Göç Kızı 11 Şiiri - Mustafa Yılmaz 4

Mustafa Yılmaz 4
765

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Göç Kızı 11

Son gidişini canlandırıyorum şimdi gözlerimin önünde…
Tam karşımdasın, gözlerini küçük bir açı ile çevirmeden bakıyorsun dosdoğru, öne doğru…
Oturduğun yerde nefes almacasına pür dikkat, önünde donuklaşmış gibi, biraz da umarsızca bakıyordun...
Ansızın dikkatini dağıtmak için sordum, “neler düşünüyorsun “diye, denizin asfaltla karıştığı sahil bandında ağır ağır giderken aracım ve bir müziğin tınısı eşliğinde, “senin olmaya geldim” diyordu dolgun ve tok sesiyle, müzik eşliğindeki kadın, işte tam da bu anda cevap verdi, “hiçbir şey düşünmüyorum, sadece bakınıyorum “ dedi, “sadece bakınıyorum…”
İçim sarsılırcasına titriyordu, garip bir hisle, “son bakışlarını yaşıyor gibi hissediyor kendini,” dedim içimden, dudaklarım donuk kıpırtılarda iken “gitmeye karar veriyor, eminim” dedim, “eminim,” derken kendi kendime sanki damarlarımdan kanım çekiliyordu, aracın dikiz aynasından yüzüme baktım, donuk sarı kırması beyazlaşmıştı yüzüm…
Ansızın buruk ve kendinden emin bir sesle “gidiyorsun artık eminim, benden gitmek üzeresin” dedim…

Sadece garip bir acı, kırıcı bir pişmanlık ve yüzünden, gözlerinden gelen bir ıslaklıkla, faydasız bir hareketle, dudaklarını dişleri arasında ısırır gibi tutarak, titrek bir yüzle, gözlerime konuşuyordu…
İmkânsızlıkların içinde boğulmuş gibi garip hüzün resminin tınısız bakışlarında zapt ediyordu kararlılığını…

Ansızın “yıllarımı sana adadım, ömrümün pişmanlıksız zamanlarını seninle yaşadım, korkuları ardımızda bırakarak, bir dünya insanı karşıma alarak, seni sevdim, sen gibi bir ben oldum, hayatımı bu günlere uzaması için, zorlayıp durdum zamanları, oysa kimsesizliklerimi sende kalabalıklaştırdım ve bir sen gibi olabilmem için, tüm tabuları yıktım, tüm çıkmazların kalabalıklarından sıyrılmak için, yürek çöküşlerimle hep sana koştum, hep sen oldum, şimdi hayatın tüm zor zamanlarımı yine sende buldum…
Sen benim kimsesizliğimdeki kalabalıklığımsın, şimdi gidiyorsun diyorsun, hiç düşündün mü ki sende kalmak için kaç zamanımı yok saydım. Kaç yurt değişikliği ile sende durdum, ömrümün tüm çıkmazlarında senle ışık bulup yolumu sana doğru tuttum ve koştum…
Yıllarımı ve yıllarımı sende tuttum sende kaldım…
Hayat ve şartlar zorluyor beni, ben seni zorluyorum, ben beni zorluyorum…
Eğer gideceksem, eğer gidersem, hoşça kal diyen sesimi duymayacaksın ve gidişimi görmeyeceksin, zorladığım bu hayattaki can senin, bu canı sana adarken, kendimdeki son nefesi de sana sakladım, son sesim sende ve son bakışım sende kalacak, bil ki son sesim senle olacak…

Sessizliğin hüküm sürdüğü uzun bir bekleyişte sadece nefes sesleri duyuluyordu…
Aslında arkada kalan özlem, yar sesi idi…
Aracın iç ışığının kadının yüzündeki dalgalı, gölgeli yüzeyinin arasında parlayan gözyaşı damlacığının uzun bir sessizliğe sebep olduğu görülüyordu…
Aslında adamda sıradan bir ağlayışın dışında öksüzleşmiş hislerle bakıyordu aynadaki kadının gözlerine…
Öyle bir an kesiti oldu ki iki çift göz hareketsiz birbirlerine kilitlendi, kadının çenesi titriyordu, birbirlerine kilitlenmiş bakışları arasında…

Aracın içindeki müzik aynı hırpalayan, acıtan, kanatan cümlelerle aynı şarkıda dönüp duruyordu…
Zaman uzadıkça sessizlik daha boğucu hale dönüşmüştü, yaz gecesinin ilerlemiş saatlerindeki yolculukta…
Kadın ansızın sesini sevecenleştirip, biraz da komikleştirip, birden, “üzülme” dedi, “üzülme yakışmıyor sana üzülmek, seslerimiz hep birbirimizin sesi ile karışacak ve hiç yitmeyecek bu yolculuğunda, seni seviyorum, seni sevmesem eğer veya sevmeseydim, yıkılır geçerdi bu geceler yalnızlığımın üstünden, üzme kendini ve karamsarlıklarından vazgeç artık.”
Gece yarılarına altı çeyrek kala bir zamanın ortasıydı, tam da bu anda kadından bir ses yükseldi, “unutma” dedi, “unutma gecelerin hep bu saatlerinde ben seni düşünüp, düşleyeceğim, nerede olursan ol, neredeysem ben, hayat boyu, gecelerin bu saatinde hep, seni düşleyeceğim, sen de beni bu saate düşünür müsün? ” dedi…” Düşünür müsün, beni nerede olursam olayım, bu saatte düşünür müsün, unutma, hep sevdim seni, hep seveceğim, hayatım boyu bu yaşamı senin için hep zorlayacağım ve bu yaşamda senin için hep diri hep sever kalacağım, bu ömür nereye uzarsa nerede biterse, oraya kadar taşıyacağım bu düşüncelerimi, nereye kadar olursa olsun, bu hep böyle devam edecek ve hep sever kal bende? ” dedi…

Derin bir yeisle geceye sükûnet doldu ve haz edilemeyen bir üzüntü sardı müziğin tınısını…

Gecenin tana yakın gecikmiş saatlerine yaklaşıldığında, geriye dönüş yolculuğunun kısalığı, şaşırtıcı bir hüzün yayıyordu ayrılma ve ayrılık zamanıydı, artık yavaş yavaş yolculuk yapan…
Sessizlik ayrı bir hüzünle devam ediyordu, usulca basılan frenler yolculuğun sonunu getirmişti…
Aracın kapısı yavaşça açıldıkça hüznün fırtınaya dönüşmüş hali yaşanıyordu. Kadın ön koltuktan sağ ayağını aracın dışındaki zemine basarken bile sessizliğini koruyordu… Ansızın, “hoşça kal demeyi sevmem,” dedi “ama sende, bu kalan yaşam zamanlarında hayatını koru” dedi. “Hayatını koru bu benim için çok önemli, kendimden bile önemli,” derken yavaşça kapıyı kapatarak, ilk adımlarını, gecenin yalnızlığına, kendi yalnızlığını taşıyarak atıyordu adımlarını usulca…
Böyle zamanlarda ağlamaları hırçınlaşsa bile sessizliğini koruyordu…
Önüne bakarken sakin adımlarının önündeki ayakkabılarının ucuna bakıyordu, sessiz adımlarını kısa kısa atarken…
Böyle zamanlarda ayrılık bir başka kanatırdı insanın içini, bir başka türlüydü yaranın kabuğuna basınç ağrısı, bir başka sessizlikteydi gece, böyle zamanlarda, bir başka türlü yanardı insanın içi ve başka türlü nefes alırdı insan…
Kadın tüm geçmişine ağlıyordu artık hırçınca, kadın tüm geleceğine ağlıyordu artık cesurca, kadın geceye ağlıyordu umarsızca, oysa kadına gece ağlıyordu fütursuzca, kolaydı gecede geceye ağlamak, kolaydı karanlığın dibine arsızca ağlamak, kolaydı hayatın geri kalanına ağlarken beden titretmek ve kolaydı kadının kendi kendisi için ağlaması… Yağmur yağıyordu gecenin karanlık kuytularına yağmur eskitiyordu kadının omuzlarını…

Gecenin kokusu başkalaşmış, yabancılaşmıştı, benliğe… Alacası değişmişti gecenin, şarkının tınısı durmuştu, bir başka türlüydü hüznün kokusu, yabancılaşmış üstüne üstlük ağırlığı değişmiş, taşınmaz bir koku, oluşmuştu ayrılığın kokusu ile birlikte…

Bir başka türlüydü zamanın ağır ilerleyişi ve geçmez zamanların dar nefesleri düşmüştü geceye, kadın, ardında bir enkaz bıraktığını, ardında zapt edilmez düş bozuklukları ve fikir uyumsuzluklarının hüküm sürdüğünü biliyordu “artık bir de seni düşününce artacak sancılarım, acılarım” diyordu, usulca kendi, kendine, belki de nefeslerin tutulduğu, durma noktaları yaşanıyordu, ayrılığın garip titreyişleri sarmıştı bedenlerini, çaresizliğin, koşulsuz kabullenişleri tüm hırsları yok etmiş, tüm gelecek düşüncelerini ikisinde de yok etmişti…
Artık her ikisi de bir, bir diğeri için ağlıyordu, bir anda bizdik biz demeleri silinmiş, bir diğeri olmuşlardı birbirlerine…
Zaafların titreterek geçtiği an zamanları yavaş yavaş tan vaktine uzanıyordu ve bir gecenin sonunda iki hayat yapışıyordu düşünceler girdabına…

Kadın kendi kendine mırıldanarak “bana bir şey olmaz merak etme, sadece sen düşüncelerinde biraz fazlalaşacağım, hayatımın eksik yanı oluyorsun, hayatımın ertelenmiş nefes almaları oluyorsun, hayatımda özlemle çoğalıyorsun ve özlemin koca koca kütlelerini yapıştırıyorsun benliğime, beni unutma, beni unut veya ki her ikisinde de yükün taşınmaz olacak bende, bana sevmeleri öğretirken hep anlattın bunları ve bak artık ezberlerimi bozuyorum ve hayat yokuşunu sensizliğine rağmen, seke seke çıkıyorum…”

Bana vadedilmiş bir hayatımın içinde sen var olacaktın, her nefes alışını ben duyacaktım, tüm uzakların ulaşılmaz olduğunu anlatırdın bana ama kollarının yokluğunda uyanmanın nasıl olduğunu
hiç söylemezdin ve hiç bilmemi istemedin…

Ve kadın gidiyordu…
Ve kadın geceye,
Yalnızlığına, karanlıklar içinde kalacak yaşamının arda kalanlarına doğru gidiyordu, sessiz ürkek ve hayatla bir türlü uyuşamadığı zamanlarına gidiyordu… Bakışlarındaki sahipsizlik omuzlarını aşağıya doğru çektirmişti, sanki yürüyüşündeki tüm an zamanlarında gözleri arkaya bakıyordu, kafasını oynatmadan usul usul adımlarını atarken, kendi kendine “o da benimle beraber benden sesli benden çok hızlı, ağlıyor,” diye düşünürken, neredeyse ayakları birbirine sürtüp tökezlenecekti…

Uzaklaştıkça küçülen bir boyu kalmıştı adamın bakışlarındaki donuk gözlerinde o da serile serile ağlıyordu, o da şartların çoğuna öfkelenerek, ağlayışlarını koyulaştırmıştı, hem ağlıyor, hem kendi kendine konuşmaya çalışıyor, hem de araç içindeki aynadaki gözlerindeki ıslaklıkla oluşmuş kızarıklara bakıyor, bu arada da kadının gidişini takip ediyordu “arkasına bakmayacak eminim” diyordu “eminim, tüm gidişlerinde arkasına hiç bakmamıştı…” Dedi… Ve kendi kendine sordu, " her kadın giderken arkasına hiç bakmaz mı" dedi...

Yıllar sonra anlıyordu adam, kadının arkasına bakmayış sebebini, “o benim ağlayışımı hiç görmek istemedi, o benim gülmelerime özlem duymuştu, bu yüzden giderken hiç ardına bakmadı ve hoşça kal demedi, sadece yıllarca hep ‘hayatını koru çünkü senin acılanmalarını ben içimde hisseder, senden çok acılanırım, senden çok canım yanar’ derdi…”

Uzun yıllar geçti aradan, ıssız bir yaz akşamının gün doğumuna kadar uzayan zamanında kadın tüm bu geçmişini tekrar canlandırırken benliğinde, “eminim ki hayatını koruyorsundur, eminim ki benim yakalayamadığım mutluluğu sen yakalayabilmişsindir, dilerim ki hayatın benden aldıklarının çoğunu sana vermiş olsun bu hayat, bilmelisin ki sevgili, senin varlığında veya yokluğunda, aldığım bu nefesler, hep sen düşünceleri ile oldu, dilerim huzurlu kalasın ve dilerim huzuru yakalarsın… Ben senle hep vardım hep var kaldım, nasıl olsa bir sebeple hayatım idame oldu ve olacak, her şey senle vardı, var kaldı ve de kalacak, beni unutma, varlığımı hep içinde hisset, bil ki bu evrenin bir yerlerinde sen düşünceleri ile nefes alan bir can var uzaklarda, yumruk içi kadar yüreğinde sığdırdığı koskoca sen düşü kuran bir can, uzakları hiç düşünme bil ki nefes alışlarını ben uzaklardan bile hisseder, duyarım, duyuyorum…” Diyordu kadın kendi kendine konuşurken… Aslında adamım dediğinin 0’nu hissettiğini de biliyordu…
Aslında düş yorgunu idi, aslında dağılmış bir ruhla beden yorgunu idi, durmayasıya çarpıştığı yaşam koşulları bitip tükenmez sorunlar açmıştı ruhsal yapısında, huzursuzdu ve de kararsız yaşamların içinde kararlı olmanın şartlarını zorluyordu, kendine karşı acımasızlığıydı onun en zayıf yeri ve sevgi seli yorgunluğu onu düşürmüştü çoğu zaman göç yollarına, acımasız bir yaşam vardı karşısında ve o kendiyle beraber her şeye direnmeyi öğrenmişti…

