OSMANLI DEVLETİ'NİN KURUCUSU VE İSİM BABASI: OSMAN GAZİ
M. NİHAT MALKOÇ
Altı asır boyunca yaşayan Osmanlı Devleti'nin kurucusu ve isim babası olan Osman Gazi 1258 yılında Bilecik'in Söğüt ilçesinde doğmuştur. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan olan Ertuğrul Gâzi' nin oğludur. Annesi Halime Hatun'dur.
Osman Bey üç kardeşin en küçüğüydü.1281 yılında Söğüt'te Kayı Boyu'nun yönetimine geçtiğinde henüz 23 yaşındaydı. Ata binmekte, kılıç kullanmakta ve savaşmakta çok mahirdi. Aşiretin ileri gelenlerinden Ömer Bey'in kızı olan Mal Hatun'la evlendi. Bu evlilikten ilerde Osmanlı Devleti'nin başına geçecek olan oğlu Orhan Gazi dünyaya geldi. Yine Osman Gazi 1289'da Şeyh Edebali’nin kızı Rabîa Bâlâ Hâtun'la evlendi. Böylece gücü ve etkisi daha da arttı. Bu hanımından da Şehzâde Alaaddin dünyaya geldi.
Babasından 4800 kilometrekare olarak aldığı toprakları kısa denilebilecek bir zamanda 16.000 kilometre kareye çıkaran Osman Bey’in Orhan ve Alâaddin dışında da çocukları vardı. Bunlar Fatma Hatun, Savcı Bey, Melik Bey, Hamîd Bey, Pazarlı Bey ve Çoban Bey'dir.
1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’te Söğüt ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhâne ile uç beyi oldu. Osman Gazi'nin 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı bağımsızlığını kazandığını gösterdi.
Gözünü budaktan sakınmayan bir alperen olan Osman Gazi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlamıştır. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetmiş ve beylik merkezini Bilecik’e nakletmiştir. Fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan'la evlendirmiştir. Bu tarih, daha önce açıklanan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı olarak kabul edilmiştir.
Osman Gazi 1301'de Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu. Saltanat merkezini buraya nakletti. Bu arada bu fetihlerde kendisine yardım edenleri de unutmadı. Kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i, oğlu Orhan Bey’e Sultanönü’nü, Hasan Alp’e Yarhisar’ı, Şeyh Edebâli’ye Bilecik’i ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi. Bu arada Edebâli'nin torunu Alaaddin’i yanında götürdü. 1308'de İlhanlı Hükümdarı Ahmet Gazan tarafından Selçuklu Devletine son verilince Osmanlı Devleti tam anlamıyla bağımsız bir devlet hâline gelmiş oldu.
Osman Gazi, devlet işlerini yoluna koyunca 1324 yılında devletleşen beyliği oğlu Orhan Bey’e devretti. 1324 yılının Şubat ayında Bursa’nın fethini göremeden 67 yaşında vefat etti.
Osmanlı çınarının tohumlarını Anadolu'ya serpen yiğit bir komutan ve devlet adamıdır Osman Gazi. O, küçük bir beyliği devlet yapmış büyük bir insandır. Cihan imparatorluğunun ilk padişahıdır. O, altı asırlık bir tarihin başlatıcısı olmuştur. Osman Gazi, Bilecik fethedildiğinde tıpkı Fatih gibi buradaki gayri Müslim tebaya hiçbir müdahalede bulunmamış, inançlarını özgürce yaşamalarına müsaade etmiştir. Bu örnek davranış daha sonra gelen Fatih'e de ilham vermiştir. Fatih de tıpkı atası Osman Gazi gibi Bizanslıları inançlarında özgür bırakmıştır. Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu, Osman Gazi'nin şahsiyetiyle ilgili şu çarpıcı ifadeleri kullanır: "Osman Gazi ümmî olmasına rağmen, bir kurmay subay maharetiyle Bizans kalelerini düşürmesinin yanı sıra âdil, dürüst, sevecen, hayırhah ve müsamahakâr olmasını da müptelâsı olduğu Şeyh Edebâli sohbetlerine borçludur.
'Bey' kimliğine 'mürit' teslimiyeti ve sadakatini de katan Osman Gazi, kısa süre içinde mürşidi tarafından keşfedilmiş, onu ustaca yoğuran “mürşid”, ortaya bir “terkip” ve “sentez” çıkarmıştır. Osman Bey kendisinden sonra gelecek padişahların da terkibi ve sentezidir! Bu sohbetlerde olgunlaşıp piştiğini, Osman Bey hissediyordu. Bir taraftan adaleti, hamiyeti, şefkati, sadakati, izzeti, paylaşımdaki fazileti öğrenirken, diğer taraftan cıva kadar akıcı, ateş kadar yakıcı, aynı zamanda Hz. Ömer kadar âdil, Hz. Ebubekir kadar da fazıl olmayı öğreniyordu. Bunlar bölgeye kök salmanın şartlarıydı."(1)
Osman Gazi'nin Uykusuz Geçirdiği Gecenin Kutlu Sabahı
Osmanlı Devleti'nin bânisi Osman Gazi ile ilgili olarak hikmetli bir rivayet nakledilir. Dilerseniz bu rivayeti, yaşayan tarihçilerimizden Yavuz Bahadıroğlu'ndan dinleyelim:
"Tekkedeki sohbetin uzadıkça uzayıp vaktin gece yarısını geçtiği demde, Osman Bey kendisine tahsis edilen taş hücreye çekildi. Hücrede yer yatağı dışında bir rahle, rahlenin üstünde de açık bir Kur’an-ı Kerim vardı. Yatağa girdi. Uyumaya çalıştı. Fakat rahledeki Kur’an gözlerinin önünden gitmiyor, bir türlü uyku tutmuyordu. Kalktı. Abdest tazeledi.
Onu sabah namazına uyandırmaya gelenler, yatağını bozulmamış, kendisini ayakta dimdik buldular. Gözleri rahledeki Kur’an’da, elleri önünde idi. Sabaha kadar ayakta dikilmişti.
Durumu Şeyh Edebali’ye bildirdiklerinde, sordu: “Neden uyumadın?”
Osman Bey boynunu büktü, içten gelen bir teslimiyet içinde fısıldadı: “Kelâm-ı Kadim karşısında ayaklarımı uzatıp yatmayı içime sindiremedim.”
“Ben dervişim, kızımı da benim gibi bir dervişe vereceğim” diyerek Osman Bey’e o güne kadar kızını vermeyen Şeyh Edebali, rivayete göre bu tavır karşısında çözüldü ve “Bu tavrınla bizden daha derviş olduğunu ispatladın” diyerek kızı Malhun Hatun’u (Balâ veya Mal Hatun diyen tarihçiler de var) Osman Bey’e nikâhladı. Osman Bey bu motivasyon sayesinde Osman Gazi'ye dönüşüp Bizans kalelerini bir bir fethetti."(2)
Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye Nasihati
Osmanlı Devleti'nin temeline manevî harç koyanların başında hiç şüphesiz ki Şeyh Edebâli gelmektedir. Şeyh Edebâli'nin Osman Gazi'ye nasihati bir ibret vesikasıdır. İçerisinde çok önemli mesajlar barındıran bu anlamlı sözleri hepimizin içselleştirerek okuması gerekir:
“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana. Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.
Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va’dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.
Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelâmlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârlarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahip olasın! Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir. Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir."
Osman Gazi'nin Oğlu Orhan Gazi'ye Vasiyeti
Şeyh Edebali'nin manevî eğitiminden geçen Osman Gazi'nin hastalığı Bursa’nın fethi sürecinde iyice arttı. Hocası Şeyh Edebâlî ve hanımı Mâl Hâtun'un vefâtıyla hastalığı daha da şiddetlendi. Vefat edeceği zaman, oğlu Orhan Bey'e vasiyetnamesinde çok önemli şeyler söyledi. Osman Gazi'nin oğlu Orhan Gazi'ye vasiyeti, özünden uzaklaşan günümüz insanı için çok önemli düşünceler barındırmaktadır:
“Allahü teâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerîat ulemâsından sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, şerîat ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik davâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Daima herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.”
Bir Ömrün Hitamı ve Osman Gazi Türbesi
Osman Gazi'nin Bursa'da, Gümüşlü Kümbet'e gömülmeyi oğlu Orhan Gazi'ye vasiyet ettiği söylenir. Fakat o öldüğünde Bursa henüz fethedilmemişti. Yani Osman Gazi Bursa'nın fethedildiğini dünya gözüyle hiç görmedi. Orhan Gazi Bursa'yı fethettikten sonra babası Osman Gazi'yi Gümüşlü Kümbet'in içine defnederek vasiyetini yerine getirmiştir. Konuyla ilgili İslâm Ansiklopedisi'nin "Osman I" maddesinde şu bilgilere yer verilir:
"Osmanlı rivayeti erken bir tarihten, 1305'ten sonra Osman'ın herhangi bir faaliyetinden söz etmez. Bu rivayetlerde Osman Bey'in ayağında "nikris zahmeti" bulunduğu için işleri Orhan'a bıraktığından kendisinin yaşlanıp "mütekaid" olduğundan söz edilir. Osman'ın ölüm tarihi Asporça Hatun ile Mekece vakfiyelerine göre belirlenebilir. Birincisinde Osman hayatta, ikincisinde vefat etmiş görünmektedir. Dolayısıyla Osman 724'te ( 1324) ölmüştür. Osmanlı rivayetine göre vefatında hicrî yıl hesabıyla altmış dokuz yaşındaydı ve yirmi yedi yıl hükümdarlık yapmıştı. Bu kayda göre doğumu 1257 olmalıdır. Osmanlı rivayetine göre vefatında Orhan Bey Bursa'yı kuşatmakla meşguldü. Osman'ı vasiyeti gereği hisarda Tophane'de, "Manastır'da kubbenin altında" defnettiler. Gümüşlü Kubbe denilen manastır 1271(1855) depreminde yıkılınca 1280'de ( 1863) şimdiki sade türbe, Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılmıştır.
Yapının Osman Nevres'in söylediği ve Mevlevî Zeki Dede'nin ta'lik yazıyla yazdığı
on satırlık kitabesinin son mısraından, yapım tarihi olarak 1280 ( 1863) çıkmaktadır.
Bugünkü bina iki adet çok ince ve uzun sütunçeli, üzerinde Abdülaziz'in tuğrası
bulunan bir sundurma, ahşap kemerli dikdörtgen bir giriş holü, holün batısında türbedar
odası ve türbe olmak üzere dört bölümden oluşur. Türbede on yedi sanduka bulunmaktadır, Osman Gazi, oğlu Alaaddin Bey, Orhan Bey'in eşi Asporça Hatun, Orhan Gazi'nin Asporça'dan doğma oğlu İbrahim ve I. Murad'ın oğlu Savcı Bey olarak beşinin aidiyeti bilinmekte olup diğerleri hakkında bilgi yoktur."(3)
Türkiye'nin evveli olan Osmanlı Devleti 624 sene boyunca dünyaya adalet dağıtmış, herkese şefkat ve merhametle hükmetmiştir. O dönemde dünya huzurun adresi olmuştur. Bize şanlı bir tarih bırakan Osman Gazi'ye Allah'tan rahmet diliyoruz. Ruhu şâd olsun.
Dipnot:
1-2)
3) TDV İslâm Ansiklopedisi, Osman Gazi Türbesi Maddesi , Doğan Yavaş
OSMANLI DEVLETİ'NDE İLKLERİN PADİŞAHI: ORHAN GAZİ
M. NİHAT MALKOÇ
Dünyaya adalet ve merhamet dağıtan bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı Devleti birbirinden kıymetli padişahlar tarafından idare edilerek dünyaya hükmetmiştir. Saltanatla yönetilen bu büyük devletin en büyük şansı, idarecilerinin basiretli ve ferasetli olmasıdır. İşte onlardan birisi de bu devlete isim babası olan Osman Gazi'nin oğlu, Osmanlı'nın ikinci padişahı Orhan Gazi'dir. Devleti Osman Gazi kursa da, oğlu Orhan Gazi teşkilâtlandırmıştı.
Osmanlı Devletinin ikinci padişahı olan Orhan Gazi'nin 1281 yılında Söğüt'te doğduğu söylense de doğum tarihi ihtilâflıdır. Babası Osmanlı Devleti ve hânedânının kurucusu Osman Gâzi, annesi ise Şeyh Edebâli’nin kızı Mal Hâtun'dur. Orhan Gazi, esir alınan Yarhisar tekfurunun Müslüman olan kızı Nilüfer Hatun ile evlenmiştir.
Orhan Gazi, fizikî olarak sarı sakallı, uzunca boylu ve mavi gözlüydü. Yumuşak huylu, merhametli, fakir halkı seven, ulemaya hürmetli, dindar, adaletli, hesabını bilen ve hiçbir zaman telâşa kapılmayan, halka kendisini sevdirmiş bir bey(efendiy)di.
Orhan Bey Döneminin Önemli Hadiseleri
Sultan Orhan 1281-1362 yılları arasında yaşamıştır.Yaşadığı dönemde Bursa ve çevresini Bizanslılardan almış, devlet teşkilâtlarını oluşturmuş ve ilk Osmanlı parasını bastırmıştır. Orhan Gazi'nin; beyliğin toprak genişliğini altı kat arttırarak 95 bin kilometrekareye çıkardığını, devletin nüfusunu 3 binden 3 milyona vardırdığını, 40 bin kişilik bir ordu beslediğini ve bu ordunun sefer anında 100 bine ulaştığını, ilim adamlarıyla el ele vererek devleti imar ettiğini, Hıristiyan halkın, idarecilerin zulmünden bıkarak Orhan Gazi'nin adaletine sığındıklarını, küçük bir beylikten koca devletin temelini attığını unutmamalıyız.
Orhan Bey, 1326 yılında Bursa’yı fethederek başkent yaptıktan sonra 1329 yılında yapılan "Maltepe Savaşı’nda (Palekanon Savaşı) Bizans’ı yenmiş ve İznik’i almıştır. 1331 yılında İznik’i Osmanlı Devletinin başkenti yapmıştır. Osmanlı Beyliği,Osman Bey döneminde bağımsızlığını ilân etmişti; fakat ekonomik olarak hâlâ bağımsız değildi. Zira İlhanlı Devletine vergi veriyordu. Orhan Bey (Orhan Gazi) Döneminde,İlhanlı Devletine verilen vergiler kesilmiş ve Osmanlı Devleti tam bağımsız hâle gelmiştir. Orhan Bey (Orhan Gazi) Döneminde, 1337 yılında İzmit alınmıştır. İzmit'in de alınmasıyla Kocaeli bölgesinin fethi tamamlanmıştır. Osmanlı Devletinin, Rumeli’ye ve Balkanlara yayılmasına en büyük katkıyı sağlayacak olan Karesioğulları Beyliği(bugünkü Balıkesir ili civarı) yine Orhan Bey (Orhan Gazi) Döneminde alınmıştır.
Karamürsel’de(Kocaeli ili sınırları içinde) ilk tersane Orhan Gazi zamanında açılmıştır. Kara Mürsel, Osmanlıların ilk kaptan-ı deryasıdır. Kahramanlığı nedeniyle Orhan Gazi tarafından kendisine “Kara” lâkabı verilmiştir. Mürsel Paşa'nın donanmasıyla gelip fethettiği bölgeye de Karamürsel denmiştir.
Orhan Gazi zamanında Bursa’da ilk defa Bey Sarayı yapılmıştır. İlk bedesten Bursa’da açılmıştır. İlk defa İznik Medresesi(İznik Orhaniye Medresesi) açılmıştır. İlk defa medreseye müderris atanmıştır. Atanan ilk müderris “Davud-i Kayseri”dir. “Sultan” unvanını ilk kez kullanan Osmanlı padişahı, Orhan Bey’dir. Yine onun döneminde ilk defa cami yapılmıştır.Yapılan bu camiinin adı “Hacı Özbek Camii'dir. Öte yandan kul sistemi Orhan Bey döneminde başlamıştır.(Kul sistemi nedir? Gayr-i Müslimlerin yetiştirilerek devlette görevlendirilmeye başlanmasına kul sistemi denir) Osmanlı Devletinde 45 vezir bu sistemle göreve getirilmiştir. Bunlara Sokullu Mehmet Paşa, Gedik Ahmet Paşa gibi vezir-i azamları örnek verebiliriz. İlk defa bütçe(gelir-gider) hesaplaması Orhan Bey zamanında yapılmıştır. İlk defa gümüş para (akçe) basılmıştır. "Ak akçe kara gün içindir” atasözünde de geçen akçe buradan gelmektedir. İlk defa “Yaya ve Müsellem Ordusu(Savaşa hazır yaya ve atlı ordu)” onun tarafından kurulmuştur. İlk defa “Divan-ı Hümayun” kurulmuştur. İlk vezir ataması yapılmıştır. Atanan ilk vezir Alaeddin Paşa'dır. İlk defa “İskân politikası” uygulanmıştır.
Bursa Fatihi Orhan Gazi ve Osman Gazi'nin Oğlu Orhan Bey'e Nasihati
Osmanlı tarihinde çok önemli bir şahsiyet olan Orhan Gazi, 1326’da Bursa’yı fethetmiştir. Bu önemli tarihî hadiseyi muhterem babası Osman Gazi ölüm döşeğinde öğrenmiş ve çok da mutlu olmuştur. Bu fetih haberinin ardından Osman Gazi, oğlu Orhan'ı yanına çağırarak kendisini devletin yeni padişahı olarak ilân etmiş ve devletin anayasası sayılabilecek şu ibretamiz sözleri kendisine söylemiştir:
“Oğul! Biricik va¬si¬yetim şudur ki, Allah buyruğundan başka bir iş işleme! Bilmediğini ehlinden sorup öğren! İyice öğrenmediğin bir şeyi yapmaya kalkışma! Askerlerine in’âm ve ihsânını eksik eyleme! Bil ki insan, ihsânın kuludur.
Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin güçlenmesine sebep olur! Bunun için ulemâya hürmette ve onların hakkına riâyette kusur etme ki, şerîat işleri düzgün yürüsün!
Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbâl ve yumuşaklık göster! Ancak dinî gayreti olmayanları, sefih hayat yaşayanları ve tecrübe edilmeyen kimseleri sakın devlet işine yaklaştırma! Zira Yaratan’ından korkmayan, yaratılanlara merhamet etmez!
Zulüm ve bid’atlerden son derece uzak dur ki, seni yıkılışa sürüklemesin!..
Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dinini yaymaktır.
Bizim davamız, kuru bir kavga ve cihangirlik davası değil, “i‘lâ-yı kelimetullâh”tır, yani Allah’ın dinini yüceltmektir! Cihâdı terk etmeyerek rûhumu şâd et!..
Oğul! Benim hânedânımdan her kim doğru yoldan ve adaletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamberimiz -sal¬lâl¬lâ¬hu aleyhi ve sellem-’in şefâatinden mahrûm kalsın!..
Oğul! Allah -celle celâlühû- rızâsı için devlet hizmetlerinde ömrünü tüketen sâdık adamlarına dâimâ vefâkâr ol! Onları gözet! Vefatlarından sonra da onların ailelerini koru!..
Devlete mânen güç veren fazilet sahibi sâlih âlimlere hürmet, ikram ve ihsanda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezaket ve tâzimle memleketine dâvet et! Din ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!
Sakın orduna ve zenginliğine mağrûr olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allah'ın birçok lütuflarına mazhar oldum!..
Sen de benim yolumdan yürü!. Allah’ın ve kullarının hakkını gözet! Beytülmâldeki gelirin ile kanâat et! Devletin zarûrî ihtiyaçlarının dışında sarfiyatta bulunma! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Zulme meydan verme! Daima adalet ve insaf üzere ol! Her türlü işinde Allah’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!..”
