Kızıl, sıcak Afrika tozunun uyuşuk adımları boyadığı sokaklarda yürürken avucumda sıktığım pütürlü bir nehir taşı gibi taşıdım onun hayalini. Çocuk haline özenip okaliptüslerdeki güvercinlerin kuğurmasını dinledim. Beyazların, melezlerin ve siyahların görünmez çizgilerle ayrıldığı ve her şeye rağmen en çok siyahların aşağılandığı çürük çöp kokan mahallelerde gençliğiyle yürüdüm. Sonradan okul hayatının en büyük sırrı olduğunu itiraf edeceği Katoliklikle yüzleştiği kiliselerin rutubetli ahşap sıralarında oturdum. Annesinin fotoğraf albümlerini karıştırdığında onun gerçek bir hayatı olmasına şaşırması gibi ürpererek takip ettim utangaç yazarın izlerini. İki okyanusu birleştiren dar ve yüksek burunda durup yüzümü, bedenimi ılık rüzgârlara tutunca, bir yazarın doğduğu coğrafyada onu tasavvur etmenin manasını da idrak ettim.
Capetown’dan uzaklaşıp ufak bir kasabaya yerleşen bir çocuğun hafızasına kaydettiklerinden süzülenleri düşündüm kendime doğru yaptığım o ıssız yolculukta. Kim bilir kaç kez şiir kitaplarını çantasına atıp saklandığı tropikal bahçelerde, ayaklarını yakan kızgın kumlarda, insansız, köpeksiz parklarda, öğretmenlik yaptığı üniversitelerin tenha avlularında dolaştım günlerce. Annesi kadar sevdiği çiftliklere girdiğimde kesif bir yalnızlık duygusuyla gece kuşlarıyla muhabbet edişini işittim. Birbirlerine mırıldanan, tüylerini hışırdatan uysal hayvanların arasında kendini neden güvende hissettiğini daha iyi anladım.
Yıllar evvel sevdiğim bir yazarın silik hatıralarının izini sürerken, Nobel alacağını onun gibi bilmiyordum. Ümit ediyor muydu, bilinmez. Belki de ilerde ‘kurgusal otobiyografi’ diye nitelenecek olan Taşra Hayatından Manzaralar’da itiraf edeceği gibi ölüme edebiyatla direnmek ve sonsuzlukta yitip gitmemek için yazıya sıkıca tutunmuştu.
Mahcup ve mütevazı...
Peki, yaşlanmayı, karşılıksız aşkı, insanı hüzünlü bir varlık yapan yalnızlığın yorgunluğunu, şiddeti, utancı, vahşeti, vicdanı, zulmü, adalet bilincini romanlarında anlatan Coetzee, neden hayatını kurgulayarak yazmayı tercih etti nihayetinde? Bu kitabın örtülü cümleleri arasında dolaşırken, insanın karanlıkta kalan yanını sorgulamayı seven bir okur olarak meraktan ziyade yoğun bir merhamet hissiyle ne yaptığını anlamaya çalıştım. Sanırım kendini küçümsediği, hatta fena halde aşağıladığı durumlarda bile hikâyelerini ancak kurmaca bir metne dönüştürerek ifade edebildiğini göstermek istedi. Seçtiği yönteme pek şaşırmadım. Onun gibi ‘mahcup ve mütevazı’ bir yazarın, hayatını benzersiz olduğu için değil de ‘sıradan insanın’ dünyanın büyük boşluğunda salındığını göstermek için yazması anlaşılır.
Türkiye’ye gelmeden evvel yayınevine bile haber vermeyen, röportaj yapmaktan hazzetmeyen yazar, dostunun ayarlayacağı sakin bir organizasyonla tanımadığı bir Türk ailesinin evinde konuk olmak istemiş. O yemeğe katılan dostum, onu ‘zarif ve suskun’ diye tarif ediyor. Gece boyunca kitaplarından, edebiyattan hiç söz etmemiş. Sofradan kalkarken o buluşmayı hayatı boyunca unutmayacağını söylerken sesi titriyormuş. Bu duruşu herkes kendi ölçüleriyle farklı değerlendirebilir elbette. Ben bu tavrı onun ihtiraslı, iddialı, kimi zaman vahşi ama bir o kadar da sükûnet ve iyilik vaat eden romanlarına çok yakıştırdım doğrusu. Bence zekâ gösterisi yapmadan incelikli ayrıntıları resmederek yazdığı ‘Coetzee biyografisinde’ de aynı duruşu sergiliyor.
