Hep içinde hasretleri barındırıyordu…
Hasret sevgiyi darmadağın etmişti…
Hangisi öndeydi, hangisiydi geride kalan?
İçinde taşıdığı bir kordu alevin közüydü sanki, iç çeperleri yanıyordu hasreti, sevgiyi içinde tutan yüreğin…
Bir başka türlü doğuyordu, bir başka şehirde güneş…
Beyin yön kavramını veya görüş, hissediş kavramını değiştiriyordu…
Güneşin veya yorganın ısıtamadığı bedeni hasret ısıtıyordu…
Ve içinden hep, ben hasreti kucakladıkça içimde yüreğim patlıyor diyordu…
Patlayan bir yürekle sanki içinde bir el bombasının pimi çekilmişti…
Dardı sabahlar…
Dardı yollar…
Dardı odalar…
Tavanlar üstüne göçüyordu… Kapılar çerçeveler, camlar devriliyordu geceleri üstüne…
Zorluyordu bütün bedenini yeni şehirlere ve kentlere ulaştıkça…
Hiçbir kent saklayamıyordu onu… O küçücük bedenler hiçbir kente sığmıyordu.
Ve hiçbir kol bu üç canı saklayamıyordu…
Sabahların ilk güneş ışıkları yüzlerini soğuttuğunda üç can iç içe girerek birbirlerine sığınıyorlardı…
Aşk ve odun…
İkisi de vücuda ısı veren… Ya yoksa?
Buz keser etten bedenleri, tırnak uçları acıyla dökülür…
Ve üç can,
üç yürek, güneşe tutunurlar, birbirlerine tutunurlar ısınmak için…
Karanaz, tırnak uçları ile ekmek topluyordu, taban diplerini delerek…
Üç can, üç yürek, bir omuz, didinen bir beden ve bir heykel kadın görüntüsündeki beden…
İç dünyasında fırtınalar kopan, içdış görüntüsü ile de Yaradan’a sığınan bir yürek, ufacık bir yürek, küçücük bir beden, hayatını toprak altında bırakan bir can…
Seviyorum seni Karanaz sözüne muhtaç bir ruh…
Asi ve atak…
Tedirgin…
Telaşlı…
Uysal…
Ve şaşkın bakışlarıyla zorlanıyordu tutunmalarda…
Seni seviyorum hayat, bu çile az değil bana, bu çile pek fazla değil bana diyerek şaşırtıyordu çile yığınlarını…
Sevgi yoksunu bu can…
Sevgi yoksunu kalmış bir beden…
Seni seviyorum hayat, ne kadar kapı kolunu alsan da bizden, biz çimenleri yorgan yapacak kadar seni seviyoruz hayat diyordu…
Ve göç… Ve göçler…
Şehirler ve yollar hep birbirlerinin ucunu tutarlar…
Yol ve şehir…
Her yol bir şehre çıkıyordu otabanlarla…
Her otaban bir şehre ulaşıyordu…
Yollar bozgun gibiydi… Yollar bozar gibiydi… Her şehre ulaştığında ruhları…
Bozuk ruhlar, bedenlere sığınmıştı… Bedenler ruhları, ruhlar bedenleri zorluyordu…
Ve
hayat göç yollarında, Göç Kızı Karanaz için zorlu geçiyordu…
ve üç can, mangal kömürü ile, talaşla, tahta artıkları ile yaşama, yaşamak için meydan okuyordu…
İzmir… Ve yeni gün sabahı…
Güneş her yerdeki gibi doğuyor ve dağların yamaçlarını sıyırarak körfezin sularında yakamozlar, kırışıklıklar yaratarak sisli yamaçların ardında bulut yığınları içinde dolanıp duruyordu…
Bir başkaydı güneşin alacapembe ışıklarını körfezin sularına, dağların eteklerine koyverdiği anlardaki bütünlük yuvarlaklığı ile alacapembe görüntüsünün ardında kaybolmamak için son gücünü kullanmadan,
yeniden doğmak için enercisini sabaha saklıyordu alacapembeliğini…