Kadın yürüyordu…
Kadın yağmura doğru yürüyordu,
Omuzlarında yılların hüzünleri asılıydı, hüzünlerle beraber kadın ıslanıyordu, yalnızlığını astığı geceler boyu yürümek istiyordu, umutları vardı, çıkmazları vardı, her çıkmazın köşesinde kasvetleri vardı, unutmuşluklarının yanında, hatırlamak istemedikleri de vardı…

Kadın yürüyordu, yağmur düşüyordu toprağa, kadının aklında geceler an an büyüyordu, baş üstündeki bulutlar karararak yoğunlaşıyordu, yer gökle beraber yağmura rağmen kadın yürümekle durmak arasında hiç düşüncesi yoktu… O yürüyordu…
Ne ilk yürüyüşleri idi, ne de sonuncuları olacaktı, silkelenip duruyordu geçmiş, geleceğe ağır yüklerle doluşuyordu düşüncelerindeki karartılar…
Ve yağmur yığılıyordu kadının omuzlarına ve de omuzlarındaki hüzün yüklerine…
Adımlarını zorluyordu, hayatını adımları ile zorluyordu, unutulmuş bir çok şeyin ardına sığan tek düşüncesi, tek bir insana, tek bir adama, o adamın yüzüne, gülüşüne, ağlayışına, çaresizliklerine, düşüyordu gözleri…

Yürüyordu kadın geceye, gecenin yalnızlığına yürüyordu, gecenin yalnızlığındaki kendi yalnızlığına yürüyordu, unutulası tüm hüzünlerin üstüne basa basa hüznün köküne doğru, hüznün dibindeki yalnızlığın gözyaşlarına doğru, içinde biriktirdiği ağıtı mırıldana mırıldana gecenin kalbine doğru adım atıyordu, kadın…
Bakışlarında canlandırdığı gecenin kalbiydi, hüznün kalbiydi, yalnızlıkların gömüldüğü diplerin içiydi, kadının içine düştüğü diplerdeki hüzün bulvarı…

Art arda birikmiş tüm yılların hüznüyle, adamın kahır çukuruydu adamın nefretinin dibiydi ardına bakmıyordu, adımları telaşsızdı, kötü cümleydi adamın nefreti, sığdıramadı sevdanın çukuruna, ayırdındaydı, yaşamın kesitlerinden bir bölümü nasıl bir devdi, adamın kahrı?
İki çocuk vermişti ona, ellerine teslim ettiği adamın çocukları ve kendi evlatlarıydı, diyemezdi adamına kötü cümleler.

Aslında bu yakarışların kökeninde tüm bir hayatın kesitleri, iyi veya kötü anılara dönüşmüş, bir beraberliğin parçalarının tek tek anılardan savruluşlarıydı, belki de bu yakarışların birbirlerine dolaşmalardan ziyade, bu günlere sarkan, o günlerin güzellikleri olan anıların, yaşanmışlıkların veya yaşanamadan arzuda, istekte kalmış toplam bir yaşanmışlığın, içinden sarkan, özlemlerdi, bunların tümünün etken olduğu düşünceler sapması…
Hepsinin ardından koca bir yaşanmışlığın veya eskilerde kalmış isteklerin gerçekleşmemiş kısımlarıyla bu günlere özlemle ulaşan bir akıl tutukluğu, akıl oyunlarının özleme dönüşmüş hali yaşanıyordu…

Kadın yağmurda, yağmur kadında ve hepsiyle beraber ıslanan, aslında baş edilmez boyuta uzanan özlemdi, dik dik karşısında duran…

Kadın özlemin üstüne özenerek, tekrar yaşamak isterken yürüyordu, yağmura doğru ve yağmur ona doğru yığılıyordu…

Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 13.7.2013 16:18:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Hayat yaşanmış hikâyelerle doludur... Bazıları efsane gibi görünse de, verdikleri acılarla hatırlanır... Ve bu acılar hiç bitmez... Yıllar ve yıllar geçtikçe, sadece ince bir sızıyla hatırlanır, bedenin derinliklerinde... Ve bu göç belki de hiç bitmeyecek yaşamda... Belki de yaşama tutunabileceği bir aşk vardı gelecekte... Şimdilerde saygı ile hatırlanan bu yaşam arkasında kalan bu benlik dualarımın içindedir... Hâlâ,hayatın tüm zorlarını avuçladığına inandığım Göç Kızı'na şükranlarımla...

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Yılmaz 4