Göçüğe Beleli Beşiğe Maviş Ninniler Betik 5

Göçüğe Beleli Beşiğe Maviş Ninniler Betik 5

Betik 5

Gülmek Uzun Bir Acı
Ağlamaksa Gülmenin Tek İlacı

Hiçbir dağ bağrında
tavşan ağırlamakla
yorulmaz.
Ve hiçbir tavşan
hiçbir heybetli dağa
yük olmaz.
Ama yılan yürür eğri büğrü.
Ağa, oğluna dul-kız düğünü yapar;
oğlan da duyunca cazgırı, zanneder ki
bu, kendinin düğünü!

Doğa ana, kendine ihaneti hiç bağışlamadı,
ve asla bağışlamaz!
Er ya da geç, ektiğini biçer insan,
ettiği eylediği ayağına dolaşır birgün.
Ahh! Tutun şu sinirlerimi, zıplayıp duruyorlar.
Ah, anam göstermişti,
zühre yıldızı
şu firari çiçeklerden hangisi!
Gülmek istiyor
bir kardelen
bir çiğdem...
Aaaah ah!
Bilmezsiniz siz güzellerim, bilemezsiniz:
Gülmek
uzuuuuun bir acı.
Ağlamaksa
gülmenin tek ilacı.

İda’nın andacında
balıklara“erdem” ve “adalet” dağıtıyor
iki vahşi trol.
İki ayaklı birileri koşturuyor oraya buraya
bağrışa çağrışa.
-İnsan demeye dilim varmıyor.
“her ikiayaklı insan olsa, karga gakgakları
cilt cilt kitap olurdu.” dedim geçen gün bir dosta.-
Neyse uzatmayayım, bu ikiayaklılar
bir alamana teknenin lumbarında
balık ayıklıyorlar ciyaklaya viyaklaya.
Büyüklerle ortaboy balıkları
kasalayıp el çabukluğuyla
üstüste istifliyorlar buzluklara.
Küçükleriyse katledip katledip
atıyorlar tekrar bereketli tuzlu suya.
Bu insafsız kırımdan aç martı sürüsüne
gündelik oyun ve doyum çıktı,
su yüzüne çıkanları kapıp kapıp yutuyorlar.
Gündoğuşu üzgün
sabahın körü sancılı...
Cömert deniz, incisini prenslere kaptırmış midye gibi
huş yerinden pareli...

Hey caaanım, hey!
Şu zavallı insan çürüğüne İda ne yapsın!
Göğsüne beton oklar saplanmış
o zaten bam yerinden yareli;
kırkbin damarından kanıyor ılgıt ılgıt
iflahı kesilmiş yıllardır garibimin
uçkursuz geceleri bile mahzun!

Leşinin üzerine üşüşmüş evvel-akıllı kerkenezler
etinde insanyüzlü canavarın cani pençesi!
Bunca hoyratlık, bunca ihanetten sonra
açılır mı hiç, açılır mı
gülüşü çalınmış İda’nın mavi perdesi!
Kim takar tanrıça Thetis ile tanrı Poseidon’un Zeus’a şikayetini...
Athene erdem, Themis adalet tanrıçasıymış.
Ne erdemi ne adaleti.
Tanrıların tanrıçaların erdemi adaleti mi olur!
Baksanıza dünyada ikibuçuk milyar yoksulun senelik yediğini
ikibuçuk kişi kaz gibi yutuyor lüp lüp.
Laila’da boğaz manzarısıyla kalça sallıyan onun-bunun çocukları,
ondört milyon açın, yağmurda tipide açıkta kalanın rızkını
cebellezi yapıp eğleniyorlar benim ülkemde...
Nafakasını çocukların, okuma yazmasını, hastalığını çökelliğini
taş kalçalarının kahpe değirmenlerinde döndürüyorlar
arsız utançsız...

Tanrıların tanrıçaların erdemi adaleti mi olur!
Buruşuk bir beynin girdabında
balı soğulmuş kovana dönmüşse akıl;
bir zamanlar yüreğinde çiçek gezen
peteğinde boncuk boncuk ter dizen
emekçi arıların has polenli vızıltısı
kalır mı hiç, kalır mı!

Yaşam dediğin “insana dair” olmaktan çıktı çoktan.
O artık, hilesiz kırlangıçların
zorlu ve çoğul gücü...
Yıl be yıl, gün be gün
saat saat, dakka dakka
uçacaksın sürü sürü...
Arkandan sığana sığana kalaylamayacak senden doğan!
Kıran mevsimi insan puştunun
tırpan salladığında o yiğit kanatlarına
dökülürsün belki güren güren
yağmur tanecikleri gibi peşpeşe
damla damla.

Ve yem olabilirsin her an
toprak ananın bağışlamaz kursağına...
Ne gam!