Yüce gönüllü bir insan olan Orhan Gazi, ömrü boyunca babası Osman Gazi'nin bu öğütlerini kulağına küpe yapmış, hiçbir zaman hak ve hakikat yolundan ayrılmamıştır. Daima adaleti ve doğruluğu gözetmiştir. Orhan Gazi, babası Osman Gazi'nin bu sözlerini Osmanlı'nın adeta anayasası saymıştır. Bu öğütler istikametinde yürüyerek zafere ulaşmıştır.
Bilindiği üzere Osmanlı tarihinde taht kavgaları meşhurdur. Fakat bu köklü devletin ikinci padişahı olan Orhan Gazi bu konuda da örnek olmuş mümtaz bir şahsiyettir. Zira babası Osman Gazi, kendisine padişahlığı devrettiği zaman o, kendisine yakışanı yaparak ağabeyi Alâaddîn'e gitmiş, onu tahta davet etmiş, büyük bir nezaketle ve olgunlukla devletin başına kendisinin geçebileceğini belirtmiştir. Bu olgun tavra abisi de olgun bir karşılık vererek ona şöyle söylemiştir: “–Hayır! Cennet-mekân babamız bu va¬zi¬feyi sana tevdî buyurdu. Onun duâ ve himmetleri senin üzerindedir. O, kendi zamanında seni nasıl askerin başına serdar yaptıysa, şimdi dahî aynı va¬zi¬fe senindir; beylik sana yaraşır."
Orhan Gazi'nin Evlât Acısı ve oğlu Murad-ı Hüdavendigâr'a Vasiyeti
Bir cihan devleti olan Osmanlı'nın teşkilâtlanmasında çok önemli rol oynayan Orhan Gazi, dünyada yaşanılabilecek acıların en büyüğünü, evlât acısını yaşamış padişahlardan ilkidir. Zira Orhan Gazi'nin sevgili oğlu Süleyman Paşa 1359'da, bir gün Bolayır ile Seydi-Kavak arasında yaban kazı avlarken uçan doğanını, atını dört nala kaldırarak, izlemek istedi. Ama attan öylesine hızla düştü ki, o anda ruhunu teslim etti. Orhan Gazi oğlunun ölümüne fazlasıyla üzüldü. Daha sonra hastalanarak tahtını diğer oğlu Murad Bey'e(Murad-ı Hüdavendigâr'a) verdi. Osmanlı'nın üçüncü padişahı olacak olan oğluna şunları söyledi:
“Oğul, saltanatının ihtişâmına mağrur olma! Unutma ki, dün¬ya Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a bile kalmamıştır. Onun da tahtı, âkıbet vîrân olmuştur. Zira her dün¬ya saltanatı fânîdir! Lâkin yaşanan hayat, herkes için büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber -sal¬lâl¬lâ¬hu aleyhi ve sellem-’in şefâatlerine mazhariyet için bu imkân iyi değerlendirilmelidir!
Dün¬yaya âhi¬ret ölçüsü ile bakarsan, onun, ebedî olan âhi¬ret saâ¬detini fedâ etmeye değmediğini görürsün!..
Oğul! Rumeli Hıristiyanları rahat durmayacaktır! Sen o tarafa yürü! Kostantiniyye’yi ya fethet ya da fethe hazırla! Diğer Türk beyleri ile iyi geçinmeye çalış! Halk bizi istese bile, beyler beyliklerinden vazgeçmek istemez! Bir zaman daha giderler. Sonra olmuş bir meyve gibi avucuna düşerler. Anadolu’da gâile çıkmaz ise, Rumeli’de işini rahat halledersin!. Bunun için Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et! Cennet-mekân babam Osman Gazi, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bir avuç toprağı, kısa zamanda bu siyaset ile güçlü bir beylik yaptı. Biz ise Allah’ın izni ile beyliği sultanlığa çevirdik. Sen daha öteye götüreceksin!
Orhan Gazi'nin Vefatı ve İhtişamlı Bir Devrin Sonu
Orhan Gazi, Osmanlı hanedanının en uzun ömürlü padişahlarındandır. O, ömrünün son zamanlarında tahtı şehzade Murat'a bırakmış, kendisi Bursa'ya geçmiştir. Vefat tarihi, tarihçiler arasında ihtilaflıdır. Tarihçi Âşıkpaşazâde, Orhan Gazi'nin 1358 senesinde öldüğünü yazmaktadır. Orhan Gazi, Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedilmiştir.
Orhan Gazi, vefat ettiği zaman; Murâd, İbrâhim ve Halil ismindeki üç oğlu hayatta idi. Süleymân Paşa ve Kâsım isimlerindeki oğulları kendisinden önce vefat etmişlerdi. Süleymân Paşa ile Murâd Bey, Yarhisar tekfunun kızı Nilüfer Hâtun’dan; Halil Bey ve Kâsım Bey, Bizans kayseri Kantakuzen’in kızı Teodora’dan; İbrahim Bey ile Fatma Sultan, Rum prensesi olan Aspurça’dan doğmuştur. Kendisinden sonra oğlu Sultan I. Murâd Han sultan olmuştur.
Osmanlı'ya birçok ilki yaşatan Orhan Gazi'nin sonsuzluk uykusunu uyuduğu türbesi Bursa'da, Osman Gazi'nin türbesi yanındadır. Türbe dört köselidir. İçinde dört tane büyük mermer sütun vardır. Türbe bu dört sütun üzerine oturtulmuştur. Kubbesi geniş ve kursunla örtülmüştür. Duvarları sade ve beyaza boyanmıştır. Tavanında onar kandilli birer tane avize asılıdır. Orta yerde Orhan Gazi'nin sandukası bulunmaktadır. Etrafı pirinç parmaklıklar ile çevrilmiştir. Sandukanın kuzey yönünde Cem Sultan'ın oğlu Abdullah, kapı tarafında İkinci Bayezid'in oğlu Korkut, onun yanında Orhan Gazi'nin ailesi Nilüfer Hatun ve oğlu Kasım Çelebi ile Yıldırım'ın oğlu Musa Çelebi vardır. Bu türbede yirmi iki tane mezar bulunmaktadır. Türbeyi ise Sultan Abdülaziz yaptırmıştır.
Orhan Gazi, hak ve hakikat önderlerinin ilminden istifade etmiştir. Silsile-i Sâdât-i Nakşibendiyye'den Hâce Muhammed Baba Semâsi Hazretleri, Seyh Edebali, Hacı Bektas-i Veli bu devrin büyüklerinden olup Orhan Gazi zamanında yaşayıp vefat etmişlerdir.
SAVAŞ MEYDANINDA ŞEHİD EDİLEN TEK OSMANLI PADİŞAHI: MURAD HÜDÂVENDİGÂR
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı padişahlarının üçüncüsü olan I. Murad 1326 yılında doğmuştur. Babası Orhan Bey, annesi Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer(diğer bir tabirle Lülüfer) Hatun'dur. Büyük kardeşi Rumeli Fatihi Süleyman Paşa'yla aynı anneden doğmuştur. Başka annelerden olan üvey kardeşleri Sultan, İbrahim, Halil ve Kasım'dır. I. Murad'ın doğduğu yıl, dedesi Osman Gazi vefat etmişti. Aynı yıl Bursa fethedilmişti. O,1359-1389 yılları arasında 30 sene Osmanlı tahtında kalmıştır. "Bey, emîr-i a'zam, han, padişah, sultanü's-selâtin, melikü'l mülûk" gibi unvanlarla anılsa da daha çok "Hüdâvendigâr" ve "Gazi Hünkâr" sıfatıyla tanınıp bilinmiştir. "Farsça hudâ (Tanrı) kelimesine mülkiyet ve benzerlik ifade eden -vend ile yine benzerlik, nisbet ve mübalağa ifade eden -gâr eklerinin getirilmesiyle oluşturulan hudâvendigâr 'Tanrı, hâkim, hükümdar, âmir, efendi, sahip, bey' gibi manalara gelmektedir."(1)
Çok iyi bir eğitim alan I. Murad, nam-ı diğer Murad Hüdâvendigâr devrin önemli hocalarına talebe olmuştur. Abisi Rumeli fatihi Süleyman Bey'in beklenmedik bir zamanda bir kaza sonucu ölümü üzerine kendisi veliaht tayin edilmiştir. Veliaht olarak tayin edildikten kısa bir zaman sonra da babası Orhan Bey vefat etmiş; bunun üzerine Bursa'ya çağrılarak Osmanlı tahtına üçüncü padişah olarak oturmuştur. I. Murad, padişahlar içinde "Sultan" unvanını ilk defa kullanmıştır. Sultan I. Murad dönemi, Osmanlıların beylikten devlete dönüştüğü bir dönem olarak da bilinir. Yine Osmanlı Devleti’ndeki kazaskerlik, defterdarlık, devşirme ocağı, beylerbeylik, sancak teşkilatı ve Divan-ı Hümayun gibi birçok devlet teşkilâtı bu dönemde kurulmuştur. Sultan I. Murad, babası Orhan Gazi’den devraldığı 95.000 km2’lik devlet sınırlarını, 5 kattan fazla büyüterek 500.000 km2’ye kadar çıkarmıştır.
Bir şahsiyet abidesi olan Murad Hüdâvendigâr bir Hakk ve hakikat dostuydu. Kendisi ahi şeyhiydi. Şahsî istikbâlini hesaba katmayan I. Murad'ın ömrü savaş meydanlarında geçmiştir. Azim, irade, vakar ve ciddiyet sahibiydi. Din farkı gözetmeden tebasındaki herkese sevgi ve hoşgörüyle yaklaşırdı. Karar alırken çevresindeki kişilere tanışırdı. Yaptığı işlerde daima ortak aklı gözetirdi. Fethedilen yerlerde imar faaliyetlerine çok önem verirdi. Fethettiği Edirne'de cami, medrese, han, hamam ve saraylar yapması bunun göstergesidir.
Murad Hüdâvendigâr'ın Duası Yahut Şehadetin Çağrısı
Manevî yönden kemâle ermiş bir padişah olan Sultan I. Murad(Hüdâvendigâr)'ın sonunu hazırlayan savaş, o acıklı I. Kosova Meydan Savaşı olmuştur. I. Murad, 8 Ağustos 1389’da Kosova Ovası'na gelince işler hiç de düşündüğü gibi gitmedi. Ova büyük bir fırtınaya maruz kalmıştı. Adeta göz gözü görmüyordu. Bu durumda savaşmak ve zafer elde etmek mümkün gözükmüyordu. Çünkü düşmanı görmekte güçlük çekiyorlardı. O gecenin mübarek gecelerden Berat gecesi olduğu rivayet edilir. Bu zor durumu gören I. Murad iki rekat namaz kıldıktan sonra ordunun muzaffer olması için yüce Rabbine şu duada bulunmuştur:
"Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden masum askerlerimi cezalandırma! Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı tebliğ etmek için geldiler!
İlâhî! Bunca kerre beni zaferden mahrûm etmedin. Daima duamı kabul buyurdun. Yine Sana iltica ediyorum, duamı kabul eyle! Bir yağmur nasip eyle! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp yüz yüze cenk edelim!
Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızanı isterim.
Yâ İlâhî! Bu mümin askerleri küffâr elinde mağlup edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lütfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbanı da şu Murad kulun olsun!
Yâ İlâhî! Bunca Müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim; yeter ki Sen beni şehitler zümresine kabul eyle!.. İslâm askerleri için rûhumu teslime razıyım... Beni gazi kıldın. Sonunda lütfen ve keremen şehitlik de nasip eyle!.. Âmîn!”
I. Murad büyük bir aşkla ve samimiyetle bu duayı ettikten sonra Kur'an-ı Kerim okumaya başlamıştı. Bu içten duanın ve Kur'an sedalarının ardından gökyüzünde rahmet bulutları kendini göstermişti. Çok geçmeden yağmur yağmış, rüzgâr dinmiş, mevcut toz duman yerini açık bir havaya bırakmıştı. Artık savaşmak için şartlar uygundu. Düşmanla sekiz saat çarpışmanın ardından savaş ordumuzun zaferiyle sonuçlanmıştı.
Meşhed-i Hüdâvendigâr Yahut Zaferin Hüzünle Karılması
Osmanlı tarihi hem büyük zaferlere hem de büyük acılara tanıktır. Bu acılardan biri de Sultan I. Murad(Hüdâvendigâr) 'ın zaferle neticelenen I. Kosova Meydan Muharebesi'nin ardından hain bir saldırı sonucu şehit edilmesidir. Aktaracağımız hikâyesi pek hazindir:
İslâm hükümdarlarının zaferden sonra savaş meydanını gezmeleri, bir anlamda zaferi yerinde solumaları bir an’ane hâline gelmişti. Bu geleneğe uyan Murad Hüdâvendigâr da, zaferden sonra, has hademeleri ile savaş sahasını dolaşmaya çıktı. Ölüler arasında bulunan, Sırp kralının damadı Miloş Obiliç, Müslüman olacağını ve padişaha gizli bir sözü bulunduğunu söyleyerek izin istedi. Padişahın müsaade etmesi üzerine de iyice yaklaşıp, yeninde saklamış olduğu hançeriyle Sultan Murad’ı kalbinden ağır yaraladı. Atından aşağı düşen Murad Hüdâvendigâr, bir süre sonra şehit oldu. Böylece I. Murad'ın son duası da kabul oldu. Şehadet mertebesine erişti. Miloş Obiliç ise, gaziler tarafından oracıkta parçalandı.
Murad Hüdâvendigâr, öleceğini anlayınca, düşmanı takip etmekte olan büyük oğlu Sultan Bayezid’i yanına çağırttı. Devlet erkânından orada hazır bulunanların ittifakı ile hükümdarlığı oğluYıldırım Bayezid Han’a bıraktı. Kendisi kısa bir süre sonra, yaralandığı yerde kurulan çadırın içinde vefat etti. Böylece son arzusuna da kavuştu. Murad Hüdavendigâr’ın iç organları çıkarılarak şehit düştüğü yere gömüldü. Daha sonra da mübarek naaşı Bursa’ya götürülerek, Çekirge’de Hüdâvendigâr Külliyesi'ndeki hazireye defnedildi. Diğer taraftan şehit düştüğü yere “Meşhed-i Hüdâvendigâr” adı verilen bir türbe yaptırıldı.
"Türbenin mevcut binası muhtemelen 1660'ta burayı bakımsız bir halde bulan Melek Ahmed Paşa tarafından yaptırılmıştır. Evliya Çelebi, Melek Ahmed Paşa ile 1660 yılına doğru Kosova sahrasını ve türbeyi ziyaret ettiğini, yapının bakımsız olduğunu, halkın isteği üzerine Melek Ahmed Paşa'nın türbeyi temizlettiğini, bir hafta içinde etrafını duvarlarla çevirip avlusuna bağ ve asmalarla 500 meyve ağacı diktirdiğini ve bir türbedar tayin ettiğini söyler; türbenin önemli bir ziyaretgâh olduğunu, çevresinde 10.000 kadar şehit yattığını da belirtir.
Türbe, 1845'te Rumeli valisi serasker Hurşid Paşa tarafından esaslı bir şekilde tamir ettirilmiş, 1848'de türbedar için bir ev yaptırılmıştır. 1866 yılında yeni bir tamir gören türbenin sağ tarafına II. Abdülhamid tarafından tamiri sırasında bir selâmlık binası eklenmiştir. Girişteki dört sütunlu sundurma büyük ihtimalle bu tamirlerde inşa edilmiştir."(2)
Murad Hüdâvendigâr'ın Zafer Aynasından Yansıyanlar
Murad Hüdâvendigâr az zamanda çok ve büyük işler yapmış müstesna bir şahsiyettir.
Çok başarılı bir komutan olan I. Murad, babası Orhan Gazi'den devraldığı sancağı, Balkanlar'dan başlayarak Avrupa'ya sokmuştur. Daha şehzadeliği döneminde babası ile birlikte savaşlara katılmış, Bursa fethedildikten sonra Bursa Sancak Beyi olarak görev almıştır. Bir rivayete göre hükümdarlığı döneminde 40'tan fazla savaş yaptığı ve hiç yenilgi almadığı söylenmektedir. Bir taraftan Balkanlar'da savaş verirken, bir tarafta Karaman Oğlu Beyliği ile savaş vermiştir. Yapılan savaşta Karaman Oğlu Beyliği ordusu bozguna uğramış ve bütün eşyalarını ve silahlarını bırakıp kaçmışlardır.
I. Murad, oğlu Yıldırım Bayezid'i Germiyan Beyi'nin kızıyla evlendirerek onlardan Kütahya, Tavşanlı, Simav ve dolayları çeyiz olarak almıştır. Yine onun zamanında Hamitoğullarından Eğridir ve çevresi (Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Isparta ve Seydişehir) satın alınmıştır. Öte yandan I. Murad'ın ilk hedefi Edirne olmuştur. Lala Şahin Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, Bizans ve Bulgarlar’a karşı yapılan Sazlıdere Savaşı'nı kazanarak Edirne'yi fethetmiştir(1363). Ardından Gümülcine ve Filibe alınmıştır. Edirne'nin fethiyle birlikte Sırp ve Bulgarların Bizans'la bağlantısı kesilmiştir. Edirne ve Filibe'nin Osmanlıların eline geçmesi Sırp ve Bulgarları rahatsız etmiş, bunların papaya başvurmaları üzerine Balkan devletlerinden oluşan (Sırp, Bulgar, Macar, Eflak-Boğdan ve Bosnalılar) bir Haçlı ordusu kurulmuştur. Hacı İlbey komutasındaki bir akıncı birliği ani bir baskın sonucu Haçlı ordusunu yok etmiştir. Bu zaferle Balkan devletleri üzerindeki Macarların etkisi kırılmış, Türklerin Balkanlardaki ilerlemeleri hız kazanmıştır. Bu zaferden sonra Edirne başkent yapılmıştır. 1371'de Sırplarla Çirmen Savaşı yapılmış ve Sırplar bu savaşı kaybetmiştir. Böylece Balkanların bir kısmı Osmanlı’ya geçmiştir. Sırplar Osmanlı egemenliğini kabul etmişlerdir.
I. Murad döneminde sadece zaferler değil, devlet teşkilâtındaki yenilikler de anılmaya değerdir. Zira I. Murad döneminde devlet teşkilâtında çok önemli yenilikler yapılmıştır. Bunlar arasında şu önemli değişmeleri sayabiliriz: I. Murad döneminde Divan teşkilatı sistemli ve sürekli hâle getirilmiştir. Kapıkulu Ocakları kurulmuştur. İlk kez Pençik Sistemi uygulanmıştır. İlk kez Acemioğlanlar Ocağı, Yeniçeri Ocağı, Topçu Ocağı kurulmuştur. İlk kez Tımar Sistemi uygulanmış ve Tımarlı Sipahiler oluşturulmuştur. Rumeli Beylerbeyliği kurulmuştur. İlk kez Vezir-i Âzam atanmıştır. İlk kez Kazaskerlik ve Defterdarlık makamı kurulmuştur. Ülkenin; hanedanın ortak malı anlayışı, "Ülke hükümdar ve oğullarının ortak malıdır." şeklinde değiştirilmiş; böylece merkezi otorite güçlendirilmiştir.
Bir Şehidin Hatırası: Murad Hüdâvendigâr Camii ve Külliyesi
1363 yılında inşasına başlanan Murad Hüdvendigâr Camii, Sultan I. Murad tarafından Bursa'da yaptırılmıştır. Yapımının 19 yıl sürdüğü bazı kayıtlarda ifade edilen bu güzel cami, iki katlıdır. Alt katta cami, üst katta ise medrese yer almaktadır. Caminin dışında, ayrı bir yapı olarak olması gereken zaviye ve medrese mekânları bu külliyede, ibadet yeri ile iç içedir. Hüdâvendigâr Cami, kemerleri ve giriş bölümünün yapısal özellikleri açısından Bursa’daki Erken Osmanlı Dönemi Camilerinden farklılık göstermektedir.
