__________________________________Barış Akyol'a...
Bahçedeki kocamış badem ağacının altına oturmuş denizi seyrederken ılık ilkyaz havasının tadını çıkarıyordum. Haziran ortalarıydı. Yaprakların hafif hışırtısına cevap verirmişçesine ötüşen kuşlara arka yoldan yankılanan tek tük ayak sesleri karışıyordu. Tekir kedi Jojo ise Ada’ya taşınmış olmamdan memnun, yaz boyu her gün düzenli olarak yiyeceği mamalar için şimdiden teşekkür edermiş gibi, ayaklarımın dibine yatıp göbeğini açarak bana cilve yapıyordu.
Mahallede usulca gezinen sessizliğe, komşularım Gülçin Hanım’la Mete Bey’in kendi aralarında yaptıkları fısıltılı sohbete ve bademin altında kendime kurduğum gizli mabede aniden bir bomba düştü sanki.
“Babaanne! Sarı kanatlı kelebeği yakaladım işte! ”
O an anladım. Barış gelmişti.
Okullar tatil olduğundan beri hep onun sesini duymayı umuyordum ama günler geçmesine ve bahçeye her çıkışımda arka sokağa kulak kabartmama rağmen nedense duyamamıştım. Acaba Ada’ya gelmişti de ben mi fark etmemiştim? Gün boyu evde kalmadığıma göre farkında olmamam doğaldı.
Barış’ı ilk gördüğümde daha bebek sayılırdı. Yerinde duramayan bir bebek... Sonraki her yaz, giderek boy atışını, yaşından umulmayacak kadar bilgili bir çocuk oluşunu yakından izlemiştim. Şimdi ise ilkokul çağındaydı. Sapsarı saçları, bembeyaz teni vardı. Gözleri ise adı gibiydi; masmavi...
“Ben geldim Mustafa amca! Kedilerin nasıl? ” diyen sesini duymayı bekledim ama eşim evde yoktu ki ona, yani komşu-arkadaşına seslensin. Ve sonra kedilerimizi sevmeye gelsin...
Dupduru, saf gözlerini, çocuksu hayallerle dolu tatlı sohbetini nasıl da özlemiştim! En iyisi onu ziyaret etmekti. Hem de derhal...
Beni görür görmez önce masmavi bakışları gülümsedi; sonra elindeki koca leğeni zor bela taşıyarak, olabildiğince hızla yanıma geldi ve heyecanla “Bak! ” dedi. Baktım. Baktım ama büyüklü küçüklü onlarca kavanozu o leğenin içine neden doldurmuş olabileceğini ve bunu neden bana göstermek istediğini anlayamadım. Gözlerimdeki ifade çok boş olmalıydı ki karşısındaki küçük çocuğa açıklamalar yapmak zorunda kalan sabırlı bir yetişkin edâsıyla konuşmaya başladı.
“Bu bir zoo! ”
“Zoo mu? O da nedir Barış? ”
“Zoo işte! İçinde hayvanlar var.”
“Haa... Şimdi anladım. Hayvanat bahçesi yani...”
İçi rahatladı, yüzüne ışıltılar yayıldı. Leğeni yere koyup kavanozlardan en küçüğünü eline aldı ve burnumun dibine uzattı. Üç-dört tane kelebek vardı içinde. Düz beyaz, tül kadar ince kanatları olan ve her zaman her yerde bulunan, sıradan kelebekler... Sonra sıra diğer kavanozlara geldi. Kiminde solucanlar, kiminde hamam böcekleri vardı. Bazılarında ise koza yapmış tırtıllar...
En büyük kavanozu eline aldığında, nesli tükenmek üzere olan bir tür aslan yakalamış avcı edâsı ve gururuyla, önce avına sonra da bana baktı. Gözlerinde hınzır ışıklar mı vardı aynı zamanda? Emin olamadım. İçimde yanıp sönen tereddüdü kulak ardı edip elindekine bakmamla çığlık atmam bir oldu. Kalın camın ardında, kuyruğunu kıvırıp duran kocaman akreple göz göze gelmiştim çünkü. Aslında, belki büyük değildi de bana devasa gelmişti o an... Kim bilir?
Barış ise şaşırdı. Neden bu kadar tepki verdiğimi anlayamadan yüzüme bakakaldı. Ona göre bu akrep, uzun zamandır özenle beslediği bir hayvan ve büyük uğraşlar sonucu oluşturduğu “zoo”nun bir parçasıydı çünkü. Korkulacak yanı da yoktu. Hem neden olsundu ki?
Leğendeki Zoo’nun en değerli üyesi ise büyücek bir salyangozdu. Özel olduğu için, içinde yaşadığı kavanoz da özeldi. İnce-uzun ve kapağı kırmızı-beyaz kareli... Onunla aynı odada yattıklarını, her gece uyumadan önce sohbet ettiklerini söylüyordu Barış. Bazen dertleştiklerini, zaman zaman da gülüştüklerini... Üstelik bu hayvanın Burgazada yangınından kaçıp kurtulduğunu iddia ediyordu.
“Burgazada? ”
“Evet; alevleri görünce korkup hızla sahile inmiş, sonra da vapura binip buraya gelmiş.”
“Salyangoz mu hızla ilerlemiş? ”
“Hıı... Yanan ağaçların arasından geçerken arkadaşlarına ve diğer hayvanlara da seslenmiş hem.”
“Ne diye seslenmiş? ”
“Kaçın demiş. Çabuk olun demiş.”
“Peki, onlar ne yapmış? ”
“Kaçamamışlar. Yanmışlar. Ölmüşler. Ölürken de bağırıp ağlamışlar. Canları çok acımış.”
Onu dinlerken benim de yüreğim yanmıştı. Yeniden... Yıllar öncesine, yangının olduğu güne gitmiş, balkonumda otururken tepenin arkasından gelen o simsiyah dumanı görüşümü anımsamıştım. Neler olduğunu anlamak için ona, buna telefonlar edişimi... Sahile inip Burgazada’ya yardıma gitmek için gemi ya da motor, herhangi bir taşıt bekleyişimi... Ve rüzgârın dönmesini ümit edişimi...
Ben ve birçok adalı Burgazada yangınını öyle ya da böyle yaşamıştık. Ama Barış nereden hatırlıyor olabilirdi? Olay sırasında olsa olsa iki yaşındaydı; bilemediniz üç... Şimdi ise yedi... Yangında ölen hayvanları anlatırken gözleri dolu dolu olmuştu. Her birinin yaşadığı acıyı, kendini kurtarmak için ormanda oradan oraya koşuşturmasını, bir ağaçtan ötekine çarpmasını ve sonunda, dört bir yanı alevlerle sarıldığında, yardım isteyen son çığlıklarını içinde hissediyordu belli ki.
Yaşları Barış’ınkinin beş-on katı olup da karşımdaki bu çocuk kadar duygulu, düşünceli ve duyarlı olamayan nice insanı düşündüm birden. Doğaya saygı duymayan... Ağaçları, bitkileri, hayvanları sevmeyen... Sevmediği gibi, tahrip eden ve yok eden... İçimi çektim ve “Keşke tüm çocuklar Barış gibi olsa! ” dedim kendi kendime. “Geleceğe güvenle bakabilirdik o zaman. Çünkü bugünün gençleri, yarının büyükleri...”
Düşüncelerimden silkinip kendime geldiğimde Barış ortadan kaybolmuştu yine. Ayak sesleri de duyulmuyordu, neşeli çığlıkları da. Tam Gülçin Hanım’a onun nerede olabileceğini soracaktım ki yine aniden ve bomba gibi döndü aramıza.
“Babaanne! Ayağıma diken battı.”
“Gel çocuğum. Şuraya otur ki çıkarabileyim.”
“Ama canımı acıtma...”
“Tamam Barış’çığım. Kıpırdamazsan acımaz.”
Gözleri barış renkli çocuğun yaşayacakları, yaşadıkça öğrenecekleri ne çoktu! Dünyada onu mutsuz edecek ne çok sebep vardı! Mutluluğu bulması ise ne kadar zordu! Bunun için kendisini acılardan, kaygılardan arındırması gerekmiyordu. Sorunlarla iç içe, gerçekle yüz yüze olsa da mutlu olabilirdi. Olmalıydı da...
Elinde ağı, değişik kelebekler yakalamak amacıyla koşarak ağaçların arasında kaybolurken, Barış’ın arkasından umutla baktım. Gelecek yıllar masmavi gözlerine gölgeler serpiştirse de, zaman gönlünde kış çiçekleri yetiştirse de, hayallerinden hiç ayrılmamasını diledim. Hep bugün olduğu gibi doğaya sevgi duymasını, bugün olduğu gibi kendisi ve çevresiyle barışık kalmasını... Ve Burgazada’yı yeniden yeşillendirmeye başlayan, geçmişi unutmayan ama yarına doğru hızla koşan taptaze ağaçlar gibi sevgiyle büyümesini...
Yitik Ada Günceleri
Adalı Yayınları / Eylül 2009
Kayıt Tarihi : 6.12.2008 13:18:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
