklerden değil, evrensel sistem içindeki yeri itibariyle o konuyu değerlendirmek önemlidir! .
Kozanızdan kurtulmak istiyorsanız, her şeyin hikmetini, oluş sistemini; hangi oluşların o şeyin olmasına yol açtığını düşünmeye çalışıp, sonra değerlendirmenizi yapın! .
Hikmete erdikçe, “Sistem”in öyle gerçeklerine yaklaşacak ve onları fark edeceksiniz ki, artık sınırlı ülke vatandaşı kişiliğiniz yanı sıra sınırsız evrensel gerçekler vatandaşı kişiliğine de yaklaşacaksınız! .
SANA “HAKİKAT”IN İLMİ GELDİKTEN SONRA
ONLARIN ARZULARINA, HAYÂLLERİNE TÂBİ OLURSAN,
O ZAMAN ZÂLİMLERDEN OLURSUN!
Şimdi sen tut de ki:
- Canım nasıl olsa neticede iman ettik cennete gireceğiz, burada bildiğimiz gibi yaşayalım! .
Yaşıyorsun ama, her yaşadığın, attığın adımla, şuradaki 5 dakikalık, 5 senelik zevk için, oradaki sonsuz sürelerle kendini kayıtlıyorsun.
Bunu bırak; cennete girdin, ya cennetin içindeki cennet ehlinin arasındaki derece farkları! .
Eğer ki bir adam benim uçmak hoşuma gidiyor deyip de 30 saniyelik, 20 saniyelik düşüş zevki için kendini pencereden atsa, düşüp her tarafı kırılsa, sen bu adama -akıllı’ mı dersin? ..
Demezsin! . Ama 5 senelik, 10 senelik dünya hayatı için, milyarlarca senelik geleceğini feda ediyorsun! .
Öyleyse bize düşen iş, bütün bunlardan ibret alıp, yiyip içip yaşayarak ömrü tüketmek değil; tabiatımızla mücadele etmek! .
Bu mücadeleyi etmediğimiz sürece kendimizi aldatmış oluruz.
Kim bu mücadeleye gerek yok, diyorsa, o maalesef kendini aldatanlardandır! . Terkîbi, onu o şekilde konuşturuyordur, o şekilde yaşatıyordur!
İlmi yoktur, câhildir; geleceğe ait gerçekleri bilmez; konuşur! .
Ve biz de bu ilim bu gerçek varken; buna rağmen, onlara tâbi olursak, kendi kendimizi helâka sürüklemiş oluruz, kendi amelimizle kendi azabımızı hazırlamış oluruz.
-SANA HAKİKATIN İLMİ GELDİKTEN SONRA ONLARIN ARZULARINA HAYÂLLERİNE TÂBİ OLURSAN, O ZAMAN ZÂLİMLERDEN OLURSUN! ’ (Bakara-145)
Bizde Tasavvufun lâfında kalmış kişilerde, Yunus’un dizeleri dilden dile dolaşır. Yeriz, içeriz, zevk yaparız, arada biraz namaz kılarız, senede 1 ay oruç tutarız, ondan sonra kendimizi tasavvuf ehli sanıp, deyip dilimize dolarız.
'Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç hûri
İsteyene ver sen onu,
Bana seni gerek seni.'
Acaba öbür tarafta 'Cennet' ve 'Cehennemin' dışında gidilecek üçüncü bir yer var mı?
Âhirete giden, kıyâmetten sonra iki yerden birinde olur muhakkak! .
Ya Cehennemde kalır, ya da Cennete gider!
Yani gidilecek yer, bu ikisidir! . Kim olursa olsun! .
En alt noktadaki kişiden, en yüce noktadaki kişiye kadar hepsi de mutlaka bu iki yerden birindedir! .
Senin Nebi’n Cennete gidecek; onun gittiği yeri beğenmiyorsan, ben orayı istemiyorum, diyorsan, ona bir diyeceğim yok! .
Yalnız cennet içinde yaşayanların yaşamları farklı olacak.
Ben Cennette çok daha iyi yaşam istiyorum. Cennette Hz. Rasûlullah’ın yaşamına ne ölçüde yaklaşabilirsem o ölçüde yaklaşabilmek istiyorum. Allah’ı en iyi tanıyanların tanımasıyla Allah’ı tanıyıp o şekilde Cennette yaşamak istiyorum dersen; başımın üstünde bu deyişin yeri var! .
Ama, bu mânâdan tamamıyla uzak bir şekilde, ben cenneti ne yapayım, ben Allah’ı istiyorum, demek saf bir hayâlden, aldanıştan, cehaletten başka bir şey değildir.
Çünkü, Cennet var, Cehennem var bir de Cennet ve Cehennemin ötesinde başka bir yerde Allah var; böyle bir anlayış tümüyle ham hayâldir! .
EĞER İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ “SİSTEM”İN
UYGULANMASINI (“HAKİKAT”İ) KAVRADIYSAK
KENDİMİZE VE KARŞIMIZDAKİNE BAKIŞIMIZ
NASIL OLMALI?
Karşımızdakine bakış açımız denince; karşımızdaki insan olsun, hayvan olsun, nebat olsun, ne olursa olsun, baktığımız mahalde mutlak olarak ilâhi mânâları müşahedeye gayret edeceğiz.
Karşımızda Ahmed'i, Hasan'ı, Ayhan'ı, Cemile'yi görmeyeceğiz!
“Burada, şu anda, bu isimler, şu bileşim halinde bu mânâyı dile getiriyor. Şurada bu ilâhî isimlerin mânâları böyle bir terkibi, böyle bir mânâyı ortaya koyuyor. Ortaya konan bu mânâ çeşitli isimlerin bir terkip halinde aşikâre çıkışından başka bir şey değil! .. Bu isimler bu fiilleri ortaya koyuyor” diyeceğiz.
Fiîli görme düzeyinde kalırsak, ”bu fiil, bu isimlerin mânâları olarak ortaya çıkıyor” diyeceğiz! ..
Hiç fiîlin üstünde durmayıp, mânâyı düşünürsek, “bu isimlerin mânâları bu şekilde âşikâre çıkıyor” diyeceğiz.
Kendimize baktığımızda ise olay çok farklı olacak... Kendi varlığının 'Ben' kelimesiyle kasdettiğin varlığın, Hakk’ın isimlerin mânâlarından başka bir şey olmadığını, 'Hak' olduğunu idrâk etmekle birlikte; bu mânâların bir terkib şeklinde, bu bedeni meydana getirdiğini, oluşturduğunu; bu bedende meydana gelen isteklerin, arzuların, 'canım istedi' dediğin şeylerin, bedenin tabiatından ve alışkanlığından başka bir şey olmadığını müşahede ederek, tabiatını ilâhi emirler istikametinde bastırıp bâtınında 'Hak' olarak yaşayacaksın!
Hakk’ı müşahede edecek, kendi bünyende, varlığının 'Hak' olduğunu müşahede edeceksin; ikinci bir varlık müşahedesi, idrâkı, tahayyülü kalmayacak! ..
Ancak “Hak” oluşunu bilmekle birlikte, isimlerin mânâlarının bir terkib halinde bu bedeni, bu varlığı oluşturduğunu da bilerek, tabiatının istikametindeki hareketleri terk edeceksin! .. Alışkanlıkları terkedeceksin! .. Menfaate düşkünlüğü terkedeceksin! .. Kendi hakikatına bakabilmek için....
BEŞERİ KAYITLARLA KAYITLANMAK SURETİYLE
“HAKİKAT”İNE İSYAN ETME
“Nefse zulmetme”nin mânâsı, nefsinin hakikatı olan Rubûbiyet kemâlini, Ulûhiyet kemâline genişletmemendir.
Bu noktaya işaret eden Hz. Rasûlullah, bunun için:
'Allah ahlâkıyla ahlâklanın'
demiştir.
Âdem`le Havva`nın Cennette, Cennet yaşamı içinde iken, kendilerini beden kabul etmeye yol açacak böyle bir fiille kayıtlanmaları, hâliyle bazı özelliklerinin perdelenmesine yol açmıştır...
Bu hâl, Âdem`de belli bir idrâkı doğurmuş, ve bu perdelenme hali,
'Rabimiz biz nefislerimize zulmettik' (7-23)
demelerini getirmiştir...
Âdem, rabbi olan esmâ terkibinin genişliği içinde hareket edemeyerek, beşerî kayıtlarla kayıtlanmak suretiyle hakikatına isyan etme durumuna düştü; ve sonra da bunun farkına vararak Nefsinin hakikatını yaşayamadığı için nefsine zulmetmekte olduğunu farketti ve bunun üzüntüsünü yaşadı.
“HAKİKATİ”Nİ KAYIT ALTINA ALMANIN YAŞAMI
VE BU KAYITLARI KIRMANIN SONUCU…
Kişinin üzülmesine, sıkılmasına, azâp duymasına, bunalmasına yol açan her şeyin kökeninde, kesinlikle mevcut olan şey, ya benliği, ya tabiatı, ya huyları; yani, bunlarla kendi hakikatını kayıt altına alması yatmaktadır. Bu kayıtları kırabilirse, kendine azap veren tüm nesnelerden de arınmış olacak; dünyada yaşarken cehennemden azad edilmişlerden, diye târif edilenlerden olacaktır! ..
Aksi takdirde, dünyada yaşadığı sürece de, öldükten sonra da çektiği azaplar çok çok uzun bir süre son bulmayacaktır.