Bursa'daki önemli tarihî eserlerden biri olan Murad Hüdâvendigâr Camii'nin tek olan minaresi tuğladan örülmüştür. Mermer sütunlar ve başlıklar Bizans yapılarından alınarak burada kullanılmıştır. Hatta rivayetlere göre; söz konusu caminin mimarının Rum olduğu ve caminin bir Bizans kalıntısı veya eski bir Bizans Sarayı üzerine inşa edildiği belirtilmektedir.
Osmanlı'nın güzide mabetlerinden biri olan Murad Hüdâvendigâr Camii’nin iki yanında yer alan merdivenlerden çıkılan üst kattaki medrese bölümünde bir koridor ve bu koridordan girilen toplam 18 oda bulunmaktadır. Medresenin; üstlerinde mermer lentoların bulunduğu oda pencereleri demir parmaklıklardan meydana gelmiştir. Ayrıca cami taş, tuğla ve devşirme malzemelerle örülen oldukça kalın duvarlara sahiptir.
Savaş meydanında şehit edilen, bu büyük mertebeye vasıl olan ilk ve tek Osmanlı padişahı olan Murad Hüdâvendigâr tarihimizin yüz aklarından biridir. O gerek şahsiyetiyle, gerek uygulamalarıyla kendisinden sonra gelen padişahlara ilham kaynağı olmuştur. Bu yiğit Osmanlı padişahını rahmetle ve minnetle anıyoruz. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
Dipnotlar: 1) TDV İslâm Ansiklopedisi, Hudâvendigâr Maddesi, Atilla Çetin
2) TDV İslâm Ansiklopedisi, Hudâvendigâr Meşhedi Maddesi, Semavi Eyice
NİĞBOLU HARBİ'NDEN ANKARA MUHAREBESİ'NE YILDIRIM BAYEZİD
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı Devleti birbirinden kıymetli padişahlar tarafından idare edilerek cihana adalet dağıtan bir dünya devleti olmuştur. Bu padişahlardan biri de I. Bayezid(Yıldırım Bayezid)'dir. Yıldırım Bayezid 1360 senesinde Bursa'da dünyaya gelmiştir. Babası Sultan I. Murad(Murâd-ı Hüdâvendigâr), annesi Gülçiçek Hatun’dur. O, I. Murad'ın büyük oğludur. Osmanlı'nın dördüncü padişahıdır. Çok önemli âlimlerden din ve fen eğitimi almıştır. Bunlar arasında Bursa kadısı Koca Mahmud'u, kazasker Çandarlı Halil'i ve Kara¬manlı Molla Rüstem'i sayabiliriz. Yine mümtaz komutanlardan askerî eğitim tahsil etmiştir. Germiyanoğlu Süleyman Çelebi’nin kızı Sultan Hatun'la evlenmiştir. 1381 senesinde devlet yönetimini öğrenmesi için Kütahya’ya vali olarak gönderilmiştir. Yani şehzadelik dönemi bu şehirde geçmiştir. 1389’dan 1403 yılına kadar 14 sene hükümdarlık yapmıştır.1389’da yapılan Birinci Kosova Savaşı'na katılarak bu savaşta büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bu savaşta babası şehadet mertebesine erişince kendisi tahta çıkmıştır. Sırp Kralı Lazar'ın oğlu Etiye, Yıldırım Bayezid tarafından Sırbistan tahtına çıkarılmış ve Sırbistan Osmanlı Devletine bağlı bir devlet hâline gelmiştir.
Birçok kahramanlıklar gösteren Yıldırım Bayezid'in yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, elâ gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzlu olduğu rivayet edilir.
Hızlı, cesur, gözü pek ve savaşkan bir insan olduğu için kendisine "Yıldırım" lakabı takılmıştır. O, adil ve olgun bir padişahtı. Âlimlere sonsuz bir saygısı ve sevgisi vardı. Onların sohbetlerinden büyük keyif alırdı. Cömertlik konusunda parmakla gösterilecek bir şahsiyetti. Muhtaçlara yardım etme konusunda hassastı. Allah dostlarını dost kabul eder, aksi düşünenleri düşman sayardı. Allah korkusu ileri düzeydeydi. Dindar bir insandı. Şüpheli şeylerden hep sakınırdı. Çok yiğit bir devlet adamı ve bahadır şahsiyetti. Cuma günleri fakirlere sadaka dağıtmayı adet edinmişti. Azimli, kararlı ve irade sahibi bir insandı. Parlak bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahipti. Çevik, atılgan ve soğukkanlı bir kişiydi. Verdiği kararlarda geri adım atmazdı.
Niğbolu Aslanı: Yıldırım Bayezid
Osmanlılar I. Murad'ın şehit olduğu I. Kosova Savaşı'nı kazandıktan sonra Avrupalıların gözünü iyice korkutmuştu. Bu korkuyu iliklerine kadar yaşayan devletlerin başında Macaristan geliyordu. Bu devlet başına gelecekleri az çok tahmin ediyordu.
Macar Kralı Sigismund, Niğbolu’da yeniçerilerden yediği darbenin etkisiyle, Osmanlı ordusuyla tek başına mücadelenin mümkün olmadığına inanmıştı. Son günlerini yaşayan Bizans bütün Avrupa’dan imdat istiyor, özellikle Kral Sigismund’dan yardım dileniyordu. Kral Sigismund’un ısrarcı girişimleri sonucunda, başta Macaristan olmak üzere, Lehistan (Polonya), İngiltere, Almanya, Fransa, Venedik, Kastilya, Aragon Krallığı, Rodos Şövalyeleri, Papalık, Eflak Prensliği, Töton Şövalyeleri, Norveç Krallığı, İskoçya ve küçük İtalyan devletleri ile Bizans dahil olmak üzere, güçleriyle orantılı olarak hazırladıkları ordularla aynı amaç uğruna bir kez daha birleştiler.
25 Eylül 1396'da Yıldırım Bayezid komutasındaki Osmanlı ordusunu, hiç beklemedikleri bir anda karşılarında gören Haçlılar derhal silah başı yapıp harp nizamı aldılar. Savaşın başlaması ve iki ordunun birbirine girmesiyle Osmanlıların üstünlüğü görülmeye başlandı. Özellikle Yeniçeriler hilâl gibi açılıp aralarına aldıklarını yok ediyorlardı. Durumu gören Haçlıların birçoğu yılgınlığa düşmüş bir çoğu da geri çekilmeye başlamıştı. Savaş sonucunda Yıldırım Bayezid öncülüğündeki Osmanlılar Haçlılara karşı tarihimizin en büyük zaferi olan Niğbolu Savaşı'nı kesin bir zaferle kazandı. Bu zafer bir çeşit dönüm noktası oldu.
Osmanlılar Tarafından Yapılan İlk İstanbul Kuşatmasının Mimarı: Yıldırım Bayezid
Sırp İmparatoru Yoannes'in oğlu Manuel, Karaman Seferi'nde Yıldırım Bayezid'le birlikte bulunmuştu. Manuel, Bursa'ya geldikten sonra izinsiz bir şekilde İstanbul'a gitmişti. Bu olay üzerine, Yıldırım Bayezid bu gidişin gizli bir gayesi olduğunu düşünerek, daha önceden planlanmış Macaristan seferini iptal etmiş ve İstanbul'u kuşatma kararı almıştı.
1391 yılında İstanbul karadan ve denizden kuşatılmıştı. Büyük ve kuvvetli toplar olmadığından, kuşatma abluka niteliğinde olmuştu. Macarların Türk topraklarına girmesiyle de kuşatma kaldırılmıştı. Bu kuşatma Osmanlılar tarafından yapılan ilk İstanbul kuşatmasıdır.
Boş durmayan Macarlar kuzeyden Osmanlı topraklarına girmişlerdi. Üzerlerine gönderilen Türk Akıncıları, Kral Sigismund komutasındaki Macar Ordusunu yendiler (1392). Tuna-Eflak Seferinden dönüldüğünde Selanik ve çevresi de Osmanlı topraklarına katıldı (1394).
Yıldırım Bayezid 1395 yılında İstanbul'u ikinci kez kuşattı. Fakat Haçlıların harekete geçtiğini haber alınca bu kuşatma da birincisi gibi başarıya ulaşmadan kaldırıldı.
İlk ve Son Kez Bir Osmanlı Padişahının Esir Düştüğü Savaş: Ankara Savaşı
Timur, Cengiz İmparatorluğunu yeniden kurmak amacıyla faaliyetlere başlamıştı. İran'ı almış, Hindistan'a seferler düzenlemişti. Azerbaycan ve Bağdat Emirleri korkularından Yıldırım Bayezid'e sığındılar. Timur, Emirleri geri istediyse de, Yıldırım Bayezid bunu reddetti ve bu olaydan dolayı Timur ile Yıldırım Bayezid'in araları açıldı. Anadolu'ya giren ve Sivas'ı yağmalayan Timur, seçkin askerlerden oluşan ordusuyla Anadolu'da ilerlemeye devam etti. Osmanlı Ordusu da harekete geçti. İki ordu 20 Temmuz 1402'de Ankara'da Çubuk Ovası'nda karşılaştılar. Yapılan Ankara Savaşı'nda Yıldırım'ın kuvvetlerinden olan Kara Tatarların, Timur tarafına geçmesi Osmanlı Ordusunun dağılmasına neden oldu.
Yıldırım Bayezid, Timur'a esir düştü. Bu savaş Osmanlı Devletinin 50 yıl kadar duraklamasına neden oldu. Anadolu Türk birliği dağıldı ve Anadolu'daki beylikler tekrar ortaya çıkarak güçlendi. Başsız kalan Osmanlı Devleti'nde karışıklıklar başladı. Osmanlı Devleti'nin dört ayrı bölgesinde, şehzadeler tarafından dört ayrı devlet ilân edildi. Bursa, İznik ve İzmit, Timur tarafından yağmalanıp yakıldı, İzmir işgal edildi. 1402'den 1413'e kadar sürecek olan bu iktidar boşluğu ve taht mücadeleleri dönemine "Fetret Devri" adı verildi.
Ankara Savaşı sonunda ilk ve son kez bir Osmanlı padişahı savaşta esir düştü. Osmanlı 11 yıl sürecek Fetret devrine girdi. Anadolu Türk birliği yeniden bozuldu, (Karesi ve Kadı Burhaneddin beylikleri hariç) beylikler yeniden kuruldu. Balkanlar'da Osmanlı ilerleyişi bir süre durdu, hatta bazı topraklar kaybedildi. Bizans'ın alınması 50 yıl gecikti.
Harp ve Zaferler İçin Doğmuş Bir Yiğit Adam: Yıldırım Bayezid
Osmanlı tahtında kaldığı 14 yıllık süre içerisinde hayatı hep mücadele içerisinde geçen Yıldırım Bayezid güçlü bir karakterdi. Düşmanlarına bile adaletle hükmederdi. Kendine olan özgüveni tamdı. Hile ve haksızlığı savaşta bile kabul etmezdi. Haçlıların adeta korkulu rüyasıydı. Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu'nun bu konuda yazdıkları bir hayli manidardır:
"Yıldırım Bayezid’in İstanbul'u 2. kez kuşatması (1395), tekmil Avrupa’yı harekete geçirmiş, Papa’nın önderliğinde yeni bir haçlı ordusu kurulup Niğbolu Kalesi kuşatılmıştı. Yıldırım Padişah, lâkabına yaraşır bir hızla yetişti. Böyle bir hızlı geliş beklemeyen haçlıları Niğbolu Kalesi önünde ağır bir bozguna uğrattı (25 Eylül 1396). Esir alınan Avrupalı asilzadeler (ki, aralarında Fransa Kralı VI. Şarl’ın dayısı Comt de Never, tüm Avrupa’ya nam salmış meşhur “Korkusuz Jan”, “Güzel Filip” olarak tanınan Filip de Bar ve Avrupa’nın neredeyse tüm namlı şövalyeleri vardır) Yıldırım Bayezid Han’ın huzuruna getirildiler.
Bayezid Han, Never Kontu Korkusuz Jan’ı elleri bağlı görünce, kükredi: “Çözün!” Çözdüler. Yanına oturttu: “Kusura bakmayın, kim olduğunuzu bilmediklerinden bu hatayı yaptılar.” Sonra gülümseyerek sordu: “Size iyi baktılar mı Kont?” Kont gördüğü muameleden memnundu. Osmanlı topraklarında esir olarak kaldığı müddetçe, misafir muamelesi gördüğünü söyleyerek Padişah’a teşekkür etti. Fakat bundan ötesini merak ediyordu: Hâlleri ne olacaktı? “Sizi bağışladık” dedi Padişah, “Artık vatanınıza dönebilirsiniz.”
Padişahın sözleri tercüme edilince, Korkusuz Jan ne diyeceğini şaşırdı. Padişahın ellerine sarıldı: “Hayatımı bağışlama büyüklüğünü gösterdiniz, teşekkür ederim. Size şerefim üzerine yemin ediyorum ki, bir daha asla Osmanlı’ya kılıç çekmeyeceğim.” Yıldırım şu karşılığı verdi: “Hayır Jan, yeminini şimdi sana iade ediyorum. Vatanına döndüğün zaman benimle yine savaşmak istersen, bütün Avrupa hükümdarlarını ittifaka davet edebilirsin. Ne kadar fazla müttefik ve ne kadar büyük bir ordu toplayabilirsen, bana şan kazanmak için o kadar fırsat vermiş olursun. Beni harp meydanında daima karşında bulacağına emin ol. Çünkü ben harp ve zaferler için doğmuş bir adamım. Benden ileride bulunmak arzusuna kapılanlar daima benden geride kalacaklardır.”
Hoşgörü ve Tevazuda Zirve Şahsiyet...
Yıldırım Bayezid güçlü ve muktedir bir hükümdar olmasına rağmen kibir nedir bilmezdi. O, hoşgörü ve tevazuda zirve şahsiyetti. Bununla ilgili anlatılan şu anekdot dikkate değerdir: "Bir mahkemede şahitlik etmesi gerekiyordu. Padişah mahkemeye geldi ve herkes gibi o da ellerini önünde bağlayarak ayakta bekledi. Devrin Bursa kadısı Molla Şemsüddin Feranî, dik dik Padişah'ı süzdükten sonra şu hükmü verdi: "Senin şahitliğin geçersizdir. Zira, sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun. Elinde imkân bulunduğu hâlde namazlarını cemaatle kılmayan biri, yalancı şahitlik edebilir demektir." Bu yüzden itham karşısında herkes Yıldırım Bayezid'in hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o boynunu büküp mahkemeyi terk etti. Bu olaydan sonra sarayın yanı başına bir cami yaptırdı. Namazlarını cemaatle kılmaya başladı."
Yıldırım Bayezid Dönemi İmar Çalışmaları
Yıldırım Bayezid Osmanlı topraklarının her tarafında cami, mescit, darüşşifa, medrese, imaret ve misafirhaneler yaptırdı. Ayrıca bütün bu imarethaneler için geniş vakıflar kurdurdu. Bursa'daki Ulu Cami yaptığı en önemli eserdir. Memleketin imarıyla da meşgul olan Yıldırım Bayezid, özellikle Bursa'da İslâm mimarisini ebediyen yaşatacak camiler, külliyeler ve medreseler yaptırdı. Timurtaş Paşa adına bir camii, Mudurnu Yıldırım Camii, Bergama Ulu Camii ve Bursa Ulu Cami o dönemde yapılmış önemli mimarî eserlerdendi. Yıldırım Bayezid ayrıca 1396 yılında İstanbul'un fethi için bir aşama olan Anadoluhisarı'nı yaptırdı. Bursa Yıldırım Darüşşifası ve Bursa Yıldırım Sağlık Ocağı Osmanlı İmparatorluğunda sağlık alanında yapılan ilk eserlerdi. Bursa Yıldırım Medresesini de inşa ettiren Yıldırım Bayezid, Bursa'nın ilim adamlarının merkezi olmasını sağladı. "Emir Sultan" adıyla şöhret bulmuş olan Emir Buhari o dönem payitaht olan Bursa'ya gelmiş olan ilim adamlarından birisidir. Öte yandan Yıldırım Bayezid'in kızı Hundi Fâtıma Sultan, Emir Sultan'la evlenmiştir.
Yıldırım Bayezid'in Esareti ve Vefatı
Güzide bir cengâver olan Sultan Bayezid, Ankara Savaşı sırasında sağ olarak ele geçirildikten sonra Timur’un çadırına götürüldü. Bütün tarihî kaynaklarda, Timur’un Yıldırım Bayezid’i iyi karşıladığı belirtilmektedir. Timur ve tümenleri Bursa ve İznik'i ve sonra İzmir'i ele geçirmişler; talan edip yakıp yıkmışlardır. Timur bu seferlerinde ve Anadolu'da bulunduğu sıralarda Bayezid'ı devamlı olarak yakınında tutup ayrılmasına izin vermemiştir.
Bir zamanlar heybetiyle bütün cihanı titreten Bayezid'in esaret yılları onun ruhunda tedavisi mümkün olmayan yaralar açmıştır. Hayatı savaş ve mücadelelerle geçen Yıldırım Bayezid, 8 Mart 1403 tarihinde 43 yaşındayken Akşehir’de esir hâlde vefat etmiştir. Ölüm sebebi tarihçiler arasında ihtilaflıdır. İbn Arabşah’a göre eceliyle ölmüşken, bazı kaynaklara göre stres ve aşırı üzüntü sebebiyle hayatını kaybetmiştir. Bazı kaynaklarda da ilerleyen romatizma ve bronşit yüzünden öldüğü söylenirken, bir kısım tarihçilere göre de zehirlenmiştir. Hatta esarete dayanamayarak intihar ettiği yönünde söylentiler de vardır.
OSMANLI'NIN İKİNCİ KURUCUSU: SULTAN ÇELEBİ MEHMED
M. NİHAT MALKOÇ
Bir cihan devleti olarak dünyaya merhametin ve adaletin ne olduğunu öğreten Osmanlı Devleti'nde 36 padişah tahta oturmuştur. Bunlardan birisi de Sultan Çelebi Mehmed'dir. Osmanlı Devletinin ikinci kurucusu kabul edilen Sultan I. Mehmed(Çelebi) 1389 senesinde Osmanlı'nın ilk başkenti olan Edirne’de dünyaya gelmiştir. Babası Yıldırım Bayezid, annesi ise Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı Devlet Hatun'dur. Osmanlı'nın beşinci padişahı olarak tarihî kayıtlara geçen Çelebi Mehmed'in çocukluğu Bursa'da geçmiştir. 1413-1421 yılları arasında sekiz yıl Osmanlı tahtında kalmıştır. Çelebi Mehmed'in erkek çocukları Mustafa Çelebi, İkinci Murad, Ahmed Çelebi, Yusuf Çelebi, Mahmud Çelebi, Kasım Çelebi, Orhan Çelebi'dir. 12 tane olduğu söylenen kız çocuklarından bazıları İnci Hatun, Selçuk Hatun, Sultan Hatun, Hatice Hatun, Fatma Hatun, Hafsa Hatun, İlaldı Hatun, Ayşe Hatun'dur.
Sultan I. Mehmed(Çelebi) eğitimini Bursa ve Edirne Saraylarında tamamlamıştır. Amasyalı Sofi Bayezid ile Tokatlı Bicaroğlu Hamza'dan eğitim almıştır. İsminde yer alan “Çelebi” kelimesi, okuma yazma bilen, medrese veya dengi bir kurumda eğitim görmüş kişiler için kullanılan bir ifadedir.
Tarihçilerin ifadelerine göre Çelebi Sultan Mehmed, orta boylu, yuvarlak yüzlü, çatık kaşlı, beyaz tenli, kırmızı yanaklı ve geniş göğüslüydü. Kuvvetli bir vücuda sahipti. Gayet hareketli ve cesurdu. Güreş yapar ve çok kuvvetli yay kirişlerini de çekerdi. Padişahlığı müddetince bizzat 24 muharebede bulunmuş ve savaşlar sırasında kırka yakın yara almıştı. Sık sık güreştiği için halk kendisine "Pehlivan Çelebi" ismini vermişti.