Mesafeli ve içten bir dil...
Biyografi demem boşuna değil. O kendisini bir yazar olarak tarafsız bir gözle izleyebilme ve hakikatinin ardına gizlenmeden yazabilme yeteneğine sahip. Hayır, nesnel bir bakış taklidi değil bu. İçselleştirilmiş bir didişmenin edebî tezahürü. Bu hali çocukluğunu ve gençliğini çelişkileriyle, zaaflarıyla, korkularıyla, güvensizliğiyle dile getiren ‘yazar Coetzee’nin’ anlatımında kolayca fark ediyorsunuz. Otobiyografinin mesafesizliğinden uzak ancak içtenliğinden ödün vermeyen bir dil bu. Çok sevdiği ama hiç uzlaşamadığı annesinden bahsederken bile o dile sığınıyor: “O annesinin, annesi de onun bir parçasıymış gibi o acıyı yakından hissedince bir kapana kısıldığını ve kurtulamayacağını anlıyor. Kimin hatası? Annesini suçlasa, ona darılsa bile kendi nankörlüğünden utanıyor. Sevgi: İşte budur sevgi; neye uğradığını şaşırmış zavallı bir Habeş maymunu gibi, içinde durmadan ileri geri koşturduğu bir kafes.”
Coetzee’nin kendisinden ‘o’ diye bahseden soğuk anlatımında muazzam bir içtenlik var aslında. Romancılığını farklılaştıran, ifade tutkusunun henüz zıvanadan çıkmadığı, epey örtülü ama tutkusunu esirgemeyen bir içtenlik bu. Mahremini açarken okuru huzursuz kıldığı halde rahatsız etmeyen o dil yazarının içinden taşıyor. O hikâyelerini acılarından korunmak için değil tersine onları ‘ölümsüzleştirerek’ başkalarını iyileştirmek için kullanıyor sanki. Ruhunun derin kıvrımlarına sızan parçacıkların dağılmasına izin vermeden yıkıcı etkileriyle birlikte onları insanlığa hediye etmesinin sebebi bu bence.
Gençliğinde karaladığı şiirlerin, şairliği meslek edinmesine yetip yetmeyeceğini merak ederken duygusunun şiir için eksik kaldığını anlıyor ve ısrar etmiyor. Ama o ânı güncesine Eliot’dan alıntıyla not ettiğini hatırlatarak nedenini de okura zarifçe izah ediyor: “‘Şiir duygunun salıverilmesi değil, duygudan kaçıştır’. Ve aklına sonradan gelen tatsız bir düşünce gibi ekliyor: Ancak kişiliği ve duyguları olanlar onlardan kazmak isteminin anlamını bilir.”
Coetzee; miyoplu bir zekâ
Coetzee sadece romanlarında değil, edebiyat tarihinde az rastlanır türden zekice bir kurguyla bu ‘otobiyografiyi’ yazarken de boş kâğıtlara duygu saçmaktan korkmuş belli ki, ancak bu bildiğimiz anlamda bir temkinlilik değil. Kendisini çıplak, soğuk, ifadesiz bir heykel gibi dümdüz sunmak yerine geride bırakacaklarının kıymetini anlayacaklara muzip bir çocuk edasıyla göz kırpmak istemiş galiba.
‘Yaz Mevsimi’ kitabın üçüncü ve en çarpıcı bölümü. Anlatıcı yazar, Coetzee’nin hayatını araştırıp hakkında bilgi toplamak için hayatına girenlerle röportajlar yapıyor. Onu anlatan kadınların kendisini bilinmeyen yönlerini ifşa etmek için kullandığı yöntem beni biraz üzdü ve aynı zamanda çok eğlendirdi. Kendini okurun gözünde paramparça ederken sadece kurgunun akıl oyunlarına yaslanmıyor çünkü. İlk röportaj, güya onunla ilişki kuran evli bir kadınla yapılmış. Edebiyattan anlamayan ve pek hazzetmeyen Julia, röportajcıya onun hakkındaki ilk izlenimlerini aktarıyor: “Zeki, yakışıklı ve çekici değilseniz –ki hiçbiri değildi– geriye zeki olmak dışında hiçbir şey kalmıyor. Oysa elbette zeki olmak zorundaydı. Zeki göründüğünü bile söyleyebilirim, ama haytalarını mikroskopların üstüne eğilerek geçiren bilim insanlarının göründüğü biçimiyle: kemik çerçeveli gözlüğe gidecek türden dar, miyoplu bir zekâ.”
