Göçmen Kuşun Göç Destanı (Hikaye)

Yunus Akkale
420

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Göçmen Kuşun Göç Destanı (Hikaye)

Yıl bin dokuz yüz seksen sekiz aylardan ocak idi. Bir davul sesi bir de zurna sesi yankılandı name name, bu bir horon havası değildi. “ Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa! Vermem seni ellere Ordu üstüme kalksa” çalınıyordu. Bu açıklı namenin sabah sabah söylenişi, alışılmışın dışında tuhaftı. Tuhaftı neden tuhaftı? Belli ki, bir göçmen kuşun göç kervanı hazırlanıyordu.
Her zaman böyle bir kervan yola çıkacağı durumda, şerefeden dört bir yana dalga dalga yayılan saba makamında sala okunurdu. İşte bu göçün en hazin yanı böyle değildi. Sessizden geldiği gibi sessizden gidiyordu. Yoğ yo sessiz sedasız gitmeye hazırlanıyordu. Kimsesizdi; bir kaç damla gözyaşına hasret gidiyordu. o hasretti ana gözyaşlarına, arkadaş kardeşti ama ne olursa olsun ana, baba, bacı gözyaşları gerekti. Ama hayatın bir garip cilvesi ki, ana da ana gözyaşlarına hasretti. İstemem analar ağlamasın ama analar yüreği yufkaydı, ta ezelden yanıktı.
0, hep gözyaşları bekler dururken teneşirde, tahtalar ağlıyordu. Hem de öyle ağlıyordu ki, gözyaşları göle dönmüştü bile... Zemine n’ olmuştu bilmem, bir damlasını bile içmiyordu. Nice nice canları yutarken, ne bilem belki de iştahını kabartmak için böyle yapıyordu. Açlığın giderilmesinden sonra gözyaşlarını içecekti. Bu göçen ne Mührü-ü Süleyman ne de Yüzüklü Süleyman’dı. Ama o, da o Süleyman’ların akıbetine mazhar olmuştu. Zaten sormamıştım adını gerek yoktu, nasıl olsa bir göçmen kuştu; göçüyordu işte bildiğim bu kadardı. Birisi Süleyman’ım n’ oldu sana Süleyman’ım yalnız bırakma bizi diyordu. Süleyman duymuyor tüyleri bile ürpermiyordu. Fani kulakları fani mahlûkata kapalı ebediyete açılmıştı. Bizlerde hüzün kervanı yükünü kapımıza boşaltırken, o belki, ebediyetin gül bahçesinin bir köşesine kervanını_konduruyordu. Ne bilmeli? Belki de ateş çemberi içinde ateş böcekleri gibi dönecek..Dönecek. Dönecek
Merhametlinin yüceliğinden varsa, özünde bir zerre konacaktı yine Cennet bahçesinin köşklerine Varacak Kevser kenarına içecek Kevser suyundan.
Bu kervanın yüklenmesinde bir hayli de kervancı vardı. Bu
Bu kervanın yüklenmesinde bir hayli de kervancı vardı. Bu kervancılar denklere ilmik atmak yerine birbirlerinin ellerine, gözlerine bakıyorlardı. Kendi ceplerinde kendi azıklarında değil de birbirlerinin azıklarında ceplerinde teselli buluyorlardı. Kervancılar reisi haramilerle mangır hesabında cana can dişe diş pazarlığında alan memnun veren memnun gülüp oynuyorlardı.
İçlerinde mangır azametinin gölgesinden kurtulmuş; Resullah’ı rehber bilip, Kuran’a itaat edenler de vardı.
Bunlar rıza için rızasızlıktan uzak idiler. Sana derim ey! Kervancılar reisi: Şimdiden azıkların hazırlanıp, kervan yüklenirken, rızasızları denklerine kördüğüm ilmikleri attığını görür gibiyim.
Onları atılan kördüğüm içinde bedbaht görürsün. Sen çözersin onlar ilmikleri karıştırırlar, çözül onlardan seni örümcek ağları içine almadan....