Mehmed Çelebi tek padişah olarak önce, Musa Çelebi tarafından etrafına büyük duvarlar inşa ettirilmiş olan, Edirne Sarayı'nda kaldı. Burada kendini kutlamaya gelen yabancı elçileri kabul etti ve devletin üst kademelerine kendi görüşüne uygun atamalarda bulundu. Şeyh Bedreddin şeyhülislamlıktan atılıp ailesiyle İznik'e sürüldü ve yerine Sünni ulemanın seçtiği bir kişi getirildi. Mihaloğlu Mehmet Bey de Anadolu'ya sürgüne gönderildi. Musa Çelebi tarafından Bizans'dan alınan Selanikve Konstantinopolis yakınlarındaki bölgeler tekrar Bizans'a geri verildi.
Şair Ruhlu Bir Padişah....
Osmanlı Devleti'nde padişahların önemli bir kısmı aynı zamanda şairdir. Yani onlar devletin yanında, sözlerin de sultanıdırlar. Bunlar arasında "Muhibbî" mahlasıyla bir divan oluşturacak kadar şiir yazan Kanunî Sultan Süleyman'ı, "Avnî" mahlaslı Fatih Sultan Mehmed'i," Muradî" mahlaslı II. Murad'ı, "Adlî" mahlaslı II. Bayezid'i, "Selimî" mahlaslı II. Selim'i, "Cihangir" mahlaslı III. Mustafa'yı, "İlhamî" mahlaslı III. Selim'i sayabiliriz. Bunların yanında Sultan Çelebi Mehmed de bazen şiir söylemiştir. Tezkirelerde rastlanan şu şiiri onun üstün takvasını, Cenab-ı Hakk’a karşı güçlü imanını göstermektedir: "Cihân hasm olsa, Hakk’dan nusret iste!/Erenlerden duâ vü himmet iste!/Çalup dîn aşkına udvâne şimşir,/Anuban çâr-ı yârı hidmet iste!/Eğer leb-teşne isen ey bed-endîş;//Bu deşne çeşmesinden şerbet iste!/Geçenden geç, demür taşdan sakınma,/Demüri mahv idenden kuvvet iste!/Çevürme yüz muhalifden Mehemmed,/Adûyı arsadan sür vüs’at iste!"
Fetret Devrinin Karanlığından Aydınlığa Çıkış
Fetret devri, Yıldırım Beyazıt'ın 1402 yılında Ankara Savaşı'nda Timur'a esir düşmesiyle, altı oğlundan dördünün yaptığı taht kavgalarıyla geçen 1402-1413 yılları arasındaki döneme verilen addır. Bu döneme "Bunalım Devri" ya da "Fasıla-i Saltanat" adı da verilmektedir. Yıldırım Beyazıt'ın oğulları İsa Çelebi, Çelebi Mehmet, Musa Çelebi ve Emir Süleyman arasında geçen taht kavgaları sonucunda dağılmış olan Osmanlı birliği Çelebi Mehmet (1. Mehmet) tarafından tekrar sağlanmıştır. Böylece 5 Temmuz 1413 yılında 11 yıl süren fetret devri; yani bunalım devri kapanmış oldu. Çelebi Mehmet Osmanlıların tek padişahı olarak kaldı. Dört kardeşin taht için yaptıkları ölüm kalım savaşlarının sonunda, olgun kişiliği ile Çelebi Mehmet galip gelmiştir. Bunun sebebi Anadolu kültürü ile yetişmesi ve çok yönlü bir kişi olmasıdır. Ankara Savaşı'ndan sonra parçalanmış, çökmüş ve morali kaybolmuş devletin toparlanması Çelebi Mehmet sayesinde mümkün olmuştur.
Çelebi Mehmet, Ankara Savaşı'ndan sonra parçalanan Osmanlı topraklarını yeniden bir idare altında birleştirmek için fetret devrinde (1402-1413) kardeşleri Süleyman, İsa ve Musa Çelebiler ile mücadele etti. En son 1413′te Çamurlu mevkiinde Musa Çelebi kuvvetlerini bozguna uğrattıktan sonra Edirne’de tahta çıktı. Böylece Osmanlı Devleti’ni karşılaştığı bu büyük bunalımdan kurtararak devletin birliğini sağlayan Çelebi Sultan Mehmed, ilk olarak elden çıkan toprakları geri almaya çalıştı.
Çelebi Mehmed 1414′te Anadolu üzerine yürüyerek Aydınoğlu Cüneyd Bey'in elinden Kayacık, Nif ve İzmir’i aldı. Karamanoğulları’na ait Konya’yı muhasara etti ise de İkinci Mehmet’in af dilemesi ve tabiiyetini arz etmesi üzerine barış yapıldı. Ancak Karamanoğlu’nun sözünde durmaması üzerine Sultan Mehmed, bu şehri ikinci defa kuşatarak zapt etti (1415). Daha sonra yapılan antlaşmayla Konya’yı Karamanoğulları’na bırakan Sultan, Beypazarı, Sivrihisar, Akşehir, Yalvaç ve Beyşehir kalelerini ülkesine kattı.
Bundan sonra, evvelce Musa Çelebi ile birleşerek kendisine karşı hareket eden ve vergisini de göndermeyen Eflak Beyi Mirça üzerine yürüyen Sultan, onu Yer-Göğü’nde mağlup etti. Mirça, üç yıllık vergisini ödediği gibi, oğlunu da rehin olarak bıraktı. Rumeli’den dönüşünde Candaroğulları üzerine yürüdü. Tosya, Çankırı ve Kalecik’i ele geçirdi. 1416 ve 1420′de ilk defa Tuna ırmağının kuzeyine geçerek Basarabya’ya girdi.
Çelebi Mehmed Hakkında Söylenenler...
"Birinci Mehmed’i, tavırlarına, hareketlerinde sü¬rate, vakarına ait övgülerin hepsinin fevkine yükselten şeyi, Os¬manlı müverrihleri gibi Bizans müverrihleri tarafından da adaleti, şefkati, civanmertliği, dostluğunda sebatı, gerek Türkler gerek Rumlar için hayırhahlığı hakkında herkesin birleştiği şahadettir"(Halkondil)
"Çelebi Mehmed yalnız Türkler değil Hıristiyanlara da iyilikle muamele etmiş ve can-ı gönülden hisleriyle fikrinin geniş¬liği ve ahlâkının güzelliği birbirine uygun düşmüştür"(Dukas)
"Bütün hayatı müddetince Bizans imparatorunun sadık müttefiki, Türkmen asilerinin korkunç düşmanı, Osmanlı saltanatı tahtının şanlı dayanağı, Osmanlı müverrihlerinin tabirince, Tatar tufanının tehlikeye düşürdüğü devlet gemisini kurtaran Nuh idi"(Hammer)
"Padişahlık süresi sekiz yıldan beş gün eksik idi. Güzel huyu ve şefkatli tutumuyla her yanda şöhret yapmıştı. Adet edindiği şekilde dileyenlere nafakalar dağıtır, her Cuma günü fukarayı doyurur, ihtiyaç sahiplerine gereken yardı¬mı yapar, hesapsız hediyelerle kırık gönülleri sevindirirdi. Allahü teâlâ şanlarını yüce etsin Haremeyn (Mekke ve Medine)’de konuklayanlara her yıl sayıya gelmeyecek ölçüde mal gönderirdi"(Hoca Sadeddin Efendi)
İlim ve Kültür Sevdalısı Bir Padişah....
Osmanlı'yı Fetret döneminden çıkaran, bu yüzden de Osmanlı'nın ikinci kurucusu olarak anılan Çelebi Mehmed imar faaliyetlerine de çok önem vermiştir. Birçok eserin inşasında çok önemli rolü olmuştur. O, aynı zamanda kültüre ve ilme de çok değer vermiştir. Tarihçi Ahmet Şimşirgil bu konuda şunları söylemektedir:
"Çelebi Mehmed siyasi başarılarının yanı sıra imar ve kültür fa¬aliyetlerine de büyük önem vermiştir. Bursa, Edirne ve Amas¬ya’da pek çok eser yaptırmıştır. Bursa’da Yeşil Camii adıyla ta¬nınan mabedi gerek inşaatında kullanılan mermerlerin nadirliği gerekse onu süsleyen oymaların zarafeti itibariyle şehrin başlıca şaheserlerinden biridir. Bu caminin karşısına yüksekçe bir mev¬kide kendi türbesini yaptırdı. Türbenin karşısına düşen medrese¬si bugün müze haline getirilmiştir. Bunlardan başka Edirne’de Emir Süleyman tarafından inşası¬na başlanan ve Musa Çelebi tarafından devam ettirilen Ulu Cami’nin tamamlanması ona nasip oldu. Bu Camiye vakıf olmak üzere Edirne’de ki bedesteni yaptırdı. Oğlu Şehzade Kasım bu caminin bahçesinde medfundur.
Çelebi Mehmed ilim adamlarını himaye ve teşvik ederdi. On¬lara karşı hürmetkar ve cömertti. Bu itibarla kısa süren hükümdar¬lığı döneminde namına muhtelif mevzularda eserler yazılmıştır. Devrin en güzide ilim adamları arasında İbni Arabşah, Abdurrah¬man Merzifoni, Molla Sarı Yakup, Molla Kara Yakup, Kafiyeci Muhyiddin, Kadı Feyzullah ve Rükneddin Ahmed sayılabilir."
Şeyh Bedreddin İsyanının Bastırılması
Çelebi Mehmed devrinin en önemli iç hadisesi hiç şüphesiz ki Şeyh Mahmut Bedrettin isyanıdır. İslâm’a uymayan fikirlerini halk arasında yayan Şeyh Bedreddin’in çıkardığı isyan kısa sürede Karaburun’dan Amasya’ya kadar yayıldı. Ancak ülkeye tek başına hakim olduğu günden beri Şeyh Bedreddin’in hareketlerini dikkatle takip eden Sultan Mehmet, Şeyh'in ve taraftarlarının başlattığı bu ayaklanmayı zamanında bastırmaya muvaffak oldu. Yakalanan Şeyh Bedrettin İslâm âlimlerinin fetvası üzerine idam edildi.
Bu dönemde isyanlar Çelebi Mehmed'in yakasını bir türlü bırakmadı. Çelebi Mehmed aynı yıl Rumeli’de taht mücadelesine giren ve Düzmece Mustafa olarak da bilinen kardeşi Mustafa Çelebi’yi yenilgiye uğrattı. Mustafa Çelebi kaçarak Bizans imparatoruna sığındı. Daha sonra Karaman seferinden dönerken Sultan Mehmed Çelebi Ankara'da rahatsızlık geçirdi ve Germiyanoğlu Yakup Bey'in hekimi Mevlâna Sinan (Şair Şeyhi) tarafından tedavi edildi ve Sultan kendisini tedavi eden Şeyhi'yi ödüllendirdi. Şeyhi bu tedavinin ve ödüllendirmenin sonuçları olarak başından geçenleri Harname adındaki ünlü mesnevisinde değiştirerek hikâye ettiği bilinmektedir.
Çelebi Mehmed'in Ebediyete İrtihali
Sultan Mehmed Çelebi 26 Mayıs 1421'de Edirne'de bir sürek avı sırasında at sırtında felç oldu, düştü ve yaralandı. Ölüm döşeğinde Veziriazam Amasyalı Beyazıd Paşa ve vezirleri İvaz Paşa ve Çandarlı İbrahim Paşa'yi çağırıp "Tez oğlum Murat'i getirin. Ben bu döşekten kalkamam. Murat gelmeden ölürsem fitne çıkar. Tedarik görün, ölümümü gizleyin." vasiyetinde bulundu. En çok Selanik'te bulunan Düzmece Mustafa'dan çekinilerek, Amasya'da vali olan Murad'in Bursa'ya ulaşmasına kadar 42 gün ölüm haberi gizlendi. Osmanlı Padişahları arasında ölümü gizlenen ilk padişah o oldu. Durumundan kuşkuya düşen ve ayaklanmaları güçlükle önlenen askerleri yatıştırmak için askere geçit yaptırılıp, bu sırada mumyalanmış cesedine kaftan giydirilip, başına sarık konulup pencere önüne oturtulduğu kollarının oynatıldığı rivayet edilir. II. Murat Bursa'ya gelip tahta çıkmasından sonra cenazesi Edirne'den Bursa'ya götürülerek Yeşil Türbe'ye defnedildi.
Çelebi Mehmed’in rahatsızlanıp yatağa düştüğünde, devlet adamlarından oğlu Murad’ı çağırmalarını istemesini ve onlara yaptığı vasiyeti yine Hoca Sadeddin Efendi şu mısralarla naklet¬mektedir: "Ayak çekti hükümet kapısından/Soyundu padişahlık hırkasından//Gördü ki bu dünya bir boş mekandır/Su üstüne kurulmuş bir binadır//Bu tarlaya kerem tohumunu ekti/Dâr-ı karara doğru niyetlendi//Güzel adını yazıp koydu cihanda/Keremden el çekmedi bir zamanda//Güven, huzur idi çünkü dileği/Sultan Murad’a ısmarladı yerini//Vasiyeti bu oldu o, şah gelsin/Üstünlük göğünün ayı yükselsin//Refah getirsin bütün insanlara/Lütfunu göstersin gününde halka//Kılıcı gidersin zulmün kirini/Kıskansın çağlar keremli devrini//Yine sultan beylerine buyurdu/Ki askerden gizlesinler durumu//Şahın ölümü fitneye yol açar/Kötü dileyiciler bunu fırsat sayar//Hizmet eylen ciğer kuşem Murad’a/Sarfeyleyin gücünüzü yoluna//Adâlet semtine yöneltin anı/Onun ile ferah kılın cihanı//Zulüm töresini hiç öğretmeyin/Zalimlikle adını belletmeyin//Selamım duyurun ol nevcivana/Benden söyleyin ol yüce durağa//Kaçınsın o, cefa etmekten aman/Gaflet etmesin bir dem sakınmadan//Armağandır ona Hakkın kulları/Sakınsın, olmasın zulmün aracı/Yaraşmaz Osmanlı soyuna zulüm/Yanar cihan, feryad ederse mazlum//Lutfile din ehlini gözle sen/Bilgi sahiplerin her dem kolla sen//Boyun eğme sen gönlün hevesine/Dost etmeyesin kötüyü kendine//Dilersen her ülkeye el koymaya/Bağla kalbini yüce Yaradana//Haktan sakın dönmeye heveslenme/Kinle zulümle eteğini kirletme//Düşmanları kırsın, keskin kılıcın/Dünü gün halka yardımcı olasın//Her günün parlak, kadr olsun her geçen/Rahmanın yardımıyla olur yükselmen"
KELİMELERİN SERDARI: FATİH SULTAN MEHMET’İN ŞAİRLİĞİ…
M. NİHAT MALKOÇ
Şiirin Sultanları Yahut Sultanların Şiirleri
Adını tarihe altın harflerle yazdıran Osmanlı devletinin üst kademedeki yöneticileri sanata ve sanatçıya çok kıymet vermişlerdir. Osmanlı zamanında şairler ve yazarlar, saray çevresi tarafından daima korunmuştur. Devrin padişahları ve sadrazamları bilim ve sanat erbabını destekleme hususunda adeta birbiriyle yarışmışlardır. Öyleki devlet ricali, özellikle büyük şairlerle şahsî dostluklar kurmuş, onların şiir sohbetlerine iştirak etmişlerdir.
Üç kıtaya hükmeden Osmanlı devletinin sultanları sadece bu devlet-i ebed müddede değil, şiire de sultan olmuşlardır. Sanata son derece önem veren bu sanatkâr ruhlu insanlar, şiiri ve şairi sevmekle kalmamış, bizzat şiir hamurunun hamurkârları da olmuşlardır.
Malum olduğu üzere Osmanlı devletinde saltanat hüküm sürmekteydi. Yani tahta geçmek için Osmanoğulları soyundan olmak şartı vardı. Bu önceden bilindiği için herkes kendini Osmanlı tahtına namzet görüyordu. Bu da her konuda eğitimli ve donanımlı olmayı gerektiriyordu. Çok iyi bir eğitim gören şehzadeler sanat bakımından da donanımlı insanlar olmuşlardır. Daha ilk mektep çağlarında iyi bir dil ve sanat eğitiminden geçmişlerdir.
Osmanlı padişahları arasında şiire ilk gönül veren ve şiir yazan II. Murad’dır. Altıncı padişahımız olan II. Murad, saray erkânına şiirin kapılarını açmıştır dersek yeridir. Onu diğerleri takip etmiştir. Sultan II. Bayezid “Adnî” mahlasıyla bir divan tertip edecek kadar şiir yazmıştır. Osmanlı padişahları tarafından tertip edilen ilk mürettep divan II. Bayezid’ın Adnî Divanı’dır. Öte yandan II. Bayezid'in oğlu olan Şehzâde Korkut “Harîmî” mahlasıyla şiirler kaleme almıştır. Cem Sultan da şiir konusunda usta bir şehzade olarak karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı sultanları arasında en çok şiir yazan cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman olmuştur. Osmanlı tahtında en uzun süre kalan bu kıymetli padişah, şiirlerinde başta Muhibbî olmak üzere, Meftûnî ve Âcizî mahlaslarını kullanmıştır. Bâkî, Zâtî, Hayâlî ve Fuzûlî gibi büyük şairlerle çağdaş olan Kanûnî Sultan Süleyman, biri Farsça olmak üzere, iki divan tertip edecek kadar yetkin bir şairdir. Muhibbî Divanı’nda 2799 gazel mevcuttur.
Sadece Kanunî değil, Kanunî'nin şehzâdeleri Mustafa, Bayezid, Selim ve Cihangir de şiirle meşgul olmuşlardır. Bunlardan Şehzâde Bayezid “Şâhî” mahlasını tercih etmiştir. Öte yandan II. Selim, Selimî mahlasıyla birbirinden güzel şiirler yazmıştır. Bunun yanında II. Selim’in oğlu III. Murad’ın da, “Muradî “mahlasıyla güçlü şiirler yazdığını görüyoruz.
Türkçe Divanı’nda 1566 gazel bulunan III. Murad, Osmanlı şiir tarihinde en fazla gazel yazan şairler arasında sayılmaktadır. III. Murad’ın oğlu Sultan III. Mehmed de Adnî mahlasıyla şiirler kaleme almıştır. Aziz Mahmud Hüdâyî’ye intisap eden Sultan Ahmet Camii’nin banisi I. Ahmed, şiirlerinde Bahtî mahlasını kullanmıştır. II. Osman, Fârisî mahlasıyla şiirler yazmıştır. 11 yaşında tahta çıkan IV. Murad da “Murâdî” mahlasıyla şiirler kaleme almıştır. IV. Mehmed, II. Ahmed, II. Mustafa, III. Ahmed, III. Mustafa ve III. Selim gibi sultanlar da şiir yazmışlardır. II. Ahmed “Ahmed”, Sultan II. Mustafa, “İkbâlî”, III. Ahmed “Necîb”, III. Mustafa “Cihângîr” ve III. Selim de “İlhâmî” mahlaslarıyla şiirler yazmışlardır. Bunların yanında hat ve musikîyle meşgul olan II. Mahmud, Adlî mahlasıyla şiirler kaleme almıştır. II. Mahmud'un kızı Âdile Sultan, Divan oluşturmuş müstesna bir kadın şairdir. Bu ve bunun gibi örnekler Osmanlı padişahlarının şiir sevgisini göstermektedir.
