İlçemize beş adet yeni lojman yapılmıştı. Toprak evimizden ayrılmış, dönemin şartlarına göre modern sayılacak bu lojmanlardan birine taşınmıştık. Her Lojman iki katlıydı ve dört daireden oluşuyordu. Lojmanda PTT Müdürü, Cumhuriyet savcısı, okul müdürü, veznedar, öğretmenler gibi kamuda çalışanlar ikamet ediyorlardı. Lojmanın önünden aşağı doğru giden uzunca bir yol, yolun karşı tarafında büyük bahçeli meteoroloji binası ve üç katlı hantal bir yapıdan oluşan gümrük müdürlüğü binası vardı.
Gümrük binasının önünde çürümeye terkedilmiş çok şirin bir minibüs vardı. Minibüste kaçak malzemeler yakalanmış bu yüzden gümrük müdürlüğünün bahçesinde çürümeye terkedilmişti. O minibüsle ilgili çok güzel hayallerim vardı. Hayalimde Bir turist gibi o minibüse biner diyar diyar gezerdim. Aklım hiç almıyordu, böyle güzel bir araç neden bir devlet kurumuna tahsis edilmiyordu da çürümeye terk ediliyordu. Mesela yatılı okulun böyle bir araca çok ihtiyacı varken neden oraya verilmiyordu? Keza aynı şekilde yakalanan kaçak mazotlar da yolların kenarına dökülüyor hem mazot ziyan ediliyor hem de çevreye zarar veriliyordu. Sonuçta kanunlar, yönetmelikler insanların faydasına değil miydi?
Öğretmenimiz bize bir araştırma ödevi vermişti. Bu ödevin diğer ödevlerden farkı ödevin dört kişilik bir öğrenci grubuyla yapılması şartıydı. Yani dört öğrenci bir araya gelip, grup halinde bu araştırmayı yapacak ve sınıfta sunum yapacaklardı. Ben dört kişilik grubun başkanı seçilmiştim. Hem başkan olmam hem de araştırma yapabileceğimiz bir kitaplığımızın olması sebebiyle ödev bizim evde yapılacaktı. Arkadaşlarımızla buluşma saatini kararlaştırıp bizim evimizin önünde biraraya geldik. Ancak ne hikmetse o gün evimiz tıka basa misafir doluydu. Evde çalışma imkânımız yoktu. Aklıma bir fikir geldi. Koşarak gümrük müdürlüğüne doğru gittim. Kapıda Işıl isminde bir kız çocuğu vardı. Bu gümrük müdürünün kızıydı. Babasıyla görüşmek istediğimi, beni babasına götürmesini istedim. Tam merdivenlerden çıkıyorduk ki babasıyla karşılaştık. Durumu kendisine anlattım. “Müsaadeniz olursa ödevimizi kapıdaki minibüsün içinde yapmak istediğimizi” söyledim. O’da müsaade etti. Rüyalarımı ve hayallerimi süsleyen minibüsün içinde ödevimizi yapmış ve ertesi gün sınıfta çok güzel bir sunum yapmıştık…
Lojmana taşındığımız ilk günlerdi. Albayrak tarafındaki Kaşkol Köyü’nden bir aile bize misafirliğe gelmişti. Misafirlerle salonda oturuyorken annem güzel kaçak bir çay demlemişti. Hem çay içiyor hem de misafirlerle muhabbet ediyorduk. Misafirin sık sık tavana baktığını fark ettim. Misafir, Hanımının kulağına bir şeyler fısıldıyor, bu sefer ikisi birden tavana bakıyorlardı? Merakım gittikçe artmıştı. Ben de tavana baktım ama bir şey göremedim. Dayanamayıp “Amca tavana neden bakıyorsunuz?” diye sordum. “Valla yeğenim hayretler içerisindeyim. Dama bakıyorum da hiçbir döşeme (ağaç) yok. Bu tavan nasıl dümdüz çökmeden durabiliyor? Üstelik üstünde bir kat daha var.” Amca’nın şaşkınlığını anlamıştım. Amca ilk kez betonarme bir yapının içine girmişti…