Süleyman anasını doğarken görmüştü. Bir daha yüzüne hasret gitmişti. Babası oğlunun, oğlu da babasının tek teselli kaynağı halindeydi. Babası pehlüldü ama pehlüldane değildi. “Kara koyun karabacağından, ak koyun ak bacağından” derdi. Ama koyunun karasını akına karıştırırdı.
Oğlu; baba ocağından ayrılalı bilmem kaç mevsim olmuştu. Mevsimler bile birbirine karışmıştı. Gurbet ellerin verdiği gönül sancılarıyla dizi dizi mektuplar yazar, birini postalamadan diğerini hazırlar, sıla hasretini gideren sevda yeli bile; serin serin eserek; hasretini giderirdi. Havada turnaları gözler, postacıların ayak seslerini dinler, doğan günden bile bir mektup, bir haber beklerdi. Yavuklusunun, babasının kokusunu esen seher yellerinde solur... Solur...
Sıla sevdalıları gurbet sancılarından olsa gerek, hep böyle nefes alır ve verirlerdi.
Mektuplarına her zaman şöyle başlardı: Baba selam eder ellerinden öperim. Cenabı Allah ‘tan sağlık ve mutluluk haberlerini dilerim.... Der; Hatice nineye, tüm konu komşuya selam ısmarlar, kümesteki çal
horozu bile unutmaz, çağıl çağıl akan dere sularını bile sorardı.. Sorardı... Sorardı... Köyün tozlu yolu, toprağını bile sorardı. Mektubuna cevap gelir miydi bilmem; seherden sehere hep ağlar dururdu.
Yanık yanık türküleri içten içe söyler. Feryatları, gamlı gönül içinde, hazan gülleri gibi söner. Yine alevlenir yine söner, bazen gönül ufkunu aşar, tepeleri çınlatır, duyan, işiten nice börtü böcek bile derdine ortak olur, feryat, figan ederlerdi.
Süleyman; karanlık gecelerde, kara kâbuslar görerek sabahlara kadar inler dururdu. Başını koyduğu yastığı kaldırıldığında, yarım kalan bir mektubu vardı. Bu mektubunda diğerlerinden fazla bir farkı yoktu. Selam eder ellerinden öper, sağlık haberlerini beklerim.
Diyor ve devam ediyordu. “Muhannete muhtaç olacağımıza, düşelim Karadeniz’de sele gidelim.”
İşte böyle” abdalın gördüğü rüya başına gelirmiş. “Derler. Sele kapılmamıştı ama tele kapılmıştı. 0, biçare kara sevdalım, gurbet kuşu; gündüzün yorgunluğundan daha kurtulmadan; yemekti, bulaşıktı, çamaşırdı derken hayat meşgalesi devam ediyor... Ediyor Ediyor… Ediyordu.
Çalı ve çırpıyla ısınan çamaşır suyu... Buram buram ter kokan çamaşırlar ve plastik bir leğen
Kısacası burası ne bir han ne de bir saray. Rutubet, nem ve pas kokan bir inşaat şantiyesidir. İşte böyle; garibin cebinde yok iken üç arşın bir kefen parası.. Kaderin düştü eline girdi koynuna, akıbettir yırtamazsın kefeni, haydi gülüm haydi kalanlara selam olsun der gibi; yüzünde böyle bir hüzün vardı.
Elektrik cereyanına kapılmıştı. İşte böyle, bir duy tut ve arkasından acı bir feryat, bir hayat bitti ardından hepsini unuttu. Rahman’ın rahmetine gitti. Gitti… Hemşerileri ve hamiyet sahibi zatlar duymuşlardı garibin başına gelenleri; Her gün cismani, birbirlerine çok yakın yaşayan bu insanlar, her gün göz göze geldikleri halde; birbirlerini tanımazlardı. Bir Allah selamı bir merhaba sözü, birbirlerine ısındırırdı. Ancak insanlarda ısınacak hal mi kalmıştı? Madde manaya yer vermemiş, insanların kalpleri sisli, gözleri buza benzerdi.
