Bulutların arasından süzülen ışık oyunlarıyla menevişlenen laciverdî denizde, Şinasi’nin ‘ömürleri hülyalarına uymamış ihtiyar hanımlara’ benzettiği yalıların sahiplerinden bağımsız mahzun kaderini düşünüyordum. Kim bilir, o zavallılar da insanlar gibi uyurken, hayal kurarken, sevdikleriyle vedalaşırken ne çok hikâye biriktirmişlerdi. Geniş bahçelerinde itinayla büyüttükleri iri, beyaz çiçekli manolya ağaçları, düğün hazırlığı yapan taze gelinler gibi gülümsüyorlardı. Suya akseden gölgelerinin usulca narçiçeği rengine dönmesiyle birlikte Boğaz sessizleşti, sular koyuldu, hepimiz sustuk. İhtiyar yalıların el değmemiş sırlarına hayalleriyle eşlik edenler, eski, derin âlemlere çekilmiş gibiydi. Onların ruhuyla konuşanlar ne diyordu bilmiyorum, ben –muhtemelen o günlerde okuduğum bir roman yüzünden- ‘gerçeğin’ zamana ve yaşadıklarımıza göre değişen kırılgan tabiatına takılmıştım. Serin yaz akşamı rüzgârıyla yarışan kara bir yelkovan sürüsü, denizi okşayarak yanımızdan hızla uzaklaştı. Sonra birden geçmiş zamanın esrarından kurtulup, ceviz kabuğu gibi bir teknede sallanarak neşeli yolculuğumuza devam ettik.
Alacakaranlık çöktüğünde tropik ormanlardaki gizli göllere benzeyen küçük bir koya varmıştık. Alçak kayalıklardan sarkan koruluğun altında, yeşim taşı gibi parlayan ılık bir denizde yüzerken zihnimi kamaştıran garip düşüncelere gülüyordum. Üstelik pek gülünecek gibi değillerdi. Kabaca, biraz sinsi, epeyce vahşi bir intikam planıydı diyelim. Yazarın dediği gibi, insan, yapacağı şeyler olduğu müddetçe yaşıyordu. Ben onun bir kahramanının güçlü inancını taşıyordum o sırada: “Kaderimiz gizlice hayatımıza sızmıyordu, bizim ona açtığımız kapıdan giriyordu.” İşte o efsunlu anda, karakterimin henüz bilmediğim özellikleri yüzünden vaktiyle araladığım kapıyı yavaşça kapamaya karar verdim. Simsiyah gökyüzünün altında denizin içine rasgele dağılmış minik inci taneleri gibi ışıldayan yakamozları seyrederken her başlangıcın kaçınılmaz bir sonu olduğunu kalbimle biliyordum. Kâinatın düzeni böyle kurulmuştu. Macar ustaya göre hayatın en büyük gizemi ve en kutsal hediyesi ‘iki aynı tür’ insanın karşılaşmasıydı. Her türden ilişki için geçerli olan bu garip tesadüf çok nadir gerçekleşiyordu. Bütün mesele ‘farklı’ olduğumuzu kabullenebilmekle ilgiliydi. Zaten dünya bu ‘sonsuz arayış’ üzerine kurulmuştu.
YENİDEN KEŞFEDİLMENİN SIRRI...
Bahsettiğim yazarın adı Sandor Marai. Onunla bundan üç sene evvel Murat Belge’nin ‘sahaf’ köşesinde tanıştım. O yazıda Parma Kontesi isimli kitabından bahsediyordu. Hemen aldım ve okudum. Casanova’nın kaçış hikâyesinden yola çıkarak yazdığı romanın sakin atmosferine rağmen kışkırtan güçlü ve derin anlatımını beğenmiştim. Belge, onun ‘monolog’ üstadı olduğunu söylüyordu. Sanırım diğerlerini henüz okumamıştı. Bu yakıştırmanın ne kadar isabetli olduğunu diğer kitaplarını okuyunca daha iyi kavradım. Marai, önce faşist rejimle, sonra komünistlerle anlaşamadığı için 48’de Budapeşte’yi terk edip Amerika’ya yerleşmiş. Ölene kadar pek tanınan bir yazar değilmiş. Ölümünden sonra bir süre unutulup yeniden keşfedilen yazarın ‘dirilişi’ epey sansasyonel olmuş ve pek çok dile çevrilmiş. Ben Türkçeye çevrilen üç kitabından en çok dünyada tanınmasına neden olan Yürek Yangını’nı sevdim.
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta