Çok değil daha birkaç ay evvel, zeytinlerin, incirlerin, narların yumuşak ikliminde, Ege kıyılarına vuran ak köpüklü dalgalardan yükselen tatlı yaz meltemine yüzümü verip antik kent kalıntılarını keşfediyordum. Kâinatın sürprizli dokunuşlarıyla dünyaya göktaşlarını serpen gizli bir güç vardı sanki orada. Geceleri yıldız yağmuru gibi görünen o taşlar, gün ışığında insanın Tanrı’ya inancını pekiştiren ‘kutsal taşlar’ gibi görünüyordu bana. Her çağ yaşadığı felaketlerden sonra hayat biçimini kendi geleneklerine ve inanışlarına göre yeniden tanzim ediyordu. Asırlar boyu depremlerde yıkılan ve yeniden ayağa kalkan kent, en son MS 602’deki büyük deprem sonrasında başka bir bölgeye taşınmıştı. Romalıların vaktiyle ticaret yaptığı büyük caddelerden geçerken sütunların kırılmadan devrilmesi dikkatimi çekti. Bizanslılar sonradan güzelim sütunlardan bazılarını kanalizasyonları kapatmak için kullanmıştı. O bencil hoyratlığa biraz burkularak gülümsediğimi hatırlıyorum. Bir de Hıristiyanlığın yayılmasında önemli bir işlevi olan kilisedeki geniş taşlara çöküp aslında zamanın var olmadığını düşündüğümü...
Günlerdir deprem sonrası felaketlerin görüntülerine modern dünyanın aygıtlarıyla izlerken Anadolu’nun binlerce yıllık puslu resimlerine de bakıyorum. İlk Anadolu insanlarının MÖ 7 binli yıllarda yaşadığı kayıtlara geçmiş. İnsan yaşadığı kültürle, çevreyle, toplumla gelişiyor, değişiyor. Sığ siyasetin gündelik sıkıntılarına rağmen zorluklara göğüs gererek birlikte yaşamak, çalışmak, üretmek, paylaşmak bu coğrafyanın hiç değişmeyen kaderi. Belki bu yüzden, içimize asırlar evvel atılmış bu tohumların yardımıyla her felaketlerde birbirimize kenetleniyoruz. Siz bakmayın her fırsatta bağırıp çağırıp, uluslara, sınırlara, devletlere, bayraklara, sadece kendilerinin anlayabildiği bir dile sarılanlara. Kötü oldukları için değildir o haykırışlar; hayatı o klişelerden ibaret sandıklarındandır muhtemelen. Hâlbuki her daim gösteremediğimiz merhamet duygusu bazen derin bir sessizlikle, kimi zaman da kelimelerin şefkatiyle açığa çıkar.
Başkalarının hikâyeleriyle var olmak...
Büyük bir felaketle birlikte, sadece birkaç gün içinde ne çok hikâyeye şahit olduk. Başkalarının acısına bakarken bizi ıstıraplarımıza yabancılaştıranlar, aynı zamanda kaderimizi de ortak kılan acılar. Ve nihayetinde hepimizi aynı duygu iyileştiriyor. Merhamet!
Enkaz altında yaralı bir kuş misali minicik yavrusunu tükürüğüyle besleyen anne, yardım gönderdiği meçhul dostunun cebine yazı iliştiren bir adam, bir bebeği kendiliğinden çekmeceye sokan bir mucize, sokaklarda kâğıt toplayan çocukların saf mücadelesi... Bütün bunlar yaşadığımız sahih hayatın bir parçası, hakikat bu; enkazdan yüzlerce saat sonra çıkarılan gençlere ağlayan yalnız bir ihtiyar, molozların arasına sıkışmış bir cevşenin içindeki dua, hayatta kalanlara moral vermek için şefkatli mektupları elden ileten bir yazar, oyuncaklarını satan çocuklar, maaşının yarısını bağışlayan engelliler, evlat edinmek isteyenler, yaşlılara bakmak isteyen öğrenciler, evlerini açmak istediklerini içtenlikle yazanlar...