Yalnız o gün buz buğulanmış, ısınmaya yüz tutuyordu.
Kutuplardaki buzlar çözülerek; güneye inip damla damla denize karışırken, bu buzdan bir damla akmıyordu. Temmuz ayında gözünden kurumuş pınarlar gibi Bahar yağmurlarını bekliyordu. Akmadı... Akmadı... Baharı bekledi.. Karı, yağmuru bekledi
Acı haber, tez duyulurdu. Öyle de oldu: Gurbet şehidinin akıbeti, sılasında köy muhtarı Ejder çavuşa duyuruldu. Duydu duydu ama Ejder Çavuş’un çehresi soldu, kanı kesildi. Üflesen düşecekti.
Düşünce girdabı içerisinde, kıvranan Ejder Çavuş, Ahmet emminin evine doğru yöneldi. Hem yürüyor, hem de aynı düşünce girdabında kıvranıyordu. Sakin ve metin olmalıyım diye kendi kendine söyleniyordu. Evinin kapısı önünde oturmakta olan, Ahmet emmiye doğru yöneldi ve boğuk ve buğulu bir sesle ünledi!
Ahmet emmi! Ahmet emmi! Oğlun, Süleyman’ın geliyormuş. Oğlun Süleyman’ın geliyormuş...
Ahmet emmi; anında yerinden doğruldu. Ayağa kalktı. Belirsiz bir duygu ve heyecanla dudakları titredi. Sakinleşti. Candan bir mırıldanışla; Müjden Müjde, olsun her tuttuğun altın olsun oğul deyiverdi. Yüzüne kan ve tebessüm geldi.
Ejder Çavuş; gerisini getiremedi. Büktü boynunu eğdi başını, içinden geçirdi, nasıl söylesem diye dili tutuldu.
Dudakları kurudu, yutkundu, yutkundu, öylece durdu. Yine içten bir silkinişle... Ahmet emmi... Ahmet emmi.
Buyur Ejder çavuşum. Yine derin bir sessizliği; Ahmet emmi bozdu. Gel Ejder çavuş, eğer ayranıma duru değmezsen bir tas ayranımı içiver. Dişleri ve dudakları titreyen Ejder çavuş; hıg... hıg... Diyor da başka bir şey söyleyemiyordu. Şunu diyebildi:
Beeen… Beeeeen… Birazdan gelirim. Dedi ve gitti. Yolunun üzerindeki; kara taşın yanında, gözleri karardı. Oracığa yığılıverdi. Komşu evdeki radyodan uzun hava türkü sesi geliyordu: •Kara taştan su çıkar mı? Çağırsam yar duyar mı? ”
Ejder Çavuş çok zor günler görmüş, çok acılar çekmişti. Ejder Çavuş yetim büyümüştü. 0, bir gazi ve şehit evladı idi. Babası Murat Beğ: Basra’ da İngilizlerle savaşırken önce yaralanmış gazi unvanını alır, ardından İngiliz askerlerine esir düşer. İngiliz gâvuru binlerce esir aldığı Mehmetçikle birlikte; Ejder Çavuşun babasını da, o zamanlar
İngilizlerin sömürge ülkesi olan Hindistan ‘a götürmüş. Hindistan’da gâvur esaretine dayanamayan Murat Beğ orada Hak’ın rahmetine kavuşur. Ejder çavuş babasının böyle oluşuna sürekli üzülmüş, ancak bir şehit evladı olmasını da övünç kaynağı saymıştı.
Ama bu kadar hiç içlenmemişti. Hatta Maraş Muhasarasında Ermeni, Frenk kurşunlarıyla şehit olan Koçyiğitlere bile bu kadar acımamıştı. Onları düşmanlar öldürüyordu.. Ya bunlar? Körpecik yaşlarında niçin ölürler diye düşünüyordu. Süleyman’ın bir emmisi vardı. Adı: Ökkeş’di. Mertti... Kahramandı... Er kişiydi...Takarken bayrağı; kala burcuna, kalleş düşmanın attığı bir gülle parçasıyla dağılıvermişti, naşı dört bir yana; şimdi bir mezar taşı bile yok diyordu. Dedesi koca Rüstem ‘de öyle şehitti.
