Göçüğe Beleli Beşiğe Maviş Ninniler-Betik 6

Muzaffer Koç
45

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Göçüğe Beleli Beşiğe Maviş Ninniler-Betik 6

Ey göğsümün ateşböcekleri
gecemin aygünçiçekleri
nerde küdleştiniz küskünleştiniz!

Ciğerim Afrika
yüreğim Nil…
Yanım yanım yanıyor bereketsizlikten
altı kızıl üstü kızıl, iki kubbenin parmaklıkları arkasında hapis,
bir damak bir çene arasında közüm közümken,
hephelal anasütü gibi akmıyor
sözcük sarmaşıklarının uçkurundan içeri
sürç-ü dil…
Ağıziçinde peltesiz gezdirirken;
pis kokularını yaşamın; kokuşmuşlukları köhnelikleri,
gidermeye yetmiyor bazen
çiğit çiğit bir karanfil!

Ey tırtıklı göğsümün aygünçiçekleri
gecelerimin ateşböcekleri!
Killi ağınız
ballı ağlatınız
selli çağlatınız
yelli bağlatınız
“suskun hıçkırığınız
sessiz çığlığınız”
göğün hangi merdiveninin çağdışı kovuğunda
mahpustur şimdi:
Kupkuru iki damak arasında gıdıklanan
altı yaşhasırlı
üstü timsahnasırlı
yapyalın bir dil gibi!
Kırışıkyüzlü bir gülü upuzun yatırmışlar musallaya,
yaşamyaşı yüzü geçmiş dediler;
gidip kınalı alnından apak öpsek mi!
Dicle gibi mavi; masmavi ve nazlı
Amik gibi yeşil; yemyeşil ve morhazlı
yeni tomurmuş bir günü,
birgünü taşıyor omzunda ahali;
-birçift de postal koymuşlar sandukasının üstüne
katilinin sembolü müymüş ne…-
gidip kanlı toprağını ağlaşmadan örtsek mi!
“Kıpkızıl bir ateş damlamış” dediler
“denize bu sabah”
süzüle süzüle inmiş arş-ı aladan
şu içi korkaynayan bulutun
allı ucundan…
-Güneşin zevcesiymiş
yarasından değil, yarısından kanamış…-
Kaysaklara gömülmüştür;
donanıp yıl pırıltılarını ay şırıltılarını
dalsak, bulur muyuz
kaydığı korkırığını!
Dışı yasemen
içi akışkançıra
yarası yakutmuş…
Açık bıraksak;
açsak döşümüzü bağrımızı
salkımdalı düşer mi içbacamızdan!
Şifalıymış karamukkökü gibi;
katran gibi de doğal.
Keline sürenin beyni zenginleşirmiş.
Gepgeniş olurmuş bakarkör penceresi…
…falan… filan… fiş-mekan…

Durun be kardeşim abarttınız iyice;
şiir mi karıncalanıyor yoksa
dilinizin suskemiğinde…
Öyleyse örün, kurun
çalın çatın dökünün!
Yada, ah etmiş gibi olmayayım,
apağır bir taş olun; rahatınızdan sökünün!
Acıyı avudu bilirim ben
ve hüznü ve efkarı
fakat şiiri bilmem.
Onu ustaları
sözcük sözcük demetleyip
ve yükleyip arşa sığmaz şileplere
beşbin rakımlı deniz dağlarının
avlanmaz ve ayakgitmez zirvelerinde
zevkle yüzdürürler;
hem gerine gerine…
Şahangözlü bakışları bulutların arkasından
yılanın yerde gevşediğini görür…
Ve öfkesiz kinsiz aşar dağdalgaları
göğüslerinin lades çatalları!
Can Baba’ya gelince:
O da gerinir muhakkak.
Evde ve dışarıda; hem çırılçıplak.
Okkalıdır da sunturlu mübarek küfürleri!
Söz, hak edenin çukur yerine
cuk otursun yeter ki,
hiç kaçırmaz fırsatı alimallah!
Safiye’den geçer,
kafiyeden geçmez!
Sığına sığına değil
sığana sığana dimdik yürür
hakkın can-evine…
Gediği de görmesin duvarda;
zırh kuşanmaya hacet-etmez bir şövalye gibi
alıp mızrağını eline
pattadak sokar üstüaçık sözünü
“meclis”ten içeri…
“Son yolculuğu” öncesinde bile
geride kalan “boşçakallar”a
“arkasının fosforundaki aydınlığı”
ikram etmekten de çekinmez hani! ..
İyi mi eder, kötü mü eder…
“Forumu yorumu” haddim değil;
o ustaların işi…
Ama kendi adıma derim ki,
“böyle bir aydınlığa
şapkam saygıyla
başımdan elime düşer! ”
Dipnoto uzattık epeyce, eh anlayın, kırlangıçta bol laklaka…
Bunları koyalım bir kenara
şimdi oturalım ilk sözümüzün başucuna:

Acıyı avudu bilirim ben
ve hüznü ve efkarı
fakat şiiri bilmem.
Ozanın bilmediği şey sazı
şairin bilmediği şey şiiridir.
Her iki deli de bilmez çünkü
şu “ey ahaliiii” denilen bir sürü insanyığını,
nerde
nasıl
ve ne vakit
Denizli’nin “teke zortlatması” gibi
tını ve söz zortlatmasını
toprak bağrının yarımyamalak burçlarında taşır.
Bu biiiiir!
Ozan ve şair kelaynakları
her daim ya bir tınıya takılır
kanca yutmuş balık gibi çırpınır da çırpınır…
Ya birçift sözsalkımı arasında
aylarca yıllarca, beynini yırta yırta
itlenir
bitlenir
ve kaşınır!
Ama ulaşamaz ne yapsa
kendi bilmediklerinin son sınırına…
Bu ikiiiiii!

Bu işin erbapları,
göğün en derin; bir deri bir kemik zifiriliğine
yıldız dizerler…
Çömezleriyse; sazı ve şiiri düzer!
Bu da üüüüüç!

Belki bu yüzden; korkumdan
yaşadıklarımı söylemekten de
yazmaktan da çekinmem amaaaaa;
tövbe haşaaaaa
“şiir yazdım şairim
roman yazıyorum yazarım”
demeye kalkışmam!
Sonra çatlar ar damarım!
Neme lazım,
Can Baba’nın diline dolanmayayım!
* * *

Cıgara emerim, ciğerlerimi dumanlarım ölesiye;
anamın memesini emer gibi hfüüp hfüüp.
Ekin ekmeyi, burçak yolmayı
orak kavramayı, tırpan sallamayı
öküz koşmayı, döven sürmeyi, uslu durmayı…
Karasaban tutağına da alışkındır sağ elimin nasırı.
Sol elim maestro gibi şaşmadan yönetir fındık öğendereyi.
Bulgur dövmeyi de bilirim setenin dibeğinde,
tokmak sallamayı da sokunun çukuruna…

Eski değirmentaşı çevirmeyi de bilirim, ve bulgur seçmeyi…
Başak kemirerek fareleşmeyle
insan seçmeyi bilmem…

İnek sağmayı, dana yaymayı
tiftik ditmeyi, keçi kırkmayı bilirim;
Ama insan yaymayı yalanın otlaklarında
insan sağmayı
insan kırkmayı bilmem…

Ateş yutmayı
yalana jilet atmayı
ve silah çatmayı bilirim,
sözcük çatmayı bilmem.

Bilirim “yağ satarım bal satarım
ustam ölünce ben satarım”ı…
Ve “tazı tut, tavşan kaç”ı…
Kaçmaya başladım mı, kurşun yetişmez peşimden.
Kovalamaya başladım mı da,
ne hiçbir pabuç kurtulur önümden
nede herhangi bir postal…

Ve düşünürüm bir de;
çenemi kenetli yumruklarımın arasına alıp.
Gariban bir çoban gibi
-kavaldan anlamam da-
kendi kıllı kılsız keçilerimi güderim
kendi içimin sarp ve derin yaylaklarında.
Sık sık da koyun sayarım;
-yalan olmasın-
uykusuz darakşamdan, mahmur sabaha!

Bir de top yapıp sığır kılından
oynamaya bayılırım
aklım yetti yeteli.
Bazen çivileme şutlar atarım
rüyalarımda bile
karanlığın dörtbaşı karton
möhkem kalesine!
Haksızlık gördüğüm yerde ise,
“la havle” çekip geçemedim ömrümce.
İkirciksiz girdi burnum olayların içine
kendiliğinden… -ne hikmetse…-
Bir de; hangi mekanda ve koşulda olursa olsun
çok da arkadaşım vardır, ama gerçek dostlarımla
demli çaylı demli sohbetlere
hiç itirazım olmadı; olmaz da!
Hala felekten gün çaldığımız olur arasıra.
Buluşup görüşme anını iple çeker;
günler öncesinden
heyecanlanırım!
Cıbıl dalımda ötse bir üveyik,
pır pır titrer kanatlarım
duygulanırım.
Gençliğini dağa atsa bir çömez keklik,
tüyü tüsü ıslanır diye
kaygılanırım.
Vahşi sahra savaşlarında
ninnisiz kalsa bebeklik,
insanlığın utançlı güruhu içinde
bütün ömrü incinecek diye
sancılanırım.
Çarpıkbacaklı bir postal bassa
topal karıncamın kış rızkına
silahlanırım! ..

Nice yıllar yuvalandı
uz saçlarımın aktellerinde.
Nice günler ağırladım
tez fişeğimin evzesinde.
Nice “an”lar döndü
sağ işaret parmağımın boşluğunu çoktan aldığı
sus-tetikten…
“Elim tetikten döndü” diyorum;
basmayın nasırıma…
Bırakın …
Bırakın da
topal karıncam
kıt kanaat aşıyla başıyla
körletsin aç nefsini
tok nefesini…

* * *

Kimi turuncuyu istedi
portakalı limonu; tatlısını ekşisini.
Kimi çatır çatır bir Amasya elmasının alını balını.
Kimi gülhatmi beyazlığını… Gelgeç, bana dokunma, sen bin yaşa yılanım”ı…
Gün hatmini yaşadı kimi; yaylangacını hamağını, yamağını çomağını…
Ben büyük uçmadım; narçiçeğiydi tercihim; minyatürü,
gönülbahçemde her mevsim açsın diye.
-“Yanılmanın yaşı yok” derler.-
Şu kurukıraçlarımda açan çiçek
nar değil.
Göğsümde çıtırdayan kösnül ateş
har değil.
Ağustos’ta uyku derdiyle bunalan soğuk
kar değil.
Ben nerede
ben niye
üşüyorum!
Beyin rafımdan bir şey koparılmış aparılmış;
közlü ağlatımın yeri boş… boş…
acep kimin kirli kasasında
kimin harami cebinde…
Aklımda açlık benim,
aklımda kıtlık;
soframdaki tokluk bana
kar değil.
Ağzımda toplaşıp kıpırdaşan
sinekkaydı tükürük bana
yar değil!
Kanayıp duruyorum kiraz dalında,
narçiçeği… narçiçeği…
Narçiçeği gibi!
Biraz sarıdır o, biraz kırmızı biraz turuncu
biraz yeşildir çimeni, biraz mavice, turkuaz
biraz siyah, biraz da beyaz…
Ne sarıdır ne kırmızı, ne de turuncu…
Çeneğinde ayın aylası dem tutar, denizin ipekyaprağı hışırdar!
Krallıksız tacında göndoğumu ve günbatımının
kısrak şahlanışı var…
Azımsamayın narçiçeğini;
nar ağacının derin ışıltısıdır.
Geçici soyununca yaprağını,
kurudal diye tekmelemeyin n’olur
sonbahar hışırtısında
narağacının dipten çıldırışını.
Gözleriniz görmese de
duymasa da yamuş yumuş kulaklarınız
perçem perçem
kökleri,
bahara çiçek hazırlıyor, çiiiiçek!

Yazsonu bir avuç nar may-i hoşluğu
tanem tanem dökülecek murmul ağzınıza;
tanem tanem…
Çokrenkli bakacaksınız sırrı keşfedip; şu ıssız mevsimlerin
küllü koruna
küll-iii oyununa…
Ve narağacının gizemsiz ışıltısı gibi
apaydınlık olacak kafanızın içzemherisi
çiçeğine ibretle baktıkça!

Bir sır daha var; onu da kaçırayım ağzımdan:
-Anlaşılması bir hayli zor gerçi…-
Nardalında akşamlayan bulutuçlarında
yağmursuz göğün
avunusuz yıldızgözleri;
yeşil bir bakıştan
artan
ışıklı birer kalbur deliği!

