Derler ki, insan anlatmaktan hoşlandığı hikâyedir. Hayat ve edebiyat arasındaki bağı sade ve incelikle anlatan bir cümle bence. Kalplere nüfuz edebilen ‘dilin’ iki yüzü var. Başkalarına kendimizi anlatırken ruhumuzun tenha kuytusundan bulup çıkardığımız his parçacıkları, sahipsiz kelimeler aynı zamanda kendimizi daha derinden anlamamızı sağlıyor.
Yazarlar gördükleri gerçeği taklit etmiyor, onlardan yeni bir gerçeklik üretiyor. En azından iyileri böyle yapıyor. Roman sanatını en başta bu özelliği itibarıyla çekici buluyorum doğrusu. Hafızanın, dilin, algının, hayal gücünün sahibinden bağımsız yorum yapması ve bunu harflerin büyüsüyle bir resme dönüştürmesi çarpıcı değil mi?
Bir yazarı doğum öncesi kıvrandıran o sancılı hazırlık sürecini düşünelim birlikte. Zihnindeki imge, düşünce ve duygu kırıntılarına rağmen kelimeler benliğinin derin boşluğunda melankolik kuşlar gibi dönüp duruyor. Büyük bir yapboz oyununun parçalarını buluşturmak isteyen çocuk misali ‘resmin’ tamamını görüyor ama bir türlü dile gelmiyorlar. Bunun farklı sebepleri var ama bir tanesi de içerde bir yerde sıkışıp kalmış olması. Yazar, hâlâ kendi hayatından damlayan hikâyemsi hatıraların etkisinde. Hayat dairesinin dışına çıkıp gördüklerini nasıl ifade edeceğini bilmiyor. Onları anlatırken anları tekrar yaşamaktan korkuyor belki. Ya da henüz yaşanmamış bir hikâyeyi yazarak kadere –belki de kendisininki– tahakküm etmenin titremesi var çırpıntılı yüreğinde... Hayat hikâyelerini, yarattığı kahramanları ‘tanrısal’ yazma kudretine sığınarak anlatacak olması onu biraz telaşlandırıyor. Kendini koyduğu yer epey iddialı çünkü. Yoktan insanlar var edecek, kişiliklerini kendi iklimlerinde şekillendirecek, hayatın merkezini belirleyecek, ayrıntılardan unutulmaz sahneler yaratacak ve nihayetinde kendisi gibi ‘fanileri’ hikâyesinin eşsiz ve ölümsüz olduğuna dair ikna edecek. Eh, pek kolay bir iş değil aslında. İtiraf etmeliyim ki tam da bu nedenle günümüzde neden ve nasıl bu kadar çok roman yazıldığını merak ediyorum doğrusu. Bu cüretkârlık olmadan yola çıkmak insanı biraz sarsar çünkü. Peki, nasıl yapıyorlar?
‘İlhama hilebaz yazarlar başvuru’
Bu cümleleri bana yazdıran geçtiğimiz günlerde yayımlanan iki kitabın kişisel serüvenleriydi. Birbirlerine pek benzemeyen ama yolları ‘edebiyat’ ırmağının geniş yatağında buluşan iki romancının anlattıkları sadece yazı mutfağında olup biteni merak edenler için değil, oraya uzaktan bakan okurlar için de cazip.
Orhan Pamuk ve Umberto Eco’nun edebiyat üzerine verdikleri konferanslarda birbirlerini anmaları tesadüf değil elbette. Tür, anlatım, hikâye seçimi ve kurgu tekniği itibarıyla mesafeli dursalar da, edebiyatın gizli çekmecelerindeki nesneleri, yöntemleri, mucizevi sırları tane tane okura göstermek konusunda fevkalade kıymetli çabaları var. Üstelik bunu mümkün olduğunca kendilerini saklamadan, içtenlikle, sıkıcı kuramların arkasına gizlenmeden yapıyorlar. Aslında Pamuk, bu noktada da Eco’dan biraz ayrılıyor ama olsun ziyanı yok. Eco bile, semiyotik nesnelerden, göstergebilimden bahsederken bile kendine has ironik üslubuyla kendisinden beklenmedik bir manevrayla sadeleşip okurunu gülümsetebiliyor.
