Azmi Bey, seksen beş yaşında emekli bir profesördü. Hayatını ilme vakfetmiş, birçok eseri derlemiş; üretken, çalışkan ve çok değerli biriydi. Gençliğinin baharında, kendinden on beş yaş küçük olan Sevgi’yi, ilk görüşte sevip beğenmiş, ona aşk dolu kalbini, kısa zamanda açarak evlenme teklif etmişti. Sevgi’nin ailesi, Azmi Bey’e hayran kalmıştı ama aradaki büyük yaş farkından ötürü ona, hemen evet diyememişti. Azmi Bey, ailenin cevabını, heyecan ve sebatla uzun müddet beklemiş; Sevgi’yle kuracağı aşk yuvasıyla, geceler boyu hayallerini süslemişti. Durumu, uzun süre tartıp biçen Sevgi’nin ailesi, kızlarına karşı derin duygularla bağlanan bu uzun boylu, iri yapılı yakışıklı ve gösterişli gence, daha fazla karşı koymaya kıyamadan, sabır ve umutla beklenen iki senenin ardından evlenmelerine razı gelmişti. Böylece saadet dolu, ahenkli, örnek bir yuva, bir düş misali kuruluvermiş oluyordu.
Bu sıcak ve mutlu hane, birer sene arayla gelen iki güzel kızla daha da şenlenmiş, hayat, anlamlı bir şekilde, imrenilecek kadar güzel akıp gitmeye başlamıştı. Küçük anne Sevgi, bir yandan evlatlarıyla birlikte büyürken, bir yandan da üniversitedeki eğitimine, hiç ara vermeden devam etmekteydi. Son derecede çalışkan ve azimliydi. Okuldan eve döndüğünde çocuklarını, annesinden teslim alırdı. Onlarla bir müddet neşe içinde halıda atçılık oynar, yuvarlanır, tekerlenir; çocukları yorgun düşünce de mutfağa geçerek akşam yemeğini hazırlardı.
El ayak çekildikten sonra Sevgi, kalın kitaplarının içine gömülür, içinden gelerek çalışmaya koyulurdu. Hukuk Fakültesi’nde ikinci senesini sürdürmekteydi. Geç vakitlere kadar masanın karşı ucundaki eşi, araştırmalarını kaleme alırken, diğer tarafta da kendisi, sık sık eşine bakıp gülümseyerek, hazırlayacağı konulara sürüklenip kendini kaptırırdı.
Bir ara Azmi Bey, usul usul ve sessizce mutfağa geçer, güzel karısına özenle soyduğu meyveleri ona, güzel bir tabak içinde sıra sıra dizilmiş vaziyette sunardı. Eşinin ipek gibi yumuşacık ve parlak saçlarını, derin bir hazla uzun uzun okşarken, 'haydi bak tatlım çok yoruldun, biraz ara ver artık.'
Diye, onunla sevgi ve şefkat dolu konuşur; meyvelerden bir dilimini, gül pembesi iri dudaklara yaklaştırır; güzel eşini, bir soluk olsun dinlendirirdi. Gece yarılarına kadar çalışarak geçen uzun saatlerden sonra ikisi de, yapacaklarını tamamlamış olmanın derin huzuru içinde, el ele yatmaya giderlerdi.
Çocukların gece sütünü ısıtıp hazırlamak ve onlara içirmek Azmi Bey’in göreviydi. Karısı mışıl mışıl uyurken o, hiç ses çıkarmadan parmak uçlarının üzerinde yataktan kalkar; cüsseli zarif bedenini, ustalıkla yöneterek karısını uyandırmayacak şekilde tüy kadar hafif adımlarla mutfağa geçerdi. Tekrar yatağın başucuna döndüğünde, günün yorgunluğuyla deliksiz uyumakta olan eşini, banyo holünde yanan abajurdan sızan loş ışığın altında, heyecandan titreyerek ve güzelliğine hayran kalarak seyretmeye bayılırdı.
Sevgi de eşini çok seviyordu. Onunla ilk karşılaştığında, tüm vücudu ürpermiş, karşısında şaşırıp donup kaldığı bu gencin, nasıl olup da beynini ve bedenini, hiç beklenmedik bir şiddetle, böylesine etkisi altına alabildiğine bir anlam verememişti. Sevgi, daha önce böyle bir duyguyu hiç tatmamıştı. Ayrıca Azmi Bey’e tek kelimeyle hayrandı. Onu, herkesten yakışıklı ve olgun buluyor, yakaladığı müstesna şansı, kendisi bile kıskanıyordu.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...