HAKİKATİNİ BİLEMEYİŞİN SONUCU OLAN
YAŞAM …
“HAYVANSAL YAŞAM”!
Ef`al âleminde bulunanların bir kısmı, tümüyle kendini bilemeyişin gereği olan fiilleri ortaya koyarlar.
Kendi hakikatini ve ölümötesi yaşamı bilmeyişin sonucu olan bu yaşam tarzı, 'hayvansal yaşam' dediğimiz, yaşamdır... Tümüyle, bedene dönük fiiller içinde bir yaşam şeklidir...
HAKK’I BİLMENE RAĞMEN
HÂLÂ TERKİBİ KAYITLARLA, TABİATIN HÜKMÜYLE VE
ALIŞKANLIKLARINLA YAŞIYORSAN…
Beşerden meydana gelen fiiller, eğer terkib hükmünün neticesiyse, tabiatı, duyguları, şartlanmaları ve neticesi alışkanlıkları ortaya koyar! ..
Alışkanlıklar, şartlanmalar, tabiat, duygular dediğimiz şey ise, tabîi hükmüyle ortaya çıkması halinde, ilâhi emirlere ters düşer! .. İlâhi emirlere ters düşmesinin sebebi de, beşeriyet kayıtları içinde, yâni Hakk’ın belli isim terkibi, mânâları içinde kalması dolayısıyladır. Ki bu da kişinin neticede âkibette cehennemini meydana getirir.
ALDATIŞ VE ALDANIŞIN SONUÇLARI
NASIL YAŞANACAK?
Bal yiyenler var…
Kavanozunu yalayanlar var…
Bal yiyenleri duyup, dedikodusuyla ömürlerini tüketenler var! .
Bal yiyenler, yemeye devam ediyorlar…
Kavanoz yalamanın bal yemek olduğunu sanıp; çevrelerindekileri de buna inandırmağa çalışan saf kişiler ile, bunlara inanan anlayışı sınırlılar var! .
Bal yiyenlerin dedikodusunun, kendilerine bir şey kazandıracağını sanan; ya da bu dedikoduyla kendini teselli ve tatmin edenler var…
Dünya dönmeye ve sırası gelen yeni boyutta yerini almaya devam ediyor.
Siz bunlardan hangi sınıftasınız; sorguladınız mı kendinizi?
Kendisini çevresine, ‘’keşif veya fetih ehli’’, “velî”, “uyarıcı”, “mehdi” gibi empoze eden körler, acaba yarın öte boyutta ne halde olacaklar?
Bu aldatış ve aldanışın sonuçları nasıl yaşanacaktır? .
HAKİKATİN EDEBİ
Hakikatin edebi, hakikate sadâkattir.
'HAKİKAT' MÜŞAHEDESİNDE URÛC
Hakikat müşahedesi yolunda, benlik duygusu yönünden mücahede şarttır; bedenin tabiatı yönünden mücahede şarttır; şartlanmalar yönünden mücahede şarttır.
Bütün bu mücahedelerin sonunda muvaffak olunur ise, o zaman kişi müşâhede mertebelerinde urûc’a başlar.
Önce melekût âleminin müşâhedesine kavuşur, kesret sırlarına âgâh olur; sonra da ceberût âlemine urûc edip, esmâ âleminin sırlarına erer, olabildiğince...
İşte İsimlerin işaret ettiği mânâların sırlarına erme hâlinde dahi Vâkıfîn’i bir mücahede beklemektedir… Ki o mücahede, esmâ perdesinden kurtulmaktır!
Vâkıfîn’in mücahedesi, daha öncekilerde olduğu gibi, bir şeye veya bir hedefe ulaşmak için olmayıp; isimlerin mânâlarını seyr hâliyle kayıtlanmamak içindir.
Çünkü esmâ seyri öyle bir şeydir ki, yutar içine de farkında bile olunmadan dalınır gidilir...
İşte bu durumda cehd gereklidir ki, Esmâdan Zât’a teveccüh edilsin!
Aksi halde sonsuz sayısız esmâ mânâlarında seyr devam eder gider...
Dolayısıyladır ki, Zât müşâhedesine kadar, mücahede gerekli olur.
GERÇEĞE YÖNELTEN
Efendi odur ki, karşısındakine hizmeti vazife bilir ve onu gerçeğe yöneltir.
GERÇEĞİN ÂLEMİNE...
Gerçeğin âlemine, ancak, samimiyet ve tefekkür kanatlarıyla uçulur.
GERÇEK
VE SABIR...
Sabrı terketmeyen gerçeğe eremez! .
Yol boyunca birçok merhaleler katedip, çeşitli makamlardan geçecek, sabrımız nisbetinde gerçeğe ereceğiz!
GERÇEK İSTİKAMETİNDEKİ SÜRAT
Kişinin, ‘’Gerçek’’ istikâmetinde sürati, ferâgati nisbetindedir.
EY İPEĞİN İÇİNDEKİ...
“HAKİKATİ”Nİ TANIYARAK KOZANI DELİP
KELEBEK OLUP UÇMAYA BAK!
“Secde”, sadece alnı toprağa koymak değil; varlıkta mutlak hakiki yegâne varlığın O olduğunu, ötelere atmadan idrâk edebilmek ve her bir surette O’nun vechinin varolduğunu idrâk edebilmektir! .
Eğer biz bu idrâka gelirsek; ne Arab’ı hor görürüz, ne Acem’i hor görürüz, ne Kürd’ü hor görürüz, ne Alevi’yi hor görürürüz, ne Sünni’yi hor görürüz, ne herhangi bir birimi! .
Öyleyse bizim için “Allah’ın Halifesi olan insan” vardır. Ve hangi ırkta, hangi cinste, hangi dilde, dinde ortaya çıkarsa çıksın, biz onu sevip saymak, ona elimizden gelen saygı-hürmeti göstermekle mükellefiz!
Aksi taktirde Allah’tan ve gerçeklerden perdeli olarak şartlanmış gâfil bir birim olarak bu dünyadan geçer gideriz ki, bunun sonucu da ebediyyen azap ve ızdırap içinde kalmaktır. Çünkü kendimizin hakikatinden mahrum kalmış, hakikatimizi tanıyamadığımız için de karşımızdakini değerlendirememiş ve böylece de gaflet içinde, yani bir diğer günümüz ifadesiyle, koza içinde-kozadan çıkamadan bu dünyadan geçmiş oluruz.
Ya kozamızı delip kelebek olup uçacağız… Ya da kozayı delemeden kozayla birlikte kaynar kazanı boylıycak; ipek böceği misâli, kelebek olamadan tırtıl olarak ipeğin içinde ateşi boylayacağız!
İpeğin içinde olup da onun dışına çıkamadan o kozayla birlikte ateşi, kaynar kazanı boylamak, herhalde tırtıl için hoş bir şey olmasa gerek!
Öyleyse;
“Ey ipeğin içindeki! ”…
Kozanı delip, kelebek olup uçmaya bak… Aksi taktirde tırtıl olarak o kozayla birlikte kaynar kazan seni bekliyor! Gel sen aklını başına topla… Bir an evvel kozanı del, yaşamın gerçeklerini gör. Hz. Rasulullah’ın hitâbına kulak ver, O’nu değerlendirmeye çalış. Ebedi hayatını kurtarmaya bak! . Çünkü sana teklif edilen şeyler senin kendin için gerekli olan şeyler.
Ne Allah’ın sana ihtiyacı var...
Ne Allah Rasûlü’nün sana ihtiyacı var...
Ne Kurân’ın sana ihtiyacı var...
Ne de benim, sana ihtiyacım var!
Sen, sadece kendi geleceğini kurtarmak için bu söylediklerimi düşünmek, değerlendirmek mecburiyetindesin! .
Aksi takdirde pişmanlığın hiçbir zaman sana fayda vermeyecektir.
KENDİ “HAKİKATİ”Nİ YAŞAMAK
İÇİN VEHMİN TERKİ ŞARTTIR
Hakikat, dünyada yaşanırken idrâk edilecek, hissedilecek ve de yaşanacak bir olaydır. Ecel anında veya öldükten sonra yaşanılması mümkün değildir! .
Allah`ta kendini yok etmek, yâni Fenâfillah, muhaldir! ... İkinci bir varlık yoktur ki, o kendini Allah`da yok etsin! .
Vehmini terkedip kendi hakikatini tanımaktır esas olan! .
HAKİKAT NURLARININ
NEFSİNDE ORTAYA ÇIKMASINI TALEP
İstiğfarda da bağışlamanın 'Allah' indinden taleb edilmesi demek; beşerî kusurların örtülerek, hakikat nurlarının 'nefs'inde ortaya çıkmasını taleb etmek demektir.
Kalem, bundan ötesini satırlara dökmeye yetmiyor. Bağışlayın. Elbette ârif olan anlayacaktır işaretimizi.
BİLİNCİN VE BEDENİN ÜZERİNDE TASARRUFU OLAN
UYKU VE UYUKLAMASI OLMAYAN MERTEBELERİN
KUVVET VE KUDRETİNE SIĞINIP ONU
HAREKETE GEÇİREREK KENDİNDE AÇIĞA
ÇIKARABİLİR VE KORUNABİLİRSİN
Kişi korunmak istediğinde...
Dışarıya değil, içinden özündekine yönelir! ...