Gülsusuşlarında gecenin
yıldızlı bir karamsarlık!
Bir karamsarlık altıüstü;
toprağın anaç damarında
yılkı nalları gibi uçuşan
yedi-şen-renkli bir ıssızlık!

Azımsamayın diyorum size, a be kardeşlerim;
bir ıssızlık ki,
narağacının anaçdamarımda nalsız uçuşan
anafora düşmüş ayçırpınışıdır.
Ve yakamoz yakamoz kırpışır
yakamoz yakamoz kırpışır…
…kırpışır… kırpışır… kırpışır…

Ben narçiçeğini istedim, isterseniz idam edin;
ve elbette isterim!
En melanet karanlıklarda, en boğucu çavlanlarda
dönene dönene kırpışmak için…Kırpışmaaak kırpışmak için!

* * *

Ey serkeş topraklarımın kırbenekleri
şaşkınlığımın sadık pırtelekleri!

“İşleyen demir ışılarmış! ”
Ya işlek olmayan insan?
Aklı hurdalaşmış demiryığını gibidir;
dura dura çürür çürür çürür…
pasa pas tutar.

Uyanırsa gafletinden
yatırır hurdalarını bazen
içinin körükönüne;
kızdırır erime kıvamına kadar…
Sonra döve döve inziva mahzeninin
çelik örsünde
lehimler kaynatır içdokusunun anadireğine…
Tüm örselenmeleri incinmeleri çürümelerden dönmeleri
söngüt söngüt elmas tutar.

Bir kez şaşı baksan aydedenin güleçyüzüne;
siğem siğem açamazsın
sırmayıldız ağlarını…
Yanlışlıkla yırtılmaya sun; içinin engin atlaslarını
yoldan geçen başı kel sırtı kambur
pişkince makas atar!

“İşleyen demir ışılarmış! ”
İşlemeyen insansa devinmezmiş!
Kim demiş?
İtirazım var: Devinir.
Yineletmeyin bana;
pas… pas… pas… tuuutar!
Bir kaşık suda boğar beynini.
Sonra çöküp kendi aylak kabrinin karataşına
dövüne dövüne yas tutar.
İncinik yüreği, kötürüm içküsüleri
yıllanmış taşnasırları
gerim gerim kas tutar…

Kimi insana yaşam, ar gelir.
Kimi insana dünya, dar gelir.
Kimi insana sıcak, kar gelir.
Kiminin delinse kevgirinin dibi,
bulutçuk kuşlarının sesiyle
süzüle süzüle içinin ovasına inen bahar
yitikleşir… yitikleşir…
Kırlangıç kanadının göğün mavigözünü öptüğü mayısta,
sonbahar gelir!
Sonbahar;
bulutlanmanın kodadıdır.

Bir eşkin esintinin
bir dörtnal rüzgarın
bir esrik gazellenmenin
bir toprak soğumasının
bir de deniz kararmasının…
Bir ağaç dövünümü ve dal dökünümü
bir de yaprak dökülümü
usulca fısıldar kulağımıza, geldiğini
aklımızı çeldiğini…
Bir ıssızlaşmadır sonbahar;
karıncaların börtüböceklerin
kışlıklarına çekildiği hiç acelesiz
bir ıssızlaşma!
Kışuykucuları, yerlerini yataklarını döşer
postunu yağını depolar bu ıssızlaşmada.
Ve bir kırımdır kırandır sonbahar;
göçmenlerin uçma kırımı…
Leyleklerin
turnaların
ördeklerin
kazların…
bir de kırlangıçların…
Bir kırlangıç kırımıdır sonbahar;
düşer o, kalkar
kalkar düşer
kalkadüşe
düşekalka
uuuuu-çar!
Uçarlar!
Sonbaharın yol haritası yoktur;
tek sözü vardır:“Haydi hışma hazırlan! ”
Oysa bir yol haritası vardır göçmenlerin her birinin başsepetinde
çizgisiz
resimsiz
boyası doğadan!
Çiftrenkli leylandidir boyası
bir elvudi selvi
limoni selvi
mavi mazı
altuni mazı
kayın kreptomarya
şimşir çinçamı…
Penceremden içeriye başını itaatsız uzatan
acı yemişleriyle barışçıl bir zeytindalı…
Sarı papatya beyaz papatya
pembe sardunya al sardunya
solukyüzlü melisa
balkonlara kırmızı kırmızı tırmanan arsız bir gelinteli
ev köşelerinden köklenip çatıyı saran hanımeli…
İçi yağmurkabarcığı bir bulutkararması
bir okyanus; derini koyu, kopkoyu, kumsalı mavi…
Arkası dinmez; kanatkeser bir çöl fırtınası
uçsuzbucaksız bir ova, yemyeşil kıvıl kıvıl…
Bir orman… bir cavlak bozkır… uç uç bitmez
ve bir kaya ve bir uçurum, düşsen iflah etmez…
Ve bir köy, ahşap damlı
bir bacaksız bücürüm
elinde yaramaz sapanı…
Bir de teller… teller… teller…
Bayırlar çayırlar ve dağlar…
…işte Toros görkemi… Akdeniz…
Ve nihayet kara, kapkara Afrika…

Ciğerim Afrika
yüreğim Nil
göçmenlerin yol haritasına rengini verir!
Ve göçmenler nerde ne yapacaklarını;
nerde aç uçacaklarını örneğin
nerde doyacaklarını
nerde mısır ekmeği kemirip
nerde çorbayla iç ısıtacaklarını
nerde hızlandırıp kanatlarını
nerde konaklayıp dilleşeceklerini
çok çok iyi bilir! ..
Yol arkadaşlarından birileri ölür yolboyu.
Bağırıp çağırmazlar,
çil cücükleri gibi dağılmazlar.

Namazları ve haçları yoktur;
ne Allahları, ne peygamberleri, nede tapınakları…
Ama anıları vardır; güçlüdür, bellek yığ-yığ-yığınakları…
Ve dilleri vardır ve bazen es geçen, bazen ses seçen kulakları.
Truva’dan geçerken kuşbakışı bakarlar, uyduruk ata;
gülerler kıs kıs moderniteye… Selamlarlar Homeros destanlarını.
Hasan Dağı’nda Ruhi Su’yu dinlerler,
Yıldız Dağı’nda Pir Sultan’ı…
Yol arkadaşlarından birileri ölür yol boyu.
Acılarını dürümleyip yüreklerine, okşarlar ömür boyu.
Birisi de düşünür; en ufacığı, adı kırlangıç olanı
oldum olası şaşar bu işe:
“Ulan der, ulan gardaşım
romanı şiiri, masalı öyküyü
efsaneyi destanı, şarkıyı türküyü
posa insan yerine
şu göçmenler yazsa ya…
ne cevherler fışkırırdı gagalarından
kimbilir…”
“Ulan der, ulan gardaşım
milyarlarca insan gelip geçmiş bu dünyadan, bu koca boşluktan
aydınlıktan içmişler, çeyiz dizmişler karanlıktan
açlıktan otuz doğurmuşlar, tokluktan göbek şişirmişler
çalıp çırpıp doğanın doğurma uzvundan, meskeni tavaf etmişler…
Bunların içinde; farz-ü misal bizim Anadolu’dan
toprağın iliğini emen, kemiğini kemirenlerden
kaç kişi çıkmış ki, kuşlar gibi sahteciksiz öten! ”

Homeros’tan Pir Sultan’a…
Yunus Emre’den Köroğlu’ya, Karacoğlan’a…

Gelelim beriye:
Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal…
Sabahattin Ali, Azra Erhat, Aziz Nesin
Daimi, Mahzuni, Aşık Veysel…
Enver Gökçe, Ahmet Arif, Attila İlhan…
Can Yücel, Nazım Hikmet Ran…
Başka başka…
Yıdız Kenter, Yılmaz Güney; adı yasak
Saysak saysak…
Listeyi uzatan uzatacağı kadar uzatsın;
Abidin Dino’nun kaburga sayısı kadar daha…

Sonra bir de adsızlar var; asıl kuşgözü onlarda!
Herbiri boğulup gitmişler, Osmanlı zulmünün
ve sonraki baskıcı erklerin
kanlı batıklarında…
Yani kendi suyunda yüzemeyen gemilerin,
kaptan kalpazanlıklarında!
Eh ne diyelim; yaşamın sesten sözden ötesindeki
“kuşgözü atlası” ile şimdilik yetinelim.

Bilinir ki,
açık yaraya tuz ekilmez
kevgirle kuyudan su çekilmez!
Kimimiz kül basarız yaramıza
kimimiz taş doldururuz kovamıza…
Arımız Bağdat’a kaçar kovanımızdan,
son çaaarımız, dü-çaarımız Londra’ya…

Oysa Nazım Usta,
kalaylı bakır tasından
süzüm süzüm bal dağıtmış.
Azgın uçurumlarda yüzme bilmeyen acemilere
“Şu 1941 Senesinde” cezaevinden
balıkkanatlı sal dağıtmış.
Gölgesini çiğnemeye yeltenen
çanakçı miyavlara
yalak yalak yal dağıtmış.
Keloş tepelerde yekkeyek
ıssızlık içen ağaçlara
dikenleye dikenleye yüreğinin sürgününü
yeşil yeşil dal dağıtmış.
Bize de kala kala Usta’dan; bir ilmühal
bir de arzuhal kalmış.

Arzuhal ettik dağataşa
arzuhal ettik uçankuşa
arzuhal ettik yarıkkaşa
arzuhal ettik kesikbaşa…
Çıkınımızda bir dürüm sıcak fırıncala!
Bir kaşık da hayrımıza helva…
Sunalım dedik, “haklı olma” zırhlılarına.
Sunalım dedik; aça çıplağa, köre çora, sağıra…
Sunduk da…
…uçurum diplerinden darağaçlarına…
Ne alan var
ne gören
ne duyan
ne koklayan
ne yaşayan
ne tüküren…
Öptük koyduk zulamıza!
Baktık; akfincanımızda
bir Nazım fallık
telvemiz tortulanmış!
Hayli ilerlemişiz dedik; umutlandık.
“Umut fakirin ekmeği” denir.
Tövbe yalan: Umut, kıyısız arayışların hem açlığı
hem ekmeği aşı çorbası tuzu biberi, yavan çöreği
hem de anadireği!
Sıvayıp tortumuzu,
yaramıza basılmış kanlı mendile
okşayıp sunturlayıp
övünmesiz dövünmesiz…
…özenle ve incitmeksizin
elma kabuğu gibi katlayıp koyduk
başyastığımızın altına!
Elde oldu bir!
Üstünde ne haram bulaşığı, ne de kir!
Sonra oturup kıraçlığımızın
uğralı çalıgölgesine
birçift kelam gönderdik
Ahmet Arif’in namlusuna:
“Biz Anadoluyuz
anlıyor musun? ”
Sözümüz yok, avlumuzu ağıl eden
yekyürekli Çoban İbraam amcamıza.
Ne de olsa içimizden çıkma ve ruhu ruhumuzla.
Konuşa tartışa, görüşe cebelleşe, kargaşa burgaşa
biz buluruz be “birader” eğrimizi doğrumuzu!
Ama dayanamayız; alimallah
nişanlarız ortasını alnının,
taşbaşıyla Adana’da tank güden
aklı dışmaşanın oltasına feyz-eden
“sahibini sesi” aymazın utanmazın hayının hayınlığına…
Unutulmasın; bir kez daha uyaralım:
Açık yaraya tuz ekilmez…
Kevgirle kuyudan su çekilmez…
“Biz Anadoluyuz
anlıyor musunuz? ”
Çoban amcam, her zaman keçi gütmez;
silah da taşır, aklının en dolaşık kıvrımında!
Asileşip çeteye çıkmasın tezayakları,
beynini bir daha dağdan indirmez!

