Kendini yerden yere atan,
titreyen,
hayata tutunmak için can çekişen, bir balık bu…
Oysa,
biraz sonra yenileceğini bilme hakkı bile olmayan, bir canlıydı…
İşte böyle bir şey yaşamım, dedi usulca, kendi kendine…
Kendi titremelerim, korkularım, sevinçlerim, benim elimde değil dedi…
Bir şehirde konaklamak, barklanmak istesem de bırakmazlar dedi…
Yalnızlık tek sebebim. Belki de sahipsizlik, sahiplenilememek…
Hayatım her seferinde, ipi kopan bir tespih demetleri gibi…
Yalnızlık, bir kapı, dört duvar, birkaç çerçeveli dışa yalnızlıklarımla baktığım camlar…
Belki biraz pişmanlık, belki ürkeklik peşinden koşturan…
Belki de, korkusuzluk korkusu bu yenemediğim…
Bir karamsarlık bu kökeni yıllara dayanan…
Kendi kendime sordum, hangi şehir benim sığınacağım kent olacak?
Ve o kentin hangi mahallesindeki sokağın köşe başındaki ev benim sığınacağım evim olacak?
Göç kamburu bu sırtımda ki…
Nerem güzel ki yaşadığım anlarda güzel kalabildi?
Onlarca şehir göçüme isim oldu…
Onlarca evim dediğim sığınaklardaki duvar çivileri gözlerimi oymadı.
Hangi çiviyi kendi sığınağıma takıp da barklanmamı mıhlayabildim?
Yüzlerce elbise eskittim, yüzlercesine sığmadım.
Yüzlercesi bol geldi. Acı ve göç yükleriyle eriyen, şişen bedenime…
Kaç pabuç taban derilerimi de eskiterek yarıldı, gitti…
Sanki ben hayatın acı kolbaşısıydım.
Hiçbir şarkı beni tam anlatamıyordu.
Her şarkının son cümlelerine veya dönen cümlelerine bakıyordum.
Sanki bütün göç kasvetleri bana aitti ve hiç birinden tam ben, ben olan ben yoktu…
Galiba ben hayatı sol tarafından tutmuştum…
Duyduklarım söylenenler bir yerlerdeki yaşam kesitlerimi anlatıyordu…
Ve
yalnızlığım kimsesizliğimdi…
Ardından ağladığım ve hayata tutunamadığım eşimdi…
Deli denilen bir sevgiydi bizi bulan ve vuran…
Bir yerlerde duramayan aşklardan, biteviye koşan sevgilerden bahsedilir…
Benimki bunların yanında çılgınlıktı.
Ve ben sevmeyi, bir adamı dünya gözüyle sevmeyi öğrenmiştim onun gözlerine bakarken.
KARANAZ derdi KARANAZLIM…
Garip bir isim, kara ve naz sıfat birleşimi…
Neresiydi bu iki kelimeyi bağlayan…
Sevgiydi belki de sevmekti…
Şüphesiz…
KARANAZ…
Ve
GÖÇ KIZI…
Tam tezat dört kelimenin birleşerek anlattığı kişilik ben…
Karanaz, hayatın belki de camgüzeli gibi camdaki güzel çiçekti, yapışan bu kelime ve bana isim olan bu kelime…
Hayatın bütün acı tekerleklerinin üstünde dönebileceğini kim bilebilirdi ki Karanaz bilsin di…
Sevmişti…
Bedelsiz…
Sevmişti…
Riyasız…
Sevmişti…
Sonsuza dahil…
Sevmişti…
Kalabalıklaşmaya dahil…
Ve
sevmişti…
barklanmaya karışmak için…
Hayat dört tekerlek üstünde dönüyordu oysa…
Ve
her geçen gün, her seferinde yeni göçü işaretliyordu ona…
Sevdiği, dünyada çocuklanmak ve yavrum, evladım, canım, yesinler onu yanaklarından, demek istiyordu çocuklarına…
Severek başlayan, severek giden bir evliliği vardı…
Gözleri kamaşırdı camdan gelişini göreceği eşini beklerken…
Oysa hayat ıslak odunla koşturuyordu peşinden onu vurmak için…
Arlıydı…
Dikti…
Duruşu sanki bir heykel soğukluğuyla cesaret serpiştiriyordu kendine…
Ar ve diklik…
Eğmiyordu başını…
Eğilmiyordu riyaya ve yalancı gülüşlere…
Sevmek ve sevilmek tek kaderle sadakate sürüklüyordu onu…
Oğlum demek istiyordu…
Kızım demek istiyordu…
Hayata sağ eliyle tutunabilmek için uğraş veriyordu…
Barklanıyordu…
Sevdiği adam yanındaydı…
İnanmış, güvenmiş ele ele tutunmuşlardı hayata…
Var güçleri ile tek beden olmuşlardı ve sevginin kutsal bağlarıyla bağlanmışlardı…
Şehirlerindeki güneş üstlerine doğuyor ve sevgiyle birlik içleri ısınıyordu…
Ve
İllet hastalık…
Can canım dediği adamı aldı götürdü…
Hem de bedenin bütün uzuvları eriyerek…
Evdeki ilk göçtü bu…
Göçen duvarlar, çatılar gibi göçülmüştü mutluluktan…
Sevginin üstüne topraklar yığılıyordu…