Hakikatinden bilincine olan akışta çeşitli boyutlar-âlemler-mertebeler hâlinde Â’ma mertebesinden, Ahadiyyetten, Vahidiyetten Rahmaniyetten, Arştan, Rububiyetten, Ubûdiyetten bilinç(nefs) mertebesine kadar tüm mertebeler kişinin özünde mevcuttur! .
Tıpkı bedende hücreler boyutu, hücrelerin içinde genler boyutu, onun özünde proteinlerin, onun özünde moleküllerin, onun özünde atomların, onun özünde dalgaların, stringlerin olması gibi... Ve dahi her boyutun kendi özelliğine göre şuuru olması gibi... Algılayanın kapasitesine göre tespit ettiği mertebeler veya âlemler veya boyutlar diyebileceğimiz şekilde...
İşte kişi, korunma amacıyla bir duayı okurken, kendi hakikatinde bulunan “Allah” ismiyle işaret edilene ait bir mertebenin kuvvet ve kudretine sığınarak, onu harekete geçirerek kendisinde onu açığa çıkartmakta; böylece de, korunmak istediği varlığa karşı beyninden yaydığı dalgalarla bir korunma kalkanı oluşturmaktadır.
Meselâ “Âyet’el Kürsi”yi okurken, tanrı olmadığından, hakikatin olanın Hay ve Kayyum oluşundan; hakikatindeki o mertebenin asla gafleti yani uyku ya da uyuklaması olmadığından, O mertebenin (kürsî) senin semâvât yani tüm bilinç(nefs mertebelerin) ve arz (bedenin) üzerinde tasarrufu olduğunu düşünerek, “ALLAH”ın varlığındaki kuvvet ve kudretini açığa çıkartmayı niyaz ediyorsun! ...
Ya da büyülere, cinlere, hasedçilere karşı korunma kalkanını oluşturmak için önerdiğimiz “DUA VE ZİKİR” kitabımızdaki “korunma” duaları ile, “FELÂK” ve “NÂS” sûrelerindeki duayı “eûzü birabbil felâk....”, “eûzü bi rabbin nâs.....” diye okumaya başladığında kendi hakikatindeki, varlığını meydana getiren esmâ mertebesinin rubûbiyet kuvvetine sığınarak, onun seni korumasını talep ediyor; bu anlamda beyninden yaydığın dalgalarla, sana yönlendirilen menfi dalgalardan kendini korumaya çalışıyorsun. Ne anlatmak istediğimi anlamaya çalışın lütfen…
Artık bu konuda, bundan daha fazlasını açıklamak bizim için mümkün değildir.
Rab-Rubûbiyet konusunu ve insanın nasıl Allah isimleri bileşimi olduğu açıklamasını “İNSAN ve SIRLARI” kitabından okuyabilir arzu edenler.
İşte Tüm korunma duaları bu mekanizmanın işleyişi bilinerek, ona göre gereken yönelimle yapılırsa muhakkak ki çok daha tesirli olur yaşamımızda.
“Allah” ismi ile işaret edilene, yani varlığını varlığıyla var edene iman, asla ötedeki varsayılan tanrı kavramına iman değildir bu yüzden! .
Hazreti Muhammed aleyhisselâmın açıkladığı “ALLAH”, gerçeğini anlamak, daha farkında olmadığımız sayısız hazinelerimizin anahtarıdır, meraklılar ve sorgulayanlar için.
İş ki bu bize kolaylaştırılmış olsun! .
Ehli hakikat elbette anlattıklarımızın çok daha fevkini bilir...
HAKİKATİ BİLME YOLU
NE ZAMAN AÇILIR?
'RAB' Rubûbiyet mertebesi sahibi olan anlamındadır. Rubûbiyet ise ilahi isimler diye bildiğimiz Esmâ-ül Hüsnâ’nın, hükümlerini âşikâre çıkartma özelliğidir.
Meseleyi bu şekilde anladığımız zaman, görürüz ki, senin Rabbin”, senin varlığında bulunan, varlığını meydana getiren ilâhî isimlerden başka bir şey değildir! . Ancak bu ilâhî isimler, sende 'bir terkip hükmüyle ve boyutlarıyla' âşikâre çıkar ki; bu çıkış da, senin birimsel mânâdaki varlığının kaynağı ve ta kendisidir.
Evet sen, terkibin hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları itibariyle, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibariyle de Allah'dan gayrı bir varlık değilsin.
Zâtını ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur eden tüm mânâların da ilâhî isimlerin neticesi oluştuğunu müşahede edebilirsen, işte o zaman, sana hakikati tanıma yolu açılır. Ve sen, kendini, benliğin itibariyle, tüm varlıkta çeşitli sûretler ve manâlar şeklinde tanırsın.
“HAKİKAT”İNDEKİ
İLAHİ KUVVELERE SIĞINMAK
“OKU”mak ise, geçerli olan sistemi (sünnetullah) algılayıp kavrayarak, bunun gereği olan DÜŞÜNCE ve DAVRANIŞI ORTAYA KOYMAKTIR! .
İşte bu “kavrayış ve gereğini yerine getirmenin” adı, Kur’ân’da “İKRA”, dilimizde “OKU”maktır! .
İmdi! .
Bir kişi fark ederse ki, bilincinde açığa çıkan bir fikir, kendisini bir dış tanrıya veya objeye yönlendiriyor; ona bağlı, bağımlı hâle getiriyor, kendindekini değerlendirmek yerine; işte bu noktada, sapma tehlikesiyle yüz yüzedir, demektir.
Buna karşılık...
“Eûzü B-illah...” uyarısı da, “Istaıynu B-illah” uyarısı da insanı, özündeki, ismi “Allah” olana yönlendirmek için bildirilmiştir! . Kişi, eğer bu uyarıları “OKU”yabilirse, görünmez varlıkların, onu, dış dünyası derinliklerinde kaybettirme çabalarından kurtarabilir, kendi hakikatindeki ilâhî kuvvelere sığınarak! .
“OKU”yamazsa bu iki uyarıyı; bu defa da dış dünyasının bir objesi ve oyuncağı olarak, bedensellik denizinin dalgaları arasında bir oraya bir buraya savrularak ölümü bekler! .
Hakikatindeki ilahî kuvvelere sığınmak nedir; nasıl olur; sorusunun cevabına gelince...
İşte “KUL EÛZÜ....”ler! .
“KUL”... Fark et, algıla, kavra, hisset ve sonunda dillendir ki...
“Eûzü bi-rabbil felâk”... Bilincimin algılayamadığı karanlıkları yarıp beni aydınlığa çıkaran varlığımdaki rabbanî (esma) kuvveye sığınırım...
“Min şerri mâ halek”... Yaratılmışların şerrinden...
“Ve min şerri gâsikın izâ vekab”... Basan karanlık dolayısıyla algılayamadıklarımın şerrinden...
“Ve min şerrin neffasâti fiylûkad”... Beyin dalgalarını iplikteki düğümlere yönlendirerek büyü oluşturanların şerrinden...
“Ve min şerri hâsidin izâ hased”... Hased eden kem nazar sahiplerinin hasedlerinden...
“Eûzü bi-rabbin nâs”... Sığınırım tüm insanların Rabbine, ki o varlığımın Hakikatidir! ...
“Melîkin nâs”... Tüm insanların hükmedicisine...
“İlâhin nâs”... Tüm insanların hakikatinde yer alan İlâhiyet boyutuna...
“Min şerril vesvâsil hannas”... En fark edilmez şekilde vesvese oluşturanın şerrinden..
“Elleziy yuvesvisu fiy sudûrin nas”... Ki o, insanların sadrında (şuurunda, hakikatleri hakkında) vesvese oluşturur!
“Minel cinneti ven nâs”... görünmeyen varlıklardan da olabilir insanlardan da bunu oluşturanlar..
Burada anlayabildiğimiz yönüyle ve kadarıyla bir çeviri yaptık KORUNMA Sûrelerine, konuya açıklık getirmek için.
Şimdi bunu topluca ele alalım... Önce Felâk Sûresi...
Varlığımı oluşturan Rubûbiyet mertebesindeki esmâ kuvvelerinin, yarıp açığa çıkarma özelliğine sığınırım, bana karanlıkta kalan hususlardan, algılayamadıklarımdan, üflemeyi oluşturan beyin dalgalarıyla bana büyü yapmak isteyenlerden ve üzerimdeki nimetlere hased eden kem nazarlardan....
Tam bir “zerre küllün aynasıdır” açıklama ve uygulaması mevcuttur Nâs Sûresinde...
“Kalpler Allah’ın iki parmağı arasındadır”! .. Birinde tasarrufla bir milyarda tasarruf aynı şeydir!
Şöyle ki...
Tüm insanların hakikatini meydana getiren, varlığımdaki-(“B”) -Rubûbiyet boyutuna sığınırım; ki kendimdeki bu sığınma aynı zamanda otomatik olarak tüm insanlarda oluşmaktadır aynı anda! .. Aynı zamanda “Melîkiyet” mertebesine, ki tüm bilinçlerde hükmedendir O her an! .. Ve dahi tüm insanları kendi sıfat ve esmâsıyla yaratana (ilâha) ... İnsanın şuurunda en sinsi şekilde vesveseler uyandırandan... Ki o vesveseler yüzünden insan derûnundaki Hakk’ı inkâr edip kendini et-kemikten ibaret olan bir insansı kabul edip hayvanî istek ve arzuları tatmin için yaşamak durumunda hisseder! .