Ama bu, Süleyman dey ipte, ağlıyordu.
Gözlerini kara toprağa dikti. Elleri titriyor, bir yandan da bastonuyla karıştırarak kara toprağı; bin bir türlü halet-i ruhiye içinde düşünüyordu. Nedense bir zaman sonra kayınca ovaya gözleri; gördü, yükselen bir ateş dumanı.
Kara tren geliyor dese; Aksu’yu takiben gider Narlıda dururdu tren
O da çok çok uzaktadır diye düşündü. Ama bu duman nereden tüterdi? Tamam... İşte diye geçirdi aklından...
Orası Ana Ağlatan Ağa çiftliğiydi.: On iki köy yirmi dört mezradan ibaretti. Köyünden beliyle, küreğiyle giden amele bir mevsim sonunda on paralık, Serkisyan Ağa mangırlarıyla geri gelirlerdi. Onu da Ana Ağlatan Ağa’nın bedestende ki basma dükkânından; beş on metre basmaya verirlerdi.
Ejder Çavuş’ tan yine bin ah!
Feryadı dalga dalga, göğe yükseliyordu. Ulan Ana Ağlatan Ağa! Ulan Ana Ağlatan Ağa. Şimdi senin kemiklerini torunların sızlatırlar, yemezken beş mangırı... Ama... Ama... Sen bizim analarımızı sızlatır, babalarımızı ağlattın.. Gençlerimizi göçmen kuşlara döndürdün. Kapattın tapuları; biz Yemen’ de, Çanakkale’ de harp de iken; ah! Ah!
Ana Ağlatan Ağa ah! Diyordu. Titredi ve düşündü. Böyle diz üstü sürünmemeliyim. Bir ürperti ve titreyişle, irkiliverdi. Dimdik yürümeliyim Dimdik yürümeliyim Anlım pak, doğrulara yardımcı Hak diyordu. Ama bu inanç, bu hakikat batılla karışık bir tevekkül olmamalıydı. Doğruldu dimdik ayaktaydı.
Her adımını bastıkça yere, sanki yer sallanıyordu. Gittiği tozlu yolların iki kenarına sıralanmış kerpiç evler, yıkılıyor sanırdınız. Evinin bahçe kapısı önünde durdu ve tok bir sesle ünledi! Fatma Hatun! Fatma Hatun!
Hanımı Fatma Hatun... Ejder çavuş’un feryada benzeyen böyle bir sesini; bu güne kadar hiç işitmemişti. Gündüz uykusundan uyanmış, ava çıkmak üzere olan bir aslanın kükreyişini andırıyordu. Beline Dolalı peş temalını bir kaplan çevikliğiyle toplayarak; Hemencecik kapı önüne gelmişti. Gıcırdayarak açılan tahta kapı, bir kele kapısı kadar ses çıkarıyordu. Kapıyı açtı ve men: Ne var Ejder Ağa? İşte, o zaman yine Ejder Çavuş’un gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Bir türlü söyleyemedim. Birden ne olur olmaz, yavaş yavaş söyleyeyim dedim. Ah Ahmet
emmi! Oğlun hastaymış bile diyemedim. Ahmet emmioğlun geliyor diye söyledim. O, da müjde sandı öyle sevindi öyle sevindi ki; Düğünde bayram d sanırdınız.
Hangi dil söyleyebilir: Başın sağ olsun, Allah rahmet eylesin diye. Ah! Ahmet Emmi ah! İyi ki; söyleyemedim
Sevindiği kadar üzülseydi zavallı, kaz mezarını, koy baba oğul yan yana. Dün kızcağız Gülsüm; ne demiş bilir misin?