* * *

“Biz Anadoluyuz
anlıyor musun? ”

İlmühal ettik Anadolu’ya:
Dağ taş
aklıselim baş
bağrıştı
derisi yüzüleni!
Nesimi… Nesiiimiiii…

Bir kırat yaklaşıyordu acem diyarından
dingin ve emin adımlarla;
yürüyüşü rahvan ve gururlu.
Bulut ve toz kokuyordu;
sırma saçları sırtına dökülmüş kadın gibi
uzun ve kırçıl yeleleri,
toynakları asil ve vakurdu.
Nalları Süphan eteklerinde bir dağköyünde
kürt bir nalbant tarafından çakılmıştı.
İyi ustaydı.
Çeliğini İskenderun’dan getirtmişti
suyunu Zonguldak’tan.
Doldurup ocağa Aşkale kömürünü
kızdırıp kızdırıp Horasan körüğüyle
Tebriz örsünde kavanın isyancı çekiciyle
dövmüştü…
Tam kırk gün
kırk gece…
“Aşınmaz çeliktir gurbanam
bencileyen hedayem ola” demişti;
“enel hak” dediği için.
Yine “enel hak” dediği içündür ki,
“ol fermaan” ile asılmıştı.
Hallaci Mansuuur idi divana doğru yaklaşan kıratlı.
Atının terkisinde küfkokulu
ve içinden kurtlu
asıldığı darağacını
ibret-ü aleme
gösteriyordu…

Peşinden bir kuş sürüsü gardaşım,
bir kuş sürüsü…
koptu Yıldız Dağı’nın sisi dumanı
karı boranı arasından;
kışlasından sökünmüş bir Yemen ordusu gibi
uçuyordu semah dönercesine…

Ağıt akmıyordu gagalarından fakat;
sözdü sadece, bir söz; hepten yasak olan;
“yanüya kim, haşmetlüüü sultaaanuun taa İstanbul’dan yassahladuğu…”
“Yassah” dertop edilip, alındı ayaklar altına,
“ferman padişahınsa, dağlar onların” idü
hepbir ağızdan fısıldıyordu bazen kuşlar,
bazen gırtlakları yırtılıyordu çığırtıdan
“şah… şah… şah…”
Bir darağacı da onlar taşıyordu;
sombakıri
simgümişi
kanatlarında.
İpinde Hızır Paşa’nın dönekliği
ve acuzeliği asılıydı.
Üstünde Pir Sultan Abdal’ın aşık kaytanı,
bayrak şanıyla
dalgalanıyordu;
kuşşahları
arasında…

Birden kuşlardan biri ayrıldı
kanatları diğerlerden sıyrıldı,
başparmağını götürüp dudaklarına
niyaaaz etti piiire;
Dedi ki niyaz ederken “enel hak piiiirim, enel hak…”

Döndüler birbirlerine; belli ki, herkes herkesin “enel hakkı” ydı.

Bağdaş kurup, helali postuna oturdu.
Aldı sarı tamburasını kucağına; tamburası gösterdi kim,
“Hızır Paşa orda-dur! ”
Acıyarak baktı Paş’aa’nın tükrükle yıkanmış şirret yüzüne;
Döndü ahaliye: Bırakın gitsin bu mel’unu
“Kadısı gibi onun da
Sırtundadur pal’aanu
Onun gibi hayvan var mu…”
O ömrünce sürünmeye mahkum, ah-ali’nin ayak altında…
…kim, ol tarih nic’ola, nic’olmaya; hep başa bela!

Vurdu tellere;
yüzünde gizden sırdan ker’ametten arınmııış,
gen-iiiş bir gül-ümseme…

Yüzün çevürdü; ah-alilerden birüne:
“Benim uzun boylu servi çınarım
Yüreğime bir od düşmüş yanarım
Kıblem sensin yüzüm sana dönerim
Mihrabımdır kaşlarının arası…”

“Enel hak” diyerek niyaz ettiler,
halkadakiler.

“Özü öze bağlayalım
Sular gibi çağlayalım
Bir yürüyüş eyleyelim
Tevekkeltü taalallah…”
“Enel hak”la niyaz ettiler yeniden
birbirlerine…

Çırpındıkça teller, incindi parmakları, aklı isyandaydı.
Teller bitkindi… bezgindi… ama sezmişti kendi dilinin kainatını!
Ağır ağır kalktı yerinden,
yuvadan yeni uçan bir turna cücüğü gibi
hafifti ve kınalıydı kanatları.
Postundan aldı, sazını eline; içi nariçi gibi kıvıl kıvıldı
düştü isyancıların önüne.
Dile geldi sazı;
bakalım ne söyledi:
“Kadılar müftüler fetva yazarsa
işte kement işte boynum, asarsa
işte hançer işte kellem, keserse
dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.
Ulu mahşer olur, divan kurulur
suçlu suçsuz gelir, anda derilir
piri olmayanlar, anda bilinir
dönen dönsün ben dönmezem yolumdan…”
Yolu yordamı, ehli piri olmayanlar, bilindiiii!
Kuruldu divan;
hikm’eyledi Pir Sultan:
“Pir Sultan’ım dağlar ben olsam
üstü mor sümbüllü bağlar ben olsam
alem çiçek olsa arı ben olsam
dost dilinden tatlı bal bulamadım…”
Sonra bir ağaçta üç fidaaaan indi divana,
üç dalında üç elma;
genç
dinç…
…kıpır kıpır
dipdiri…
Kanları çevgen savurur gibi
yumrukluyordu tezcanlı göğüslerini
güp
güb
güpgüpegüp…
Selamladılar divanı; pir adına kendi ellerini öpüp…
Dediler üç ağızdan, “pirim biz de tattık, dilindeki tatlı baldan
dönen dönsün biz dönmezek yolumuzdan…”
29 Nisan’dı,
onlar, Mahirler
ile beraber
devrim andını
Ankara’da böyle içmiştiler…

Bindokuzyüzaltmış, 28 Nisan’da
Beyazıt denen bir kocaaaa alanda
Turan Emeksiz’in
“anasının Yılmaz’ının
palet altında
yürek fırlatışının”
anısında;
tek bir yumruk gibi göğü kuşatan
belki onbin belki yüzbin
genç yürektiler…
Bindokuzyüzaltmışsekizdi;
tam sekiz yıl önce ve şimdi
“dış mandaya bağlanmak”
ve “Amerikan babalarına yaranmak için” sürülmüştü
İstanbul ve Ankara meydanlarında,
bağımsızlık çığrışan
yurtsever gençler üzerine paletler.
Ve henüz kahrından dünyasını değiştirmemişti Enver Gökçe!

Bir uluma vardı havada;
“Tanrı dağı kadar türk
Hıra dağı kadar müslüman…”
uluması.

Bindokuzyüzatmışdokuz şubatının onaltısı;
“Kanlı Pazar” günü
salyalarını kustular Taksim’e;
bakın allahın işine ki,
iş altıncı filoyu buyurlamaya gelince
“müthiş milliyetçi” ve “bilcümle müslüman”
“bir teki bile dünyaya bedel
türktüler…”

“Emperyalizme Karşı Yürüyüş”te
“Kanlı Pazar” günü katledildi;
yurtsever Turan Erdoğan ve Turgut Aytaç…
Ve “toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” diye diye
ortalığı kana bulamaya karar vermişti;
cuntacı Memduh Tağmaç.
Bu sözü meşhur Lerner Kuramı’ndan
“kapkaç” yapmıştı; ayenbeyan kapkaç!

Sözde ülkenin “işgalcilere karşı ithal edilmiş ordu”nun tankları
ve polis panzerleri,
fabrikalarda işçileri
tarlalarda köylüleri
yani “toplumsal uyanışı”
susturma emirlerini;
Ankara’daki uydu meclis yerine
Londra’dan ve Waşıngton’dan almaya başlamıştı.

Ve oniki marta kadar
tam yirmibir gözbebeğimiz,
“toplumsal uyanış” içiçeliğindeyken avlanıp
“dışmanda” kazanında
kalleşçe haşlanmıştı.

Ayniya vaki ki, her yurtsever katliamının altında
“tanrı dağlı türk ve hıra dağlı müslüman”
yani katışıksız… x …olan
birilerinin imzası vardı…

Ama o yiğit gençlerin, “sinsice pazarlanmış” bu kanlı topraklara
yad postal bastırmama kavgası vardı…

Çok geçmedi aradan; mayıstı.
Göçdili getirmişti kuşlar uzak diyarlardan;
Ankara’yı şenlendirmek
ve Anadolu’dan gecekondulara öbeklenmiş
göçmenleri neşelendirmek
için.
Çokdilliydiler
ve çokrenkli…

Kendi tomurcuklarını keşfetmeye başlamıştı
kırlarda katırtırnakları
ve gelinçiçekleri kökleri.
Kankırmızı bir sardunya, çiçek kömlerini itekliyordu
aşağıdan yekinerek; demirparmaklıkların ardındaki
pencereden içeri…
Ve bir kumru su taşıyordu gagasında; sardunya dostuna
yuvada çığrışan yavrularından
ve kendi sesinden daha önce
bu güzelliği; bu kömleşmeyi içerdekiler
görsün de mutlansınlar
ve umutlarını bezesinler diye…

İçerde “idama mahkum” üç suçsuz delikanlı;
mutlulukla değilse bile
metanetle bekleşiyorlardı
“o gün”ün kesinleşmesini…
Ve zevkle dinliyorlardı, baharbahçelerinden şenşakrak
kısmetlendikleri kuş türkülerini…

Avukatları Çelenk dokuz doğuruyordu; “adalet mefh’umunun
dışarıda; meclisteki suçlulara değil,
yurtsever gençlerin sırtlarına suç sarmak için”
dışardan yönetildiğine tanık oluyordu;
yaşamında ilk kez bu denli açık
“ve bu denlü kepaze…”

Başka hücredeki arkadaşlarından biri,
korka korka “aklından geçenler”den;
düşündü kederle:
“Şu hoşbahar, şu coşkun Ankara bahçeleri,
üç civan gence ve ailelerine
ve bize; içerdeki ve dışarıdaki devrimcilere
ahü-zaar olmasa bari…”
Bir kartal gördü mazgal delikleri arasından,
sakin ve yavaştı hareketleri.
Germişti kanatlarını
sermişti kanatlarını
özgürlüğün mavi atlasına
denizde yelken gibi…
Kasım kasım kasılarak çevriniyordu havada…
Kafası döne döne;
büyük bir ihtimalle gözleriyle
radar gibi tarıyordu yeri…
Gördü ve hemen yitirdi…
Ve daldı gitti çocukluğuna.
Aslen Livanalıydı. Dedesinin dedesi, Çar’ın zulmünden kaçıp
yerleşmişti Artvin’e. Çerkesti.
Büyük anneannesi Ermeniydi.
Tehcirde,
büyükler gönderilirken bilinmeyen yerlere
“korusunlar diye”
büyük büyükbabasının babasına bırakılmıştı…
O da kız serpilip gelişince
evlendirmişti kendi oğluyla…
Bir tarafı Çerkes, bir tarafı Ermeni olsa da
Türkiye vatandaşıydı kendisi.
Biraz çerkescesi vardı gerçi,
konuşulanı yarımyamalak
anlayacak
kadar.
ve tarzanca ermenicesi…

Ve bilmezdi türkçeden ve ingilizceden başka bir dili…
Üniversite okuyup “adam olması için” gönderilmişti Ankara’ya.
Kartal depreştirmişti anılarını.
O, çocukken çok görmüştü bu kartalları.
Yumurtadan bir hafta önce çıkan civcivlerden birini kapıp
kaçmıştı maviliğe, pençe görkemiyle.