Fatih Sultan Mehmet, Sadece İstanbul’u Değil, Şiir Kalelerini de Fethetmiştir
Osmanlı padişahları içerisinde şiire gönül veren ve usta işi şiirler yazan şair padişahlardan birisi de Fatih Sultan Mehmet’tir. İstanbul’u Bizans’tan alarak fetih müjdesine mazhar olan, çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmed(1432-1481) bilime, müziğe, sanata ve şiire çok önem vermiştir. Osmanlı’nın en büyük padişahları arasında kendisine yer bulan Fatih Sultan Mehmet, Avnî mahlasıyla güzel şiirler kaleme almıştır. İşte onlardan biri şudur: “İmtisâl-i câhidû fi'llâh olupdur niyyetim/Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim//Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâullâh ile/Ehl-i küfri ser-te-ser kahr eylemekdir niyyetim//Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim/Lütf-ı Hak'dandır hemân ümmîd-i feth ü nusretim//Nefs ü mâl ile n’ola kılsam cihânda ictihâd/Hamdüli'llâh var gazâya sad hezârân rağbetim//Ey Mehemmed mu'cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile/Umaram gâlib ola a'dâ-yı dîne devletim”
Fatih’in yukarıdaki meşhur şiirini günümüz Türkçesine çevirirsek maksat daha iyi anlaşılır: “Niyetim ‘Allah uğrunda hakkıyla savaşınız’ ayetine bağlı kalmaktır. Gayret gösterişim İslâm dininin gerektirdiği gayretlerdir./Allah'ın lütfu ve yardımları kutlu olan din büyükleri askerlerinin yardımları ile, niyetim kâfirleri baştan başa bozguna uğratmaktır./Ben, peygamberlere ve din ulularına güveniyorum. Fetih ve zafer ümidim Allah'ın lütfu ile mümkün olacaktır./Nefsim ve malım ile dünyada Allah için gayret etsem ne olur? Allah’a şükürler olsun ki gaziliğe yüz binlerce rağbetim var./Ey (Fâtih) Mehmed! Hazret-i Muhammed (sav)’in mucizeleri ile devletinin din düşmanlarını yeneceğini umuyorum.”
Tarihimizde Fatih Sultan Mehmet adıyla şöhret bulan İkinci Mehmed 1432 yılının 29 Mart’ında, zamanın Osmanlı payitahtı olan Edirne’de dünyaya gelmiştir. İkinci Mehmed, İkinci Murad'in Hümâ Hâtun'dan olma oğludur. İkinci Mehmed’in çok iyi bir eğitim aldığı; edebiyata, felsefeye, coğrafyaya ve astronomiye ilgi duyduğu söylenir. Hocazâde, Molla Gürânî, Molla İlyas, Sirâceddîn Halebî, Molla Hayreddin onun meşhur hocalarından birkaçıdır. Fatih, Arapça ve Farsça'nın yanı sıra Latince, Yunanca ve İtalyanca da öğrenmiştir.
Osmanlı’nın yedinci padişahı olarak tahta çıkan Fatih Sultan Mehmed çağ açan bir padişah olarak bilinir. Zira onun İstanbul’u Bizanslılardan(Doğu Roma) almasıyla orta çağ kapanmış, yeni çağ açılmıştır. İstanbul'u fethetmesinden sonra Ebû ʾl-Feth (Fethin Babası) diye anılmıştır. Daha sonra bu lakap “açan” anlamına gelen Fatih’e dönüşmüştür. Rivayetlere göre İstanbul’un fethinden sonra Kayser-i Rum (Roma İmparatoru) unvanını da kullanmıştır. İstanbul’un Fatih’i, Avrupa’da Büyük Türk (Grand Turco) olarak da anılmıştır.
Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlı’da divan şiiri çok mühim bir konumdaydı. Büyük isimler vardı şiir sahasında. O da bu atmosferden etkilenerek şiire meyletmiştir. O; Sadî, Nizamî ve Hâfız gibi meşhur İran şairlerinin ve Şeyhî, Ahmed Paşa ve Melîhî gibi Türk divan şairlerinin tesiri altında kalmıştır. Fatih’in Divan’ını yayınlayanlardan biri olan Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan, onun şiiri ve şairliği konusunda şu isabetli görüşlere yer veriyor:
“Çok kuvvetli bir eğitim almış, birkaç lisan bilen, zamanının bütün ilmî, kültürel, felsefî, siyasî ve entellektüel birikimine sahip kudretli bir padişah olan Fatih Sultan Mehmed’in şiiri bu yüksek bilgi ve kültür hamulesi ile birlikte bütün bir klâsik Türk edebiyatının son derecede gelişmiş ve neredeyse mükemmeliyete ulaşmış muhteva birikimini güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. Hacim olarak ancak küçük bir divançe oluşturan bu şiirler duygu ve düşünce bakımından oldukça gelişmiş bir sanatkâr şahsiyetinin renkli, samimî ve orijinal yansımalarını taşımaktadır. Beyitlerde ve mısralarda, büyük bir cihan devletini yöneten, doğunun padişahı olduğu kadar batının da kayzeri olmaya azmetmiş bir hükümdarın bu yüksek şahsiyetinin sanatkârlık ve söz sultanlığı ile bir kat daha güçlenmiş parıltılı akisleri de kendini hissettirmektedir. Gerek devrinin büyük şairleri ve gerekse bütün bir klâsik Türk edebiyatı şairler kadrosu içerisinde yapılacak ciddî araştırmaya dayalı bir mukayese sonucu, Şair Avnî’nin, hiç de telâffuz edildiği gibi “orta derecede bir şair” olmayıp; aksine, hayâl ve bilgi açısından çok yönlülük özelliği taşıyan üslûbu göz önünde bulundurulacak olursa, emsallerinden geri kalmayan, birinci sınıf sanatkârlar arasında sayılabileceği söylenebilir.”
Hayatını İslâm’a adayan ve İslâm’a hizmet etmekte sınır tanımayan Fatih Sultan Mehmed’in şöhret olmak gibi bir derdi yoktu. O, zaten Osmanlı gibi bir cihan devletinin tahtında oturuyordu. Bu açıdan baktığımızda kendisi fazlasıyla şöhret sahibiydi. Gayesi para, pul, makam, intikam ve şöhret değildi. Fatih’in şiir yazmaktaki gayesi ilâhî hakikatleri etkili bir biçimde ifade ederek gönüllere nakşetmekti. Zira İ’lâ-yı Kelimetullah’ı yeryüzüne yaymak onun en büyük emeliydi. Hocası Akşemseddin onu bu hususta mükemmel bir şekilde yetiştirmişti. O da hocalarından aldığı üstün terbiyeyle bu gaye uğrunda nefes tüketmiştir.
Osmanlı’nın medar-ı iftiharı olan Fatih’in erkek çocukları II. Bayezid, Mustafa ve Cem Sultan’dır. Onlar da şiirle hemhâl olmuşlardır. Milletlerin ancak eğitimle kalkınacağını düşünen Fatih, padişahlığı boyunca eğitime çok önem vermiştir. Bu gayeyle İstanbul’un ilk Türk yükseköğretim kurumu olan Sahn-ı Seman’ı kurmuştur.
Dünyada sözüne itibar edilen bir devlet adamı olan Fatih, kudretli bir komutan ve büyük bir siyaset dehasıydı. Fatih’in elindeki kalemi, belindeki kılıç kadar keskindi. Cesarette sınır tanımayan Fatih, Karamanoğulları Beyine hitaben şu cinaslı beyti söylemiştir: “Bizimle saltanat lafın idermiş ol Karâmânî/Hudâ fırsat verirse ger, kara yîre karam anî” Avnî mahlasını kullanan Fatih, zamanındaki şairlere nazaran daha sade bir dille yazmıştır.
Bir iman ve aksiyon adamı olan Fatih Sultan Mehmed, “Konstantiniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” hadisindeki müjdeye muhatap olan aşk ehli bir padişahtır. O, ilâhî aşkını şiirlerine de yansıtmıştır. Edebiyatta Avnî mahlasını kullanan İstanbul’un Fatih’i, yazdığı birbirinden güzel şiirlerle devasa bir divan teşkil etmiştir. Prof. Dr. Muhammed Nur Doğan “Avnî(Fatih) Divanı’nı hazırlayarak kültür hayatımıza kazandırmıştır. Doğan, Fatih’in divanıyla ilgili olarak aynı kitabın önsözünde şunları söylemektedir: “Şiirlerinin tamamı henüz ele geçirilememiş bulunan Fatih’in şiir metinleri ile ilgili bilinen tek nüsha, bugün Fatih Millet Kütüphanesi, Yazma Manzum Eserler kısmı no.305’te kayıtlı bulunan, Ali Emirî Efendi’nin bulduğu yazmadır. Umumiyetle gazellerden oluşan bu yazmayı Ali Emirî kendi el yazısı ile iki defa kopya etmiş ve ilim âlemine de bu yazmayı yine kendisi tanıtmıştır.”
Peygamberimizin Fetih Müjdesine Mazhar Olan Bir Peygamber Dostu…
Peygamberimizin fetih müjdesine mazhar olmak için İstanbul kapılarına dayanan ve birçok padişahın gerçekleştirmek isteyip de gerçekleştiremediği fethi gerçekleştiren Fatih, bir peygamber sevdalısıydı. Fahr-i Kâinat deyince onun için akan sular dururdu. Onun, kâinatın serverine hitaben yazmış olduğu şu beyitleri bu hakikatin söze bürünmüş hâlidir: “Ağlasa derd-i derûnum çeşm-i giryânım sana/Âşikâr olurdu gâlib râz-ı pinhânım sana//Mesned-i hüsn üzre sen ben hâk-i rehde pâymâl/Mûr hâlin nice arz ede Süleyman’ım sana//Şem’i gör kim meclisinde ağlayıp başdan çıkar/Hoş yanar yıkılır ey şem’-i şebistânım sana//Subh gibi sâdık olduğum gam-ı aşkında ben/Gün gibi rûşen durur ey mâh-ı tâbânım sana//Dün rakîbin cevrini men’ eyledin ben hastadan/Eyledi te’sir gûyâ âh u efgânım sana//Zahm-ı hicrân şerhi çün mümkün değildir dostum/Sîne-çâkinden haber versin girîbânım sana//Eyleme gönlün gözün cevr ile Avnî’nin harâb/Dürr ü gevherler verir bu bahr ile kânım sana”
Osmanlı’yı Osmanlı yapan, büyük hak ve hakikat dostu Fatih’in kaleminden çıkan yukarıdaki güzel şiiri daha anlaşılır kılmak için günümüz Türkçesine çevirelim: “İçimdeki dertler, yaş dolu gözlerim senin için ağlasa,/Gözyaşlarıma gâlip gelir aşikâr olurdu gizli sırlarım sana//Sen güzellik tahtında, bense senin uğrunda, ayaklar altında/Karınca halini nasıl arz ede, Süleyman’ım sana//Muma bak ki senin meclisinde ağlayıp baştan çıkar/Ne hoş yanıp yıkılır senin için ey odamı aydınlatan//Aşkının yolunda sabah kadar sâdık olduğum/Gün gibi âşikârdır sana ey ay gibi parlayanım//Âh ve feryatlarım galiba sana tesir etti ki,/Dün rakibi men eyledin eziyet etmekten bu hastaya//Ayrılık yarasını şerh etmek mümkün değil dostum/Göğsümdeki yarıkları haber versin açık duran yakam,//Eziyetinle Avnî’nin gözünü gönlünü harap etme/Zira bu deniz ve ocak inci mücevherler verir sana.”
Harp sahasındaki maharetini şiirde de gösteren Fatih, sadece ordunun değil, kelimelerin de serdarıydı. Onun şiirlerini okuyunca bu gerçeğe sizler de şahit olursunuz. Fakat onun, ordunun başındaki sert duruşunu şiirde göremezsiniz. Şiirde mahviyeti ağır basar. Zira o, şiirde kendisini Allah’a kul ve peygambere ümmet olarak görür. Hayata o zaviyeden bakar. Gençlerimiz onun komutanlığını, şairliğini ve Hakk’a kulluğunu mutlaka örnek almalıdır.
SULTAN II. BAYEZİD NAM-I DİĞER BAYEZİD-İ VELİ
M. NİHAT MALKOÇ
3 Aralık 1447'de, bugün Yunanistan sınırları içerisinde bulunan, Batı Trakya bölgesinde yer alan Evros’un sınırları içinde kalan Dimetoka'da doğan II. Bayezid, İstanbul'u Türk-İslâm yurdu yapan, çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmed'in Sitti Mükrime Hatun'dan olan oğludur. 1454 ile 1481yılları arasında Amasya’da 27 yıl boyunca sehzâde vali olarak bulunmuştur. Dinî hassasiyetleri üst düzeyde olduğu için kendisine "Bayezid-i Veli" de denilmiştir. Sekizinci Osmanlı padişahı olan II. Bayezid, babasının ölümünden sonra sıkıntılı bir sürecin ardından tahta çıkmıştır. Bayezid'in babası II. Mehmed ölünce dönemin ileri gelenleri bir toplantı yaparak tahta oturacak olan padişahın kim olacağını konuşurlar. Ekâbirin çoğunluğu Bayezid dese de Cem Sultan'ın tahta oturması gerektiğini savunanlar da vardı.
Fatih Sultan Mehmed öldüğünde II. Bayezid, bir şehzadeler şehri olan Amasya'da vali olarak bulunuyordu. Sadrazam Karamanî Mehmed Paşa, Cem Sultan'ın yeni padişah olmasından yanaydı. Fakat bu görüşüyle azınlıkta kalıyordu. Fakat yine de düşüncesinden vazgeçmeyerek, o zaman Cem Sultan'ın valilik yaptığı Karaman'a haberci yolladı. Öte yandan Amasya'daki II. Bayezid'e de haberciler gitti. Fakat Cem Sultan'a giden haberci Konya'da Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yakalandı. Bayezid'in habercisi yerine ulaştı. Haberi alan II. Bayezid, İstanbul'a gelerek 21 Mayıs 1481 tarihinde tahta çıktı. Sultan II. Bayezid 1481 ile 1512 yılları arasında 31 yıl Osmanlı Devleti’nin başında bulundu.
Sultan II. Bayezid'in, üvey kardeşi(babaları bir anneleri ayrı) Cem Sultan'la olan taht kavgaları Cem'in ölümüne dek hiç bitmedi. II. Bayezid anlaşma yolları arasa da Cem Sultan buna yanaşmadı. Abisi padişah olunca Cem Sultan, Bursa'da padişahlığını ilan etti. Adına hutbe okuttu, para bastırdı. O dönemde II. Bayezid 34, Cem Sultan ise 22 yaşındaydı.
Dönemin kaynakları II. Bayezid'in sakin, kendi hâlinde, halim selim ve dindar bir padişah portresi çizdiğini yazarlar. Bunun yanında onun zamanında ciddi anlamda askerî gelişmelerin olmadığını, fetih faaliyetlerinin sekteye uğradığını da ilâve ederler. Fakat o dönemde imar faaliyetlerinin hissedilir düzeyde arttığına da dikkat çekerler. Bunun zengin kültürel etkinliklerle ve ilmî çalışmalarla taçlandığını da özellikle belirtirler.
Sultan II. Bayezid'in Camileri ve Külliyeleri
Dini bütün bir insan olan Sultan II. Bayezid'in yaptırdığı veya kendi adına yapılan üç önemli cami ve külliye vardır. Bunlardan biri Edirne'de, biri Amasya'da, biri de İstanbul'dadır.
Osmanlı klasik dönem mimarisinin erken dönem eserlerinden biri olan İstanbul'daki Bayezid Camii, Sultan II. Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Mimarının kim olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bazıları tarafından Mimar Hayreddin, bazılarınca Mimar Kemaleddin, bazılarınca da Yakupşah bin Sultanşah tarafından inşa edildiği söylenir. Bu eser İstanbul'un fethinden sonra bu tarihî şehre yapılan ikinci selatin cami(ilki Fatih Camii) olarak bilinir. Cümle kapısındaki kitabeye göre 1501-1506 yılları arasında yaptırılmıştır.
İstanbul'daki Bayezit Camii II. Bayezid tarafından, Bizans devrindeki en büyük meydan olan Forum Theodosiacum veya Forum Tauri diye anılan yerde inşa edilmiştir. Bayezid Camii'nin içerisinden bir kesit dört ayak üstüne oturulmuş 16,78 m. çapında bir ana kubbesi kuzey ve güneyde iki yarım kubbe ile desteklenir. Ana kubbesinde yirmi, yarım kubbelerde yedişer pencere bulunur. Caminin 24 kubbeli revaklarla çevrilmiş kare biçiminde bir son cemaat avlusu bulunmaktadır. Avlu zemini mermer döşelidir ve ortasında şadırvan bulunur. Aslında üstü açık olan şadırvan, IV. Murat zamanında etrafına dikilen sekiz sütun üzerine oturtulmuş bir kubbe ile örtülmüştür. Avlu döşemesi ve şadırvanın sütunları Bizans`tan kalma malzemenin yeniden işlenmesiyle elde edilmiştir.
İstanbul'un en önemli tarihî eserlerinden biri olan bu caminin doğusunda ve batısında beşer kubbe ile örtülü iki tabhane (kanat) vardır. Tabhaneli yapıların son örneği kabul edilir. Baştan tabhane olarak tasarlanmış bu bölümler ile cami arasındaki duvar sonradan kaldırılmış; böylece tabhaneler namaz alanına dahil edilmiştir. Birer şerefeli iki taş minaresi olan caminin minareleri camiye değil; caminin iki yanındaki tabhanelere bitişiktir. Bu nedenle arada 79 metre mesafe vardır. Renkli taşlar ve kufi yazılarla bezeli minarelerden sağ tarafta olanı özgün süslemelerini büyük ölçüde korur; ancak diğeri birkaç kez onarım geçirmiş, bezemelerini yitirerek daha sade kalmıştır. Bu nedenle sağdaki minare, Selçukludan Osmanlıya geçişin İstanbul'daki tek numunesi kabul edilir. Harimin sağ köşesinde hünkar mahfili yer alır. 10 sütun üzerinde duran mahfile, dışarıdan bir merdiven ve kapı ile girilir.
Amasya'daki II. Bayezid Külliyesi 1481-1486 yılları arasında, Amasya Valisi Şehzade Ahmet tarafından babası Sultan II. Bayezid adına yaptırılmıştır. Cami, medrese, imaret ve şadırvandan oluşan bir külliye olarak yaptırılan yapının mimarı Şemseddin Ahmet’tir. Caminin güneydoğu köşesinde bulunan, Şehzade Ahmet’in küçük yaşta ölen oğlu Şehzade Osman’a ait türbe yapıya sonradan eklenmiştir. Yan mekânlı ya da zaviyeli cami mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan cami, ortada büyük bir kemerle ayrılan iki kare mekânla, doğu ve batı yanlarda üçer kubbeli yan mekânlardan oluşur. Orta mekânı, sekizgen kasnaklarında 16’şar pencere bulunan iki büyük kubbe örter. Kubbe içi ve pencere kemerlerinin üzeri zengin kalem işleri ile süslenmiştir. Ahşap pencere kanatları, 15. yy. ahşap kündekari tekniğinin en güzel örneklerindendir. Kuzeydeki son cemaat yeri, altı yuvarlak mermer sütun üzerine oturan beş sivri kemerin taşıdığı beş kubbe ile örtülüdür.
Caminin son cemaat yerindeki pencere üstleri mavi beyaz çini panolarla süslenmiştir. Buranın iki ucunda yükselen tek şerefeli iki minareden soldakinin gövdesi dikine yivli, sağdakinin gövdesi ise zikzak taş dekorludur. Caminin mukarnas süslemeli, ihtişamlı taç kapısı üzerindeki üç satırlık mermer kitabesini Hattat Şeyh Hamdullah yazmıştır. Avlu ortasında yer alan 12 kenarlı şadırvan, 12 sütunun taşıdığı, 12 yüzlü sivri piramit bir çatıyla örtülüdür. Caminin batı yönünde “U” planlı medrese bulunur. Külliyeyi çevreleyen avlunun batı duvarına bitişik olarak inşa edilmiş olan medrese, ortada genişçe bir avlu, avlunun etrafında kubbeli revaklar ve bunların arkasındaki öğrenci hücrelerinden oluşur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci başkenti Edirne’de, Tunca Nehri kıyısında 1484-1488 yıllarında inşa edilen Sultan II. Beyazıd Han Külliyesi; tıp medresesi, imaret, darüşşifa, cami, hamam, mutfak ve erzak depolarından oluşan bölümleri ile büyük bir yerleşke içinde, toplumun tüm sosyal ihtiyaçlarına cevap verecek bir sağlık merkezi olarak tasarlanmıştır.