Artık yeni yaşamındasın;
örneğin pırıl pırıl bir çiçek kökü
yada tiril tiril bir pelit palamudu...

Yani demem o ki, çoğul uçacaksın her şeye rağmen
yılmadan yılışmadan yakınmadan
zamanın derin gayyalarında.
Yontacak seni yaşamın keseri
kamga koparacak rendesi
ciğerine batacak çivisi
küd-yanını aşındıracak
ince eğesi, çelikdişli törpüsü...
Ne gam!
Çentik çentik ayıklanıp,
cüruflarından arınıyorsun ya...
İnsan çürüğü değilsin sen,
artık destanlara küskün İda kadın bile sever seni...

Bostanlarda ürkek dana
fistanlarda etek deliği değiliz;
yılkı yılkı destanlarda şahlanırız!

İki tarih, iki destan dağıymış İda ve Olimpos.
İkisini de gördüm şükür, ikisinde de yürüdüm
soğuk sularını içtim
gebeloş karınlarına insan elimi sürdüm.
Tarih, bir önce yaşayanın, yaşamı bıraktığı yerden başlanıp
yeni atlarla katedilen yol mudur?
Destanlar da yürür mü insanlarla...
...dağlar da göçer mi obadan obaya
ovadan ovaya, yayladan yaylaya
sağrıları demli atların sırtında...
Ya da ne bileyim, bol sütlü koyunların...
...kıllı tiftikli keçilerin arkasında dertli kavalla...

Ölüm taşırlar mı ölüm,
kargılarında kalkanlarında oklarında yaylarında...
Zulüm götürürler mi zulüm,
terkilerindeki deri heybelerin haral hurçlarında.
Destanlar ve dağlar da Aka savaşçıları gibi şarap
şaman Orta Asyalılar gibi kımız içerler mi, kımız!
-Tövbe haşaaa! Şimdi günah ya! -
Destanlar ve dağlar da, Aşil gibi oku yeyince topuğundan
elikanlı ölür mü, birden Truva topraklarına atar mı kendini
serinkanlı bir kuyruklu yıldız!
Mysia Olimposu, şimdiki adıyla Uludağ,
kiminle koşulmuş zencefil boyunduruğa.
Olimpos demek, dorukları bulutları yaran yüce dağ
demekmiş eski lügatlarda...

Kendine tanrı diyen insanların,
insanlar adına insanlardan uzakta toplanıp
insanları hangi mengenede terbiye ederek yöneteceklerini düşündükleri
insanların keşmekeş sorun yumaklarını insanlarsız çözdükleri
insanların kuyruklarını çapsız cenderelerde düğümledikleri
kendi aralarında ıkınıp tıkındıkları, içip eğlenip döllendikleri
başı bulutları aşan dağ yani!
İda da bir olimposmuş zamanında anlayacağınız!
Peki, İda hanım hangi destanları saklıyor sıcak koynunda!

“Dur dur, fazla ileri gittin! ”
Şimdiki insan çürüğü destanı n’etsin!
Keser birkaç asırlık çınarları
yakar saçları bulutlarda uçuşan çamları
ya dörtbaşlı beton kazık çakıp tatilevi yapar yerine
ya bol şeritli yol, ya aşna fişna villası...
Ya da ateşe verip ormanları, körce tarla açar bağrıyanık toprakta!
Şimdiki insanın destana zamanı mı var,
onu Homeros düşünsün!
Biz en doğurgan bezeklerine dağların ovaların
bir ok gibi kat kat bina saplamakla
meşgulüz... işlerimiz çok yoğun...
Şimdiki insan çürüğü destanı n’etsin!
Artık atsütü yerine, itsütü içeriz zararı yok!
Ahh! Tutun şu sinirlerimi, zıplayıp duruyorlar.
Ah, anam göstermişti,
zühre yıldızı
şu firari çiçeklerden hangisi!
Gülmek istiyor
bir kardelen
bir çiğdem...
Aaaah ah!
“Gülmek
uzuuuuun bir acı.
Ağlamaksa
gülmenin tek ilacı...”
İki tarih, iki destan dağıymış İda ve Olimpos.
İkisini de gördüm şükür, ikisinde de yürüdüm
soğuk sularını içtim
gebeloş karınlarına insan elimi sürdüm.
Mysia Olimposu Uludağ, zamanın behrindeki
atsineği tanrılardan temizlendi çok şükür,
şimdi burjuva züppelerini ağırlıyor doruklarında.
Sahipleri yerli yabancı, ne farkeder?
Bolbayraklı bolpencereli çokodalı çokyataklı
otellerle motellerle palaslarla kalaslarla zaptettik ya,
en güzel koyaklarını
mavi soluklu yaylalarını.