Ertesi gün yine savulmuştu koca kanatları
ve hin gözleri yıldırım hızıyla
anacın ve yavrucakların üzerine
ikincisini kapıp kaldırmak için.
Önce anaç çıkmıştı karşısına; tüylerini bir kabarttı heybetle,
onu kaldırmaya gözü kesmedi herhal!
Bir tur daha yaparken, babası evden alıp gelmişti tüfeği;
kartal savuldukça ateşledi
savuldukça ateşledi…
…bir… iki…
Babası dedi:
“Bu cavır sanki izliyor saçmaları
gözleri tetikteymiş gibi ne zaman ateşlesem tüfengi
kavislenip aşağı yukarı
sağa sola
atlatıyor badireyi…”
Civciv kaptırmamışlardı o gün şans eseri;
ama patates çuvalı gibi patlatıp döşünü
aşağı düşürememişlerdi de cavırı.
Düşündü içerdeki:
Nazım Hikmet çaylak için demişti;
“bulutlarda avlanmaz bir kuş olmak…”
bence kartaldı sözettiği…
Bu kuş efem bir uyanık; felaket…
yalnızca kurt ve çakallar avlayabilir;
o da yeni uçma öğrenen yavrularını…
Yeter ki, yere düşmesin acemi kanatları!
Bu düşünce irkiltti onu; “yahu” dedi kendi kendine
“şu Ankara’nın kurt sürüsü,
avlamasın bizim üç körpe yüreğimizi…”
Efkar bastı; sırılsıklam oldu gözleri,
yaktı erlerden birinin zuladan toka ettiği cigarasını…
Çok geçmeden daldı yine, takılmıştı beyni yaşadıklarına.
Zordur diye düşündü; hem çok zor
dağda bayırda meydanlarda bir arkadaş,
hayır bir yoldaş başının kucağına
düşmesi….
Nail Karaçam geldi aklına…
1970’in Aralık sonlarında…
salyasümük ağlayan bir Ankara…
Salyasümük ağladı o günkü gibi…
Elleri soğuk parmaklıklarda
dona dona!
Sonra düşündü:
“O yaşasaydı eskaza,
nerede olurdu şimdi…”
O Toros’un çocuğuydu, belki orada
belki Karadenizdekilerle
belki Malatya’da…”
Ürperdi yine, Allah etmesin der gibi;
“belki şimdi Mamak’ta benimle beraber…”

Aklından kovduğu en son kanca gırtlağında kaldı sonunda;
“ya ‘idam mahkumu’ olsaydı üç yüreğimiz gibi…”

Çıldıracaktı; başladı duvarı yumruklamaya…
Belki biraz dipçiklenerek hafifletmek istiyordu genç acılarını…

Aynı anlarda aşağı yukarı;
Karadenizdekiler deliriyordu “belirsizlik”ten…
Düşündü Karadenizli olanı Karadeniz’e bakarak
ve düşündüklerinin olmasından korkarak;
“Karadeniz, Karadeniz olalı
yutmuştur hep, kendi sırrını anlamayanı…”
Çıldırmıştı Karadeniz,
mayıs akşamının günbatımında;
ağzından güneş kanı kusuyordu
kıpkızıl köpürerek Ünye sahillerine…
“Ula” dedi Karadenizli Karadeniz’e;
“ula Mustafa Suphi ve arkadaşlarını kusuyorsun
kumsala serdiğimiz hüzündolu
içtenliğimize…”
Ve o da ürperdi, Ankara’daki gibi;
kendi düşündüklerinden…
Dilinin ucuna gelip, ucunu gıdıklayıp gitti aklından geçen:
“Bitmez katil Ankara’nın kalleş oyunu,
bu işin sonunda bir kahpelik çıkmasın…”
Kaldıramadı yüreği aklından geçenleri;
terden ıpıslaktı kısakollu fanilası
kabanında yama gibiydi sıkıntı suyu
ve apışlarına yapışmıştı donu…
Çarçabuk soyundu üstündekileri; kaldı anadanüryan,
bağırdı, kahpelikleri tükürmek için köpüren dalgalara;
“ula madem yuttunuz Mustafa Suphileri,
ben sizin çocuğunuzum
yiğitseniz ve yutacaksanız
cıbıldak yutun beni…”

Hava çabucak karardı.
Bir saat sonra belki,
onu canlı attı kıyıya dalgalar…
Birazcık avunmuş,
hayra yormuştu
Karadeniz’in
bağışlamaz
öfkesini…

Ama şurasında bir körbıçak
oynuyordu durmadan
bir ileri
bir geri…

“Bu içimdeki ölme deprenişi
hiç hayra alamet değil...
Aklımdan geçen başkent soysuzluğu
başımıza gelmese bari…”
Söyleyemedi kimseye, yoldaşlarına bile.
Gizledi, kendinden gizlediği gibi.
Ve Karadeniz,
Karadeniz olalı
ilk kez böyle mosmor etmişti
kendi bağrından söküne söküne
ufkun makaskesimyerini…

İstanbul hiçbir şey demedi:
Suspus olmuştu kendi şehir uğultusunda.
Vermiş kurtulmuştu, kendinin bile dayanamadığı gürültü kirliliğinden;
Ulaş Bardakçı’yı
Hüseyin Cevahir’i…
…ve diğerlerini…

Bu arada İlhan Selçuk,
akrostiş yazıyordu “ifade veriyorum” hinliğiyle,
Ziverbey Köşk’ünde…
“İlerde işime yarar” diye düşünüyordu belki.
“İfadem çıkarsa ortaya yanlışlıkla
apaçık kanıtlarım işkenceyi…”
Yada şöyle düşünmüş olabilir:
“Mahkemede önüme koyarlarsa ifademi,
gösterip akrostişimi; kanıtlarım,
ifademin tarafıma zulmedilerek alındığını
ve düzmece yazıldığını…
dolayısıyla
kolayca
yırtarım
böylece…”
Yada ne bileyim…
Düşünce zortlatmasına meydan vermeyelim:
Bunu saygıyla kendisine bırakalım…
Ankara kaynıyordu hala.
Karadeniz’e gidenlerin Ankara’da bıraktıkları o güvenilir delikanlı,
harekete sızmış bir ajanı,
oltaya taktığı bir apartman bodrumundan
yeni kaçırmıştı…
Her nasılsa bir biçimde tüymüştü ajan.
Peşinden hemen başlamıştı “tezgaha toplamalar…”
Yanıyordu da ona yanıyordu…
Uyku uyuyamıyordu hederinden…
İçerde miydi dışarıda mı,
dalgın mı arşınlıyordu
Ankara sokaklarını…
Yada volta mı atıyordu hücrenin birinde
kim bilebilir…

Ama her neredeyse, o da Karadenizli gibi düşünüyordu;
düşünde düşündüğünü
düşünmemeye çalışarak…

Kaygı dolanmıştı bulutların karauçlarına,
geziniyordu apak alınların derin çizgilerine yapışarak.
Karabasan oluyordu üç civanın pürpak tüten aile ocaklarında
analar babalar, bacılar kardeşler
lokmalarını yutamıyorlardı.
Ateş topu olmuştu helal lokmaları gırtlaklarında.
Beş mayıs bitti; tükendi saniyeler.
Altı mayısı gonk etti saatin tikitakları.
Kuşlar mosmor bir baharı taşımıştı prangalara
taa Afrika’dan, Latinlerden…
Yapraklarda cıvıldaşıyordu seher esintisi.
İnsan yüreklerinde kapkaranlıktı sabah…
İçeri kapkaranlık, dışarı aydınlıktı;
dışarı kapkaranlık içerisi aydınlıktı.
Karanlığa gömülmüş karanlıkçılar,
karanlığın zebanilerine yalvarıyordu:
“Aydınlıktan gizle bizi…”
“Aydınlıktan gizle bizi…”
Altı mayıs sabahı, idama götürülenlerin beyinleri
APAYDINLIKTI.
“İdama mahkum” edenlerin beyinleri yoktu;
KAPKARANLIK bir başları vardı yalnızca
omuzlarının üstünde;
ortaçağdan devşirdikleri otlarla dolu…
Destelediler üç fidanı, prangalarını vurdular ayaklarına,
“gidiyoruz” dediler “haydi gidiyoruz…”
Devamını hepimiz biliyoruz! ..
Bahar fışkırıyordu,
Şarkışla’da ve Gemerek’te
kartozu bulaşmış
delifişek başlarından.
Altı mayıs sabahıydı.
Ve Hızır Paşa hortlamıştı,
kokuşmuş çuk’uurundan.
Birer kement attı celladı, bu üç körpe fidana,
sıktı boğazlarını…
Deniiiiiiz….
Hüseyiiiin….
Yusuf Aslaaaaan…
Cevahiiir
Ulaaaaş…..
Mahiiiir
Ve daha nice.. niceeee… niiiiiiceeeeeeeeee…..
Ve Nurhak…….ve Kızıldere… Kaaaaannnnnn… kaaaaaaaannnnn….
………kaaaaaaaaannnnnnnnnnnn!
Katliam….katliam… katliam…
Baaaaşıııınııııı kaaaaaldııııırııııp Enver Gökçe
hüzüüüünle baaaaaktıııııııı toooopraaaaaaktaaaaaaan;
Yarım kalmış sözlerinden birini sıvadı
üüüüüüç fiiiiidaaaanıııın tooopraaağıııınaaaa:
“Yavriiii
Heyyyy…”
(En Yetkin)
“Meyvelerimizi
Kopardılar
Dalından.”
…daaaaaaalıııııımıııızzzzdaaaaaaannnnnn!

Can Yücel yaslanmıştı elma ağacının genç gövdesine;
“Aşk olsun çocuk!
Aşk olsun!
Acırsam sana
anam avradım olsun
Aşk olsun! ” deyip
hilesiz hıçkırıksız öptü
pürpak alınlarından!

O zamanlar,
şu satırlarda tırnaklarını bileyen kırlangıç;
kavga ediyordu, öğretmen okulu üçüncü sınıfında
kendi sınıfından Niksarlı Veyselle yumruk yumruğa;
karabeyniyle karatahtaya
asılanların karikatürünü çizip
altına “zıbardılar”
yazdığı için…
Ondört yaşına basmasına onüç gün kalmıştı tam!
Niye damladı durupdururken boğazımdaki kırıkkalem ucundan
şimdi bunlar diye sorarsınız ey meraklılar!
İlk siyasal kavgam olduğu için!
Hayır efendiii, soru “cevapsız” kaldı!
O zaman şöyle diyelim:
Düşman ve hayat
hayat ve vicdan
vicdan ve bizden önceki
insan çileleri;
bizi erken olgunlaştırdığı için!
İşte size tarihin daha usturuplu kılıfı!
Ben çiğ bıraktım, siz pişmiş yutun!
YUTABİLİRSENİZ!

“Ezildik un olduk.”
Gündüzdük; meşale yanıyordu körpe beyinlerimizde.
“Kuzu postu “giydirip kurt sürüsüne
gıdıklayıp arka uyluklarını nişadırla
saldılar üstümüze…
Tun olduk.
Ve indik dibe…
Yanmamayı öğrendik, magmanın içinde
demem o ki, çekirdeğine indik kainatın…

Albenekli çiçekler gibi
düşüncelerimiz en olmadık zamanda filizleniyor;
en beklenmedik yerde.
Biz kendimizi hiç anlatmadık efendiii,
başkaları türküledi magma yürüyüşümüzü.

Ne diyor Leman Sam “Ağıt”ında; ”Ne oldu çocuksana…”
“En kolay katlanılan,
başkasının acısı.
Ben anayım,
ağzımdaki tükürdüğün kan tadı…”
“Ağzına sağlık abla” dedik;
“çok şey anlatmışsın saygıdeğer sanatınla.”
“Lakin, çok zordur bizim analığımızı üstlenmek.
Ne büyük sorumluluktur bir bilsen.
İsteğin başımız gözümüz üstüne…” dipnotunu
yazdık “ağzımızdaki paramparça
otuzüç kurşun” ile…
Ve madımakta yanmamış ellerimizi bağlayıp karnımıza,
hürmetle sunduk ilmühal divanına…

Pir Sultan sordu divana;
Ey zamane çocukları,
başyastığınızın altında saklı tortular
bunlar mı?
Divan dedi: “He! Daha böyle çok var! ”

“İyi etmişsiniz evlatlarım,
iyi etmişsiniz zamanınızın hünkarlarını
iplememekle…
Yine de tanımayın,
zalimin zulm’etini
kadının müftünün hikm’etini
zenginin mihn’etini
paşanın mahf’etini…
Sakın… Sakınıııın…
Amaaan ha amaaaan,
kimseye
bir caaaan
bir de diyyyeeeet
borcunuuuz kalllmasıııın! ”
Izdırabı anladık pirim dedi, kırlangıç;
lakin anlatamadık…
Yaklaştı Hızır Paşa’nın yanına
tetiğin boşluğunu aldı;
alnından vuracaktı:
Pir yapıştı koluna
çektirdi elini tetikten…

Eğildi pirinin önüne minik kuş, enel haktı.
“He” dedi “he! ”
Sıvadık tortumuzu
yaramıza basılmış kanlı mendile
övünmesiz dövünmesiz
katlayıp koyduk
başyastığımızın altına…
Umutluyuz!
Umut, kıyısız arayışların “arayışsonsuz” çiçeği!

Bir elini Simav’dan
bir elini Mısır Çarşısı’ndan uzattı Şeyh Bedrettin,
elini tuttu Pir Sultan’ın, dedi;
Ol ki sen yirminci asır kişisisin,
“iriş sultanım iriş…”
bu çocuklar şerefliiii
bu çocuklar geçmiiiiiş bizi çoktaaan
şu kanlı kavgayaa
gözüpeeek girişmekteee;
ve “yarin yanağından gayriiii”
her şeyiiii hep berabeeer,
adiiiilce bölüşmekteee…
Gözümüz arkada kalmasııın, çocuklarımııız
“özü özzee bağlayaraaaak”
yaşaamın çil-eee kazanlarındaaaa
iy-iii pişmekteee!