Zamanlar martıların kanadına takılarak mor dalgalarla vapur arkalarındaki körfez sularında gölgeler bırakıyordu…
Hasret sanki martı kanatlarıyla körfeze bir ikrammış gibi dağılıyordu…
Son serenattı bu sanki, son beste son nefes sesi dökülüyordu acıtan martı inlemeleri ile…
Sen diyordu… Koca şehir, koskoca şehir… Sen…
Bu üç can sendeyiz, sakla ve koru bizi… Ve biz senin gurubunda kalmak istiyoruz bu hayatla…
Ve ağlamak istemiyordu Karanaz…
Ağlamak istemiyordu Göç Kızı…
Yemin ediyordu ağlamamaya…
Körfezin sularına bakarak gurubun içinde kaybolarak…
“Ağlamak artık benim çarem değil” diyordu…
“Ben Göç Kızı kendimi ağlamaya kilitliyorum ve anahtarını körfezin akıntılı sularına atıyorum, eğilmem hiçbir şeye, gözyaşlarımı vererek eğilmem, sevgiden korkarım sadece” dedi…
Sevgiden korkarım…
Sevmekten…
Sevilmekten…
Sevgiyi sevmekten, sevgiye ağlamaktan korkarım” dedi Karanaz…
“Korkarım yakaladığım sevginin üstüne yığınlarca toprak örtmekten, sevgiyi gömmekten korkarım” dedi usulca Karanaz…
“Ben Göç Kızı, Karanaz, dur,” dedi usulca “eğilmeyeceksin sevgi dışında hiçbir şeyin ardına yüzünüstü…”
“Bu hayat çakıl taşı toplamayı öğretti bize. Artık bu hayat yalnız kaldı bana, bize” dedi…
“Değmeyenlere verilenlerle, değenlere verilemeyenler arasında bir bağ var mı” dedi Göç Kızı Karanaz…
“Değmeyenlere neler verildi?
Değenlere neler verilemedi?
Bu bir köprü iki ucuna ip gerilen” dedi…
Karanlıklara doğru kayan bir yıldıza takıyordu sanki bütün umutlarını…
Bir yıldızlık umutsuzluk bakışı sarıyordu bedenini ısıtarak…
İçi acıyordu…
Acılanmamaya kilitlenmiş vücudu veya beyni söküm söküm sökülüyordu gecelerin bastırdığı hüzünlere…
Korkuları yaşamak, bu en acı veren duyguydu
Yıllaca sakındığı korkuları şimdi hayatının merdivenlerini oluşturuyordu
Sevgiden veya sevdiği adamı kaybetmekle ısınacak içindeki yangın korkularıydı bedenini titreten…
Alışık değildi yalnızlık korkularına ama şimdi orta göbeğine düşmüştü bu girdabın…
Bir kırbaç darbeleriydi bedeninde bıraktığı izler.
Sevgi yoksunluğu…
Kayıp sevgi buluşması…
Ve
daralıyordu dünyaya bakışları göçe zorluyordu onlardan kurtulmak için onu…
Tutunulamayan bir hayatın akışını içine bırakmıştı kendini
Aşkı göç kavgasına, kavramına dönüşmüştü… Soruluyordu kendine… Soruyordu ruhuna, neden bu göç hali…
Bilinmeze gitmekti belki kurtarıyordu onu…
Belki de bilinmezdeki umutlardı belki de beklediği…
Bu terkti yaşanan yerleri yaşanmışlıkları…
Kaçıştı bu yaşanmışlıklardan…
Daha önce yaşanmışlıklar göçe zorluyordu unutma çabasıyla unutulamayacakları…
Belki de koşturduğu yeni bir aşk, yeni bir sahiplenmeye teslimiyeti bulmaktı…
Hep buğulu bakışlarının ardına gizlediği belki de buydu…
Belki de telaşları korkularıydı…
Yaşam hep korktuğuyla vuruyordu hep onu…
Belki de kendi sevgisinden büyük bir sevgiyle seven biriyle karşılaşmamak istemesiydi gizli benliğinde sakladığı…
Denir ya hep korktukların bir gün karşına çıkar.