Toplumun tüm kesimlerinden hastaların ilaçla tedavinin yanı sıra su sesi ve musiki gibi Ortaçağ Avrupa’sının tedavi yöntemleriyle karşılaştırıldığında oldukça modern tedavi yöntemlerinin uygulandığı bilinen Darüşşifa binası; hastaların takibini kolaylaştıran merkezi planlı mimarisi ve akustiği ile öne çıkmaktadır. Külliyenin mimari Hayreddin'dir.
Edirne'deki Sultan II. Bayezid Camii, mevcut külliye bütünlüğünde ortada planlanmıştır. Yaklaşık 500 m2’lik bir alanı kapsayan cami, revaklı şadırvanlı avlusuyla da Edirne’de ilk örnek olarak kabul edilir. Ortasında mermer bir şadırvan bulunan revaklı avluya üç ayrı kapıdan girilir. Revakların üzeri kubbeler ile örtülüdür. Son cemaat yeri revaklı avlunun devamı niteliğinde bir görünüme sahiptir. Harime girişi sağlayan taç kapısı kendisine dönüp dönüp baktıracak zarafettedir. İki kanatlı ahşap kapısı ise bu zarafeti zirveye taşırken, üst kısımda binanın yapım kitabesi göze çarpar. Hamdullah'ın tezhibiyle yazılmış olan kitabenin beyitleri dönemin şeyhülislamı Zembilli Ali Efendi‘ye aittir.
Sonsuzluğun Soluklanıldığı Mekân: Sultan II. Bayezid Türbesi
Osmanlı'nın sekizinci padişahına ait olan Sultan II. Bayezid Türbesi; İstanbul Suriçi'nde Beyazıt Meydanı’nda 1514 yılında Sultan II. Bayezid Külliyesi'nin haziresine inşa edilmiştir. Türbeyi Sultan II. Bayezid'in (1481-1512) oğlu ilk Osmanlı halifesi Yavuz Sultan Selim (1512–1520) caminin kıble yönündeki hazireye yaptırmıştır. Türbenin mimarının, kesinlik kazanamamakla birlikte, Mimar Hayrettin olduğu sanılmaktadır.
31 yıl Osmanlı tahtında kalan II. Bayezid saltanatı oğlu Yavuz Sultan Selim’e bıraktıktan sonra Dimetoka’ya gönderilmiş, ancak 1512'de Çorlu yakınlarında ölmüştür. Daha sonra İstanbul’a getirilerek kendi adına yaptırdığı caminin yanındaki türbeye gömülmüştür.
II. Bayezid Türbesi klasik Osmanlı türbe mimarisi formunda, küfeki taşından sekizgen planlı olup, her kenarı 5.35 metredir. Üzeri sağır sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür. Bu türbe Mimar Sinan öncesi Osmanlı devri mimarisi ile klasik Osmanlı mimarisi arasında bir geçit teşkil etmektedir. Türbenin her kenarında altlı üstlü ikişer penceresi vardır. Türbeyi son derece güzel aydınlatan bu pencerelerin alt sıradakileriyle giriş kısmındaki geniş saçaklı holün orijinali günümüze gelememiş, burası XVIII. yüzyılın sonlarına doğru yenilenmiştir. İki renkli taşlardan yapılmış kapı kemerinin üzerinde besmele yazılıdır. Kapı kanatları kündekari tekniğindedir. Ayrıca altın yaldızlı madeni kabaralarla süslenmişse de bunların hemen hemen hepsi yerlerinden sökülerek çalınmıştır. Kapı kanatlarının üst kısmındaki kitabelerde “Dünya ahiretin tarlasıdır” anlamında bir hadis-i şerife yer verilmiştir.
Sultan II. Bayezid Türbesi'nin dış cephesinde yeşil ve somaki mermerlere de yer verilmiş; böylece Osmanlı türbe mimarisindeki sadelikten kısmen uzaklaşılmıştır. Türbe içerisindeki kalem işleri barok üslupta 19. yüzyılda yapılmıştır. Bu kalem işlerinin Tanzimat döneminde yapıldığı ve 1940’lı yıllardan sonra caminin onarımı sırasında yenilendiği bilinmektedir. Ayrıca alt pencerelerin üzerlerine madalyonlar içerisinde manzara resimleri yapılmış, yine madalyonlar içerisinde Esma-ül Hüsna’ya yer verilmiştir. Sultan II. Bayezid 'in sandukası türbenin ortasına tek olarak yerleştirilmiştir. Sanduka sedef kaplamalı bir şebeke ile çevrilmiştir. Bu sandukanın üzerinde sarı simlerle Maraş işi tekniğinde Sultan II. Bayezid'in doğum, cülus, saltanat süresi ve ölüm tarihini içeren bir kitabe işlenmiş, bunun üzerine de celi-sülüs yazı ile kelime-i şahadet ve Kuran’dan alınma diğer bölümler işlenmiştir.
Sözlerin ve Gönüllerin Sultanı II. Bayezid Han Nam-ı Diğer Adlî
Bir cihan devleti olan Osmanlı'da birçok padişah aynı zamanda şairdi. Onlar onca yoğun ve zahmetli işlerine rağmen sözle yapılan sanatların en güzeli olan şiire de zaman ayırmayı ihmal etmemişlerdir. Onlar hem ülkeleri hem de gönülleri fethediyorlardı.
Üç kıtaya hükmeden padişahlarımızdan II. Murad "Muradî", Sultan II. Mehmed(Fatih) "Avnî", Sultan I. Selim "Selimî", Sultan I. Süleyman(Kanunî) "Muhibbî", II. Mustafa "İkbalî", II. Osman(Genç Osman) Farisî", III. Ahmed "Necip", III. Mehmed "Adnî", I. Ahmed "Bahtî", III. Mustafa "Cihangir", III. Selim "İlhamî", Şehzâde Korkut “Harîmî” mahlasıyla divan şiirine gazel, kaside, şarkı, tuyuğ, rubai ve murabba türlerinde kıymetli şiirler armağan etmişlerdir. Onlar bu özellikleriyle sanata verdikleri önemi de göstermişlerdir.
Osmanlı padişahları içerisinde şiire gönül veren, sanat değeri bakımından birbirinden kıymetli usta işi şiirler yazan şair padişahlardan birisi de Sultan II. Bayezid'dir. Osmanlı'nın kudretli padişahlarından ve söz ehlinden biri olan Fatih Sultan Mehmed'in oğlu ve tahttaki varisi II. Bayezid “Adlî” mahlasıyla bir divan tertip edecek kadar şiir yazmıştır. Osmanlı padişahları tarafından tertip edilen ilk mürettep divan II. Bayezid’ın Adlî Divanı’dır. Bu kıymetli divandan bir aşk şiirini paylaşmak istiyorum: "Senin zencîr-i zülfünden dil-i dîvane bend ister/Usandı hicr ile cândan asılmağa kemend ister//Mey-i la'lin içip vâiz harâb-ı çeşm-i yâr olduk/Ana de va'z ü tefsîri ki senden nush u pend ister//Lebin dârü'ş-şifâsından umar dil derdine dermân/Tabîb-i hasta dillersin devâsın derdmend ister//Gönül günc-i kanâatte otur giy hırka-i hüznü/Çün ol şeh kulların dâim fakîr ü müstemend ister/Hayâl-i sîm ü zer etmen ana benzer senin Adlî/Gedâ hâk üzre yatarken gümüşten tahtabend ister"
HAYATA HAKİKAT PENCERESİNDEN BAKAN ALP/EREN : YAVUZ SULTAN SELİM
M. NİHAT MALKOÇ
Mısır seferi sonrasında elde ettiği zaferle halifeliği Abbasilerden alıp Osmanlı'ya kazandırarak Osmanlı devleti içerisinde şahsına münhasır bir yer teşkil eden Yavuz Sultan Selim, tarihimiz içerisinde adından saygıyla söz edilen büyük bir şahsiyet abidesidir. Yavuz Sultan Selim, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Memluk halifesi III. Mütevekkil'den halifeliği devralmıştır. Kutsal toprakları Osmanlı sınırlarına kattığı zaman oradaki idarecilerin kullandığı Hakimü'l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hakimi) sıfatını uygun görmeyip kendini Hadimü'l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hizmetkârı) ilân etmiştir.
Tarihte "I. Selim" olarak da bilinen Yavuz Sultan Selim10 Ekim 1470’te babasının sancak beyi olarak bulunduğu Amasya’da dünyaya gelmiştir. Babası Sultan II. Bayezid, annesi Dulkadiroğulları Beyliği hükümdarı Sultan Alaüddevle Bozkurt Bey'in kızı Gülbahar Hatun'dur. Sultan Selim diğer Osmanlı padişahları gibi iyi bir manevî eğitimden geçmiştir. Yavuz Sultan Selim deyip de geçmemek lâzım. O, Osmanlı'nın en büyük padişahları arasında en önde gelenlerdendir. Osmanlı devletinin en görkemli dönemlerine şahit olan Yavuz Sultan Selim, aynı zamanda Osmanlı'nın ilk halifesi olarak da tarihteki eşsiz yerini almıştır. Bu şerefli unvan, onun büyüklüğüne büyüklük katmıştır. O, Bizans(Doğu Roma) saltanatına son vererek çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmet’in torunudur. Yavuz Sultan Selim dokuzuncu Osmanlı padişahı, aynı zamanda ilk Türk İslâm halifesidir.
Trabzon Valiliğinden Saltanata Giden Uzun ve Çileli Yol...
Yavuz Sultan Selim'in tespit edilebilen ilk görevi Trabzon Sancakbeyliği'dir. Bu görevde 24 yıl boyunca kalmıştır. Buraya 1487'de gelmiştir. Trabzon'a gelirken Çok sevdiği annesi Gülbahar Hatun'u da yanında getirmiştir. Zaten annesi Gülbahar Hatun'un mezarı da Trabzon'da Atapark mevkiinde kendi adına yapılan caminin avlusunda bulunmaktadır.
Yavuz Sultan Selim'in, bugünkü anlamda söylemek gerekirse valilik yılları ona idarî anlamda çok şey kazandırmıştır. Buradayken özellikle Gürcü prensliklerinin ve Osmanlı Devleti için büyük bir mesele teşkil edecek olan Şah İsmail'in faaliyetlerini dikkatle takip etmiştir. İzlenimlerini payitaht merkezi olan İstanbul'a bildirmiştir. Bununla da kalmamış Gürcü kralına yönelik seferde bulunmuş, bu seferde zaferle dönmüştür. Babası II. Bayezid bu seferin başarılı neticelenmesinden memnun olsa da Şah İsmail'le fazla sürtüşmemesini, düşman kazanmamasını oğluna tavsiye etmiştir. Fakat bu tavsiyesi pek işe yaramamıştır. Çünkü görünen o ki Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail'le mücadeleyi hiç bırakmamıştır.
Sert mizacının yanında mütevazı bir kişiliğe sahip olan Yavuz Sultan Selim, halifeliği Osmanlıya getiren padişahtır. 29 Ağustos 1516'da hilafet makamı, onun sayesinde Abbasilerden Osmanlı’ya geçmiştir. Yavuz Sultan Selim, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Abbasi halifesinden “Hâdim'ul-Harameyn'uş-Şerifeyn” ( Mekke ve Medine'nin hizmetkârı) unvanını devralmıştır. O, İslâm ümmetinin 88. halifesi olarak kayıtlara geçmiştir.
I. Selim, gözünü budaktan sakınmayan yiğit bir padişahtı. Yavuz Sultan Selim tahtta kaldığı sekiz yıllık kısa zaman içerinde Osmanlı'nın 2.375.000 kilometre kare olan toprağını 6.557.000 kilometre kareye yükseltmiştir. Meşhur şeyhülislâm ve tarihçi Kemâlpaşazâde (1468-1534) Yavuz Sultan Selim’i şöyle anlatır mısralarında: “Az zaman içre çok iş etmiş idi, sayesi olmuş idi âlem-gîr,/Şems-i asr idi, asırda şemsin, zılli memdûd olur zamanı kasır;/ Tâc ü tahtıyla fahr eder beyler, fahr ederdi anınla tâc ü serîr.” Bu ifadeleri günümüz Türkçesine çevirdiğimizde şu mânâ çıkıyor ortaya: (Az zamanda çok işler başarmıştı, gölgesi bütün ci¬hanı tutmuştu. 0 padişah ikindi güneşi gibi idi, bu va¬kitte güneşin gölgesi uzun, ömrü kısa olur. Beyler, taç ve tahtlarıyla övünürken, taç ile taht bizzat onunla övünürdü).
Yavuz Sultan Selim mala mülke ve makama değer vermeyen iyi bir Müslüman'dı. Sultan Selim'in gayesi, Müslümanları ve İslâm devletlerini bir bayrak altında toplamaktı. Aşağıdaki mısraları bu ulvî gayesini ortaya koymaktadır: "Milletimde ihtilaf u tefrika endişesi,/Kuşe-i kabrimde dahi bi-karar eyler beni/Müttehidken savlet-i a'dayı def'a çaremiz,/İttihad etmezse millet da'dar eyler beni." Günümüz Türkçesi şöyledir: "Milletimin ayrılma bölünme endişesi,/Mezarımda dahi rahatsız eder beni/Saldırgan düşmanlara karşı birleşmek iken çaremiz,/Birlik olmazsa, kızgın demirle dağlanmış gibi yanarım."
Hakikat odur ki I. Selim padişahlığı süresince gecesini gündüzüne katarak çalışmış, Osmanlı'nın idaresinde çıtayı yükseltmiştir. Anadolu'da birliği sağlayan Yavuz, İpek ve Baharat Yolu'nu ele geçirerek ticarette etkin bir konuma gelmiştir. Bu da huzuru ve refahı beraberinde getirmiştir. O, sekiz yılda seksen yıllık iş yapmıştır. Zaman onun devrinde adeta genişlemiştir. Seferden sefere, zaferden zafere koşmuştur. Bu mühim seferler ve zaferler arasında şunları sayabiliriz: "Çaldıran Zaferi, Doğu ve güney sınırlarındaki önemli kale ve şehirlerin fethi, Mısır Seferi, Mercidabık Zaferi, Ridaniye Zaferi, Hilâfetin Osmanlıya getirilmesi, İdarî düzenlemeler ve ıslahat çalışmaları; Askerî alanda modernleştirme çalışmaları, Donanmayı güçlendirme, İmar ve iskân faaliyetleri, İlmî-edebî çalışmalar..."
Yavuz Sultan Selim Şairlerin de Şiirlerin de Sultanıdır
Osmanlı padişahları çok yönlü insanlardı. İyi birer devlet adamı oldukları gibi, iyi de sanatkârdılar. Birçok Osmanlı padişahı şiire ve edebiyata gönül vermiştir. Bunlar arasında II. Murad "Muradî", Fatih Sultan Mehmet "Avnî", II. Bayezid "Adlî", III. Selim "İlhamî", I. Ahmed "Bahtî", Kanunî Sultan Süleyman ise "Muhibbî" mahlasıyla usta işi şiirler yazmıştır.
Şiire ve edebiyata gönül veren Osmanlı padişahlarından biri de Yavuz Sultan Selim'dir. O şiirlerinde "Selimî" mahlasını kullanmıştır. Osmanlı padişahları arasında sert bir mizaca sahip olan Yavuz, aslında naif bir gönül adamıydı. Güçlü bir siyasî iktidarı elinde tutmasının yanında, edebî iktidarı da tescil edilmişti. O, sadece Osmanlı cihan devletinin değil, aynı zamanda kelimelerin de sultanıydı. Gönül sultanlığını tahtlardan ve taçlardan daha üstün tutardı. "Resimli Türk Edebiyatı Tarihi" adıyla kıymetli bir eser kaleme alan edebiyat tarihçimiz Nihat Sami Banarlı onu şöyle anlatır: “Yavuz’un şiir sanatına vukufu ve o çağlarda şiir söylemeyi mümkün kılan umumî bilgisi ve edebî kültürü hakkında, onun Farsça Divanı bize kâfi bir fikir verebilecek mahiyettedir. Bu küçük divanı dolduran ince, hisli şiirlerde duygu unsuru derecesinde bilgi, görgü ve tefekkür unsurunun da kuvvetli bir hissesi vardır.”
Osmanlı padişahlarının birçoğu gibi Yavuz Sultan Selim de ilme ve âlime çok değer vermiştir. Onları el üstünde tutmuştur. Kendisi Arapça ve Farsçayı iyi derecede bilen bir padişahtı. Öte yandan Yavuz, Osmanlı sultanları arasında Farsça divanı olan tek padişahtır. Küçük yaşlarda Kuran-ı Kerim, tefsir, hadis ve fıkıh dersleri yanında yüksek fen ilimlerini de öğrenmiştir. Hafızası çok güçlü olan Yavuz Sultan Selim, aynı zamanda bir satranç ustasıdır.
Yavuz Sultan Selim'in Türkçe şiirleri Farsça şiirlerine nazaran daha azdır. Onun aksine, şiirdeki rakiplerinden Şah İsmail, Anadolu halkını etkileyebilmek için "Hatai" mahlasıyla Türkçe şiirler yazmıştır. Bazı rivayetlere göre Yavuz da İran halkını etkilemek için şiirde Farsçaya ağırlık vermiştir. Sehi Çelebi, Selim Han’ın şairlik yönünü anlatırken: “Şiirleri âşıkane ve merdanedir. Şayet padişahlık etmeyip halkın, ileri gelenlerin ve memleketin işleri ile uğraşmak yerine gönül rahatlığıyla tamamen şiire yönelseydi, her tarafta meşhur olan Hüsrev-i Dehlevi’nin şiirleri onunkiler yanında, okunma hakkına sahip olacak kabiliyette olmazdı” demiştir. Tanzimat edebiyatının hürriyet şairi Namık Kemal, Yavuz Sultan Selim'in şairliği için “Sultan Selim, benim zannımca asrının en büyük şairidir” ifadesini kullanmıştır.
İyi bir şair olan Yavuz Sultan Selim aynı zamanda hayata geniş pencerelerden bakan bilge bir insandı. O, kendini zahirî ve batınî ilimlerde çok iyi yetiştirmişti. Onun birbirinden kıymetli sözleri zihinlerimizi süslemektedir. Bunlardan bir kısmını paylaşmak istiyorum: "Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür.", "Haine cesaret veren merhamet, zulme yakındır.", "Devletleri yıkan tüm hataların altında nice gururun gafleti yatar.", "Biz bunca meşakkate alkış uğruna katlanmadık, halis niyetimiz rızayı ilâhîdir.", "Âlimlerin bindiği atın ayağından üstümüze sıçrayan çamur şerefimizdir.", "Ben Allah'ın emirlerini yerine getirmek, zulüm görenlere yardım etmek için zırh giydim, kılıç kuşandım!", "Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş/ Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş…"
Haliç'i Temaşa Eden Manevî Bir Sığınak: Yavuz Sultan Selim Camii ve Külliyesi
İstanbul'un yedi tepesinden beşincisinin üzerine kondurulmuş bir abide olan Yavuz Sultan Selim Camii, Yavuz Sultan Selim Külliyesi içerisinde bulunan bir şaheserdir. İstanbul’da XVI. yüzyılda Kanûnî Sultan Süleyman tarafından babası Yavuz Sultan Selim adına yaptırılan söz konusu külliyenin içinde Sultan Selim'e, Hafsa Sultan'a ve şehzadelere ait türbeler, mektep, tabhane(matbaa), imaret ve hamam bulunmaktadır. Külliyenin imaret ve hamamı ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır. Külliyenin cami, tabhâne, türbe, mektep ve imaretinin, o sıralarda mimarbaşı olan Acem Ali tarafından, hamam ve kervansarayın da Mimar Sinan tarafından yapıldığı tahmin edilmektedir. Cami ve külliye Fatih ilçesinin Yavuzselim semtindeki Çukurbostan denilen Bizans açık su haznesi yanında, Haliç’in dik yamaçları üzerindedir. Caminin, cümle kapısındaki Arapça kitabeye göre, 929 Muharrem'inde (Aralık 1522'de) Yavuz Sultan Selim’in emriyle yapılmış olduğu yazılıdır.