Bu övgülere değer fazla bir şey yapamadık henüz şeyhim,
dedi kırlangıç;
Senin destanını Nazım Ustam yazdı,
amma velakin, Pir Sultan üstadımın destanı
yazılamadan kaldı.
Sırtını tıpışladı Pir Sultan pirim, minik kuşun ensesini okşadı:
Elleri sıcacıktı,
ve bir güvercin yünü gibi yumuşacıktı.
“Her birimizin yaşamı yaşadıkları
çektikleri ve ser meydanlarındaki kanı
hangi destanın kösnül kasnağına
sığar ki! ..”
“Vargit (çocuk)
vargit yoluna! ”
Banaz taraflarında azizim, -söyleyeceğim biraz uçarı; -
kasnağa büyükbaş hayvan mayısı doldurulup
tezek yapılır…
Kışın bilinir kutsallığı!
Çünkü, oranın insanına böyle emretmiştir Yıldız Dağı!

Bağışla pirim, haddimi aşıp terbiyesizlik ettim!
Şimdilik bunları ilettik size,
ama ilmühalimiz henüz bitmedi.

Ne bizden öncekilerin çilesi sığar
kitap kapaklarının kör mahpusuna
ne de bizden sonrakilerin çekeceği…
Magmada, çekirdeğinde kainatın,
yanmadan yürümeyi öğrendik ya…

Gelecek denilen şey azizim,
yani şu nazlı kıvranma;
kıvrana kıvrana
erişiyor kıvamına…

* * *

“Biz Anadoluyuz
anlıyor musunuz…”

Şimdi diyecekler ki gagasız arkadaşlar,
kırlangıç da tutturmuş bir “magma yürüyüşü…”
Öyledir azizim,
ne bilsin ateşte yürümeyen
doğanın hikmetini…

İşte bugünkü ikibin beşin onsekiz mayıs günü,
faşizmin kalça eğlencesiyse hala;
bizim İbo’nun karlardan
ve korlardan diriltişidir
kırlangıç cikciklerini…
Magmada fırınlanmamış bilgi;
çiğ kalır çiğ… ve iğreti…
Ve ne hikmet-i ilahisi
ne hükmet-ü ilahesi
yoktur.
Pişmeyeni yakar elbette;
ama pişirir pişme bileni.
Ne parası
ne pulu
ne evi barkı
ne çaputu çulu…
Magmadan bahsediyorum, magmadan.
Başta dedik ya kardeşim,
“Aklımda açlık benim,
aklımda kıtlık;
soframdaki tokluk bana
kar değil…
Kanayıp duruyorum kiraz dalında…”
Biraz önce dedik ya kardeşim;
“Zordur; hem çok zor
dağda bayırda meydanlarda bir arkadaş,
hayır bir yoldaş başının kucağına
düşmesi…”
Evet magmadan bahsediyorum;
buzlanmış ateşten
közlenmiş aysberglerden…
Göçükten bahsediyorum; başlığı da mı anlamıyorsunuz;
göçükte beşikten
ateşe belenmekten
ateşçe göllenmekten
çatlayıp püskürmekten…
Kainatın
çekirdeğindeki
ninnisizlikten…
Maviden bahsediyorum;
içimizdeki maviş menevişlenmeden…
…özgürlükten bahsediyorum, anlayın artık!
İçimizde tutuşmuş, tutuşturulmuş kor şelalesinden…

Pişmekten; pişe pişe
kainatın çekirdeğine erişmekten…

Geliyor işte kervan; ucu gözüktü turunç ufukta,
bir gemi dumanı gibi
sisliiii…sisli…
sonra tepesiiii…
sonra gövdesiiii…
sonra mavisi…
Yok işte, kesinlikle yok kardeşim, hiçbir tövbesi…

Ve işte ummaaaan…
…ve işte ummaaaannnn….
Kimseyi kurtarmaz Nuh dedenin gemisi!

Hele insan diye adlandırılan doğa münafığını;
hiç mi hiç!
Mevta’ya
uğurlar ol’a!

“Demek yürümekten bahsediyorsun;
yörünge denilen elips cenderenin
şu yuvarlak çemberin;
suskun çekirdeğinde
dilsizleşmekten…

Dilsiz
düşlerden…

Gelecekten bahsediyorsun yolu kösteklim,
kıvrana kıvrana
kıvrılan
görülmesi zor kervan
kıvamından…”

Dur hele, sen de kimsin; nerden aldın sözlerini
uçuş delisi kırlangıcın.
İki kol
iki kanat
bir gövde; bakıyorum narin
ve bir çift de yüzgeç…
Nasıl süzülüp çıktın
magmanın yarıktoprak yerinden…

-Ben mi? Denizyıldızı!
Unuttun mu; dalgaların kıyıya kustuğu zamandı
yeyip yuttuklarını
ve insanlığın pis artıklarını…
Ben yanlışlıkla sürüklenmiştim kumsala;
malum; yaş da yanar kurunun yanında…
En uzağa fırlatıp bütün gücünle,
buluşturmuştun beni yeniden; dalga püskürtüsüyle.

-Hı hııı! Görmeyeli bir hayli değişmişsin!
Kol kanat, yüzgeç gaga, ağız burun…

-Sen savurunca baktım, uçuyor bir kırlangıç;
minicik kanatları
küçücük başı
ve daha çömez denecek kadar genç yaşı…
Sallamaya başladım kollarımı,
aniden kanatlaştı…
O gün başladım
Hezarfen Ahmet Çelebi gibi uçmaya…
sonra tanışıp dost olduk…

Baktım, ağzımın altımda bir işi yok;
onu da aldım üçüncü kolumun orta ucuna;
oldu gaga…

Göz ve burun dersen; görmem ve koku almam gerekliydi.
Kanadımla görüp, ince bağırsak ucumla koklayamam ya;
onları da insana bakarak yerleştirdim keleyi şerifime…

-Ya şu yüzgeçler neyin nesi?

-Haaa! Sadece uçmuyorum;
diplerine iniyorum sık sık!
Kah kainatın
kah dünyanın…
En yakıcı yerine; taa çekirdeğine uçuşan sırların! ..
Onlar daha dayanıklıdır saf çelikten;
ne magmada erir
ne toz bulutunda kainatın
pesucundan eğrilir…

-Şaşırdım değişikliklerine.
Oysa ben seni denize savururken…

-Susss! Anımsıyorum ağzında gevişlediklerini:
“Kuş olsan kanadınla uçardın
at olsan ayağınla koşardın
balık olsan yüzgecinle kaçardın
şimdi ne yapayım ben seni…
Atsam denize, onun deliliği
yine sürecek seni kıyıya
ölüm mü senin kaderin!
En iyisi
dalgalardan geldin
dön git dalgalarına…”

-Bunlar benim düşüncelerim, öyle mi?

-Evet!

-Hiç anımsayamadım, belleğim silinmiş mi?

Bir kolunu uzattı Bingöl fayının yırtığından içeri
diğerini uzattı kainatın görünmez mağarasına
bir salkım begonya çiçeği gibi çekti aldı magmadan,
o gün düşündüklerimin demetini…
Bu demet, gör-elinin işaret parmağında asılıydı;
ateş damlıyordu toprağa,
pembecik çiçeklerinin isli uçlarından…
Diğer kolunu çekti, yağdan kıl çeker gibi,
minik minik bulutçisecikleriydi;
bugünkü düşündüklerimin demeti…
Bu demet, sor-elinin serçe parmağında güneşleniyordu;
bir de pırıldıyordu ki kerata, sancısından
ateşböceğinden daha küçük
alyuvardan daha büyük…

“İşte” dedi
“kıt kanaat geçindiğin düşüncelerin bunlar değil mi?
gör-yanı ateş, sor-yanı su
ortasında yanık yürek kokusu…”

-İyi de, sen nerede nasıl sakladın
kuyrukları birbirine örülü bu çağrışımları?

-Doğanın doğal uygarlığında,
yaşamın ayraçsız uyum çevristanında…

-Ne bu kırık düşünce kemikleri
ne bu öykü bana ait sayın denizyıldızı kardeş;
ben okudum, yazanını da hatırlayamam şimdi!

-Biliyorum be biliyorum.
Ağız burun, göz kulak, deri ten…
…kanat yüzgeç…
…geç bunları geç!
magmada yanmamayı
buzulda donmamayı…
-tersten oku-
buzulda yanmamayı
magmada donmamayı
kimden öğrendim, kimden! ..
-Bilmem denizyıldızı; uçtun iyice.
-Gerçeği arıyorum; ufaklık.
yalını, çıplağı.
Bozatlı Hızır’a sorsan; der ki büyük ihtimal;
“insan, öğretirken öğreneyim
öğrenirken öğreteyim… diye;
-tersten oku-
insan öğretirken öğreteyim
öğrenirken öğreneyim… diye
uğraşmaz! ”
-Hiçbir şey anlamadım!
-Sizde ya herkes tam kahraman
ya herkes tam hain…
buraya kadar tamam mı?
-Tamam.
-Oysa insan hem kahramandır,
hem de hain…
biraz kahramandır,
biraz da hain…
-Anlamadım, ne düşünsem zülfü yare giriyor mızrağın ucu.
Diyalektiği astık çarmıha!
-Bozatlı Hızır’ına sorsana.
-O der ki büyük ihtimal;
“neyi nasıl düşünürsen düşün,
son tahlilde diyalektik çarmıhta!
kimse ne kahramandır
ne hain…
İnsan,
etten kemikten
insan işte…
Yapyalın! ”
-Bunlar düşünce zortlatması mı?
-Hayır, kainatın başaklarında dizim dizim
vahyedilmiş tane hortlatması…

-Yani! ! !
-Yani kafam aşure çorbası.
Demin senin dediğin gibi;
“gör-yanı ateş
sor-yanı su
ortasında yanık yürek kokusu…”
-Belki…
Başka yeteneklerim de var kırlangıç;
“Dile benden ne dilersen! ”

-Iııııhhhhmm!
Usandım göçüğe beleli beşiğe
maviş ninniler söylemekten…
Ve usandım ninniler dinlemekten…
Kapat şu çatlakları;
her yanımız göçük
ve harap ve yıkım…
Usandım serap görmekten!

-Bir tek onu yapamam, ufaklık!

-Neden?

-A bre kırlangıç, magmanın soluklanması lazım…
Sen soluk almaz mısın! ! !
Ölüm kalım
ve viran ve yıkım
kendine zulmü insanın!
Bunları doğa yapıyor sanma,
insan insansa;
tıkamadan doğanın
ve doğallığın
nefes borusunu
doğru yerde hem doğru hem hırlı yaşasın!

-Ne diyeyim denizyıldızı, haklısın.
Köpek köpekken bile
hırlamaz sahibine.
Ve hırlıca, vefa borcuyla oturur
kapısının önünde.
Haklısın denizyıldızı
yerden göğe haklısın!

-Bak kim geliyor kırlangıç, Hezarfen Ahmet Çelebi.
İlmühalde onu atlamışsın,
belli etmiyor ama, içi kırgın!
Biraz da onunla kaynatın kazanı,
küsünün düğümünü açar belki!
Yoruldum; zor insansın
doğrusu hamlattın beni
Hadi bana müsaade!
-Sağol denizyıldızı;
senden kırıntılar da teptik tıkıştırdık
beynimizin solaçık küfesine!

* * *

-Hoş geldin Hazerfen, Hezerfan; yine olmadı Hezarfen Çelebi!
-Dilin dönmüyor adıma, kırlangıç kuşum;
adım uymadı alıştığın büyük ses uyumuna,
bozuldu ezberin!
Sadece “çelebi” de geç,
en iyisi, ne diyeceğini sen seç!
-İyi olur Çelebim, nerden böyle…
böyle yepyeni kanat
gıcır gıcır araç…
Üstün başın toz; çelik, bakır
ve çinko ve bor ve çamur…
-Benim işim uçmak; şu kainat mekiği kendi icadım.
Nerden geldiğime gelince;
arşın en dibindeki gönül köşesinden.
Toz ve çamur da malum,
yolcu halidir üstümün bulaşığı…
-“Arşta gönül köşesi” mi var?
Kandırma ben gibi beyni dolaşığı!
-Var var.
Bütün güzel gönüller
ve gönüllü sergüzeştiler salkım salkım
yerleşirler yerlerine…
Onların fikirleri, zikirleri, hacatları icatları hepsi.
Hatta eski fotoğraf usulü Arapları bile!