Ne demiş: Ne demiş nereden bileceksin, Süleyman’ı gurbete giderken söylemiş duymuşlar. Gözümden ırak gideceksin ama gönlümde, özümde yaşayacaksın Süleyman ise; ana, baba ocağım tüttürecek, Gülsümüm, kızlarımın, oğullarımın anası olacak Gülsün’üm. Senin için, babam için gideceğim diyar diyar. Boğazına düzü düzü beşibirlikler alacağım. Senin ve babam için çekeceğim gurbet ellerin kahrını, derdini.
Kızcağız, boynuna öyle sarılmış, öyle ağlamış ki; Bu sevdayı, bülbül bile kırmızı gülüne duymamış. Der der de ağlar, Fatma kadın. Gülsüm’cük; dilinden kaçırmış. Ahmet Emmi’ye baba deyivermiş. Onlar da; latife bu ya dile dolamışlar. Koyuvermişler; Ahmet emmi’nin adını, Ahmet Baba.. Boş boğazlar, nelerine lazım....
Hey gidi! ! Kadersiz, bahtsız kızım Gülsüm hey! Şimdi; Süleyman’ın, sevdalın beşibirlikler yerine; hayırseverlerin sardığı kefene sarılmış geliyor.
Ejder Çavuş; gözyaşlarından ıslanmış olan yanaklarını eliyle sildi ve tiz bir sesle:
Yürü yürü uzatma, sen varıver. Alıştıra alıştıra söyle; hastalanmış deyiver. Her hasta ölmez. İyi olur deyiver. Kul görgüsünü görür deyiver. Ama söylerken sakın ha ağlama. Çabuk sil gözlerini de gidiver. Fatma Kadın hem gidiyor, hem de göz çukurlarında akmaya hazır gözyaşlarını gizleyerek; bir sokak ötedeki; Ahmet Emmi’nin kapısı önüne geldiğinde, Ahmet Emmi, kenarları süklüm püklüm olan kilimi elindeki bir çubukla vurarak temizliyordu.
Ahmet Emmi ‘de Fatma Kadın’ı gördüğünde; elinde ki çubuğu bir kenara bırakıp, taş merdiveni ağır ağır indi ve bahçe kapısı önüne geldi. Bir yandan rüzgarda dağılan ak sakalını eliyle sıvazlayarak ve bilmem nedendir belli olmaz garip bir gülümsemeyle; hoş geldin Fatma Bacı, buyur.. Dedi. Ve söze devamla Fatma Bacı dedi: Can parem
Süleyman’ım geliyormuş, ben de, oğlanın yatağını düzelteyim diye uğraşıyorum. Fatma Kadın, neresinden başlayacağını bilmediği cümlecikleri buğulu, bir sesle sıralamaya başladı. Çocukcağız birazcık hastaymış. Sakın üzülme iyiymiş… İyiymiş... Ben baba ocağında, daha çabuk iyi olurum diyormuş da.
Nasıl oldu birden; Ahmet Emmi’nin beynin de şimşekler çakmaya başladı. Anlaşılmayan bir sürü seslerle
Hastaymış. Hastaymış... Hastaymış İyiymiş.... İyiymiş Baba ocağı, baba toprağıymış Mış..Mış... Mış. Ne düğü bilinmez bir sürü soru, bir sürü cevap birden geldi ve geçti.
Ahmet emmi birden durduğu yere, yığılırcasına oturuverdi. Gözleri bir buğu, sis tabakasıyla kaplanıverdi. Gözleri karardı. Başını ağır ağır iki eli arasına indiriverdi. Fatma kadın’ da ondan besbeter, acıyla, kederle karışık düşünce girdabında dönmeye başladılar. Hem ikisi de kara kara düşünüyor, kara toprağa bakıyorlardı.
Bahçe duvarı üzerine çıkıp, ötmeye hazırlanan çal horozun kanat çırpınışlarıyla kendilerine geldiler.
Çal horoz sanki feryada benzeyen sesiyle: Zaman gelip geçiyor, uyanın, anlayın, işitin, kendinize gelin, hazırlanın der gibi ötüyordu. Sabahtı, öğleydi, şimdide gün ikindi diyordu. Ahmet emmi bir eliyle sakalını karıştırarak; ağır ağır konuşmaya başladı.