Evet, bu yorum ve açıklamalar üzerinde biraz tefekkür edelim bakalım... Açıklamaya çalıştığımız şeyler acaba fark edilebilecek mi?
Kesin gerçek şu ki...
“İllâ Bi-iznihi”! .
“HAKİKAT”İNİ ANLADIĞIN ANDA,
MELEKÎ BOYUTTA KENDİNİ TANIMAYA BAŞLARSIN
(Soru: Meleği tanımadan kendi hakikatini tanımak, idrâk etmek, ALLAH'ı kavramak mümkün değil, buyruluyor... Melek boyutunu tanımak ne demektir? ..)
Kendini önce beden olarak tanırsın... Sonra idrâk edersin veya taklîden kabul edersin ki bir de ruhun varmış.... Bu, derinliğine giden bir görüş keskinliğine yol açar; “basiret” de denir.
Bunun da ötesine geçebilirse idrâkın... Tüm varlığın (elbette “ben” dediğin de buna dahil) asıl kökeni melekî boyutmuş; bunu farkedersin...
Bu boyutu farketmeden, anlamadan, idrâk etmeden, hissetmeden kendi hakikatini kavraman, hissetmen de kesinlikle mümkün değildir! ... Hele ki ötesine geçmek! .
Bu gerçekleşmeden, ötesinden sözetmek, ancak lâf salatası olur! . Yani, taklîden yapılan konuşmalar! .
İnsanın veya daha geniş kapsamlı anlatımıyla varlıkta var olan herşeyin kökeni Din’de ‘’Melekî yapı’’ olarak isimlendirilmiştir... Dolayısıyla insanın varlığı gerçekte bir melekî yapı ve özellikler toplamıdır... İnsan kendi hakikatini anladığı anda melekî boyutta kendini tanımaya başlar...
Tasavvuftan amaç da insanın kendi orijinini tanıması çalışmalarıdır...
Kişi kendi özüne doğru olan bu yolculuğu yapmazsa, Cennet ortamının melekî varlığı olmak yerine ruh boyutunda hakikatten perdeli olarak yaşamak zorunda kalır.
“HAKİKAT” YAŞAMI
“MARDİYE NEFS” BİLİNCİNİN ERİŞTİĞİ MERTEBEDE
HAKK’EL YAK’İN SONUCU YAŞANIR;
FETH” SAHİPLERİNCE!
Yüksek dereceli evliyaullaha göre, 'Mülhime'deki 'Mârifet' dikkate bile alınmaz! . Onlara göre o, önemli bir şey değildir.
Tarikat devresi olan 'levvâme' ve 'mülhime' idrâkından ve yaşantısından sonra; buralardaki sayısız vartalardan kurtulup lütfu ilâhi ile 'Mutmainne'ye geçilirse, böylece 'Hakikat' hâsıl olur!
'Levvâme'deki, 'Tarikat'dır...
'Mülhime'de, 'Mârifet' hâsıl olur...
Bu 'Mârifet' neticesinde de, şayet takdirinde varsa 'Mutmainne' ve 'Râdiye'de, 'Hakikat'e vâsıl olunur...
Burada sözkonusu olan 'Hakikat', bu kelimenin işaret ettiği somut olayın 'mecâzı'dır.. 'İlmi'dir! .
Bu mecazla işaret edilen somut olayın gerçeği mutlak 'hakikat'ın yaşamı ise, yalnızca 'mardiye nefs' bilincinin eriştiği mertebede, 'Hakk-el Yakîn' sonucu yaşanır, 'fetih' sahiplerince! .
Hakikat, Mutmainne’de yaşanmağa başlar. Yani, Ceberût âlemi’ne nüfuz Mutmainne’den itibaren başlar... Tam kemâli ise Mardiye mertebesi’nde yaşanır! .
Mardiye başlangıç itibariyle sıfat mertebesi, kemâli itibariyle zât mertebesi’dir. Esasen, yeryüzünde üç - beş kişiye takdir edilmiş bulunan bu mertebelerden sözetmek elbette ki pek bize düşmez.
KENDİ HAKİKATİNİ BİLEN KİŞİYE DÜŞEN İŞ
HAKİKATİNİ DETAYLARI İLE TANIMAK
VE KENDİSİNDEKİ ÖZELLİKLERİ ORTAYA
KOYABİLMEKTİR...
(Soru: Dünya’da öz benliğini bulmuş kişilerin, öldükten sonra, kendi 'özüne' doğru yolculuğunun devam edeceğini ve nihâyet, tümel akıldan çıkıp, O'nda kendini, bulmuş olursun, Çıkış noktana dönmüş olursun... cümlesini biraz açar mısınız? .)
Kendi hakikatını bilmiş kişiye düşen iş artık kendi hakikatini detayları ile tanımak ve kendisindeki özellikleri ortaya koyabilmektir. Bu da sadece dünya hayatında bitirilebilecek bir iş olmayıp, ölümötesi sonsuz yaşamı kapsayan bir konudur! .
ÜMMETÇE HAKİKATİ KAVRAMA,
MUHAMMED ÜMMETİNE NASİP OLAN BİR OLAYDIR!
(Soru: Üstadım... Bir Hadisde geçen, Nuh aleyhisselâmın ümmetine yaptığı tebliği; kıyâmette ŞÂHİD olarak Hz.Muhammed’i ve ÜMMETİNİ göstermektedir.. Nuh’ dan sonra İbrahim, Musa, İsa vb.. Nebilerin gelmesine karşın özellikle Hz Muhammed ve ümmetinin ŞEHÂDETini nasıl anlamalıyız..? “Şehidallahû” âyeti ile ilgisi var mı? ..)
Ümmetçe hakikatı kavrama olayı Muhammed ümmetine nasip olan bir olay olduğu için, daha önceki ümmetlerde açığa çıkmadığı için, bu böyle denilmiştir.
HAKİKAT MERTEBESİ
KİŞİDE YAŞANMAYA BAŞLAYINCA
SELÂMET MEYDANA GELMİŞ OLUR
Her “Emr”, kişinin varlığını oluşturan melekî “nurî” katmandır! . Yani her birimin kendi içindeki, özündeki, esmâ mertebesinin kuvveden fiile çıkma mahalli...
Bu hakikat mertebesi, kişide yaşanmaya başlanınca, selâmet dediğimiz hâl kişi için meydana gelmiş olur! Buna, “kendi özünü bulmak suretiyle kurtuluşa erme” de diyebiliriz..
Esasen bu, fıtratı, yani programı elverirse, o kişide daima ortaya çıkma fırsatı arar, ne var ki şartlar uygun olmaz! .
“HAKİKAT”E ERMEK
• Allah’ı “Öz”ünde bulmak
• Kişinin “Hakikat”ine ermesi
• Kendi Özüne, içyüzüne, aslına-orijinine vâkıf olması
Biz bu çalışmaları yaparak beynimizde belli güçler oluştururuz ve bu elde ettiğimiz güçler ruha yüklenir. 1. ci yönü bu...
2. yön; Allah’a ermektir.Yani esas itibariyle, insanın sadece birimselliğe dönük bir biçimde sadece yiyip içmek, yatıp kalkmak, uyumak vesaire gibi formasyonlar için varolmamış olduğu; insanın varoluşundaki ana gayenin ilâhi özelliklerin ortaya çıktığı şuurlu bir mahal olması ve bu şuurlu mahal olarak da kendi özüne hakikatine vâkıf olması!
“Kendi hakikatine vâkıf olması” cümlesine atıfla da, işin içyüzüne de “HAKİKAT” denmiş. Hakikate erme!
Yani; kendi özüne-içyüzüne-aslına -orijinine vâkıf olmak!
“HAKİKAT”E ULAŞTIRAN…
HAK’KI MÜŞAHEDE VE YAŞAMAK İÇİN, Ölmeden evvel ölmek gerek! Bunun için de, mutlak mânâda Allah’a TESLİM olduğunu farketmek gerek!
Neyi-niye yaptığını bilmek ve varlığın sırlarını çözmek, HAKİKAT’E ULAŞTIRIR; ki, böylece Allah'a erersin! .
“HAKİKAT” YAŞAMI
“HAKİKAT”E EREN KİŞİNİN YAŞAMI
ALLAH’IN MURADI ÜZERE OLAN BİR YAŞAMDIR
Hakikati yaşamaya başladığı zaman, o hakikati yaşamanın neticesinde ondan belli özellikler sâdır olmaya başlar; ondan belli özellikler ortaya çıkmaya başlar.
İşte ondan bu belli özelliklerin ortaya çıkması hâli de “MÂRİFET” diye anlatılmıştır.
Veya bir diğer ifadesiyle şöyle anlatayım;
Hakilkate eren kişi görür ki; “ben” dediği varlık mevcud değil... gerçekte ayrı ayrı birçok birimler yok; varolan, sadece Allah’tır!
Ve “sadece varolan Allah’tır! ” anlayışı içinde kendi birimselliği kavramı silinir gider!
Birimsellik kavramının kalkması neticesindeki ordaki yaşam, Allah’ın muradı üzere olan bir yaşamdır ki, o kişiden de Allah’a elde ettiği bu yakîn neticesinde bazı enteresan gelişmeler oluşur, alışılmadık oluşlar onda yaşanır.
Bu yaşam şekline dair özellikler eğer dışa vurursa, etraftakiler tarafından “Kerâmet” diye isimlendirilir!