-Demek bunlar uzay boşluğu denen muallakta
ve muğlaklıkta tutunup durur
kopup dalından sapasüllem gezer ha!
Güldürdün beni Çelebi, sen ne yaparsın; iş güç…
icat micat… Sıkılmaz mısın?

-Hayır! Fikir ayıklama
ve zikir tırtıklama bölümünde çalışırım:
Anot… katot…
siyah… beyaz…
ve gri…

-Anlayamadım Çelebi!
(Bafa Gölü’nün kıyısında
Hızırım da
buna benzer şeyler geveledi;
bir tıkınma boyunca!
Bu sonradan ekleme,
kısa ilişmeye kızmaz umarım…)

Açık anlatsan ya şu alengirli bilmeceyi:

-Peki!
Arşın gönül köşesinden bakınca
ne kadar yer kaplıyorsunuz kainatta
biliyor musun çocuk?
-Hayır.
-Manda boku kadar bile değil…
-Oncacık mı; ya biz insanlar?
Kahkahayla güldü Çelebi!

-İlahi kırlangıç, Allah da seni güldürsün.
Karınca bacağından daha küçük.
Aç bıraktığınız bir Afrika kadınının saçındaki sirke…
Yada bokun içindeki bakteri…

-Hepsi hepsi bu ha!

-Ne zannediyorsunuz kendinizi…
Kainatın şahı mı,
yıldızların yaratanı mı…
Üşüşmüşsünüz birbirinizin üzerine
cırmalaşıp duruyorsunuz boş yere…
Yok ev, yok kapkacak, yok kitap kalem, yok söz kelam
yok deniz, yok tatil, gezme, tozma zart atma…
Yok tank tüfek, yok bomba; nükleer, nötron mötron…
yok araba, tren, uçak, mekik
yok teknoloji; biyoloji, fizik, kimya fen…
bilgisayar virüs vesaire…
Tepinin tekmeleşin siz;
ışığınız bile yok içinizde;
bir yıldızdan içiyorsunuz aydınlığı…
Güneş atanız bir anlık kesse çevrimli huzmelerini
ne atmosferiniz kalır nefeslenmeye
ne toprağınız kalır nefislenmeye…
Ne yaşam
ne insan
ne hayvan
ne doğa!
Ağaç orman
deniz tuz
su ırmak…
Yada çıkıp bir dağın doruk katına
avazın çıktığı kadar bağırmak…
Hepsine hak getire…
ALTÜST!

-Ne demek bu şimdi;
ne demek “ALTÜST” Çelebi?

-Şimdi gel, bak bu dağ İda.
Şurası Boğaz, şurası da Kışla tepesi.
En yükseğe çık; Sarıkız…
Dikkat et, her dağın bir çukuru; her çukurun tam andacında
çukur derinliği kadar bir tümsek… bir yükselti…
Gördün mü?
-Gördüm.

-Haaa, şimdi kapat gözlerini; başla katlamaya…
Yükseltileri geçir çukurluklara…
Her tümsek kendi yuvasına…
Buradan başla;
kıtalara kadar katla…
Ova
yayla
dağ
tepe
çöl
dere
ırmak…
Ve su ve toprak…
-Hepsini mi?
-Hepsini…
-Kaç yılımı alır bu katlama
ve bu katlanma!
-O kadar uzun boylu değil;
taş çatlasa beş saniye!
-Farzet ki katladım.
-Hayır “izafet” tezi yok bunda;
dediğimi yap, herşeyi olduğu gibi…
-Peki peki… (………)
-Bitti mi?
*Bitti.*
-Bana sonucu söyle!
-Korkuyorum, dilim dolaşıyor.
-O zaman ben kıssadan söylerim;
soğuk katman dediğiniz kabuk içeri
magma dışarı…
Kim kalır şimdi bu afetten geri!
-Magma yürüyüşündekiler, şu an dipte eşinenler deşinenler…

-Siz kabuğu tırmalamaya
buzulları kaynatıp çatlatmaya devam edin;
inatla güdün bu deveyi…
Hepinizin sonu…
…pu… pu… puuuuu!
-Beşik
göçük
ve kızıl akıntı!
(Minik kuş dalgındı!)

-Kahyanız Berlin
kiziriniz Paris
kabeniz yankee oldukça;
kaçınılmazdan kaçacak değilsiniz ya!

-Durduramıyoruz küffarın kılıcını!

-Durdurursunuz durdurursunuz!
Ben boşuna inmedim ya, arşın gönül köşesinden.
Ateşle akmayı
çiçekle kokmayı
belledi aykırı
sümüklüler
ve ağlaşa sızlaşa
betik dizenler.

Göçükler pırtlıyor sıkıştığı yerden ateşin; gün be gün
ve gün be gün diriliyor “ateş içenler! ”
Farkında değil misin?
-Kafamı “altüst” ettin hazreti Çelebi,
gafletimden
koparmaya
uğraşma
imdi!
Ben gidiyorum gayri…

-Nereye kırlangıç?
Şunun şurasında laf beli kırıyorduk!
-Şu ulu çınarın gölgesini düşlemeye…

-Gerçeği görmekten ödün koptu, değil mi!
Sizi kendi böbüründe boğulan
kainatın bokböcekleri…
Ayinenize bakmaktan bile acizsiniz öyle mi…
Gönül köşesine tutunmaktan
bakalım daha ne kadar
kaçacaksınız hümküre sümküre…

Uçtu gitti kırlangıç,
uzandı çınarın gölgesine;
derin derin düşündü:
“İnsanın icatları; mazisi, şimdisi
ve hatta gelgeç geleceği
kendi düşleriyle sınırlı…
Ancak keşfedebileceği şeyleri düşleyebiliyor insan!
Duygusu, düşüncesi; örfü ananesi ve belki özgür iradesi
manda boku üzerinde topluca böcek devinimi…”
“Ya gerisi
külliyen yalan…”

* * *

Huzursuzdu; kırlangıç.
Fare sidiği damlası kadar bir düşünme,
bir de düşleme acizliği kainatın gizsiz çevrinmesinde;
uyutmadı onu çınarın gölgesinde.
Kalktı gitti cem’aline!

Cemal, hem üçkardeş bildiklerinden biri,
hem içkardeşidir kırlangıcın;
hiç hazetmez ortalıkta dolanmayı
laçka sularda lağıma bulanmayı.
Ama çok atılgan ve gözüpektir,
o otursa bile yerinde uslu uslu
bela gelir minderinde bulur onu.
Doğrusu kendisi de biraz sırnaşıktır,
sever yılana çiyana dalaşmayı.
Eskilerdendir.
Dağa bayıra sırtını kaşıtanlardan,
eylüllü sintinilerde!
O günlerde çoklukmuşlar
canlarını başlarını ortaklaşmışlar
Cem-al ismi oradan.
Haydi cem olalım, toplanalım
yüzyüze gelip konuşalım demekmiş.
Dert babası, çor anasıdır da,
kendi düğümlerinin dolaşığında
boğulmaya başladı mı;
kimse geçemez sağından solundan.
Allah gazabından saklasın!

İşte böyle anlarında,
ağızağıza soluklanmak
içiçe geçip ayıklanmak
için;
aklı estikçe uğrar yanına
kırlangıcın.

Sakın ola,
bunları size çıtlatıp
kulaklarını çınlattım diye,
ona deli damgası vurmayın.
Öyle yağma yok!
Divanedir yalnızca,
havasında olursa
gereğinden fazla da geveze!

Biraz da espri avaresi…
Kanıyla damarıyla moralimizin gırgırıdır o!
Ayrıca “uuuvv” soyadlı bir arkadaşımızdan sonra,
ikinci gelir geçmişi anımsamakta.

Canlı belleğimizin ve sözlük anahtarımızın ayaklarıdır o.
Yalnız bir farkla ki; “uuuvv” olduğu gibi;
tarih ve gün sırasını şaşırmadan
ortaya döker herşeyi…
Hem de eksiz
ve eksiksiz!

Cemal’inse olaylar ve kişiler dizilidir aklının raflarında,
ama düzensiz!
Bir de genişlemeye başladı mı beyni,
teşrihinden yandınız…
Artık dırdırından duramazsınız.
Zorlar da zorlar, bırakın düşünce dünyasını
düş ummanının sınırlarını…

Ona sorarsanız;
bir ara teyyareymiş,
uçmuş ondört onsekiz yaşının
palaz kanatlarıyla.
Sonra seyyareleşmiş,
tüfek atmış dalına
almış dağların boyölçüsünü.
Şimdi peyyareymiş;
kendi deyimiyle,
“son işi sevginin ve yaraların
güvence bilgeliği
ve istifleme belgeliği…”
Umarım anladınız; niye bunca laf ebeliği!

Cemal’i tavaf etmemin nedeni efeler,
onun bilgeliğinden bir şeyler aşırarak
şu “çelebi altüst”ünü
kör kafamda ışıtmak!
Bulamadım evde, nerede sürtüyorsa,
döndüm geldim;
deli koyun gibiyim.
Çekiyorum ipini, çekiyorum ipini,
olmaz olası aklım dönmüyor
esas yuvası kafatasımdan içeri.
Kırlangıca dedim; “gel miniğim,
en iyisi beyni rakıyla uyuşturmak! ”
Koydum mini cd çalara “uyu Memik oğlanı…”
başladım duble diplemeye.
Zaten bu türkü çaldı mı,
kırlangıç hiç içmeden de kaybeder kendini.

Ağlaştık epeyce kırlangıçla,
yalnız başımıza;
kiminle ağlaştığımızı bilmeden!
Ve ağzımızı burnumuzu, gözümüzü yanağımızı silmeden!

Neden mi?
Adı başkaydı da, Memet derdik biz ona.
Memet, kulunuz kırlangıcın
çocukluk arkadaşı;
türküyle birlikte
kucağında kanlı başı! ..

Çelebi’ye kalırsa, arşın gönül köşesinden
karınca bacağı kadar bile görünmez
bir acı ve sancı bu!
Kırlangıca kalırsa, bu ve bunun gibi ağlaşmalar
hepimizin candamar ilacı!

Yani yaşamlarımızın
inatla gürüldeşen
en berrak ırmakları…

Ağlaşırken ağlaşırken sızmış kalmışım kanepede.
İçten duyumsamış herhal, ona şıppadak ayan olur;
Cemal gelmiş, cem olmaya.
Basmış zile, basmış zile…
bir iki de tekmelemiş kapıyı.
Nafile!
Duymamışım.
Heyecandan çıldıracakmış,
sağdan soldan içeri girecek bir delik ararken, bakmış;
anahtar kapının üstünde.
Bugünlerde anahtarı
-dalgınlıktan mıdır ne-
üç beş günde bir
kapıya takılı unuturum.
Açıp dalmış içeri,
ölü gibi yatıyormuşum.
Bir ara sarsıldığımı hissettim
dürtükleniyorum da habire.
Aslında modullanıyorum demek daha doğru
mıh gibi çakıyor parmağını böğrüme.

Hala düşteyim sanıyorum.
Doğrulmak istiyorum; örüklenmişim kanepeye.
neyse oturdum ıhılaya tısılaya.
Gözlerimi açmaya çalışıyorum;
ııııı- ıııhh!
Kilitlenmiş kahrolasıcalar!

“Çok şükür” dedi Cemal, “yaşıyorsun! ”

Sesi duyunca araladım gözlerimi,
baktım; bizimki
gözleri nah böyle
faltaşı gibi…
Üstü açılmadık küfürlerinse, beşibiryerde!