* * *

Uludağ eteğinde post kurmuş Kirazlı yaylasında
acı bir sabah:
Gök kar atıyor ıkına sıkına.
Mart karı değil,
anamın aklınızdan geçen yerine de değil,
ayazında bolca sevginin konuşulduğu bir gücük karı...

Kar yağıyor tipileye tipileye
yeşili soyulmuş gürgen dallarına
çam kozalaklarına iğneyapraklarına
kayınlara sedirlere köknarlara...
Kar yağıyor hışımla
bahçede tir tir titreyen alaca köpeğin kambur sırtına.
Pencereme pervazına
dama çatıya bacaya
saçakların buz sarkaçlarına...
Kar yağıyor hışımla:
Dört tekerleği zincirli grayderlerin
akşamdan yol kıyılarına kürüdüğü
biçimsiz kar topaklarına.
Çocukların dün gündüz oynarken bıraktıkları
neşeli patik izlerine
oyunlarına oyuncaklarına
kayaklarına kızaklarına
bebekliklerine çocukluklarına...
Kar yağıyor neşe neşe
kar yağıyor toza toza
kar yağıyor köşe köşe
kar yağıyor soğuk soğuk...

Soğuk, soğuk soğuk dalıyor
öhhölü göğsümden içeri!
Bir otel penceresinin arkasında lapa lapa
soğuk kaplıyor sevgi çiçeklerimi!

Kar yağıyor içinden öfkeli.
Kar yağıyor apak yüreği.
Kar yağıyor yaşımın yırtığına.
Kar düğül düğül, kar uğul uğul,
arısı soğulmuş kovan verir mi oğul!
Kar yağmıyor, kaynıyor
kar kaynıyor bir Olimpos göğünün
sisle kalaylı lengerinde.
Kar kaynıyor içimde
fokur fokur
yana döne...
Kar kaynıyor, kıraç akşamımın sombakır tenceresinde...

Darakşam bir garson, yarı yan yatmış yarı dikili
nice fırtınalar savuşturan budakları bol sekili,
asırlık bir çınarın dallarını buduyor soğuk soğuk
uğursuz elinde bir hırhırlı testere.

Dur be kardeşim, dur a be kör gözüm,
karakışta kol kesilir mi!
Dur allah lillah aşkına dur!
Duuuuuuuuuuuur!
Ahhhh! İçim!
İçim, içim gidiyor
soğuk soğuk kanıyorum...
Tam dokuz dakikada yağlı bir kaz gibi
canlı canlı yolundu tek tek
ulu çınarın yetkin telekleri...

Ah! Kar yağıyor, bildiğimiz kar
buzunu yere seriyor çılgın bulutlar.
Toplaşıp akkuşlar gibi
ağaç kanatlarını süslüyor inim inim,
uzak bir destandan arta kalan
yünlü kuzular, semiz filik oğlaklar.
Kar yağıyor, bildiğimiz kar,
penceremin pervazına koyduğum
içinden ağrılı rakı bardağıma.
Kirazlı yaylasında ölümcül dert başımda
ufku yale yale bakırtozlu acı akşamlar.
Velhasıl, mutsuzum!

Ah, anam göstermişti,
zühre yıldızı
şu firari çiçeklerden hangisi!

Gülmek istiyor
bir kardelen
bir çiğdem...
Aaaah ah!
“Gülmek
uzuuuuun bir acı.
Ağlamaksa
gülmenin tek ilacı...”
Şu gördüğün kozalak, hemen şurdaki
gür meşenin güz dalındaki;
hangi gülmeyi, hangi nakışı işliyor dersin
karaltından değil, karın altından yekine yekine,
göğün maviş göğsüne...
Hangi anlatıyı
hangi ağıtı
niye ağlatıyı!
“Niçin bir serseri çarkı çeviriyor ha vira toprak,
kaburgalarının arasından püskürttüğü cıvık kanla? ”
Niye örer ki bir şair sözcük hevenklerini, acıların sırma ipiyle.
Yırtınır böcek böcek
rakseder köçek köçek
bir şiir tınlatır, asi bir şiir
pürpak çocukluk damarından.
Sahi, bir şair niye çekinir ol tarihin
destan konusu olmaya bile değmez
iflahsız şamarından.
Artemisten mi öğrenmiş, çatalbacaklı elagözlü karakaşlı sırmasaçlı
gözütok ve dikendilli sözcüklerin aylasında avlanmayı.

“Dur dur, fazla ileri gittin! ”
Gönlünün kızıl çatarını
yüreğinin mor atarını
öfkenin gölgede yatarını
hemen dışarı vurma!
“Kahpeye atacağın son kurşun” bu değil!
Öyle kenetleyip dişlerini; mazısı yağsız bir kağnı gibi
geceli gündüzlü gıcırdanıp durma...
“Hırsını yemleme”
bol öhhhölü
bol nikotinli
ve ağır anasonlu
dişil gecelerin terli tirli soluğunda.
Maviş ninnilerle uyutmayı belle gayrı evlat
içinin yufka dürümü derinliğini...
Oynak bir türkü dinle
içli bir ağıt
ya da gelgeç gülümsemeli bir ağlatı,
şol köklerinde bahar beleyen ağaçların yalelli sazından.