Sessiz beden çaresiz bedene dönüşmüştü…
Yığın topraklar toprak altında kalan sevdiği adam, sessiz ve kimsesiz olarak yığın yığın toprak altında çürüyen bedeni ile geleceğe çileli yılların kapısını açıyordu, Karanazlım dediği nazlı güvercinine…
Karanaz, nazlı güvercin…
Kırılmış kanatlarının, üstelik bir de tüyleri yolunmuş çıplak derileri ile teslim olmuştu hayata…
Bir hayat geliyordu kalan kısmıyla önüne…
Çakıl taşlı kırılmış camları ile yürüyebileceği yolları asfalt karası zifte buluyordu…
Geleceğe doğru sanki bastıkça taban dipleri yanıyor ve zift kokuyordu…
Yıkılan eş göç yolunun patikasını açmıştı…
Artık şarkılarda hiç yoktu…
Ve kendi şarkısının sonraları ağıt olacak sözleri yazılıyordu…
Ben güzellikleri kaybettiğimde bu şarkılar yoktu…
Ben güzellikleri kaybettiğimde kimse,
“bana bir şey olursa üzülür müsün” dememişti…
Bende kimseye dememiştim…
Diyordu…
Toprağını siyah güllerle örttüğü adamının üstünde siyah güller tomurcuk açmıştı…
Hayat siyah gül tomurcuklarıyla el sallıyordu sanki…
Sevda bitmemiş, acıya beyin kuytularında kıvrımlar açtırmıştı…
Zorlanıyordu hayatın yokuşlarında. Ve sersemleyen bir başla, çıkışlarının kapanmaması için ruhuna baskı yaparak mücadele gücünün limitini aşıyordu…
Sevmeler siyah güllere dönüşmüş, mor sümbüller salkım salkım bel büküyor, monolyalar dalında çiçeklerini kahve rengine dönüştürüyor ve yıllar pembe alacadan, alaca siyaha dönüşüyordu, tutunmaya çalıştığı şehirde…
Göç edenleri düşündü, yurtlarını terk etme durumunda kalanları, yemek kazanını kulplarından tutarak omuzlarına alıp, sobalarını sırtlarında taşıyarak yurtlarını, şehirlerini terk edenleri, göç kavimlerini, göç ırklarını, dağılan sülaleleri düşündü…
Omuzlarda, sırtlarda göç annelerinin, babalarının taşıdığı çocukları düşündü…
Ağlamaları bile unutmuş çocukları düşündü…
Sonraları yetim kalacak çocukları düşündü…
Büyük göçlerdi bunlar…
Tufan göçleriydi…
Nesilleri hâlâ şerefliyce devam eden parçalanmış ailelerin torunları rahmet dualarıyla onları anar olmuşlardı şimdi…
O en mükemmel insanlardan olanları, saygın insanlar yetiştiren soylarını…
Ve hayatları sona erenleri…
Kaybolan çocukları, yollarda kalan büyük anneleri, dedeleri oğulları ve eşleri,
parçalanmış aileleri, göçmenleri düşündü… Göç yollarında eriyen bedenleri düşündü…
Kosova’yı, Balkanlar’ı, Kafkaslar’ı ve daha nice göç yurtlarını düşündü…
Benim ki ne ki diyerek teselli etti kendini…
Ekmek peşinde koşarken kaç yağmur kaç kar fırtınalar omuzlarında dağılmıştı…
Her gün yeni bir yaşamı zorluyordu…
Her an bir an zamanlarının yokluğu ile yokluğa uzanıyordu…
Yığıldıkça yığılıyordu şartlar üstüne…
Kışlar yaz günlerine uzanıyordu…
Oğlum kızım dediği canları ile kopuşuyorlardı hayattan. Zorluklardan ve de imkansızlıklardan geleceğe…
Artık Göç Kızı, Karanaz’a bu şehir ağır geliyordu…
Ve taşıyabileceği kadar taşlar gibi sıkıntılarla yeni bir umut, yeni bir şehir oluyordu…
Sevgi için aşk için, yaşanmışlıkları unutmak adına terk edilen şehirlerdi bunlar, yangın yerleri gibi…
Her yeni şehirde sabahın ilk ışıklarıyla aldıkları nefesler içlerinde soğuyordu…
Donuyordu bakışlar yabancı öten kuşların ardında… Yabancı seslerle…
Bir başka oluyordu başka bir şehirde sabahlar…
Ve
Başka bir şehrin sabahında alınan nefesler bir başka türlü ses çıkarıyordu of derken…
Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 15.6.2009 10:39:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Hayat yaşanmış hikâyelerle doludur... Bazıları efsane gibi görünse de, verdikleri acılarla hatırlanır... Ve bu acılar hiç bitmez... Yıllar ve yıllar geçtikçe, sadece ince bir sızıyla hatırlanır, bedenin derinliklerinde... Ve bu göç belki de hiç bitmeyecek yaşamda... yeni yeni göçler kaderiydi belki de...

TÜM YORUMLAR (1)