Eğer dışarı vurmazsa, o zaman ondaki bu yaşam şekli dışarıdakiler tarafından bilinmez; ve o, o yaşamıyla artık sonsuz dek yaşar gider.
Böylece Şeriat-Tarikat-Marifet’in ne olduğu hakkında belli bir özet bilgi vermiş olduk!
“Allah’ı bilmek” dedik...
Yani insan belli şartları kabullenir. Ve kabullenmek suretiyle o şartlara uymak, o şartların gerektirdiği çalışmaları yapmak suretiyle belli bir yola girer.
İşte o yola girmesi, o çalışmaları yapma yoluna girmesi, onun o belli hakikati yaşamasını getirir.
HAKİKAT EHLİ
HAKİKATİNDEKİ TEK ÖNÜNDE
VARLIĞININ HİÇLİĞİNİ HİSSEDER
Milyarlarca galaksiyi kapsayan evren içre evrenler, “ALLAH” ismiyle işaret edilen tarafından ilmiyle ve ilminden, ilminde vücut bulmuşlardır! .
Her insan ve her varlık için “Allah”a giden yol, kendi dışına değil; KENDİ ÖZÜNE HAKİKATİNE DOĞRUDUR! .
Dışarıda, ötede bir tanrı düşünen, ancak kendi zannındakine, hayâlindekine yönelmektedir! .
Tüm İslâm tasavvufunu yaşayan hakikat ehli, hep, âlemlerin iç içe boyutlar şeklinde varolduğundan söz eder ki, bu da kişinin, hakikatindeki TEK önünde varlığının hiçliğini hissetmesiyle son bulur! .
“ALLAH” İSMİNİN İŞARETİNİ KAVRAYANLAR
BÂTINLARINDAKİ “HAKİKAT”İ
HAKKIYLA YAŞAYAMAMA KORKUSU İÇİNDE YAŞADI
“Allah” adıyla işaret edilene duyulan “haşyet”in ne olduğunu kavrayamayanlar, var sandıkları tanrılarıyla başbaşa kaldılar ve onun sopasından korkarak yaşadılar! .
“Allah korkusu”nu, “tanrı korkusu” olarak anlayıp, öylece kabullenenler; sonra da ötede bir tanrı olmadığını fark edenler, hüsrana uğradı!
“ALLAH” isminin işaretini kavrayanlar ise, bâtınlarındaki hakikatı hakkıyla yaşayamama korkusu içinde yaşadı…
Bazıları ise bunun da ötesinde, sonsuz azâmet ve ihtişamın getirdiği haşyet hâlinde şaşakaldı! .
GERÇEK DERYA İSE,
DALGALARI DA TECELLİLERİ MİDİR ACABA…
Zerre, deryaya diyebilir mi ki 'beni şu tarafa götür' diye… Derya ne tarafa dilerse sevk eder dalgalarıyla onu...
Gerçek, derya ise; dalgalar da tecellileri midir acaba? ..
GERÇEĞE ERENLER
Gerçeğe erenler, giyiniktirler; kıyafetlerine aldanmayınız, ki onları görebilesiniz! .
Ancak ve sadece, ‘’gerçeğe erenler’’ 'ayna' olabilirler.
Gerçeğe eren, gördüğünü tanır! .
Huzur mu? ...
Gerçeğin âleminde yaşayanın hâli! ..
Gerçeğe erenin, ilk hâli imanı terktir! .. Görülen şeye, iman edilemez! ..
Gerçek ehli iseniz, her şeye rağmen susmasını bilirsiniz! ..
Gerçeği bil; ve edebe riayet edicilerden ol! .
HAKİKAT EHLİ
(“EHLULLAH”)
ÖRTÜLÜDÜR, TANINMAZ
“Benim velilerim, kubbemin altındadır; onları kimse tanımaz”
buyruluyor...
Bilir misin bunlar kimlerdir? ..
ALLAH’ın bazı kulları vardır ki, onlar dünyadan ve ukbâdan sıyrılmışlar, deryaya erişip deryadan bir zerre olmuşlardır.
Bunlar, “Allah ahlâkı ile ahlâklanın” buyruğuna uymuş tecellîlerdir! . Onların ne istemekle alâkaları vardır, ne de istememekle.
Onlara Rab, “sen ne dilersin”, dediği zaman; onlar, “Sen ne dilemişsen” derler! .
Çünkü onlar, daha evvelki mertebelerde idrâk etmişlerdi ki, değil istek, istememeyi istek dahi bir istektir... Ve, bu dahi istenemez! .
Zerre deryaya diyebilir mi ki, beni şu tarafa götür diye… Derya ne tarafa dilerse, sevkeder dalgalarıyla onu...
Gerçek, derya ise; dalgalarda tecellileri midir acaba? ...
İşte bu kişiler, sadece ve sadece, yaratılmışlar için Rabbın bir rahmet tecellîsi olarak, yaşarlar... Yaratılmışlara onlardan erişir Rabbın nimeti.
”ŞÜPHESİZ Kİ RABBİN NİMETİ MUHSİNLERDEN ULAŞIR YARATILMIŞLARA” (7-56)
Onlar ne bir kimseyi kırarlar nefisleri için, ne de kırılırlar. Git dersin, kovarsın, giderler; gel dersin, çağırırsın, gelirler. Yetmiş defa kovmuş olsan da sonra gene çağırsan, hiç yüksünmeden gene gelirler.
Onlar Rabbın veren elleridir; almazlar. Kendilerine bir şey hediye etsen, başkalarına dağıtırlar. Onlar şan ve şöhretten, isimden kaçarlar.
“Efendime bağlan; KUR’ÂN ’ı MÜRŞİD bil! .” derler.
Gelip bir sual soran olursa,
“Herkese hitabınız, akılları ölçüsünde olsun! .”
buyruğunu nazarı dikkate alarak, gerçek bilgi seviyesinden, uygun cevabı verirler...
Onlar, birer “ayna” olmuşlardır! . Kim baksa, onlarda, kendinden başkasını göremez olur! .
O’nda gördükleri hata ve kusurlar, görenlerin kendi anlayış hata ve kusurlarından başkası değildir.
Dünya ehli, yani, içinde yaşadıkları zaman için yaşayanlardan isen, onu da sanki kendin görürsün! .
Yok ukbâ ehli isen, azaptan korktuğun, huzuru ve zevki istediğin için ibadet edenlerdensen, gene onu dahi öylece bulursun.
Eğer, her ikisinden de olmayıp, onlardan sıyrılmışlardan isen, vardığın noktada gene onu bulursun....
İşte, üstlerindeki örtünün birincisi budur, onların tanınmalarına mâni olan! ...
İkinci ise, zâhirî şekil ve görünüşleridir.
Yaratılmışların çoğu, belirli bir idrâk seviyesini aşamadığı için, göremeyecekleri sayısız varlıkların mevcut olduğunu düşünemez, hemen görünüşe göre hüküm verir! . Böylece, o hükümle, işin gerçeğine karşı kendi kendini aldatmış olur! .
İşte bu dahi, o kişilerin işine yarar.
O zevâtın giyinişi, hayat şartlarına intibakı, ortamları, hep, onların veli kişi olmadıkları zannını verir insanlara.... Çünkü, onların kendilerini bildirmeye göstermeye ihtiyaçları yoktur ki! .
Onlardan pek çoğu, kader sırrına vâkıf olmuşlardır! . Bu sebepledir ki, etrafla uğraşamazlar. İş bu kader sırrı, nebîlere ancak nübüvvetlerinden bir süre sonra bildirilir, vazifelerini hakkıyla yapabilmeleri için... Bu sözlerimizi ehli bilir.
Eğer sen, susuz kaldıysan, onları ara ve bütün örtü ve engellerine rağmen onları tanımaya çalış... Onların hâlleriyle hâllen; ki, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma yolu açılsın! .
Onlar “Ferdiyet” sahipleridir! .
Onların sadece Efendileri ve Rableri vardır. Aralarına kimse giremez. Birbirlerini tanırlar onlar, bazen buluşur konuşurlar... Ama bilirler ki hepsi de tek bir gerçektendirler.
HAKİKATİNİ DEĞERLENDİREBİLEN…
Budala mı? ...
Benliğini gösterme çabasında olan! .
İlim mi? ...
Özündeki mükemmeliyet! .
Akıllı mı? ...
Hakikatini değerlendirebilen! .
GERÇEĞİ BİLEN KİŞİ İÇİN
Gerçeği bilen kişi için yaradılmışlar arasında katiyyen tefrik yoktur. Her varolan, özel bir değerdir! .
GERÇEK KATINDA…
Gerçek katında, ne hayır vardır, ne de şer! ..
“CENNET EHLİ CENNETLE,
AZAP EHLİ ATEŞLE MEŞGULDÜR…
SEN İSE “BEN”İMLE MEŞGUL OL! ”
Gerek cennet ve gerekse cehennemin bâtını esmâ âlemi, zâhiri ise ef'âl âlemidir. Ve bir diğer yönü itibariyle de melekût âlemidir!
Cennete nazar edenin hedefi, cennet nimetleri ve dolayısıyla fiiller perdesidir.
Cehenneme nazar eden de elbette ki idrâk ettiği ölçüde cehennem ve o ortamın getireceği azaplardan korkar! . Ve bu korkuyla da bir takım yararlı çalışmalar yapmak mecburiyetini duyar; meşgalesi cehennem korkusu olur.