Anladım Fatma bacı, kader, akıbet ne olacak. Kul başına diyordu. Yazmışsa böyle yazıyı Mevla kul kul ne yapar. Hastaymış ha! ! Hastaymış ha! Sende haklısın, Fatma Bacı; gelip de ölmüş diye söyleyemezsin ya. Kafası zonkluyor, düşecek gibi oluyordu. Bir yandan domur domur terliyor. Bir yandan da yanaklarından gözyaşları süzülüyordu. Her biri yerde ki kum taneleri üzerine düştükçe, kara bulutlardan düşen dolular gibi izler bırakıyordu.
Fatma Kadın’ın yazmasının ucunu sıksan su fışkıracaktı. Acı haberin kara bulutları tüm köyün üzerine çökmüş, her tarafta meltem yeli, matem yeline dönüşmüştü. Ağaçların yapraklarında ki, çiğ taneleri gözyaşlarına dönüşmüştü.
Ova Bağ Köy’ünden, Bahadır Köyüne doğru hızla ilerleyen; kan renginde, Ordu plakalı minibüs, gam yükünün kervanını getirmek üzereydi.
Nihayet acı acı çalan bir klakson sesi, herkesin tüylerini ürpertti. Herkes evinin önüne ve damına çıkmıştı. Çocuklar, Süleyman’ı, ilk olarak karşılamak üzere; yol boyu döküldüler. Hepsinin söyledikleri sözler ise; ” Süleyman ağabey geliyor!
Süleyman ağabey geliyor! “Sözleriydi.
Al kan renginde ki, minibüs köy meydanın da durduğunda çocuklar çevresini sardı. Süleyman’ı görmeye çalışıyorlardı. Süleyman ise; ne olduğunu bilmedikleri bir sandıkta ebedi uykusunda uyuyordu. Süleyman’ı sıkı sıkı sarılan ipleri çözerek indirdiler. Babasının sevinçle başladığı ve matemle hazırladığı odaya götürdüler. Kısa süre içerisinde son hazırlıkları yapıldı. Peygamberimize salât ve selamları yükseliyordu. Kuran’ı Azimüşandan Yasini Şerif sürekli okunuyor. Allah’tan afı mağfiret için eller Allah’a kalkıyor. Dua ve niyaz ediliyordu.
Ahi ret kapısına açılan ebedi istirahatgahına gitmek üzereydi:
Kara sevdalısı, yavuklusu Gülsüm’cük! Gözyaşları içerisinde Süleyman’ının yanına gelerek; göğsünden çıkardığı iki büyük oyalı yazmasını üzerine örttü. Kefenini açtı. Yüzüne Hasret ve ayrılık duyguları içinde; son kez baktı.. Baktı...
Tane tane akan gözyaşları, kefen üzerine damlıyor. İki sevdalının gözyaşı yüreklerini bir kez daha birleştirmişti. Bu yazmaları el emeğim, göz nurumla işledim. Gelinliğime, başörtüsü, duvak olacaktı. Gönülden bir feryat koptu. Kefen örtüsü, kabir örtün oldu. Şimdi naşını örtüyor. Diye. Gönül alev alev yanıyor, dumanı afakı kaplıyordu. İşte böyle, Süleyman omuzlarda köy mezarlığına varmıştı bile. Mezarlıkta ki; böcekler, ağaçlar bile derin bir sessizliğe bürünerek, âdemoğlunun kederine ortak olmaya çalıştılar. Daha çok dinlere yol göstermesi için indirilen Kur-an ölülere de yol gösteriyordu. İmam efendi: Süleyman’ın mezarı başında yüksek sesle söylüyordu. Elif ten doğma ya
Süleyman. Elif’ten doğma ya Süleyman. 0, sağlığında anasına hasretti. Şimdi; sevgili Allah’ına ve sevgili anasına kavuşuyodu.

Yunus Akkale
Kayıt Tarihi : 2.8.2010 08:23:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Yunus Akkale