Bütün bu olanları buruk bir şaşkınlıkla izlerken bir yazara, edebî metne sadık kalamadım doğrusu, ama bu sayede yazının sağaltıcı gücünü, bu coğrafyada yaşayanları birleştiren kelimelerin sihrini hatırladım. Mezopotamya’daki verimli topraklarda kil tabletlere işaretler çizen, tek heceli bir dil yaratan Sümerlilerden bu yana insan, mücadelesini de hikâye etmeyi öğrendi. Anadolu’nun kadim hikâyeleri onlarla yazılmaya başlandı. Dünyanın ilk yazınsal metni Gılgamış Destanı’yla dostluğun, şiddetin, fedakârlığın ne olduğunu onlar anlattı bize. Alberto Manguel, bu ebedî destanın manasını yazmış kitabında: “Ölüm yalnızca ortak kaderimiz değildir; insanlığın ona dair ortaklığı bizzat yaşamın içine dek yayılır; yaşamımız asla bireysel değildir, ‘öteki’nin varlığıyla ilelebet zenginleştiği gibi yokluğunda da fakirleşir. Bir başımıza, bir adımız, bir yüzümüz yoktur, bize seslenecek biri ve ayırdedici özelliklerimizin farkına varmamızı sağlayacak bir yansımamız yoktur.” Yazarının dediği gibi bu destanlar, masallar, hikâyeler, özenle seçilip bir anlam katmanında buluşan kelimeler sayesinde başkalarının acısına ortak olarak, ancak onların varlığıyla kendimizi varedebiliyoruz. Yazar, eleştirmen Susan Sontag, “Edebiyat, kültürler evrim geçirip birbirleriyle iletişim içine girdikçe, insanın canlı olan şeylerle, ölmeye yüz tutanlara verdiği karşılıkların tarihî olarak da tarif edilebilir” diyor.
Göğüs kafesindeki sızı...
Kelimeler bize sadece hakikati göstermez, onlar aracılığıyla gerçeklik algımızı değiştirebilir, adalet, vicdan, cesaret, bağışlama, hoşgörü gibi erdemlerin benliğimizdeki yankılarını da çok içerden sarsılarak duyarız. Bizden bağımsız kendi yolculuklarına çıkıp hiç tanımadığımız insanları iyileştiren kelimelerle hayatta kaldığımızı unutuyoruz çoğu zaman. Ben zor zamanlardaki mucizevî işaretlere inanırım. Bu yazıyla hemhal olmuşken bir arkadaşım Sezai Karakoç’un sadeliğiyle kucaklayan mısralarını yolladı: Bir ders, meleklerdeki bilgi/ bir konuşma, kuşdili/ bir gülümseme, çiçeklerin ürpermesi/ bir ağlayış,/ ta göğüsteki kemiğin eriyişi...
İyi bir hikâye, içten bir çağrı, sebebi müphem bir hüzün, kelime kardeşliği, insanın ta göğüs kafesindeki kemiği böyle ansızın sızlatıverir işte. O âna kadar kalp gözüyle biriktirdiğimiz, yolunu bulamamış ne kadar çok duygu kırıntısı varsa hepsi kısacık bir ânın içinde kabarıp kendi yatağında usulca akmaya başlar. Tek bir gün hatırlarsınız mesela. Yaz esintisiyle ürperen bir ılgın ağacının altında bir çift mavi göz. O saydam bakışlara doğru eğilen bir meraklı bir adam. Sonra davranışlarla sözler arasındaki o korkunç mesafe ve ıslak saç misali soğuk bir el... Ya da okurken hayatımı hediye etmek istediğim bir çocuk kahraman!
Refik Halit Karay’ın ‘Eskici’ adlı kısa hikâyesindeki Hasan’ı hatırlattı bana
nedense. Arabistan’a gönderilince anadilinden, memleketinden uzaklaşan çocuğun trenden bakarken hissettiği o yabancılaşma hâli çöktü yüreğime. Onunki gibi ‘lokmasını yutamamış sert bir düğüm’ oldu gırtlağımda. Derin suskunluğu sirayet etti bana. O hikâyeye dair hatıralarımı ve bende neden iz bıraktığını da düşündüm. Çocuk gurbette memleketinin, deresini, türküsünü, insanını, anasını, arkadaşlarını eskiciye anlatırken bir daha böyle konuşacak birini bulamayacağını anlamış titreyerek ağlıyordu. Karay’ın o muhteşem anlatımıyla çocuğun yanaklarından süzülen gözyaşları, vagon camlarından dışarının rengini alan yağmur damlaları gibi dökülüyordu. Eskici ona sadece “Ağlama be! Ağlama! ” diyebilmişti ama sonra kendisini tutamayıp o da sarsılarak ağlamıştı. Sanırım merhametle acımak arasındaki farkı ilk kez o hikâyeyle sezdim ama bendeki karşılığını kavramam çok uzun yıllar sürdü.
Acımanın kibri...
Merhamet, bugünlerde sayıları az da olsa –görünür olduklarından belki– sıkça rastladığımız gibi başkalarının acımasızlığından zevk alan aptal bir bencilliği umursamaz. O sonradan kazanılmış bir erdem olmanın ötesinde hakiki bir duygudur! Acımanın üstünlük taslayan kibri yoktur onda. Üzüntünün karanlığından ziyade sabırla anlamanın, ıstıraba ortak olabilmenin yumuşaklığı hâkimdir o duyguya. İçselleştirildiğinde ayrımcılıktan uzak adil bir tavırla bütün canlıları kapsar. İyiliksever olmak da yetmez, nesnesi belirsiz daha geniş bir ruh haliyle dünyayı seyre dalmaktan bahsediyorum. Acımanın kendi ıstırabımıza yönelttiğimiz bir ‘bencillik’ olduğu Aristo’dan beri farklı biçimlerle söylendi. Acımak gerçekten de ‘aynı felaketlerin’ bizim de başımıza geleceğiyle korkmaktan ibaretse acılarımızı eşitleyen, sarsılmaz bir merhamet hissiyle kuşatılmaya ihtiyacımız var demektir.
Edebiyat bu çabayı da yüceltiyor bence. Kelimelerin tılsımlı gücüyle hepimizde doğuştan var olan ‘iyilik ve kötülük’ tohumlarının yeşerip büyümesine bazen de ölümüne şahit oluyoruz. Geçenlerde bir kitabı karıştırırken öğrendim. Kadim Anglosakson dilinde, şair için kullanılan kelime ‘fail’ (maker) . Bu tanımın kökeni, Kitabı Mukkades’e dayanıyormuş. Tekvin’in ikinci bölümüne göre, Tanrı Âdem’i topraktan yarattıktan sonra gökteki kuşları ve yerdeki hayvanları yarattı ve onları nasıl isimlendireceğini görmek üzere Âdem’e götürdü ve “Âdem her birinin ismini ne koydu ise, canlı mahlûkların ismi o oldu”. Buna dair farklı tefsirler de var. Benim ilgimi çeken ozanın yaratıcılığındaki ‘kutsallık’ arayışının Âdem’e kadar uzanmasıydı. O vakit kelimelerin insanın hayatının anlamlı kılan merhametine bir kez daha inandım.
Okumayı seven bütün çocuklar gibi ben de merhameti önce hikâyelerden öğrendim. Yaşayarak, mutlak gerçeklerle göremeyeceklerimi soyut düşüncelerle sezdiren bir dolu kurgulanmış hikâye biriktirdim yıllar içinde. Benim gibi edebiyatla çoğalmayı sevenlerin, başkalarını da ‘anlama’ çabasında gizlenen iyimserlik her şeyden evvel bundandır.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:24:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/03/gilgamis-destani-ndan-bugune-merhametle-iyilestiren-kelimeler.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!