Bundan sonrası laf-ü güzah!
Diyalog miyalog…
Anlatsam n’olur, anlatmasam n’olur;
bildiğiniz gibi “karınca bacağı…”

-Ne var ulan gecenin bu saatinde, yatağından yılan mı çıktı?
-Oğlum atalarımız ona “yılan” değil “su” demiş,
atasözlerinin ırzına geçme!
Ağladığını hissettim.
Geldiğimde “uyu Memik oğlan…” çalıyordu,
hemen kapattım.
İlmühalinde “onu” mu anlatıyordun.
-Ne ilmühali, ne anlatması… Neler saçmalıyorsun sen Cemal!
-O zaman ilmühal defterine ben bir şey anlatayım.
-Şimdi mi?
-N’olmuş şimdiye? Bu çok önemli.
-Ulan görmüyor musun halimi,
bütün önemliler “karınca bacağı! ”
-Ne demek oğlum bu;
-Hezarfen Çelebi söyledi.
-O kim, onu nerede gördün?
-Uçtuğu için Osmanlının defettiği adam işte.
Senden önce buradaydı, konuştuk uzun uzun.
-Oğlum sen sıyırmışsın. Böyle giderse sonun Bakırköy.
-Benim beynim bende değil Cemal, anlamıyorsun.
Ne arzuhalciyim
ne ilmühalci
yazı çizi
el izi parmak izi
ayak izi bacak izi…
Hepsinin canı cehenneme!
-O zaman yazdır.
-Kime?
-Ne bileyim ben!
-Nazım Hikmet olsa yazardı, ben kırlangıcım.
O adı üstünde, minicik bir kuş ulan,
minicik bir kuş.
-Onun kalemini al sen de.
Keramet sende değil ya
aha şu kalemde.
Eskiden hem kellemci
hem kallemci değil miydik?
-Ne değil miydik?
-Kellemci, kallemci.
-Ne uyduruyorsun sen gene, ne demek bunlar?
-Kellemci, kelle koltukta;
kallemci, en zor koşulda bile,
allem edip kallem edip bir çıkış bulan...
Kellem kallem, kelle koltukta da olsa “yok”tan “var”ı yaratan!
-Edebiyat!
-Oğlum, ben o bölümü okudum tamam da,
sen de fazla nazlandın ha…
Benim bayramlık ağzımı açtırma.
Bunları yapacak çok insan var biliyorsun;
Ama içimizde konumu şu an en uygunu sensin.

-Anlaşıldı, yararı yok senden yaka silkmenin.
Bir uyladın mı, kargayı usançtan altına kaçırtırsın.
Öt bakalım. Birkaç şartım var, uyarsan; tamam!
Uzatmadan bir
edebiyat yapmadan iki
kendi derin yorumlarını katmadan üç…
-Eeeee? Başka yasağın var mı?
Men etmede Abdülhamit istibdadını yaya bıraktın be!
-İyi hatırlattın! Siyasetin sloganın çarşafına dolanmadan dört…
-Başka?
-Yani az öz, kısa söz
nesnel
yapyalın
olduğu gibi…
“uuuvv”ca!

-Denerim!
-Öyleyse başla.

-Bizim orda bir köy var. Bu köyde de bir kadın vardı.
-Köyün adı ne?
-Orta Anadolu’da, adını söylemem.

-Peki, sen nerelisin Cemal!
-Söylerim, ama yazma.
-Eeeh! Buna da peki. Kadının adı ne?

-Adını ondan izinsiz söyleyemem;
soyadını da söylersem şifreli: “Şelale”
Kadın öyle bir yaşadı ki,
tam soyadı gibi!
-Uzattın ulan, başla başlayacaksan.
-Doğu’da hala çok da, ağalık Orta Anadolu’da
bir tek onların köyünde kalmıştı.
Ağa, tam ağa!
-Siyasete girme, sadede gel.
-Ağa insafsız mı insafsız.
-İnsaflı ağa var mı ki!
-Bu başka, bütün köylü kölesi.
Çalıştırır kömüş gibi
dağıtırken gıdım gıdım!

Köylüler aç susuz, çoluk çocuk feryat figan
anaların memeleri büzüşmüş yokluktan
bebelerde, gece gündüz kesilmiyor avut sesi…

-Sadede gel Cemal!
-Sadetteyiz kırlangıcım.
Bu bahsettiğim kadın, tek başına
taşlaya taşlaya köpeklerini
dalmış ağanın avlusundan içeri.
Demiş:
“Ağa! Ağa!
aç şu ambarların kapağını görek
buğday varısa biz de yiyek
buğday yoğusa,
çekek dizlerimizi karnımıza;
yokluk kaderimizmiş diyek! ”
-Sonra Cemal, ağa açmış mı ambarların kapağını?
-Yok kırlangıcım yok, nerde onda o cömertlik!
Demiş kahyasına:
“Atın şu kahpe avradı
avlumdan dışarı…”
Kadın çekmiş bıçağı, koşmuş ağanın üstüne
lakin haylayamamış göbeğine…
Korumalar tutmuşlar.
Almışlar bıçağı elinden,
saçlarını dolayıp ellerine
sürümüşler dışarı…
-Eeee?
-Eeesi meesi yok.
Bizim oralarda efendiii,
başkasının karısına kaldırdın mı elini;
namus meselesine girer!
Tüm köylü toplanmış başına;
Sormuş ehli kamilden biri:
“Kız kadın niye sürüdüler seni? ”
O da anlatmış bir bir…
olanı biteni…
Köylüler demişler kendi aralarında
“kadın, kadın başıynan söylüyor
Allah’ın doğrusunu.
Bizi bu hale sokan, bizdeki gaflet uykusu…
Varıp dayanmak hak oldu gayrı ağanın kapısına…
Köybirlik girmişler ağanın avlusundan içeri;
demişler: “Ağa! Ağa!
Aç ambarların kapaklarını görek
buğday varısa biz de yiyek
buğday yoğusa,
çekek dizlerimizi karnımıza;
yokluk kaderimizmiş diyek! ”
Ağa köpürmüş, bağırmış bunlara;
“ula dürzüler
ula kahpe avratlar
ambardaki hasat babağızın malı mı? ”
Demişler “hee, bizim malımız,
onları biz sağa verdük…”
Ağa’nın Nuh’u var, ruhu yok!

Bağırıyor ha vira:
“Ula gebereceksiiiz,
korucularım kurşun yağdıracak üstüüüüze…”
Köycek varmışlar ağanın üstüne; demişler
“yağdursunlar ulan şerefsüz,
zaten öyle de öldük, böyle de.”
Yüklenmişler kapıya, kırıp açmışlar,
ambarlar çuvallar tekneler külekler sile dolu;
arpa buğday
mısır mercimek
yağ bal pekmez
çökelek peynir ekmek…
Samanlık da tıka basa;
kes saman
fiğ burçak
yulaf persek…
Yağmalayıp götürmüş herkes evine;
kendilerinin
ve hayvanlarının
ihtiyacı kadar…
-Hepsini mi Cemal?
-Yok gardaşım, herkes ihtiyacını aldıktan sonra
yarısından çoğu, gene kalmış ağaya!

-Niye anlattın bunu Cemal? Türk filmi gibi oldu bu!
-O kadını daha sonra Mamak cezaevinin kapısında gördüm.
-Ne yapıyordu orada?
-Bir oğlu, bir kızı içerdeydi solculuktan;
oğlu Metris’te
kızı Mamak’ta!
-Orada ne yaptı?
-“Tezgah”tan yeni çıkmış kızını görüp anlamak istiyordu;
sağ mı, sağlıklı mı
yoksa ölü mü…
Kadının kaderi kapalı kapılara nikahlı!

-Edebiyat yok Cemal!
-Rahat bıraksan güzelce anlatacağım ama, dirlik vermiyorsun.
Yasak da, yasak!
Oysa dilime vurduğun kilit,
kendi beynine vurduğun kilittir…
-Uzatma, sadede gel!
-Kapıda nöbetçiler var, biri Erzurumlu.
Gelen gidenle cebelleşen o.
Cezaevinin önü mahşer yeri;
ana baba
kardeş bacı
çoluk çocuk…
…genç yaşlı…
Kiminin sırtında ceket palto
kiminin üstü yırtık dökük
kiminin üstünde gocuk
kimi kazaklı hırkalı…

Ahali iknaya çalışıyor nöbetçi çavuşunu,
çavuş inatla sürüyor öne Erzurumluyu:
O diyor “yassag, gumütenim izin vermiiir! ”
Kadın kalabalıktan sıyrılıp, yanaştı jandarmanın yanına:
Dedi ki herkesin duyacağı şekilde:
“Ula cenderme, oğlum cenderme
aç şu kapıları çocuklarımızı görek
ölüler mi, diriler mi
biz de bilek…”
Ortalık şöyle bir kaynaştı, kargaşa süredursun,
Nöbetçi çavuşu geldi hiddete;
iteleyip yere kapakladı kadını küfrede küfrede.
Kadın, kalktığı gibi ayağa
bir tekme vurdu çavuşun hayasına;
çavuş kıvrım kıvrım,
uğunmaya başladı yerde…
İçerden bir grup asker saldılar gardaşım;
nizamiyenin önüne;
ben diyeyim yüz
sen de ikiyüz…
Bir sopa çekti jandarma bunlara
yen mi, yemen mi…
bir sopa ki,
ne sen sor, ne ben anlatayım
eşek sudan gelinceye kadar…
Ne insaf, ne vicdan gardaşım,
ne desen, bu insanlık mundar!
Bir genç kız dipçik tekme altında bağırıyordu;
“sahip çıkın arkadaşlar
Şelale anayı saçlarından tutmuş
sürüklüyor jandarmalar…
O bir ana
yüzü gözü paramparça…”

Bir ana sürüklendi
bu memlekette heeeeeyyyy
bir ana;
saçları yolma yolma
sokakta, ayan açık sokakta
yüzü gözü paramparça…

Yaaa!
İşte böyle kırlangıcım,
şu senin hayali ilmühal divanına
bunu da bir arzet bakalım
ne diyecekler!

-Bırak şimdi divanı mivanı, Cemal
sonra anaya n’oldu
onu çabuk söyle bana?

-N’olacak, hepimizin ilahi hicretgahı…
-Öldü mü?
-Öldü. İstanbul’da, yalnız başına!
-Yalnııız başınaaa… Haaaa!
-Yaaa, öyle işte!
-Çoluğu çocuğu?
-Çıktılardı hapisten. Ev bark kurdulardı.
Herkes işinde gücünde
karısında, kocasında
çoluğunda çocuğunda…
Malum, ekmek davası…
-Ziyaretçileri yok muydu?
-Pek yalnız bırakmazdık;
iyi olmadığını anlayınca
onda yatırırdık bir arkadaşımızı
hergün olmasa da, arasıra!
Hem can şenliği olsun
hem de –Allah gecinden versin! -
başına bir iş gelirse
hemen haberimiz olsun diye…
Çocukları da ya sık sık telefon eder,
yada sık sık gelirlerdi yoklamaya!
-O çocuklarının yanında kalmaz mıydı?
-Giderdi birkaç gün,
sonra dönüp gelirdi evine!
Hem biliyorsun, insan yükü ağır.
Gelin damat, kaynana…
ama o çok gururluydu
çok da alıngan olmuştu
yaşı da ilerleyince...
Bırak burası dağınık kalsın;
babam derdi ki, o deliğe mum bas!
-Peki Cemal, mumladık. Ruhiyatı…? İntihar mı?
-Hayıııır, o nasıl söz! Vadesiyle de,
ulan bir ana
saçlarından sürükleniyor
bu memlekette…
Bir ana ulan, bir ana
bizim orda
namus meselesi bu…
Bir ana sürüklenirse,
ruhi durum
sağlam kalır mı
şu çirkefin içinde!
-Ulan Cemal, gene uydurmuyorsun değil mi?
-Hayır tersine, birazını da atladım.

-Neyi atladın?
-Cumartesi Anneleri’ni! Taksim’i!
-Ana orada da mı vardı?
-Hem de en militanlarından biri…
-Yine sürüklendi saçlarından desene…
-Hem de kaç kere…
Polis, asker
cop dipçik
tekme tokat
sokak ortasında işkence…
Boşveeeer, hatırlanması bile zulüm!
Bir türlü çekemediler;
n’ettikse çekemedik kırlangıcım
kıçıkırık birkaç Hızır Paşa’yı
dar-ü hakim önüne…
Yanarım da buna yanarım!
-Şu anda gerçek hükm-ü hak önündeler Cemal, emin ol!
Hiç hayıflanma… Ağzına sağlık.
Ben çekileyim mahzenime, düşüneyim biraz.
Belki bir şeyler de karalar, içimi oyalarım!

Zaten her şey yaşanmış;
ne yazıp karalasan
gerçek yalanı
kat kat aşmış
çoktan!
Bir ananın, ayan açık sokakta
saçlarından sürüklendiği
bir memlekette;
mukaddes toprak,
anaç memesini
hiç emzirtir mi
ite köpeğe!
Velhasıl, bunları yazmadı kırlangıç,
yazdırdı bizden öncekilerden herhangi birilerine…
Bir anlığına kırdı kalemi,
devretti yol ermişlerine…
Ne yazabilirdi ki zaten,
pirim doğru söyler hoş söyler;
ve boş söylemez asla:
“Ne bizden öncekilerin çilesi sığar
kasnaklı kitapların arasına
ne bizden sonrakilerin çekecekleri…”
Gelecek denilen şey azizim,
bazen fecrikazip
bazen fecrisadık ıkınma,
yani şu nazlı tan kıvranımı;
kıvrana kıvrana erişiyor
kıvılcım kıvamına!