İstanbul'un en güzel camilerinden biri olan Yavuz Sultan Selim Camii, ihtişamlı görünüşüyle İstanbul'un yedi selâtin camisinden biridir. Bu hâliyle gözlere ve gönüllere huzur katmaktadır. "Vakfiyesinde minber, mihrap, minare ve şadırvanlı olarak belirtilen Yavuz Sultan Selim Camii, büyük kubbesi ve birer şerefeli iki minaresiyle tabhâneli camilerin son örneğidir. Kesme küfeki taşından inşa edilen yapıda yer yer bazı kemerler ve bazı kısımlarda kırmızı taş kullanılmıştır. Klasik üslûptaki iç avlu üç kapılıdır ve kubbeli bir revakla çevrilidir. Mermer döşeli avlunun ortasında bir şadırvan bulunur. Cami plan olarak daha çok Edirne Beyazıt Camii’ne benzemektedir. İki tarafında dörder odalı tabhâneleri vardır. Tek kubbesi duvar içine gizlenmiş dört büyük kemer üzerine oturur. Minareler avlu yan duvarları ile tabhânelerin birleştiği köşelerdedir." (İslâm Ansiklopedisi c. 37, s. 514)
Caminin kuzey ve doğusundaki dış avlusu muhteşem bir Haliç manzarasını temaşa et(tir)mektedir. Caminin iç avlusuna üç kapıdan da girilebilmektedir. İç avludaki kubbeli ve sekiz mermer sütunlu şadırvan klasik Osmanlı mimarisinin görülmeye değer bir örneğidir. Öte yandan caminin son cemaat mahallinin pencerelerinin üzerinde bulunan çini panolar muhteşemdir. Son cemaat yeriyle birlikte avluyu 18 sütun ve 22 kubbe çevirmektedir.
Beşinci Tepede Sonsuzluğu Solumak Yahut Yavuz Sultan Selim Han Türbesi
Osmanlı'nın ilk halifesi Yavuz Sultan Selim, son olarak Ordu-yu Hümayun'la Edirne seferine çıktı. Fakat 22 Eylül 1520'de Tekirdağ ilinin Muratlı ilçesine bağlı Sırt köyünde “şirpençe(aslan pençesi)” denilen bir çıban yüzünden henüz 50 yaşındayken vefat etti. Daha sonra cenazesi İstanbul’a getirildi ve Fatih Camii’nde Zenbilli Ali Efendi tarafından namazı kılınarak Çukurbostan yanındaki bu mevkide defnedildi. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
Yavuz Sultan Selim'in türbesi oğlu Kanunî Sultan Süleyman tarafından 1516-1522 yılları arasında Fatih’te Haliç’e hakim olan bir tepede inşa edilmiştir. Külliyenin kıble yönündeki haziresinde yer alan bu türbede, kıbleye göre en sağda olan sanduka Yavuz Sultan Selim’in sandukasıdır. Bu türbenin yanında bulunan benzer mimari özellikleri bulunan öbür türbede ise, Kanunî Sultan Süleyman’ın küçük yaşta ölen kızları ve şehzadeleri metfundur. Külliye haziresinde Kanunî'nin annesi Hafsa Sultan'ın mezarı da yer almaktadır.
Yavuz Sultan Selim’e ait türbe, Sultan’ın şanına yaraşır bir sanat eseridir. Kapısı, pencere kapakları ve türbe içindeki ahşap parmaklığın sedef işlemeleri harikuladedir. Türbede Yavuz Sultan Selim’in sandukasının üzerinde örtülü bir kaftan vardır. Bu kaftanın hikâyesi oldukça ibretlidir: "Mısır seferi, Osmanlı tarihinde bir padişahın katıldığı en uzun süreli sefer-i hümayundur. Mısır fethedilip İstanbul’a dönülürken Adana civarına gelindiğinde ordu şiddetli bir yağmura yakalanır. Ortalık çamur deryasına dönmüştür. O bölgede konaklama kararı verilir. Ertesi gün yolculuğa devam edilir. Sultan Selim Han, devrinin büyük ilim adamlarından Kemal Paşazade ile sohbet ederek yol almaktadır. Bir ara Kemal Paşazade’nin atı tökezler ve atın ayağından sıçrayan çamur, padişahın kaftanını kirletir. Kemal Paşazade son derece mahcup olmuştur. Yavuz Sultan Selim, bu büyük ilim adamını mahcup etmemek için hizmetçilerine der ki: "Bana yeni bir kaftan getirin ve bu elbisemin üzerindeki çamurları da sakın temizlemeyin! Âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için kıymetlidir. Ben öldüğüm zaman bu kaftanımı, sandukamın üzerine örtersiniz."
Bu cihana Yavuz Sultan Selim gibi Hakk ve hakikat dostu cesur bir padişah geldi. Çıktığı seferlerdeki yiğitliğiyle göz doldurdu. Hakk uğruna ölümü göze aldı. Tahtta kaldığı sekiz yıllık süreye seksen yıllık işler sığdırdı; sonra da henüz ellisindeyken sessizce bu dünyadan çekilip gitti. Onun ölümü üzerine Yahya Kemal "Selimname" adlı o abidevî şiirini yazdı. Bu şiirde Yavuz Sultan Selim'i yere göğe sığdıramadı. Yazımı bu şiirden aldığım beyitlerle sonlandırmak istiyorum: "Eflâkden o dem ki peyâm-ı kader gelür/Gûş-ı cihâne velvele-i bâl ü per gelür//Devr-i fütûhu Sûr-ı Sirâfîl müjdeler,/Hak’tan nizâm-ı âlemi te’mîne er gelür//Ebvâb-ı Ravza-i Nebevî’den firiştegân,/Cibrîl’i gördüler nice demdir gider gelür//Derk ettiler ki merkad-i pâk-i Muhammed’e,/Rûhu’l-Kudüs’le Arş-ı Hudâ’dan haber gelür//Rûy-i zemîni tâbi-'i fermânı kılmağa,/Sultan Selîm Han gibi bir şîr-i ner gelür."
OSMANLI'NIN İLK HALİFESİ : YAVUZ SULTAN SELİM HAN
M. NİHAT MALKOÇ
Kayı boyundan bir cihan devleti çıkaran Osman Gazi'den, son padişah Vahdettin'e kadar altı asırlık Osmanlı saltanatı içinde 36 padişah saltanat koltuğuna oturmuş, tabir caizse o ateşten gömleği üzerlerine giymiştir. Bu padişahlardan biri de sekiz yıl boyunca bu ehemmiyetli vazifeyi başarıyla yürüten, "I. Selim" olarak da bilinen Yavuz Sultan Selim'dir. I. Selim, 10 Ekim 1470’te Amasya’da dünyaya gelmiştir. Babası Sultan İkinci Bayezid, annesi Dulkadiroğulları Beyliği hükümdarı Sultan Alaüddevle Bozkurt Bey'in kızı Gülbahar Hatun'dur. Yavuz Sultan Selim, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, omuzlarının arası geniş, yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü, uzun bıyıklı ve yiğit bir padişahtı. Ata binmede, kılıç kuşanmada, ok atmada ve savaşçılıkta emsalsiz yeteneklere sahipti.
Yavuz Sultan Selim deyip de geçmemek lâzım. O, Osmanlı'nın en büyük padişahları arasında en önde gelenlerdendir. Osmanlı devletinin en görkemli dönemlerine şahit olan Yavuz Sultan Selim, aynı zamanda Osmanlı'nın ilk halifesi olarak da tarihteki eşsiz yerini almıştır. Bu şerefli unvan, onun büyüklüğüne büyüklük katmıştır. O, Bizans(Doğu Roma) saltanatına son vererek çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmet’in torunudur. Yavuz Sultan Selim dokuzuncu Osmanlı padişahı, aynı zamanda ilk Türk İslâm halifesidir.
Trabzon'da Şehzade Abdullah'tan sonra, Sancakbeyi olan ikinci ve son şehzade Yavuz Sultan Selim olmuştur. Fatih Sultan Mehmed’in vefatı ile II. Bâyezid Han (1481-1512), Osmanlı Devleti tahtına padişah olarak cülûs ettiği zaman, oğlu Şehzade Selim’i 886/1481 yılında Trabzon Sancakbeyi olarak tayin etmişti. Şehzadelik döneminde uzun yıllar Trabzon Valiliği yapan Yavuz, Trabzon Valiliği sırasında Trabzon halkını rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yapmıştır. Bu seferlerin en önemlisi olan Kutayis seferinde(1508) Kars, Erzurum, Artvin illeri ile birçok yeri fethederek Osmanlı topraklarına katmıştır.
Sert mizacının yanında mütevazı bir kişiliğe sahip olan Yavuz Sultan Selim, halifeliği Osmanlıya getiren padişahtır. 29 Ağustos 1516'da hilafet makamı, onun sayesinde Abbasilerden Osmanlı’ya geçmiştir. Yavuz Sultan Selim, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Abbasi halifesinden “Hâdim'ul-Harameyn'uş-Şerifeyn” ( Mekke ve Medine'nin hizmetkârı) unvanını devralmıştır. O, İslâm ümmetinin 88. halifesi olarak kayıtlara geçmiştir.
I. Selim, gözünü budaktan sakınmayan yiğit bir padişahtı. Yavuz Sultan Selim tahtta kaldığı sekiz yıllık kısa zaman içerinde Osmanlı'nın 2.375.000 kilometre kare olan toprağını 6.557.000 kilometre kareye yükseltmiştir. Meşhur şeyhülislâm ve tarihçi Kemâlpaşazâde (1468-1534) Yavuz Sultan Selim’i şöyle anlatır mısralarında: “Az zaman içre çok iş etmiş idi, sayesi olmuş idi âlem-gîr,/Şems-i asr idi, asırda şemsin, zılli memdûd olur zamanı kasır;/ Tâc ü tahtıyla fahr eder beyler, fahr ederdi anınla tâc ü serîr.” Bu ifadeleri günümüz Türkçesine çevirdiğimizde şu mânâ çıkıyor ortaya: (Az zamanda çok işler başarmıştı, gölgesi bütün ci¬hanı tutmuştu. 0 padişah ikindi güneşi gibi idi, bu va¬kitte güneşin gölgesi uzun, ömrü kısa olur. Beyler, taç ve tahtlarıyla övünürken, taç ile taht bizzat onunla övünürdü).
Yavuz Sultan Selim mala mülke ve makama değer vermeyen iyi bir Müslüman'dı. Sultan Selim'in gayesi, Müslümanları ve İslâm devletlerini bir bayrak altında toplamaktı. Aşağıdaki mısraları bu ulvî gayesini ortaya koymaktadır: "Milletimde ihtilaf u tefrika endişesi,/Kuşe-i kabrimde dahi bi-karar eyler beni/Müttehidken savlet-i a'dayı def'a çaremiz,/İttihad etmezse millet da'dar eyler beni." Günümüz Türkçesi şöyledir: "Milletimin ayrılma bölünme endişesi,/Mezarımda dahi rahatsız eder beni/Saldırgan düşmanlara karşı birleşmek iken çaremiz,/Birlik olmazsa, kızgın demirle dağlanmış gibi yanarım."
Hakikat odur ki I. Selim padişahlığı süresince gecesini gündüzüne katarak çalışmış, Osmanlı'nın idaresinde çıtayı yükseltmiştir. Anadolu'da birliği sağlayan Yavuz, İpek ve Baharat Yolu'nu ele geçirerek ticarette etkin bir konuma gelmiştir. Bu da huzuru ve refahı beraberinde getirmiştir. O, sekiz yılda seksen yıllık iş yapmıştır. Zaman onun devrinde adeta genişlemiştir. Seferden sefere, zaferden zafere koşmuştur. Bu mühim seferler ve zaferler arasında şunları sayabiliriz: "Çaldıran Zaferi, Doğu ve güney sınırlarındaki önemli kale ve şehirlerin fethi, Mısır Seferi, Mercidabık Zaferi, Ridaniye Zaferi, Hilâfetin Osmanlıya getirilmesi, İdarî düzenlemeler ve ıslahat çalışmaları; Askerî alanda modernleştirme çalışmaları, Donanmayı güçlendirme, İmar ve iskân faaliyetleri, İlmî-edebî çalışmalar..."
Yavuz Sultan Selim'in Edebî Kişiliği
Osmanlı padişahları çok yönlü insanlardı. İyi birer devlet adamı oldukları gibi, iyi de sanatkârdılar. Birçok Osmanlı padişahı şiire ve edebiyata gönül vermiştir. Bunlar arasında II. Murad "Muradî", Fatih Sultan Mehmet "Avnî", II. Bayezid "Adlî", III. Selim "İlhamî", I. Ahmed "Bahtî", Kanunî Sultan Süleyman ise "Muhibbî" mahlasıyla usta işi şiirler yazmıştır.
Şiire ve edebiyata gönül veren Osmanlı padişahlarından biri de Yavuz Sultan Selim'dir. O şiirlerinde "Selimî" mahlasını kullanmıştır. Osmanlı padişahları arasında sert bir mizaca sahip olan Yavuz, aslında naif bir gönül adamıydı. Güçlü bir siyasî iktidarı elinde tutmasının yanında, edebî iktidarı da tescil edilmişti. O, sadece Osmanlı cihan devletinin değil, aynı zamanda kelimelerin de sultanıydı. Gönül sultanlığını tahtlardan ve taçlardan daha üstün tutardı. "Resimli Türk Edebiyatı Tarihi" adıyla kıymetli bir eser kaleme alan edebiyat tarihçimiz Nihat Sami Banarlı onu şöyle anlatır: “Yavuz’un şiir sanatına vukufu ve o çağlarda şiir söylemeyi mümkün kılan umumî bilgisi ve edebî kültürü hakkında, onun Farsça Divanı bize kâfi bir fikir verebilecek mahiyettedir. Bu küçük divanı dolduran ince, hisli şiirlerde duygu unsuru derecesinde bilgi, görgü ve tefekkür unsurunun da kuvvetli bir hissesi vardır.”
Osmanlı padişahlarının birçoğu gibi Yavuz Sultan Selim de ilme ve âlime çok değer vermiştir. Onları el üstünde tutmuştur. Kendisi Arapça ve Farsçayı iyi derecede bilen bir padişahtı. Öte yandan Yavuz, Osmanlı sultanları arasında Farsça divanı olan tek padişahtır. Küçük yaşlarda Kuran-ı Kerim, tefsir, hadis ve fıkıh dersleri yanında yüksek fen ilimlerini de öğrenmiştir. Hafızası çok güçlü olan Yavuz Sultan Selim, aynı zamanda bir satranç ustasıdır.
Yavuz Sultan Selim'in Türkçe şiirleri Farsça şiirlerine nazaran daha azdır. Onun aksine, şiirdeki rakiplerinden Şah İsmail, Anadolu halkını etkileyebilmek için "Hatai" mahlasıyla Türkçe şiirler yazmıştır. Bazı rivayetlere göre Yavuz da İran halkını etkilemek için şiirde Farsçaya ağırlık vermiştir. Sehi Çelebi, Selim Han’ın şairlik yönünü anlatırken: “Şiirleri âşıkane ve merdanedir. Şayet padişahlık etmeyip halkın, ileri gelenlerin ve memleketin işleri ile uğraşmak yerine gönül rahatlığıyla tamamen şiire yönelseydi, her tarafta meşhur olan Hüsrev-i Dehlevi’nin şiirleri onunkiler yanında, okunma hakkına sahip olacak kabiliyette olmazdı” demiştir. Tanzimat edebiyatının hürriyet şairi Namık Kemal, Yavuz Sultan Selim'in şairliği için “Sultan Selim, benim zannımca asrının en büyük şairidir” ifadesini kullanmıştır. Yavuz'un; yana da, aşağıya da aynı okunabilen şu dörtlüğü şiirdeki ustalığına işarettir:
“Sanma şâhım/ herkesi sen/ sâdıkâne/ yâr olur
Herkesi sen/ dost mu sandın/ belki ol/ ağyâr olur
Sâdıkane/ belki ol/ âlemde bir/ dildâr olur
Yâr olur/ ağyâr olur/ dildâr olur/ serdâr olur.”
Yavuz Sultan Selim Camii ve Külliyesi
İstanbul'un yedi tepesinden beşincisinin üzerine kondurulmuş bir abide olan Yavuz Sultan Selim Camii, Yavuz Sultan Selim Külliyesi içerisinde bulunan bir şaheserdir. İstanbul’da XVI. yüzyılda Kanûnî Sultan Süleyman tarafından babası Yavuz Sultan Selim adına yaptırılan söz konusu külliyenin içinde Sultan Selim'e, Hafsa Sultan'a ve şehzadelere ait türbeler, mektep, tabhane(matbaa), imaret ve hamam bulunmaktadır. Külliyenin imaret ve hamamı ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır. Külliyenin cami, tabhâne, türbe, mektep ve imaretinin, o sıralarda mimarbaşı olan Acem Ali tarafından, hamam ve kervansarayın da Mimar Sinan tarafından yapıldığı tahmin edilmektedir. Cami ve külliye Fatih ilçesinin Yavuzselim semtindeki Çukurbostan denilen Bizans açık su haznesi yanında, Haliç’in dik yamaçları üzerindedir. Caminin, cümle kapısındaki Arapça kitabeye göre, 929 Muharrem'inde (Aralık 1522'de) Yavuz Sultan Selim’in emriyle yapılmış olduğu yazılıdır.
İstanbul'un en güzel camilerinden biri olan Yavuz Sultan Selim Camii, ihtişamlı görünüşüyle İstanbul'un yedi selâtin camisinden biridir. Bu hâliyle gözlere ve gönüllere huzur katmaktadır. "Vakfiyesinde minber, mihrap, minare ve şadırvanlı olarak belirtilen Yavuz Sultan Selim Camii, büyük kubbesi ve birer şerefeli iki minaresiyle tabhâneli camilerin son örneğidir. Kesme küfeki taşından inşa edilen yapıda yer yer bazı kemerler ve bazı kısımlarda kırmızı taş kullanılmıştır. Klasik üslûptaki iç avlu üç kapılıdır ve kubbeli bir revakla çevrilidir. Mermer döşeli avlunun ortasında bir şadırvan bulunur. Cami plan olarak daha çok Edirne Beyazıt Camii’ne benzemektedir. İki tarafında dörder odalı tabhâneleri vardır. Tek kubbesi duvar içine gizlenmiş dört büyük kemer üzerine oturur. Minareler avlu yan duvarları ile tabhânelerin birleştiği köşelerdedir." (İslâm Ansiklopedisi c. 37, s. 514)
Caminin kuzey ve doğusundaki dış avlusu muhteşem bir Haliç manzarasını temaşa et(tir)mektedir. Caminin iç avlusuna üç kapıdan da girilebilmektedir. İç avludaki kubbeli ve sekiz mermer sütunlu şadırvan klasik Osmanlı mimarisinin görülmeye değer bir örneğidir. Öte yandan caminin son cemaat mahallinin pencerelerinin üzerinde bulunan çini panolar muhteşemdir. Son cemaat yeriyle birlikte avluyu 18 sütun ve 22 kubbe çevirmektedir.