Bu duruma Râbiatül Adeviyye merhumun şu sözü de bir derece açıklık getirir:
'Allah’ım, cehennem korkusuyla sana kulluk ediyorsam, cehennemine at beni. Ama yalnızca seni sevdiğim için, senin için kulluk ediyorsam, vuslatına erdir beni! .'
Nitekim bu konuda Yûnus Emre merhumun da şu dörtlüyü söylediği kitaplarda meşhurdur:
'Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle bir kaç hûri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni! .'
Ehlullah daima Allah talebi üzerinde durmuş, cennet veya cehennem konusunun hakikat tâlipleri için en büyük perde olacağı üzerinde ittifak etmişlerdir.
Zirâ kişi ister cennet nimetleriyle meşgul olsun, ister cehennemde azâb verecek hususlar üzerinde durarak kafasını bunlarla meşgul etsin. Her hâlûkârda bu işin hakikatından perdelenmektedir.
Nitekim işte bu yüzden denmektedir ki:
'Yâ Gavs, Cennet ehli Cennetle meşguldür; azâb ehli ateşle meşguldür! . Sen ise 'BEN'imle meşgul ol! .'(*)
Cennet ehli, daima cennetin sayısız nimetlerini düşünerek, onları ne şekilde elde edebileceğinin hesabı içindedir. Bu yüzden de kafası hep cennet ve cehennemle ilgili fiillerle meşguldür. O nimetlerin sahibi kendilerini ancak ikinci derecede ilgilendirir.
Oysa, bu durumları dolayısıyla, öyle büyük bir nimeti elden kaçırmaktadırlar ki bunun lisan ile târifi mümkün değildir.
Zîrâ, “Hakikat”e ermenin, Allah'ı 'öz'ünde bulmanın getireceği öylesine sonsuz ve büyük bir nimet söz konusudur ki, yaşayamayana bunu dil ile anlatmak mümkün olmaz.
Diğer taraftan, cehennem ehli dahi, içinde bulundukları ortamın şartlarından dolayı öylesine sıkıntılarla karşı karşıya içiçedirler ki ızdırabı çekmeyene izah mümkün olmaz. Dolayısıyla, onların da artık o halde ve ortamda Allah ile meşgul olmaları, Allah'ı tanımaya fırsat bulmaları bahis konusu olmaz.
Ve böylece, her iki gurup da kendi içinde bulundukları hallerle yoğrulur giderler.
Cennet nimetlerinin bile Allah'a perde olması yüzündendir ki,
'-Yâ Gavs, Cennet ehlinden bazı kullarım, nimetlerimden sığınırlar bana; Cehennem ehlinin azâbdan bana sığınmaları gibi! ”
AZAP-NİMET KAVRAMI İÇİNDE YÜZEN BİRİ
ZATEN “ÖZ” KAVRAMINDAN HENÜZ
NASİBİNİ ALAMAMIŞTIR
'Öz'e ermeyi veya 'ÖZ'ün ne olduğunu anlamış biri azâb-nimet gibi kavramlarla uğraşmaz! .
Azap-nimet kavramı içinde yüzen biri de, zaten 'ÖZ' kavramından henüz nasibini alamamıştır... Onun için, önce olayın ne olduğunu kavramalıyız! .
HAKİKAT EHLİNİN CENNETİ
Cennet ehli aslında birkaç sınıftır;
Ef'âl cenneti, esmâ cenneti, sıfat cenneti ve zât cenneti olmak üzere dört cennetin mevcûdiyetinden sözedilir.
Ancak bu dört cennet birbirinden ayrı dört mekân şeklinde olmayıp, boyutsal tasniftir!
Herkese bir dünya düşecek şekilde galaktik boyutlarda bir cennet sözkonusudur.
Nitekim bu duruma bir hadîs-i şerîfte şöyle işaret edilmektedir:
'Cennete en son girecek kişiye, bu dünyanızın on misli büyüklüğünde bir dünya verilir ve orada dilediğini iste denilir! '
Kısacası cennet ortamına gidecek her kişiye, üzerinde yaşadığımız bu dünyanın çok sayıda büyüğü birer dünya düşecektir! Ve bu insanlar, o yıldızlarda ya da boyutlarda; dünyada kendini tanıyabildiği nisbette, kendisine zevk verecek şeyler arasında yaşamına devam edecektir.
Herkes, ortak olarak ef'âl cenneti hâlini yaşıyacaktır. Esmâ cenneti ise bedenî değil, düşünsel zevkler cennetidir. Ki, dünya hayatı sırasında bu şekilde yaşamaya başlamış kişilere has bir yaşam şeklidir. Sıfat cenneti ise bunun da üstündeki bir boyut olarak, kendi hakikatine ârif olarak yaşamış, hakikat ehlinin duyacağı zevklerin cennetidir.
Nihâyet Zât cenneti ise, dünya hayatında iken zât tecellîsine nail kılınmış kişilerin yaşayabileceği bir cennet hâlîdir!
İlâhî sıfatlarla dünyada iken tahakkuk edenlerin yaşadığı cennet hâli 'A'râf' ehlinin yaşadığı cennet hâli; sıfat mertebesinde irfan sahibi olup da dünyada tahakkuk edememiş kişilerin, orada bu sıfatlarla tahakkuk ettikleri cennet de 'kesîb' olarak tanıtılmaktadır. Abdülkerim Ceylî hazretleri tarafından İNSAN-I KÂMİL isimli eserde.
GERÇEK GÜZELDİR, AMA…
Gerçek güzeldir; ama her güzel gelen, gerçek değildir.
TAKLİD İLE “HAKİKAT”E VARILMAZ!
Gerçeği idrâk ederek, 'İnsan'lık ve 'halife'lik şeref ve haysiyetine ulaşmak isteyenler, şunu âcilen ve zorunlu olarak idrâk etmelidir ki; mukallitten ders alınmaz ve TAKLİDLE “HAKİKAT”E varılmaz! .
“HAKİKAT”E
LÂFLA, KELİMEYLE, KURU BİLGİYLE
ERİLMEZ!
Şunıu bilelim ki...
“Hakikat”a lâfla, kelimeyle, kuru bilgiyle erilmez!
Siz İstanbul’u görmek, İstanbul’a ermek istiyorsanız; veya Kâbe’ye gitmek, Kâbe’nin Hüviyetine ermek istiyorsanız, o yolda yürümek, o yolda mesafe almak, mesafeleri katetmek zorundasınız!
“Hakikat”a da ermek istiyorsanız o Hakikatin de gerektirdiği çalışmaları yapmak zorundasınız!
“Ben namaz kılmıyorum... Ben oruç tutmuyorum... Ben Hac’ca gitmiyorum... Ama ben Hakikati biliyorum...”
........! ! !
Bu bilgileri bantlar da kaydeder! .
Bu görüntülü bant da kaydediyor.. Ama bu banda bu bilginin bir yararı yok!
Beyin bir bant değildir!
Beyin, bir video bant değildir! .
Beyin, bu aldığı verileri gereği gibi değerlendirip; onun neticesini yaşayabilme özelliğine de sahiptir! .
“Hakikat”, bu çalışmaları yapmak suretiyle kişinin o çalışmaların neticesine ermesi; yani “Allah’a ermesi”! .
YALNIZCA ÂFÂKÎ SEYİRLE
“HAKİKAT” YAŞANMAZ
Deccal, âfâki boyuttan seyirle hakikatına vâkıf olmuş, bu yüzden de kendisinde açığa çıkan kudret sıfatı desteğiyle de insanları kendine tapmaya davet etmiştir.
İnsan, hakikatını yalnızca âfâktan alırsa; enfüste seyrini tamamlayamaz ise, onda da deccalleşme tehlikesi baş gösterir!
İNSANLARIN
GERÇEĞE ULAŞAMAMASININ SEBEBİ
İnsanlar içinde her devirde gerçeğe yönelenler ve onu bulabilenler çıkmıştır. Bazen de gerçeğe yaklaşıp, o gerçeğe erişemeden ömrü tükenenler olmuştur! .
İnsanlar, gerçekleri şartlanmaları ışığında değerlendirme yoluna gittikleri için yollarını sapıtmışlar ve çeşitli varsayım bataklıklarında ömürlerini hebâ edip gitmişlerdir! .
HAKİKATI YAŞAYABİLMEK iÇİN
DAVRANIŞLARIN NELER OLMALIDIR
Fiilin ne düzeyde olacak?
Yaşamının geriye kalan süresi içinde fiillerin neler olacak?
1-Hakk’ı tavsiye edeceksin.
2-İlâhi emirlere uymadaki güçlüklere karşı sabrı tavsiye edeceksin.
3-Ya, hayır söyleyeceksin ya susacaksın!
4-Ya öğrenci olarak dinleyeceksin, ya öğretici olarak konuşacaksın, veyahut ta bu ikisi arasındakini dinleyici olarak bulunacaksın.
5-Hakk'a ters düşen bir kelâmı duyduğun zaman, ya onu reddedecek ve doğrusunu açıklayacaksın veyahut da oradan kalkıp gideceksin! .