* * *

Bu aralar rüyalarımın yolu işlek;
gelenin dönenin ne haddi
ne de hesabı.
Dün gece uykumun ortasına dikildi Hoca!
Hangi Hoca biliyor musunuz;
bildiğimiz Nasrettin Hoca!
Eşeği değiştirmiş Nissan yapmış.
Dedi; “bir şey fısıldayacağım kulağına.”
“Buyur Hocam, söz senin.”
-Dünya değişti çocuk;
artık gölü mayalamak aklı daraltır.
-Hocam ne diyorsun sen, mayalamak tamam da,
aklı daraltmayı anlayamadım.
-Evladım tüm suları; okyanusları da mayalamak lazım.
-Sen asrileşmekle kalmamış,
hedefi de büyütmüşsün Hocam.
-Zamane hali.
Şu masanın başındakileri görüyor musun?
-Evet.
-Tanıyor musun?
-Hasbel kadar.

-Kim bunlar…
-Doğu var, doğulu bıjıli var…
diğerini de ölmüş bilirdik;
oysa yaşıyormuş
mandacı Bayar!

-Bunların üçü niye bir arada peki;
kardeşler mi!
-Bilmiyorum Hocam!
-Ne iş yaptıklarını görüyor musun?

-Evet, çorap örüyorlar…
-Kim için, kimin başına?
-Hocam bunlar ahret sorusu,
bu üçlünün bir arada ne işi var?
-Sizi darkafalılar; ne işe yarar şuradaki katarlar!
-Yük ve para taşırlar. Bir de ziynet eşyaları; mücevher filan.
-Bak bakalım yüklerinde neler var!
-Hocam Bergama var, Artvin var
Balıkesir, Batman…
ve Diyarbakır…
-Başka başka…
-Aşağı yukarı tüm iller ve ürettikleri…
Demir, çelik, bor,çinko, bakır…
…altın, gümüş, sikke, tarih ve eserler…
….para, bankalar… daha neler neler…
-Şimdi bak şu katarların rotasına!
-Berlin, Paris, Zürih, Roma
ve kıtalaraşımı Amerika…
-Şimdi soru sırası bende;
bu “düşman kardeşler”
saklı gizli biryerlerde
bir araya gelmeseler
bu katarlar bu rotaya
güven içinde varabilirler mi peki?
-Amaaan Hocam, sen ahret sorularından vazgeçmeyecek misin!
Ben kendi başımı taşıyamıyorum…
Kolum kırık, saçımı bile kaşıyamıyorum…
Nerden bileyim!

-Sizi çağdaş budalalar,
bunu anlamayacak ne var!
Rüyaların var,sezgin güçlü…
Söylediklerimden başla düşünmeye;
ulaş sonuna kadar.

-Hocam zor iş, sen mayalamana bak mayalayacaklarını,
benden bir şey çıkmaz; uğraşma benle!
-Sen bildiklerini kullan yeter!
-Ben ne biliyorum ki, kapalı kapıların arkasını göremem…
Bilmediğim aşı yiyemem…
Ama ateştir baruttur
zehirdir ahlat armuttur
yutarım ikilemeden.
Altından kalkamayacağı yükü yüklersen eşeğe
çöküverir; çamur çaylak demeden…
Başım kendime bela; bildiklerim atta yele!

-Alçaltma kendini; abarttın iyice! Hem biraz da gül!
-Neye?
-Hiçbirşeye!
Ortada “hiçbirşey varsa” buna gülünmez mi?

-Aklımı derine sokma Hocam!
Sen git nereyi mayalayacaksan mayala!
Dolapta bir kilo yoğurt var
umarım yeter mayalamana!
-Sen de toprağı mayala!
-Bunu düşüneyim Hocam,
yüreğimde bir avuç tortusu var!

Sonra Hoca bindi Nissan eşeğine, çekip gitti
kimbilir neyi mayalamaya!

Dedim giderken; “iyi yolculuklar Hocam,
sakın kaza yapma!

Rüyamın burasında Cemal aradı telefonla.
“Kendini çabuk hazırla kırlangıç; acı haber!
hıçkırıkları ok gibi saplanıyor kulağıma…”

“Ne oldu Cemal, çabuk söyle şu acı haberi! ”
“Bizim Havzalı Sefer,
kaza yapmış Düzce’den gelirken…”
“Nasıl? ”
“Tır arkadan hızla gelip almış altına…”

“Dilim varmadı kendime söylemeye,
içim kalktı… ve midem boşaldı…
demek Havzalı Seferdi
uykumun ortasına dikilen…”
O Eğitim Sen’e yetki çalışması yaptığı için
sürülmüştü Düzce’ye…
Karısı Ümraniye’de otururdu, ve öğretmendi o da.
Sarıgazi’de, Turhallı bir arkadaşımın evinde…
Ve nasılsa yasalara rağmen ayırmışlardı eşleri.
Bir kızı bir oğlu vardı;
Oğlunun adı Özenç,
kızının adı Alçay!
İkisi de at toynağı gibi kıpır kıpır
yakamoz gibi pırıl pırıldı.
Dönüp dönüp soruyorum vicdanı olana;
“kim şimdi, bırakın devrimciyi
baba Sefer’in katili…”
Sonra… çıkınca düşüm ayan aşikar meydana.
Düşündüm Hoca’nın diğer söylediklerini:
Hani şu masadakileri…
“Doğu var, doğulu bıjili var…
diğerini de ölmüş bilirdik;
oysa yaşıyormuş
mandacı Bayar! ”

Ne arıyorlar gerçekten aynı masada,
“düşman” kardeşler!
Bu işin bir yerinde bir yamukluk, bir topallık var!
Çünkü topal, topallık yapmadan duramaz!
Üç gün sonra yine rüyamda hissettim bityeniğini!
Azıcık bir kıpırdanma dostlarım
ufacık bir silkelenme
bünelek tutturur ayıyı ininde.
Dünya denen yuvarlak fırdöndüyü
çokuluslu katırlarının
tepişme harası sananların
bitmez kahpe oyunu!
Bulurlar iki kıçıkırık uydu;
sürerler asalarının iki ucuna
kavgalaştırıyor gösterirler…
Biri bölümden
diğeri bölmeden…
Açıktır çarpmanın ucu!

Bulurlar bir asanın iki ucunda iki elisatırlı;
önce ufak ufak doğratırlar
önce ufak ufak doğratırlar
önce ufak ufak doğratırlar….
…sonraaa takılmadan kılçıkları boğazlarına
asa sahiplerinin;
cupbadak yutarlar
cupbadak yutarlar
cupbadak yutarlar…
Doğudur
doğuludur;
iki kedidir öndeki tüy resmi…
“Küçük kedi”ler doğrar
“büyük kedi”ler yutar!
Doğudur;
doğu insanı doğranmaya meyillidir
aşılıdır ve alışıktır birbirine düşmanlığa…
Ve en söz dinlemez kuzulardır
ilk doğradıkları, doğrattıkları…
Türktür
kürttür
çerkestir
ermenidir
rumdur
süryanidir
F A R K E T M E Z
F A R K EEEEETTT MEEEEEZZZ…
Öğrencilerdir gençlerdir
öğretmenlerdir köylülerdir
işçilerdir emekçilerdir
kurtların önüne ilk attıkları…

İstemezler birliklerini
istemezler dertop olup
tekbaş yekvücut olup
zarına sığmayan bir çekirdek gibi
magmadan dışarı sökün etmelerini…

İki peyk bulup kemirtirler içten içe;
içimizden bir el bulup, verirler eline enjektörü
çekerler kanımızı iliğimizi…

İki peyk bulup kemirtirler içten içe;
çınarkökü dişleyen
yumuşakça bir kurt gibi…

Doğudur adresleri,
Doğuludur…
doğratırlar diyorum size
doğratırlar diyorum size
en dinamik silkinişimizi!
Ve yutarlar
“içgüven krizi”ne sokulmuş
emeklerimizin en “ballı incirleri”ni
emeklerimizin en “ballı incirleri”ni…

Saplayıp sinsi “kontrol kalemleri”ni
çevirirler beynimizde
çevirirler beynimizde…
Ve şase… şase… şase… şase… şaaaasseeeeee…

Bulanık kafamızın içi
bulanık kafanın içi…
benim senin onun bizim…
bulanık…. bulanık…
Suya bizi değil, kendilerini katmışlar;
bulanık… aynanın içi…
Eeeyyyy Bozatlı Hızır
doğudur adresleri
doğululudur adresleri
satır onların ellerinde
yine doğrayacaklar bizimkileri…
Eeeyyyy Bozatlı Hızır
Bari sen, bari sen doğratma bizi
doğratma bizi
doğratamazsın bizi…

Eeeyyyy Bozatlı Hızır
Sen kuzu postundaki kurdu
nasıl görmezsin…
Doğa aşkına
derinimizde göllenmiş acılar aşkına
kucağımıza düşmüş başlar aşkına
gençliğindeki düşler aşkına
sen bu alicengiz oyununu nasıl göremezsin!
İki yıl sonra örneğin,
yüzyıl sonra örneğin
çocuğum kırlangıç olarak
ben bir dostum için ne derim!
Diyebilir miyim aklımdan geçenleri!
Uyarmıyorum seni,
göğün zifiriliğindeki mahzenimden
sesleniyorum sadece; ama sessizce;
diri yanım yen içinde
medet ya hızırım medet;
bu yol, yol değil
bu yol bizim değil…

Taslağı 1940’da yazılmış;
bu yazı go home…
bu kader bizim değil…

Acı… acı… acı…
nah, nah nah şuramda sancı
senden ayrıldık ayrılalı…
Kaç haftadır
tanımlayamıyordum!
Üç gündür düşteyim
üç gündür ölüşteyim;
yeni çözdüm beynimin girdabını!
Aynaya bak ya hızır,
kırlangıcı öldürdüğünü göreceksin!
Yani fark etmeden öldürdüğünü,
32 yıldır bağımsızlık çığrışanı…

Aaaah! Ah!
Herkes ıstırap içinde,
herkes çile içinde!

Beşir Ayvazoğlu da demiş:
“Git git bitmezdi eskiden
ne güzeldi yollar.
Yeni bir yol başlangıcıydı
her yol sonu…”

Geçmiş denilen muamma azizim:
Temiz gide
hak gide…
Alnı açık
yüzü ak gide…
Bugünden fatihasını hazırladığımız;
gelecek denilen mevta azizim,
illaki ve illaki:
Elleri temiz
içi pak gele…
Alnı açık
yüzü ak gele…
Acılı, sancılı gelse de
billur su gibi
berrak tan gibi gele…
Aslım Pir Sultan gibi gele…
Aaaah! Ah!
Herkes ıstırap içinde,
herkes çile içinde!
Benim bugünkü çilem de bozatlımın sendeleyişiyle…
Eeee, aynı yolun yolcusu serkardeşler;
çilll-eee gönüldaşlarım,
“şu çilelerini kırlangıcın
şu onulmaz ıstıraplarını
hadi soluyun soluyabilirseniz”
DESEM
bir dağ havası gibi
içinize çeker misiniz!

Muzaffer Koç
Kayıt Tarihi : 9.5.2008 11:16:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Bu Herkese Hatta Tüm Kainata Son Duasıdır Olmayan Kırlangıcın Göçüğe Beleli Beşiğe Maviş Ninniler-Betik 6 yaklaşık iki yıllık bir içbükülmenin ve içsıçramanın uydurmalarıdır. Aslında böyle bir betik metik yoktur; şiirleri hiç kurulmamış, nesirleri hiç yazılmamıştır. Kimse tarafından da okunmamıştır. Aksini söyleyen yalancıdır! .. Çünkü ortada herhangi bir kişi –kırlangıç da dahil- yoktur! Hepsi “palavra…” Hapsi “karavana…” Hepsi “karınca bacağı…” Gerçekte su yok hava yok toprak da yok… Var diyen beri gelsin! .. Kırlangıç dersenizi o zaten hiç doğmadı hiç yaşamadı… Ölüm mü dediniz; güldürmeyin beni: Doğup yaşamayan ölmez ki! Uzatmayayım; yineleyeyim bir “muğlak” sözü: “Ben çiğ bıraktım, siz pişmiş yutun… Yutabilirseniz! ” Ucu açık değil mi? Haydi yarasın! Allah sizi geğirmelerden saklasın! Ve kusmukla kusmaktan ve kusmukla kusulmaktan!

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Muzaffer Koç