Daktiloda çarmıha gerilmiş bir kağıt gibi
satır satır çiziktirip önce iştahla
hiddetle buruşturup sonra, atma kendini
umutsuzluğun ışıltısız kovuklarına!
Tarih gürzü tekmelemek için sana ayağın gerek,
tabanlarını kızgınsaclı kalkanlarda dağlama.

Dinlendir mahzenlerini ara sıra
mavi yıldızların çiseli cömert serinliğinde...
Gönlünün kızıl çatarını
yüreğinin mor atarını
öfkenin gölgede yatarını
ninnile! Ninnile canın çektikçe!
Niiiiinnnnnnniiiii... Niiiiinnnnniiiii...
Eeee.... Eeeee... Eeeeeeh!
“Kahpeye atılacak son kurşun” bu mu?
Beynimin çılgın labirentlerine
peşpeşe kılıç sokuyor bir soru.
Çıkmış kınından bi kez
dönmüyor geri yuvasına, dönemiyor.
Civcivden daha civciv bir yumurta melun,
beğenmiyor kabuğunu...
“Niçin bir serseri çarkı çeviriyor mukaddes toprak ana,
kaburgaları arasından püskürttüğü kardeş kanında? ”
Boşuna demiyor gemsiz kırlangıç:
“Gülmek
uzuuuuun bir acı.
Ağlamaksa
gülmenin tek ilacı...”
Her cevapsız sorunun son batağı,
gö(z) üne bir avuç kızgın höllük mü, dedin!
Amenna!
Sıcağında uyusun da büyüsün çakal azması!
-Dan... dan... dan...
çaldı çamur çan- mı!
Sonra amentü mamentü, fatiha matiha mı, dedin
Amenna!
Güle güle... güle güle ey acı küpümün sirkesi
güle güle ey yağsız çökeleğimin yiti küfü!
Allah tafsiratını mafsiratını affetsin ey ahali mi, dedin!
Amenna!
Kürünsün gömütlere bütün ninniler mi, dedin...
Orda dur!
Kimbilir, maviş ninni kimlere,
nerde niye, nasıl söylenir!
Ninnimle üşüyorum dostlar, çok üşüyorum,
insanlığın zifiri daldasında zil çalıyor dişlerim.
Çalınmışlarımı istiyorum oysa, insanyüzlü canavardan.
Geri istiyorum, gür saçları bulutlarla aklanmış yeşil çamımı
ve dibi ekili, budakları sekili ulu çınarımı;
dalını kolunu, yaprağını tenini
ince beline sarılıp ısınmak için...
Kavlim kavil!
Geri istiyorum, göğümü havamı, suyumu yalağımı
taşımı toprağımı, ovamı yaylağımı.
Börtümü böceğimi, arımı karıncamı
balığımı yengecimi, gözünü yüzgecini...
Geri istiyorum kazanımı kapağını
koyunumu keçimi, kuzumu oğlağımı
kılımı tiftiğimi, yünümü yapağımı...
Allı turnamı istiyorum, dudaklarının közlü çıtırtısında yanmak için...
Çıkarın papatyalarımı girdaplarınızdan, destanlarım kanıyor
toynakları kırılıyor şahlanmış atlarımın,
geri istiyorum rüzgar yelelerini...
Şiir de ister mi, bilir mi istemeyi?
Tok gözlüdür ama, aç ruhludur hınzır; hep ister!

Şiirler öyküler sizin olsun, manzumlar nesirler de...
...destanlar fıkralar, masallar meseller de...
Göçüğe beleli beşiğimi istiyorum ben
maviş ninnileri belemek için...
Kavlim kavil!
Beni siz üşüttünüz zifiri daldanızda,
geri istiyorum sıcak kendimi...
Geri istiyorum demli iççekişlerimi ve ucu kınalı düşlerimi...
Bırakın terli avuçlarımın, sivri dilimin ak yakasını
bırakın kendi mayamı kendi köküme kendim çalayım!
“Beni siz üşüttünüz zifiri daldanızda...
...beni siz üşüttünüz zifiri...
...beni siz üşüttünüz! ..”
desem,
yatırıp kırlangıcın minik kanatlarını
sıcacık bulutunuzun karlı korlu hamağına
kanı çekilmiş damarlarını
azıcık ısıtır mısınız!

Muzaffer Koç
Kayıt Tarihi : 27.4.2008 09:41:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

TÜM YORUMLAR (1)

Muzaffer Koç