Lojmanların arkasında çimenlik bir alan, alanın bitiminde kale mahallesinden başlayıp “GolaXaço (haçlıgöl)” denilen mevkiye kadar giden bir su kanalı vardı. Çimenlik alanın bir kısmına elektrik direklerinin üstüne bırakılan trafolar istiflenmişti. Trafolar Gri renkteydi. Üstlerinde göstergeler ve kahve rengi makara şeklinde büyük fincanlar vardı. Bunlar da tıpkı gümrüğün önündeki minibüs gibi çürümeye terk edilmişti. Minibüsü koruyan bir bekçi vardı ancak bu trafolar korumasızdı. Çocuklar bu trafoların fincanlarına nişan alarak taş atarlardı. Köyler ve mahalleler trafosuzluktan elektrik sorunu yaşarken, yıllarca bu trafoları soran ve sahip çıkan olmamıştı. Varlık içinde yokluk yaşamak ve kamunun malını ziyan etmek böyle bir şeydi sanırım…
Trafolardan geriye kalan büyük alanda top oynardık. Bir gün bu alana 01 plakalı birkaç kamyon geldi. Kamyonlardan inen insanlar, araç gereçler taşıyor, çadırlar kuruyorlardı. Bazı kamyonların kasasından ilginç sesler geliyordu. Çok merak etmiştim bu kamyonlarda ne var diye. Çadırların kurulumu bitince kamyonların içinde üstü örtülü büyük küçük kutular indirip çadırlara taşıyorlardı. Sonradan öğrendim ki geçici hayvanat bahçesi kuruluyormuş. Çok heyecanlanmıştım. Aslan, kaplan, kurt, tilki, deve, ayı ve maymun görecektim. Hem de çok yakından…
Çadırın dış kısmına büyük bir hoparlör takılmıştı. Bu hoparlörden bazen müzik çalınıyor bazen de çadırda bulunan hayvanların isimleri sıralanıyordu. Hayvanların yanı sıra çeşitli eğlence alanları da mevcuttu. Tüfekle ördek vurma, halka atma, fal odası, çekiliş ve daha nice etkinlikler…
Hayvanat bahçesinde bu kadar çok hayvanı bir arada görmek muhteşemdi. Ancak onların kafeslerde olması içimi incitmişti.
Elinde mikrofon olan aslan bakıcısı, yeleleri olan en büyük aslana yaklaşıyor “bayanlar baylar bu aslanın ismi İbo” deyip İbo’nun nerden geldiğini, kaç yaşında olduğunu ve günde kaç kilo gram et yediğini söylüyordu.” Şimdi size ormanlar kralı İbo’nun muhteşem kükremesini dinleteceğim” diyerek aslana dönüyor ve ona hitap ediyordu. “Oğlum İbo hazır mısın kükremeye?” diye soruyordu. Aslandan ses seda yok. Tekrar soruyordu ses tonunu yükselterek. Aslandan hafif bir hırlama sesi çıkıyor. “Ha anladım hazırsın demek. Haydi oğlum misafirlerimize aslanların nasıl kükrediğini göster bakalım.” Aslandan orta şiddette bir kükreme sesi çıkıyor. “Olmadı İbo daha güçlü kükre!” Aslan kükremenin şiddetini biraz daha arttırıyor. Bakıcı “Yine olmadı İbo! Bu kükremeye akşama yemek yok, daha güçlü” diyerek ses tonunu biraz daha yükseltince aslan inanılmaz bir sesle kükrüyor ve çadırda bir alkış tufanı kopuyordu…
Hasan isminde bir ayı, bakıcısının koca kafasını okşamasıyla cüssesine uymayan hareketler yapıyor, taklalar atıyor, sağa sola sataşıyordu. Sonra bakıcısının gözlerine bakarak iltifat bekliyordu. İltifatı alınca pençeleri ile alkış tutuyordu. Arada bir duruyor, görevini unutuyordu, burnunun ucundaki halkaya bağlı ipi çekilince tekrar sahneye çıkıyor, ağzına verilen küçük bir yemle şebeklik yapmaya devam ediyordu. Ayı Hasan’ın gözleri fıldır fıldır dönüyor, her istenileni büyük bir ustalıkla yapıyor, ayılığın ve burnundaki halkanın hakkını veriyordu…