Sırasıyla şimdi bunları açıklayalım:
HAKK’I TAVSİYE EDECEKSİN:
Karşındakiyle konuştuğun zaman, karşındakine hitap ettiğin zaman, onun anlayış seviyesi neyse, onun bir üstündeki seviyeden olmak üzere ona hakkı tavsiye edeceksin. Olaya karşındaki hangi seviyeden bakıyorsa, sen ona karşı, onun bulunduğu seviyenin bir üstünden Hakk’ı tavsiye edeceksin. Onun hareketlerinin çıktığı seviyeyi muhakkak ki göreceksin! . Gördüğün anda onu, ya tabiatını terk yolunda; ya benliğini terk yolunda, ilâhi emirlere sarılması yolunda, onun düzeyine göre, muhakkak ona yapması gereken şeyi tavsiye edeceksin.
Sen tavsiye ettin bunu o seni dinlemek istemiyor, istemeyebilir. O zaman oradan çekip gideceksin.
SABRI TAVSİYE EDECEKSİN:
Elbetteki ilâhi emirlere uymanın nefse ağır geldiğini, varlığına ağır geleceğini, tabiatına ağır düşeceğini onu zorlayacağını ve bütün bunlara sabretmek gerektiğini; bunlara sabredilmedikçe bu mücahedelerin netice vermeyeceğini; ve onun âkibetini kendi elleriyle kendine hazırladığını, ona idrâk ettirip anlatmaya çalışacaksın.
Dinlemiyorsa, zaten sana ait bir şey yok! .
YA HAYIR SÖYLE YA SUS:
Ona ebediyet yolunda hayırlı olanı anlat. Sorularını cevaplandır. Ve bu istikamete getirebileceksen, bunu dinleyecek hale getirebileceksen, nasıl anlıyorsa öylece gerçekleri anlat. Neticede onu idrâk noktasına getireceksin.
Ama bu noktaya getirme durumun sözkonusu değilse yaklaşımın onu över biçimde olmasın. Zira ona hayr değil, iyilik değil, şerde bulunmuş olursun.
“HAKİKAT”İ KAVRAYAMAMIŞ OLSANIZ BİLE
BERABER OLDUKLARINIZIN HAKKINI
VERMEKTEN ASLA GERİ KALMAYINIZ!
İnsanın inandığı, yaşadıklarıdır... Herkes, inancının sonuçlarını yaşar!
Aptal, karşısındakinin sözlerine bakarak onu değerlendirir; akıllı, karşısındakinin davranışlarıyla onu değerlendirir! .
Karşısındaki açık gerçekleri değerlendirmeyip, hayâlindekinin peşinde koşan, sonuçta hem elindekini yitirir hem de hayâlindekini! .
İşinin, eşinin, aşının hakkını vermek, tasavvuf dedikodusuyla ömür tüketenlerin değil, onu yaşayanların hâlidir! .
Ailesinde huzuru olmayanın Allah’la da huzur olmaz! .
Karşısında veya çevresinde bulunanların hakikatini göremeyerek onları değerlendiremeyenlerin gece hayâlleri, kendilerine hüsrandan başka bir şey getirmez! .
İbadetlerinizi yapınız; ama beraber olduklarınızın hakkını vermekten asla geri kalmayınız; eğer gerçeği yaşamak istiyorsanız! .
Velev ki henüz Hakikati kavrayamamış olsanız bile! .
“İSLÂM DİNİ” İLE TANIŞIP
“HAKİKAT”E ERMEK
VE GÜDÜLEN OLMAKTAN KURTULMAK İÇİN…
“İslâm Dini”, Allah indindeki zamanüstü evrensel SİSTEM ve DÜZEN'dir! .. Allah, yaratmış olduğu bu zamanüstü evrensel sistem ve düzeni, Rasûlü diliyle insanlığa açıklamıştır.. Amaç, insanların günlük kaygı ve arzularından öte, ebedî ve ezelî gerçekleri farkederek; hem hakikatları olan Allah'ı tanımaları; hem de kendilerinde açığa çıkmakta olan Allah'a ait özelliklerle geleceklerini, ebedî hayatlarını inşâ etmeleridir..
“Müslüman”, peygamberin bildirdiklerine anladığı kadarıyla uyandır!
“Müslümanlık”, Allah Rasûlü’nün bildirdiklerini kendi kapasiteleri kadarıyla anlayıp yorumlayan insanların genel kabulüdür! . Buna, bütün müslümanlar dahildir. Her birimiz, görgümüz, kültürümüz, yetişme ortamımız, kabiliyet ve istidadımız; bizim yetişmemizde rol oynayan insanların kapasiteleri ve nihayet yetiştiğimiz ortamın toplumsal şartlanmaları ile değer yargıları sonucunda kişisel yorumlarda bulunuruz “DİN” hakkında; ki bu da müslümanlığı oluşturur..
“İslâm Dini” göresel, yani izafî, relâtif yani algılayana göre değişken değildir! .. Mutlaktır, kesindir, değişmezdir! . “Sünnetullah” da denir bu “SİSTEM ve DÜZEN”e Kur'ân-ı Kerîm’de..
Hangi mertebedeki kim olursa olsun herkes, bu “Sistem”den algılayabildiği kadarını kavrar! .. Galaktik yapıların oluşumu ve varlığından, genetik veri tabanlarındaki bilince kadar, her şey bu “sistem” içinde yer alır ve görev yapar! . Genden galaksiye ulaşan bir zincir içinde insan kopuk tek başına bir halka değildir elbette akıl sahiplerince! . Basireti açıklarca! .. Materyalist zihniyetten kurtulmuş bilimsel altyapılı kişilerce...
Ne çare ki “müslümanlık dini” içinde doğup büyümekte; ve bu kozanın dışında bir de “İSLÂM DİNİ” olduğunu farketmemektedir müslümanların çok büyük çoğunluğu! .. Sonra da sorulmaktadır;
-Kur'ân bu kadar yüce bir kitapsa, niçin müslümanlar dünyada geri kalmış toplumları oluşturmaktadır?
“İslâm Dini” yerine; kapsamı fevkâlâde daraltılmış ve bir kozaya dönüşmüş, yalnızca şekil ve “tapınma dini” diye anlaşılmış, göktanrıdan umut beklenen “müslümanlık dini” ile daha nereye varılabilirdi ki? ..
ALLAH Kitabını okumak yerine, tavuğun suyun suyunun suyunun suyu mâhiyetinde bile olmayan; sayısız hurafe, safsata ve mantıksızlıkları din niyetine kabul anlamına gelen hikayeleri, din esasları sanarak nereye ulaşılabilir ki?
Bir yol önderinin kitaplarını, belki de hiç anlamadan okuyup, tekrar etmekle “müslümanlık dini” kozasını delip asla “İslâm Dini”ne ulaşamazsınız! .
Herkesten fikir alıp, kendi anlayışınızı kendiniz oluşturmak zorundasınız; çünkü tek başınıza ve kendi hesabınızı sadece kendiniz vermek suretiyle âhırete geçeceksiniz!
Sadece kendi yolunun kitaplarını okutup; başkalarınınkini yasaklayanlar, “İslam Dini”nin yol kesicileridir; “müslümanlık dini”nin efendileri gibi gözükse de!
İmam-ı Gazalî'den Şahı Nakşıbend'e, Abdulkadir Geylanî'den Hacı Bektaşı Velî'ye, Mevlâna'dan Saidi Nursi'ye kadar önde gelen ne kadar düşünür ve hâl ehli varsa hepsini okuyup; onların teker teker “İslâm Dini”ni nasıl anladıklarını görüp, bundan sonra da kendi anlayışınızı kendiniz binâ etmek zorundasınız; taklitçilikten, güdülen olmaktan kurtulmak, “İslâm Dini” ile tanışıp “Hakikat”a ermek için! .
İnsanların ve müslümanların, “İslâm Dini”ni maddeci bakış açısından arınmış olarak yeniden değerlendirmekten başka kurtuluş yolu yoktur! .
HAKİKATE ERMİŞLERİN İNDİNDE
KİŞİNİN DEĞERİ
Hakikate ermişlerin indinde kişinin değeri, yaradanına yönelişi ve yakınlığı kadardır. Öyle ise yönelişin, gerçeğe- aslına- Rabbine olsun! .
KENDİ “HAKİKATİ”Nİ
“ALLAH” AYNASINDA SEYREDEMEYENLER!
Kimi 'insan', “Allah' için yaşadı; 'fiysebilillah'! ..
Kimi de yaşadı; dişiyse, mutfakla yatak arasında ya da erkekse dükkânla yatak arasında! .
'İnsan' dışında kalan mahlûkat da yiyip içmek, çiftleşmek, üremek, gördüğü güzele sahip olmak ve yalnızca bunlar için! ...
Ya da iniyle orman; ağılla otlak arasında! .
Rasûlullah, 'İnsan' olana geldi ve tebliğ etti kendindekini ona! ... Yaşasın diye ne için yaratıldıysa...
Kimi içinde denildi ki, 'onlar hayvan sürüsü gibidirler belki de daha aşağı'! .
Kimleri böyle tanımladı Kur'ân?
'Halife' olarak yaratılmış olmanın idrâkı içinde olmayarak yalnızca dünya nimet ve zevkleri için yaşayanları...
'Allah' aynasında kendi hakikatini seyredemeyenleri! ...
Onlar yalnızca beden olarak kabullendiler kendilerini ve bedene dönük zevkler için çalışıp yaşamayı edindiler gaye kendilerine! .
Onlar yalnızca dünya süsü oldular, gül gibi, karanfil gibi; yılan gibi çıyan gibi; dağ gibi taş gibi! ...