Ve asıl korkularının kaybolduğundan korkarsın…
Belki de bu hayat korkular için sevilir…
Bir adam düşlemek, bir kadının göç hayatında olamazların içinde kalan sadece bir rüya bile değildi… Olamazdı da…
Çünkü O çocuklarına adamıştı hayatını…
Adanmış hayatlardı çıkan kanların acıların mazgallarda kaybolduğu…
Hak etmeyen kimlere neler verilmişti…
Hak eden kimlere neler verilememişti…
Belki de herkesin yaşadığı bir yaşamdı bu, içinde döndüğü çember ateş çemberi…
Adını ateşlere yazmak isterdi oysa sevdiği adamın…
En kutsal değerlerinden biri de duruştu… Sevgiydi kurallarıyla…
Aşk kural dışı yaşanamaz diyordu…
Kuralları sade ve saf olmalı, sadece sevilmek için sevmeli… Diyordu…
Ey sevgili sen kutsal sevginin sahibisin diyordu…
Bu düşünceler dolanbacında kendini unutmuş arlı ve cesurca gayretleriyle çocuklarının tahsilerini tamamlata bilmek için var gücüyle hayatın kırbaçlarına arlıca karşı koyuyordu…
Biri ünüversiteyi bitiriyordu neredeyse… Diğeri hırsla sarılmıştı hayatın kulpuna… Üç can bir bedendiler amaçlarında arlıca…
Meydan okuyorlardı acıların çıkmazlarına…
Yılmıyorlardı… Tutunuyorlardı birbirlerine… Soğuklar işlemiyordu bedenlerine… Yokluk varlık umurlarında değildi…
İnattı bu hayata var olmaya… İnsanca… Dosdoğru kalarak…
Göç Kızı’ydı ama O bir anneydi… Çocuklarının anasıydı…
Hayat bazılarına acımasızca vuruyordu böylece…
Ve bir köşede bunları dinlerken bir adam ağlıyordu…
Bu ağlayan bir adamdı… Hayatı ağlamalarla doluydu…
Ve tekrar bir kadın için omuzları titreyerek ağlıyordu…
Hayat bazılarına da ağlamaları hediye ediyordu…
Belki ikisinin de hakkı sevmekti ağlamaktan kurtularak…
Ama bu hakkı kendilerinde göremiyorlardı…
Kaderleri yalnızlıktı… Göçlerdi…
Üç can ve üç bedendeki yürekle üç yürek, üç ruh… İle…
Göçü devam ediyordu hayatın son gücüne kadar…
Ve barklanamıyordu ruhunda Göç Kızı…
Kayıt Tarihi : 15.6.2009 10:47:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Hayat yaşanmış hikâyelerle doludur... Bazıları efsane gibi görünse de, verdikleri acılarla hatırlanır... Ve bu acılar hiç bitmez... Yıllar ve yıllar geçtikçe, sadece ince bir sızıyla hatırlanır, bedenin derinliklerinde... Ve bu göç belki de hiç bitmeyecek yaşamda... Belki de yaşama tutunabileceği bir aşk vardı gelecekte

Eseriniz puanımla antolojimde efendim.
*
Çok güzeldi Şairim, kutlarım.
Rabbim, korkularımızdan ve korktuklarımızdan emin eylesin yüreğimizi dilerim.
Sevgi yüklü saygılarım yürek enginlerinize.
İkisi de vücuda ısı veren… Ya yoksa?................
Aşk... Evet ısıtır bedeni bazen, belki bazen de yakar.... Ama üşütürde aşk... Karakışlarda, ayaza gecelerde kalmışcasına üşütür de bazen.....
Çok güzeldi üstadım. Yüreğinize kaleminize sağlık. Saygı ve hürmetle. Esen kalınız.... ( 10 p ve ant. )
TÜM YORUMLAR (7)