Nurdan isminde Küçük bir maymun inanılmaz bir hızla çekirdek çitletiyor, şirin şirin hareketler yapıyor, arada bir kendisine uzatılan sigarayı içiyor, tüm izleyenlerin dikkatini üzerine çekiyordu. İzleyicilerden biri cebinden çıkardığı ve üzerinde horoz resmi bulunan küçük bir aynayı maymuna uzattı. Maymun aynayı inceliyor, kendini aynada görünce ilginç hareketler yapıyordu. Sanırım kendisini yaratılmışların en güzeli, en kusursuzu zannediyordu. Onun bu hareketlerinden insanlar eğleniyorlardı. Maymun aynada kendine dikkatlice bakarken, aynayı uzatan şahıs “Tuu sana! sen çok çirkin bir hayvansın” diye seslendi. Maymun kendisine yapılan hakaretin farkındaymış gibi birden çıldırdı. Sözü söyleyen şahısa doğru saldırmaya başladı. Fakat her seferinde boynundaki zincirin engeline takılıyordu. Sonra bir hamle ile cep aynasını sivri dişleriyle parçaladı. Aynadan geriye kalan kırıntıları ayna sahibinin yüzüne fırlattı. Maymunun bu davranışı çok ilgimi çekmişti. Bir tükürüğe bu kadar hiddetlenen bir maymun ve yüzüne tükürüldüğünde ya rabbi şükür diyen bazı insanlar, bir aferin için kırk takla atan ayılar, karın tokluğuna kükreyen ormanlar kralı…
İşte hayat böyle ilginç tezatlarla doluydu…
Tavus kuşları, yılanlar, tavşanlar, tilkiler, papağanlar insanların ilgi odağı oluyordu. Lojmanların arkasındaki meydan tarihindeki en yoğun insan kalabalığına şahitlik ediyordu. Sabahları İbo’nun kükremesiyle uyanıyor rengarenk bir gün geçiriyordum.
Yaz mevsimi bitmiş sonbahar kendisini iyiden hissettirmeye başlamıştı. Hayvanat bahçesinde de başka şehre taşınma telaşı yaşanıyordu. Bu güzel ve eğlenceli insanlar ve hayvanlar geldikleri yere geri dönüyorlardı. Geriye İbo’nun Kulaklardaki Kükremesi, dillerde Hasan’ın ayılığı, Nurdan’ın maymunluğu, yılanların sinsi ve soğuk yüzü kalmıştı…
Lojmanların hemen aşağısında karayollarına ait bir bakımevi vardı. Tek katlı taştan yapılma çatılı bir binaydı. Lojmanlara göre çukurda kalmıştı. Önünde farklı renklerde yakıt tankları vardı. Doğu tarafında ise birkaç tane tekerlekli karavan vardı. Bu karavanların önünde dizili masalarda şoförler, iş makinası operatörleri yemek yerlerdi.
Bakımevinin hemen batı tarafında bir anayol, anayoldan sonra meteoroloji binasının bahçe duvarı bitiminde başlayan uzunca boş bir arazi vardı. Boş arazinin batısında ise ilçenin jandarma karakolu vardı. Bu boş arazide Celadin Amca, koyunlarını otlatırdı. Kış aylarında buradaki karları temizleyerek bir avlu, karlardan da avlu duvarı yapardı. Koyunlarını, sırtında taşıdığı kurumuş otlarla burada beslerdi. Sabahları en önde, sırtında kepeneği ile Celadin Amca ve arkasında koyunlarının tek sıra halinde, karda açılan patika yolda yürümeleri ve akşam da tek sıra halinde ağıla geri dönmeleri muhteşem bir manzara oluşturuyordu.