Nuh aleyhisselâma bu yüzden dendi, 'o senin sulbündendir, ama oğlun değildir'! diye...
'İnsan' olanlar bir nesildir, 'Allah'ı tanıma ateşiyle yanan ve beynini buna çalıştıran....
Diğer mahlûkat bir nesildir, hayvan sınıfının tekâmül etmişi ve son sıradaki akıllı hayvan! .
Bak kendine hangisindensin? ...
'Allah'ı tanımak, aynasında kendini seyretmek için yananlardan mısın? ...
Yaşamında tek amacın bu mu?
Beynini buna dönük mü çalıştırıyorsun çoklukla?
Amacın bunu gerçekleştirmek için yaşamak mı? ...
Yoksa, dünyalık havuç peşinde koşup; Cehennem ateşinden kurtulup, Cennet yeşilliği için bir şeyler yapıp; kendini bir koltuğa oturtmak mı tıpkı bütün mahlûkatta olduğu gibi? ...
Sen bilirsin kendini.. Dışında altın sırma kaftan olup, içinde yün kaşağı fanila mı var;
Lüks görüntüsünde, tek odanda mı yaşıyorsun; yoksa giydiğin pılı-pırtıdan kurtulup, altın sırma elbiseler, lüks yatlarda yaşama hayâli içinde misin?
Gününün ne kadarı 'Allah' ahlâkı ve bakışı, ve değerlendirmesi ile geçiyor; gününün ne kadarında, 'Allah' aynasında kendini seyrediyorsun?
Gününün ne kadarında, dünyada bırakıp gideceğin şeyler için, beynini tüketiyorsun?
Bu nasıl idrâktır ki, dünya yaşamının birkaç saniye olduğunu bilirsin de âhiretin milyarlarca sürecek boyutuna göre ve yalnızca burada edindiğin sermaye ile orada yaşayacağına; ona göre yaşamazsın?
Tehlikeyi hissettiğin zaman, paranı–malını-canını-yakınlarını başka diyarlara taşımayı düşünürsün de, sonunda, dünyada bırakıp belki de bir daha hiç göremeyeceğin halde; nasıl olur da bunları ebedi yaşam boyutuna transfer etmeyi düşünmezsin? ...
Evet, Rasûlullah, açıkladığı hakikati anlayıp yaşayamayanların ebedi olarak Cehennem boyutunda kalacaklarını, açıklıyor... Hem de Cehennem boyutu için yaratılanların oranlarını şu misâlle açıklayarak:
“Bir siyah öküzün üstündeki kıllar kadar”
Bunlardan kendini Cehennem boyutundan kurtarabileceklerin oranını da şöyle vurguluyor:
“Bir avuç ayası kadar yerdeki beyaz tüylerin oranı”
Kimsin? ... Gerçek dostların kim? ...
Kimler Cehennem boyutu dostların; kimler Cennet boyutu dostların? ...
Kimlerle hangi konuları paylaşıyorsun?
Paylaştığın konulardan da anlamıyor musun onların hangi boyut için varolduklarını? ...
Dünyalık için yardımcı olduğun teşvik ettiğin insanlara, Cennet boyutu için ne kadar yardımcı oluyorsun? ...
Dünyalık için bin türlü akıl öğretirken, Cennet boyutu için “bir kere konuşup kimseyi zorlamam “diyerek nasıl bırakırsın? ...
Dünyalık çalışmıyor diye bin kere kafasına kakmak varken; Cennet boyutu yaşamaları için niye beş kere uyarmayı göze alamıyorsun? ...
Alırsan kaybın neler olacak? ... Bu kayıp ne kadar ve nereye kadar sürecek? ...
Dünya için çalışmayan neler kaybedecek ve nereye kadar? ...
Cennet boyutu için gerekenleri yapmayan neler kaybedecek ve nereye kadar? ...
“Dosttan Dosta” kitabından uzun yıllar önce yazılmış bir söz:
“Kişinin teşvikine bak, ne için yaratılmış olduğunu anla! .
Dostlar bugün varız, belki de bir daha hiç bir araya gelemeyeceklerimiz var...
Lûtfen şunu çok iyi anlamaya çalışın...
Ya da ben anlatamıyorsam daha iyi ve anladığınız gibi anlatan birini bulun... size anlatsın...
Bir daha dünyaya geri gelme şansınız yok! ...
Geçen, boşa harcadığınız zamanı da telâfi etme şansınız yok! .
Bugün çevrenizde olan herkesi burada bırakıp tek başınıza yolculuğa çıkacaksınız; size en yakın olan eşinizi bile yan yastıkta bırakıp kendi rüyanıza, kendi dünyanıza daldığınız, gibi! ...
Beyninize, ruhunuza yüklediklerinizle baş başa olarak, yalnızca! ...
Eşimin benden gizli saklı hiç bir şeyi yoktur! .
Benim de kaldırabileceği hakikatlar için de öyle! .
Ama buna rağmen, rüyamız ayrı; bazen bazı noktalarda kesişse bile! ...
Peki, ideali ayrı, dünyası ayrı, rüyası ayrı insanlarla yaşamak uğruna 'Allah'ı yitirip; ebeden, bir insan öncesi mahlûk gibi yaşamayı kabullenmek niye?
Bir başağrısı düşünme yetinizi ortadan kaldırırken; yıllar ve alışkanlıklar beyninizi parça parça mahvedip tüketirken; beyninizin kalan ne kadarlık kullanılır kısmıyla ve önünüzdeki ne kadarlık bir zaman içinde 'Allah'ı tanıyıp, 'ayna'sında kendinizi seyretmeyi düşünüyorsunuz?
Ne zamana kadar, Deccal süsü olan ve sizin dünya ile oyalanmanıza yol açan oyuncaklar ile zamanınızı boşa harcayacaksınız? .
Alın bir Kur’ân meâlini ve bu idrâk ile tekrar baştan sona okuyun bakalım; neler diyor, Allah ‘ın sizin için daha hayırlı olması konusunda, dünya süslerinin sizlere neler kaybettirmekte olduğu konusunda...
Evet dostlar ben demiyorum ki, dünya için çalışmayı bırakın..
Din, siyaset ve dünya saltanatı için gelmemiştir...
Din insana, geleceğini kurtarması, Hakikatini tanıması, 'halife'liğini yaşaması için; 'Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olarak' yaşaması için gelmiştir...
Öyle ise bu gerçek doğrultusunu benimsedik mi, yoksa bu hobiyle dünyamızı daha zevkli hâle mi getiriyoruz?
Lûtfen bunun cevabını, yatınca gözümüzü kapadıktan sonra gerçekçi bir şekilde düşünelim...
Dönüşü olmayan bir yolda hızla ilerliyoruz zira...
GERÇEĞE GÖRE YARGILAMA
Gerçeğe göre değerlendirme yalnızca Allah’a aittir. Allah Rasûlü’ne göre dahi değil! .
Allah Rasûlü’ne göre olsa, kendine göre hüküm verirdi.. O, daima âyet beklemiştir, her hangi bir konuda konuşmak için! .
Bu da gösterir ki; gerçek yargılama, değerlendirme, hüküm verme yalnızca Allah’a aittir! .
HAKK’I İNKÂR
GERÇEĞİ FARK EDEMEYİŞİN SEBEBİ
'Çok'tan 'TEK'e bakanlar, asla gerçeği farkedemeyecekler! ..
Körlüğün sebebi de bu bakıştır! ..
GERÇEKTEN SAPTIRAN ŞEY
Seni gerçekten saptıran şey, senin dışında değil; düşüncendedir! .
HENÜZ GERÇEĞE ERİŞMEMİŞ OLANLAR
Kadere yapışarak her şeyden elini çekenler, henüz ‘’gerçeğe erişmemiş olanlar’’dır.
HAKİKATİNİN HAKKINI VERMEYEN
'’Â’mâ', gösterildiği halde gerçeği değerlendiremeyendir! .
'Câhil', Hakikatini bilmeyen ve dolayısıyla da hakikatının hakkını vermeyendir!
“HAKİKATİ”Nİ BİLMEYENİN DAVRANIŞI
‘’Günah’’, Hakikatını bilmeyenin davranışlarının adıdır.
İMAN DA, KÜFÜR DE
“HAKİKATİ”NEDİR!
İman eden kendine etmiştir! .
Küfr eden kendine etmektedir! .
İman da gaybına, hakikatinedir!
Küfr (inkâr, gerçeği örtmek) de gaybına, hakikatinedir!
Çünkü, “Hakikat” mertebesinde (boyutunda) var olan, yalnızca O’nun sıfat ve isimlerinin işâret ettiği anlamlardır! .
HAKK’IN YÜZÜNDEKİ PERDE
Hak'kın yüzündeki perde, zanna ve şartlanmalara dayanan hükümlerinizdir.
Gerçeğin örtüsü, tamamiyle göresel değerlerle şartlanmalar ve bilgisizliktir! .
'Zan'ınızdan geçip, onu terketmedikçe, seyredemezsiniz.
GERÇEKLER NİÇİN ÖRTÜLÜR?
Gerçekleri, ya onlardan bîhaber olanlar örter, farkında olmaksızın; yahut da, o gerçekleri anlayıp idrâk edemeyenlerin, o gerçeklere dil uzatmasını istemeyenler.
Bu sebep iledir ki, birçok idrâk ehli, gerçeklerin gizli kalmasını, açıklanmamasını tercih etmişlerdir.