Konuşmanın daha en başında dinleyenleri –bu örnek için katılmadığım lakin merak ettiğim– yabani bir soruyla baş başa bırakıyor mesela: “Neden Homeros yaratıcı yazar sayılırken Platon’un sayılmadığını bir türlü anlayamamışımdır. Neden kötü bir şair yaratıcı yazardır da iyi bilimsel makaleler yazan birisi değildir? ” Ya da böyle söyleyerek ‘birilerini incitir miyim’ gibi lüzumsuz bir hassasiyet buhranına kapılmadan konuşuveriyor: “İlk romanımı yazdığım sırada birkaç şey öğrendim. İlki şu: ‘İlham’, sanatsal açıdan saygın görünebilmek için hilebaz yazarların başvurduğu kötü bir kelimedir. Eski bir söz vardır, dehanın yüzde onu ilham, yüzde doksanı terdir, der.” Romanlarını yazarken, çizimlere, mekân krokilerine, sonradan düğümü çözülecek oyuncaklı diyaloglara, hikâyenin zamansal ayrıntılarına ‘resmin’ kendisinden daha çok takılan Eco’nun bu tesbitini sadık okurları iyi anlar. Olmayanlar da muhtemelen çok kızıyordur. Ne gam! Edebiyatın yoruma ve farklı beğenilere ‘açık’ olması değil midir zaten onu böylesine cazip ve vazgeçilmez kılan?
İnandırıcı olabilmek
Her iki yazarın da gerçekle kurmaca arasındaki görünmez bağları anlatırken Anna Karenina’yı seçmesi tesadüf değildir muhtemelen. Tolstoy, hikâyeyi, mekân, tabiat, nesne tasvirlerini, diyalogları gerçekçi kılmak için romanını defalarca düzelterek tamamlamıştı. Benim en sevdiğim bölümlerden birinde Anna kendi sonuna yaklaşırken Tolstoy, onun bilincinden akanları çağının ötesine geçen bir anlatımla okura gösterir: “Ölüm o kadar korkunç, o kadar belirgin değildi artık. Öylesine küçüldüğü için sitem ediyordu kendine. ‘Beni bağışlaması için yalvarıyorum ona. Boyun eğdim, suçlu olduğumu kabul ettim. Neden? Onsuz yaşamam mı sanki? ’ Anna Vronski’siz nasıl yaşayacağı sorusuna yanıt vermeden tabelaları okumaya başladı. ‘Büro ve depo. Diş hekimi... Evet, her şeyi anlatacağım Dolli’ye. Vronski’yi sevmez Dolli. Çok utanacağım, acı çekeceğim... Boyun eğmeyeceğim Vronski’ye. ‘Filipov francalası’...hamurunu Petersburg’dan getirtiyorlarmış sözde. Öyle diyorlar. Oysa Moskova’nın suyu çok güzel. Ah, Mıtışçene’nin gözlemeleri.’ Anna, sonra çok çok eskiden daha on yedi yaşındayken halasıyla Troitsa Manastırı’na gidişini anımsadı...” Çok sıradan ve basit gibi görünen bu alıntı, kendisini kahramanın yerine koyan yazarın gündelik hayatın içinde nasıl tepki gösterdiğini tumturaklı cümlelere teslim olmadan, hikâyesini gerçekten ‘yaşayarak’ okura göstermesi açısından önemli bence. Anna, Vronski veya her kimse anlattığınız, ta içerden o ‘karakter’ olmadan, dış dünyanın etkilerini, atmosferin sahiciliğini solumadan yazıldığında çok da inandırıcı olmuyor korkarım.
Kime ‘saf’ denir
Orhan Pamuk’un Harvard Üniversitesi’nde verdiği derslerden derlenen Saf ve Düşünceli Romancı’yı, edebiyat üzerine yazdığı diğer kitapları gibi önemsedim. Çok bilen ‘eleştirmenler’ roman sanatını herkesin anlayabileceği bir lisanla, doğru örneklerle anlatmasını küçümseye dursunlar, biz Nobel ödüllü Pamuk’un olağanüstü açık, net ve samimi ifadeleriyle edebiyatın ‘seçkinci’ olmayan hazzını yaşamaya devam edelim.
Pamuk, kitaba ismini veren ‘Saf ve Düşünceli Romancı’yı tarif ederken aslında roman sanatına kişisel bakışını da anlatıyor: “Roman yazmanın (ve okumanın) yapay bir yanı olmasını hiç mesele etmeyen bu tür bir duyarlığa, bu tür roman okuruna ve yazarına ‘saf’ diyelim. Bunun tam tersi bir duyarlığa takılan ve roman yazılırken kullanılan yöntemlere ve okurken kafamızın işlemlerine özel bir şekilde dikkat eden okurlara ve yazarlara da ‘düşünceli’ diyelim. Romancılık, aynı anda hem saf, hem düşünceli olma işidir.”