Kendini böyle tarif etmesindeki ironinin ardında kötü niyet arayanlar fena halde yanılır. O sadece duygularını saklayan, cinsel çekiciliği olmayan, sevmeyi beceremeyen bir erkeğin hırpalanışını anlatmıyor bu söyleşilerde; bir yazarın kendisiyle, sanatıyla mücadelesindeki ahlaki, felsefi, psikolojik, sorunlara da cevap arıyor. İnsanlığın temel meselelerinin nerelerde düğümlendiğini –kurgu da olsa– kendini harcayarak gösterebilmek yazarların kolayca cesaret edebileceği bir yöntem değil. O da geçmişi hatırlayarak çoğaltmayı seven bütün romancılar gibi, sorulduğunda “tabii ki uyduruyorum” diyebilir. Hayatı kurgulamak ona bu özgürlüğü vermiştir kuşkusuz ama onun edebiyatıyla tanışanlar bilir; Coetzee hakikate sarılmak için bu türden oyunlara sığınacak bir yazar değil. Öyle olsaydı, bir kadına kendisi hakkında düşündüklerini bu kadar net söyletemezdi herhalde: “Doğrusunu isterseniz, John’un sevecek bir yapısı yoktu, yaratılışı öyle değildi –birine uyacak veya birinin ona uyacağı bir tabiatı yoktu. Bir küre gibi. Sırça bir top gibi. Onunla bağ kurmanın hiçbir yolu yoktu. Vardığım sonuç bu. John benim Masal Prensim olmadı hiç. Bu yüzden beyaz küheylanıyla beni alıp götürmesine izin vermedim hiç. Çünkü prens değil, kurbağaydı o. Çünkü insan değildi, tam olarak insan değildi.”
Kendini yaşarken öldürdü!
Coetzee’nin Dostoyevski’yi yeniden yarattığı romanı Petersburglu Usta’da, kahramanlarından birine “Tanrı ancak sessizken konuşur. Tanrı konuşur gibi göründüğü zaman konuşmuyordur” dedirtir. Kendisini aşağılarken yazarların kibirli, tanrısal duruşunu gösteren yazarın da anlatırken sustuğunu düşünüyorum ben. O kendisini yazarak gerçekleştirirken özünü diliyle gizleyebiliyor. Kadınlarından biri kitapta onu basitçe tarif ediyor: “Öyle bir adamdan hayır gelmez. Aşk. Aştan bîhaberken nasıl büyük bir yazar olabilirsiniz? Bir erkeğin nasıl bir âşık olduğunu iliklerimde hissetmeden kadın olunabileceğini mi sanıyorsunuz? Öyle bir adamla yakınlık kurduğumu düşününce kanım donuyor. Hiç evlendi mi bilmiyorum, ama evlendiyse de o kadın için kanım donuyor.”
Malum, Nobel ödüllü Coetzee’nin yaşayan en büyük yazarlardan biri olduğu söyleniyor. O bu kitapta kendisini fiziksel olarak da taammüden öldürmüş. Bu koşullarda bunları yazarak ne yaptığını izaha çalışmak biraz tuhaf olur. Hiç kimseye röportaj vermeyen, ketum, nemrut, kalabalıkları sevmeyen, kendi deyişiyle bedeninden ayrı yaşayan yazar, örtünerek açılmış.
Capetown’un baharatlı sokaklarında dolaşırken, onu şımarık bir gazeteci edasıyla rahatsız etmediğim için kendimden memnunum. Coetzee’nin benliğini oluşturan delikli hikâyelerini, bir gün ondan dinleyeceğimi ummazdım. O kendi yalnızlığının üstüne kapanabilen bir yazardı bana göre. Belki daha genç olduğum için kitabın ‘zamanın yüzüne karşı söylenen bir ret sözü. Bir ölümsüzlük girişimi’ olduğunu henüz öğrenmemiştim. Şimdi insanı, kendini anlatışındaki basitliğe, orada gizlenen pırıltılı, sade zekâya bakınca kendini yazarak bağışlayan bu adama minnet duyuyorum. Ve onun sihirli anlatımı sayesinde gerçeklerden, mutluluktan korkup zırhlarıyla gecenin karanlığında kaybolan yazarları da affediyorum.
(Taşra Hayatından Manzaralar, J.M. Coetzee, Can Yayınları, Çev. Suat Ertüzün)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:38:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/03/gercekle-kurgu-arasinda-gizlenirken-soyunan-bir-yazar-j-m-coetzee.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!