Havalar gittikçe soğuyor, İspiriz ’den esen rüzgâr şiddetini arttırıyordu. Annem dışarda çamaşır ipine serilmiş çamaşırları toplarken ben de sıcak sobanın başında ders çalışıyordum. Annem soğuktan yarı donmuş çamaşırları içeri getirirken yılın ilk kar yağışının başladığını esen rüzgarla yağışın tipiye dönüştüğünü söyledi. Geriye kalan çamaşırları toplamak için tekrar dışarı çıktı. Ben de o sırada camdan dışarıyı seyretmeye başladım. Evimizin hemen aşağısındaki lojmanda ikamet eden Nadir Amca vardı. Nadir Amca'nın oğlu Uğur rüzgârda uçuşan çamaşırları aramak üzere dışarı çıkmış, bakımevine doğru yürümüştü. Bu arada tipi hızlanmış insanlar evlerine doğru koşuşturuyorlardı. Kısa bir süre sonra Uğur “Yaşasın! piyangom vurdu. Yaşasın artık zenginim!” diye bağırarak evine doğru koşuyordu. Annem bu çocuk delirdi mi ne diye şaşkın şaşkın bakıyordu. Uğur evde bir süre kaldıktan sonra şimşek hızıyla tekrar dışarı çıkıp bakımevine doğru koşmaya başladı. Geri dönüşünde kucağında, çoraplarının arasına sıkıştırdığı pantolonun paçalarının içine koyduğu bir şeyleri evine taşıyordu. Uğur tekrardan dışarı çıktığında "gökten para yağıyor para" diye bağırdı. Allah allah bu çocuk ne diyor diyerek bakım evine doğru yürüdüm. Gözlerime inanamadım. Gerçekten gökten binlik ve beş yüzlük banknotlar yağıyordu. Hayal mi gerçek mi diye düşünürken beş yüzlük bir banknot rüzgârın da etkisiyle yüzüme çarptı. Elime aldım. Gerçek bir beş yüzlük banknottu. Lojman da oturan diğer insanlar ve yoldan geçen başkaları da bakım evine doğru gelmeye başladılar. Bakımevi meydanı insanlarla doluşmaya başladı. İnsanlar havada uçuşan kâğıt paraları yakalamaya çalışıyorlardı. Parayı yakalayan kendini şanslı hissediyordu. O gün alandaki herkes payına düşen paralarla evine dönmüştü. Ertesi gün insanlar kömürlüklerinin kapısında, evlerinin duvarında kâğıt paralar bulmuşlardı. Herkes böyle bir mucize karşısında hayretler içerisindeydi. Gökten para yağıyordu…
Yağan paralardan en çok uğur nasiplenmişti. Çünkü ilk o denk gelmişti. Şanslıydı. Alana gelen herkes de nasibi olanı bulmuştu. Bu olayın bir mucize olduğu düşünülürken kısa bir süre sonra gerçek ortaya çıkmıştı. Jandarma karakolunun arkasındaki boş arazide küçük bir tümsek vardı. Bu tümseğe karton margarin ambalajlarının içine deste deste konulmuş ve kim ya da kimler tarafından konulduğu bilinmeyen paralar toprağa gömülmüştü. Bu alanda koyunlarını otlatan Celadin Amca’nın köpekleri toprağa gömülü yağ kartonlarının kokusunu almış, toprağı eşelemiş ve para dolu kartonları toprak yüzeyine çıkarmışlardı. Başlayan tipiyle kağıt paralar rüzgara kapılmış, çukurda kalan bakımevinin üstüne doğru savrulmuştu. Bakımevinin tarafından bakıldığında paraların gökten yağdığı sanılıyordu.
Bu paralar yasal olmayan yollardan elde edilmiş. Bu yüzden bankaya yatırılamamış güven meselesinden dolayı da kimseye teslim edilmemişti. Tipiyle birlikte bu paralar fakir fukaranın üstüne yağmış, hak yerini bulmuştu.
Ben de üç yıllık tüm okul masraflarımı karşılayacak kadar para bulmuştum…
Gökten para yağar mıydı? Yağmıştı…
Şükrullah YAVUZER
Kayıt Tarihi : 13.12.2022 15:00:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!