Haklı ama bazen bu işin ölçüsü o romanın yazıldığı döneme ve ruh haline göre değişiklik gösterebiliyor. Hâl böyle olunca, okur mesela Pamuk’un bazı kitaplarını fazla ‘düşünceli’, temkinli, tedirgin hatta mesafeli bulurken bazılarına kendisini daha yakın hisseder. İki kitabın derdi... Bu iki kitabın derdi, sadece ‘ders vermek ‘ değil. Bir yazarın acemilik dönemlerinden itibaren ne türden karanlık, çıkmaz gibi görünen tünellerin içinden geçip ‘aydınlığa’ kavuştuğunu gösteriyor ki, ben bunu daha çok önemsiyorum. Pamuk da, bütün yazarlar gibi, Schiller’in bir makalesinden yola çıkarak tarif ettiği ‘iki tür insan’ arasında epey bocalamış gençken. Otuz beş yıl sonra Nobel’i aldıktan sonra bile ikisi arasında bir denge bulduğuna kendini inandırmaya çalışırken bunu tartışmayı seviyor. Zaten bu dersler de bir bakıma edebiyatın çelişkililerini ve bu şehvetli yalpalamaları anlatıyor.
İtiraf etmeliyim ki bu kitapları okurken bazı bölümlerde her ikisin de kendilerini tutmadan koyuverdikleri ‘içerden teslim olma halini’, bir okur olarak edebiyatlarında neden daha fazla göremediğimi de düşündüm. Bir işin tabiatını anlatmakla, onu yapmak arasındaki temel farkı gözetlemek de başka kapılar açıyor insana...
Eco’nun ve Pamuk’un haklı olarak özellikle altını çizdiği gülünç hâl hakikaten hatırlamaya değer. Kendilerine entelektüel sıfatı ekleyenlerle inceden dalgasını geçiyor her ikisi de. Pamuk diyor ki; “Roman sanatı açısından ilginç olan şey, film seyircisinin saflığına gülümseyen, filmlerde kötü kahramanları canlandıran ünlü oyuncuların sokaklarda öfkeli seyirciler tarafından azarlanmasına, linç edilmeye çalışılmasına kahkahalarla gülen ‘bilgili, kültürlü’ okuyucuların, daha sonra bana ‘Orhan Bey, siz Kemal misiniz? Bunları hakikaten yaşadınız mı’ diye sormadan edememeleridir”. Eco da benzeri bir anısını aktarırken, nadir kitapların peşinde koşan uzman bir aydının Gülün Adı’ndan sonra kendisine manastırın ve el yazmalarının gerçek olup olmadığını sorduğunu hatırlatıyor.
Aktardığım haliyle bu tesbitler okuru küçümsüyor gibi görünebilir. Tam tersine, aslında her ikisi de çok önemsedikleri roman sanatının, kültürler ve sınıflar arasındaki farkı kaldıran tabiatını, olgunluğun verdiği bir tevekkül ve şefkatle anlatıyor.
Üslup sorunu
Bu yazıyı tamamlamadan bir çay molası için açık balkon kapısının eşiğinde güneşin kırık ışıklarıyla tebessüm eden mandalina ağacımın yanına oturdum. Mina’nın yaprakları, denizden esen serin güz rüzgârla ürkek bir genç kız gibi titriyordu. Ben ona acırken kendime mi üzülüyordum, o sırada? Sokaktan telaşlı bir kadın geçiyordu. Onun yetişmek için çırpındığı randevuyu görür gibi oldum. Bakkalın çırağı gazete yığınlarının üzerine oturmuş martıları ilk kez görüyormuşçasına hayranlıkla izliyordu. Belki ilk aşkını düşünüyordu. Sonra bir delikanlı başını usulca kaldırıp gökyüzüne bakarken beni gördü. Yalnızlığın yüzene yansıyan mahcubiyetiyle gülümsedi.
Hepimiz birbirine benziyoruz ve bir o kadar da farklıyız. Genç, saf ve romancıların söylediği gibi romanda ‘her şeyi’, ‘her şeyle’ bağlayan o mucizevi buluşma hayatlarımız için de geçerli. Bu kesişmeler üzerinden bütün bir insanlığı, kadim dünyayı ve hikâyelerin sırrını anlamaya çalışıyoruz. Ve biricik o ‘ânı’ anlatmamızdaki farklılığa da korkarım üslup diyoruz.
Orhan Pamuk, “Üslup sorunları romanın kalbinde değil ama romanın kalbine yakın bir yerdedir” diyor. Sadece bu cümle bile, sahibiyle birlikte her manada üzerine düşünmeye değer.
(Saf ve Düşünceli Romancı, Orhan Pamuk, İletişim Yayınları)
(Genç Bir Romancının İtirafları, Umberto Eco, Kırmızı Kedi Yayınları, Çev. İlknur Özdemir)
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:26:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!