Yavuz Sultan Selim Köprüsü Bir Vefa Nişanesidir
Çok kısa bir zaman içerisinde Osmanlı'nın kaderini değiştiren büyük padişah Yavuz Sultan Selim'in adını yaşatmak boynumuzun borcudur. Onu gelecek nesillere hakkıyla ve lâyıkıyla tanıtmalıyız. Zira bize vefa yakışır. Bu vesileyle geçtiğimiz aylarda İstanbul'un iki yakasını üçüncü kez birleştiren devasa köprüye "Yavuz Sultan Selim Köprüsü" adı verilmişti. Söz konusu köprü, dünya liderlerinin de katıldığı görkemli bir törenle 26 Ağustos 2016 tarihinde açılmıştı. Kuzey Marmara Otoyolu Projesi kapsamında İstanbul Boğazı'na inşa edilen köprü, dünyanın en geniş köprüsü olarak kayıtlara geçmişti. Yatırım maliyeti üç milyar dolar olan bu göz kamaştırıcı köprü, üzerinde raylı sistem bulunan dünyanın en uzun asma köprüsü olma özelliğini de taşıyor. Durum bu iken bazı kesimler böyle gurur verici bir eseri bile, sırf adından dolayı tartışmaya açmış, milletimize bu sevinci yaşamayı çok görmüştür.
Boğaziçi'nin üçüncü gerdanlığına "Yavuz Sultan Selim" adının konulması bazı kesimler tarafından tartışma konusu yapılmıştı. Onların sözde gerekçesi Yavuz'un kırk bin Alevi'yi öldürdüğü yalanıydı. Oysa Yavuz Sultan Selim 1514 İran Seferinde böyle büyük bir katliam yapmamış, olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atarak ve bilinen elebaşıları, Safevî propagandacıları ve ajanları ortadan kaldırarak sükuneti sağlamıştır. Gerçekleri saptırarak zihinleri bulandırmaya gerek yoktur. Hakikat bundan ibarettir.
İkindi Gölgesinin Güneşe Galebe Çalması Yahut Emre Uyup Yola Revan Olmak...
"Yavuz" namıyla ünü dünyaya yayılan I. Selim'in ümmet-i İslâm ve Osmanlı için büyük idealleri vardı. O, İslâm birliğini gerçekleştirmeye kararlıydı. Gençti, güçlüydü, kendinden emindi. Seferden sefere ve fetihten fetihe koşuyordu. Düşmanların yüreğine korku salmıştı. Fakat Rabbimizin "Her nefis ölümü tadacaktır"(Ankebut 57) buyruğu uyarınca o da her can gibi, ölümü genç denebilecek bir yaşta tattı. Yüreklere kor ateşler düşürdü.
Osmanlı'nın ilk halifesi Yavuz Sultan Selim, son olarak Ordu-yu Hümayun'la Edirne seferine çıktı. Fakat 22 Eylül 1520'de Tekirdağ ilinin Muratlı ilçesine bağlı Sırt köyünde “şirpençe(aslan pençesi)” denilen bir çıban yüzünden henüz 50 yaşındayken vefat etti. Daha sonra cenazesi İstanbul’a getirildi ve Fatih Camii’nde Zenbilli Ali Efendi tarafından namazı kılınarak Çukurbostan yanındaki bu mevkide defnedildi. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
Son söz Yahya Kemal'in Yavuz Sultan Selim için yazdığı "Rıhlet" adlı şiirinden aldığımız şu mısralar olsun: "Bir gün çalındı nevbet-i takdir rıhlete/Ukbâda yol göründü Huda'dan bu davete/Doldukça doldu gözleri eşk-î firak ile/Kudretlü pâdişâh veda etti millete"
OSMANLI'NIN "MUHTEŞEM" DEVRİ VE KANUNÎ SULTAN SÜLEYMAN
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı padişahlarının onuncusu, 89. İslâm halifesi olan ve "Muhteşem Süleyman" olarak anılan Kanunî Sultan Süleyman 1494(bir rivayete göre ise1495)'te, babası Yavuz Sultan Selim'in sancakbeyi(vali) olarak bulunduğu Trabzon'da dünyaya gelmiştir. Babası I. Selim(Yavuz), annesi ise Ayşe Hafsa Valide Sultan'dır. O aynı zamanda II. Bayezid'in torunudur. Kanunî Sultan Süleyman'ın eşleri başta Hürrem Sultan olmak üzere Fülane Hatun, Mahidevran Sultan ve Gülfem Hatun'dur. Fakat onun hayatında Hürrem Sultan'ın ayrı bir yeri vardır. O, Hürrem Sultan'la hem büyük bir aşk yaşamış hem de çalkantılı bir dönem geçirmiştir. Kanunî'nin çocukları arasındaki taht kavgalarında Hürrem baş rol oynamıştır.
Kanunî'nin çocukluğu babasının sancak beyi olarak görev yaptığı Trabzon'da geçmiştir. Şehzâde Süleyman, diğer şehzâdeler gibi, en üst düzeyde eğitim görmüştür. İlk eğitimini Trabzon sarayında kendisine tahsis edilen hocalardan almıştır. Rivayetlere göre ilk hocası Hayreddin Efendi'dir. Trabzon'da iken süt kardeşi, Kadı Ömer Efendi'nin oğlu Yahya ile (Beşiktaşlı Yahya Efendi) birlikte bir Rum'dan kuyumculuk öğrenmiştir. 1509’da 14 yaşında iken, babasının Trabzon sancağına yakın Şebinkarahisar (Karahisâr-ı Şarkî) sancak beyliğine gönderilmiştir. Daha sonra 1509'da Sultan Bayezîd, torunu Şehzâde Süleyman’ı, Kırım’da Kefe Sancak Beyliğine tayin etmiştir. Şehzâde, Kefe’de üç yıla yakın valilik yapmıştır. Yavuz’un tahta geçmesiyle tek oğlu olan Şehzâde Süleyman veliaht olmuştur. Henüz 17 yaşındayken Saruhan (Manisa) sancak beyliğine tâyin edilmiştir. Annesiyle Manisa’ya gitmiş, Manisa'daki bu görevini, babasının saltanatı boyunca sürdürmüştür.
Yavuz Sultan Selim üçüncü seferine çıkmak üzereyken, ordusunun içinde, otağ-ı hümâyûnunda elli yaşında, Edirne yakınlarında ölünce Osmanlı tahtı Kanunî Sultan Süleyman'a kalmıştır. Sultan Süleyman, yaklaşık 2.373.000 km2 topraklar üzerinde uzanan bir imparatorluğu devralıp, 8 yıl içinde bunu 2,5 misline ve yaklaşık 6.557.000 km2 ’ye çıkaran babası Yavuz Sultan Selim’in devletini teslim almıştır. Kanunî Sultan Süleyman Han 46 yıl süren saltanatı döneminde devletin yüzölçümünü 14.983.000 km2'ye çıkarmıştır.
Yavuz Sultan Selim'in tek oğlu Şehzade Süleyman olduğu için taht kavgaları olmamıştır. Bu açıdan bakıldığında sancılı bir süreç yaşanmamıştır. Fakat Kanunî'nin çocukları sayıca fazla oldukları için babaları kadar şanslı değillerdir. Babası Yavuz'u çok seven Sultan Süleyman, babasının gömüldüğü yere, onun adına bir cami yapılması için Mimarbaşı Alâeddin Ali Bey’e emir vermiş, böylece Sultan Selim Camii ortaya çıkmıştır. Yavuz Sultan Selim Camii’nin inşasına 1519 yılında başlanmış ve cami1522 yılında bitmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarının en geniş olduğu dönem III. Murad dönemi sonu olsa da, Osmanlı'nın siyasî açıdan en muktedir dönemi Kanunî Sultan Süleyman(I. Süleyman) zamanıdır. Onun içindir ki XVI. yüzyılda dünya devletleri içerisinde en güçlü sultandı kendisi. Adalet ve siyaset alanındaki başarıları nedeniyle Doğu milletleri tarafından kendisine "Kanunî" denmiştir. Batı'daki namı da "Muhteşem (The Magnificent) "dir.
Kanunî Sultan Süleyman dindarlık, şefkat, fazilet, hamiyet ve adalet gibi insanî özellikleriyle de temayüz eylemiş seçkin bir şahsiyettir. Onun büyüklüğü sadece fetihleriyle değil, insanî vasıflarının üstünlüğüyle açıklanabilir. Cihangirlik onu hiçbir zaman şımartmamıştır. Bütün hâl ve hareketlerinde Müslümanlığı ölçü edinmiştir. Onun bu üstün özelliklerini yerli ve yabancı bütün insaflı tarihçiler ağız birliği edercesine teslim etmiştir.
Muhteşem Kanunî sanata ve sanatçıya kıymet veren, sanat ve edebiyat dostu bir padişahtı. Onun ömrünün önemli bir kısmı seferlerde geçse de o aynı zamanda 16. yüzyılın en büyük Divan şairlerinden biridir. Şiirlerini "Muhibbî" mahlasıyla kaleme alan Kanûnî Sultan Süleyman'ın Dîvân'ında 2799 gazel, 1 elifnâme, 1 tercî-i bend, 18 muhammes, 30 murabba, 5 nazım, 51 kıt'a ve 217 beyit bulunmaktadır. Bu rakamlar onun diğer şair padişahlardan çok daha fazla şiir yazdığını göstermektedir. Hatta Kanunî, Zâtî'den sonra en çok gazel yazan yegâne şairimizdir. Kendisinin Türkçe ve Farsça iki dîvanı vardır. Sir William Stirling Maxwell'in de dediği gibi "Birinci Süleyman 16. asrın en büyük hükümdarlarından biriydi." Bu büyüklük sadece savaşçılığıyla ilgili değil, ahlâkı ve hayata bakışıyla da ilgiliydi.
Babası Yavuz Sultan Selim'in ölümü üzerine 25 yaşında tahta çıkan Kanunî Sultan Süleyman 46 yıllık uzun saltanatı süresince, tabir caizse yerinde durmamış, 13 büyük sefere çıkmıştır. Tek gayesi İslâm'ın hükmünü ve merhametini dünyaya yaymaktı. O, padişahlığının on yılı aşkın zamanını at üzerinde kılıcı elinde olduğu halde seferlerde geçirdi. İlk sekiz seferini Batı'ya, diğer beş seferini Doğu'ya yaptı. Kanunî Sultan Süleyman'ın doğu ve batıya yaptığı ve Osmanlı'nın topraklarını genişlettiği bu seferleri şöyle sıralayabiliriz: 1. Sefer-i Hümâyûn: Belgrad (1521), 2. Sefer-i Hümâyûn: Rodos (1522-23), 3. Sefer-i Hümâyûn: 2. Engürûs (Macaristan) veya Mohaç Seferi (1526), 4. Sefer-i Hümâyûn: Viyana Seferi (1529), 5. Sefer-i Hümâyûn: 2. Almanya Seferi (1532), 6. Sefer-i Hümâyûn: Irakeyn(1. İran) Seferi (1533-35), 7. Sefer-i Hümâyûn: İtalya (Korfu ve Pulya) Seferi (1537), 8. Sefer-i Hümâyûn: Boğdan (Moldavya) Seferi (1538), 9. Sefer-i Hümâyûn: Budin Seferi (1541), 10. Sefer-i Hümâyûn: Estergon Seferi (1543), 11. Sefer-i Hümâyûn: 2. İran Seferi (1548-49), 12. Sefer-i Hümâyûn: 3. İran(Nahçivan) Seferi (1553-55), 13. Sefer-i Hümâyûn: Zigetvar Seferi(1566)
Tahtta kaldığı süre içerisinde seferden sefere koşan Kanunî 1553'ten sonra uzun süre sefere çıkmadı. Avusturya ile ilişkilerin bozulması ve halkın aleyhindeki dedikoduları üzerine, hastalığına bakmadan 1566'da sefere çıktı. Sefere çıkılırken asıl niyet Eğri Kalesi'nin fethiyken, serhatlerden gelen bilgiler üzerine seferin yönü Zigetvar oldu. 7 Ağustos 1566'da Zigetvar muhasarası başladı. Zigetvar tamamen düşmek üzereyken 6-7 Eylül gecesi "Büyük Türk", "Muhteşem Süleyman" öldü. Zigetvar kuşatmasında sona gelinmişti. Böyle bir durumda padişahın ölümünün asker arasında duyulması bir aylık çabayı boşa çıkarabilirdi. Veziriazam Sokollu Mehmed Paşa padişahın ölümünü sakladı. 7 Eylül'de Zigetvar fethedildi.
Muhteşem Kanunî Sultan Süleyman 1566’da Macaristan’da, Avusturya sınırında, Zigetvar’da, yeni bir seferdeyken savaşan ordusunun içindeki otağında öldü. İç organları oraya gömüldü. Cenazesi İstanbul’a getirilip, yaptırdığı camiin içindeki türbesine gömüldü. Sultânü’ş-Şuarâ Bâkî, Kanunî Sultan Süleyman'ın ölümü üzerine yazdığı mersiyesinde şu duygulara yer vermiştir: "Gün doğdu, Şâh-ı Âlem-uyanmaz mı hâbdan/Kılmaz mı cilve hayme-i gerdun-tınâbdan// Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber/Hâk-î cenâb-ı südde-i devlet-meâbdan// Tîgın, içirdi düşmene zahm-î ziyanları/Bahsetmez oldu kimse kesildi zebanları//Şemşîr gîbi Rûy-i Zemîn’e taraf taraf/Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları"
Kanunî devri her açıdan muhteşemlikleri içinde barındıran müstesna bir dönemdir. Bu devirde devlet yönetiminde büyük maharet sahibi olan Sokollu Mehmet Paşa "sadrazam", dinî ilimler sahasında parlayan yıldız hükmünde olan Ebusuud Efendi "şeyhülislâm", denizlerin hakimi büyük komutan Barbaros Hayreddin Paşa "kaptan-ı derya", taşları konuşturarak yüzlerce esere hayat veren "Koca Sinan" olarak bilinen Mimar Sinan "mimarbaşı" olarak görev yapmıştır. Gönüller Sultanı(Kanunî'nin sütkardeşi) Yahya Efendi, Divan edebiyatının zirve şahsiyetleri Fuzûlî ve Bâkî, Amerika'yı gösteren ilk dünya haritası ve Kitab-ı Bahriye isimli kitabı ile tanınan Türk denizci ve kartograf Pîrî Reis, tarihçi Hoca Sadeddin Efendi bu devrin parlayan ve alanlarında parmakla gösterilen mümtaz şahsiyetleridir.
Kanunî'nin Hayratı ve Mimarîde Zirve Mabet: Süleymaniye Camii
Ecdadımızın hayır ve hasenata meyilli oluşu hepimizin malumudur. Hayırda yarışan padişahlarımızdan biri de Kanunî Sultan Süleyman'dır. Kanunî Sultan Süleyman uzun saltanatı döneminde hayırseverliği, vakıfları ve hayratıyla da diğer padişahlardan bir adım önde yer almıştır. Zamanında devrin en mahir mimarı Mimar Sinan'a pek çok abidevî eser yaptırmıştır. Bunların başında cami ve külliyeler gelmektedir. Bu eserler Bizans'tan aldığımız İstanbul'un(o zamanki adıyla Konstantinopolis) İslâmbol olma sürecinde çok önemli bir yer teşkil etmiştir. Bu eserlerin başında şüphesiz ki Süleymaniye Camii gelmektedir.
Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul'un imarı için büyük bir gayret sarf etmiştir. Eski adıyla Konstantinopolis'in Müslüman-Türk İstanbul olması için gecesini gündüzüne katmıştır. Kanunî, bu çerçevede babası Yavuz Sultan Selim'in başlattığı Yavuz Sultan Selim Camii'ni de tamamlamıştır. Onun vakıf eserlerine oğulları Mehmed ve Cihangir için yaptırdığı camileri de eklemek gerekir. Bunların yanında Mihrimah Sultan'ın Edirnekapı ve Üsküdar camileri, eşi Hürrem Sultan adına inşa ettirdiği Haseki Sultan Camii ve Külliyesi, Kanunî'nin milletimize hediyesidir. Onun, bunun gibi daha nice eseri bugün de insanlığa hizmet vermektedir.
Kanunî Sultan Süleyman sadece mabet yapmamıştır. Bunun dışında insanlara hizmet eden başka faydalı eserler de inşa ettirmiştir. İstanbul'un Kırkçeşme denilen su yolları onun
eseridir. Muhteşem Sultan'ın Mimar Sinan'a yaptırdığı Büyükçekmece Köprüsü bir mimarî şaheser olarak bugün de dikkat çekmektedir. O, bunun yanında Anadolu'da da, Anadolu'nun dışında da imar faaliyetlerini büyük bir azimle ve gayretle sürdürmüştür. Bağdat'ta İmam-ı Âzam Türbesi ve yanına inşa ettirdiği cami-imaret, yine burada Abdülkadir-i Geylani Türbesi ve Camii, Konya Mevlâna Türbesi yanında iki minareli cami, semahane ve imaret; Seyyidgazi'de büyük tekke ve cami; Şam'da büyük bir cami ve imaret bu çerçevede sayılabilir. Öte yandan fethedilen şehirlerdeki pek çok kilise onun adına camiye çevrilmiştir. Yine Kudüs'te Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa ile Kubbetü's-Sahra'yı ve Kabe'yi o tamir ettirmiştir. Medine ve Mekke'de önemli imar faaliyetlerinde bulunmuştur.
Süleymaniye'nin Gölgesinde Uyunan Sonsuzluk Uykusu Yahut Kanunî Türbesi
Onuncu Osmanlı padişahı, 89. İslâm halifesi olan Kanunî Sultan Süleyman 72 yıllık bir hayat yaşadıktan sonra Zigetvar'da bir sefer sırasında, yeni ve yüce hayaller peşinde koşarken her fâni gibi Rabbine rücû etti. O son nefesine kadar canından aziz bildiği milletini ve memleketini düşündü. İslâm'ın hayırda muzaffer olması için bir ömür harcadı.
Kanunî Sultan Süleyman Han’ın naaşı, misk, amber ve ezfer ile mumyalandı, iç organları ise Zigetvar’da gömüldü. Otağ-ı Hümayun’un altına bir mezar kazıldı ve mumyalanmış naaşı, toprağa gömüldü. Kırk iki gün sonra naaşı buradan alınarak, İstanbul’a getirildi. Kanunî Sultan Süleyman Han’ın, Zigetvar’daki vefat ettiği yere sonradan bir türbe inşâ edilmiştir. Osmanlı idaresi zamanında, ziyaretgâh olan bu türbe sonraları bakımsızlıktan harap olmuş ve 17. yüzyılda da kilise hâline gelmiştir. Bugün söz konusu türbe mevcut değil.
Cihan padişahı Kanunî'nin türbesi, Mimar Sinan'a yaptırdığı muhteşem bir sanat eseri olan İstanbul'daki Süleymaniye Camii bahçesindedir. Yani o büyük padişah, günde beş vakit ezanların okunduğu görkemli minarelerin gölgesinde sonsuzluk uykusunu uyumaktadır.
Kanunî Türbesi, Süleymaniye Külliyesi içinde heybetli görüntüsüyle dikkatleri çeker. 1566 yılında tamamlanan, Mimar Sinan’ın çok değişik bir anlayışla meydana getirdiği, sekizgen planlı, kesme taştan inşâ edilmiş türbe, etrafını çepeçevre dolanan revakı ve içte sekiz sütuna oturan iç kubbesiyle o vakte kadar yapılmış olan türbelerden çok farklı olup, daha sonra da hiç tekrarlanmamıştır. Revak her cephede renkli beş sütunla taşınır.
Türbenin girişinin tam üstünde, Mevlevî sikkesi şeklinde kesilmiş olarak duran “Hacer-ül Esved Taşı” yer almaktadır. Kapı kanatları kabartmalı ve fildişi kakmalıdır. Birinde; “Lailahe İllallah” diğerinde ise “Muhammed-ur Resulullah” yazılıdır. Kapının iki yanında, 16. yüzyıla ait çini panolar yer almaktadır. Türbenin iç mekânı, yine 16.yüzyıla ait İznik çini panolarla kaplanmıştır. Bu panonun üzerinde yer alan çini yazı kuşağında, Besmele ile başlayan Bakara Suresi’nden Ayet-el Kürsi’yi ihtiva eden 255. ve 256. ayetleri yazılmıştır. Kubbe pandantiflerinde ise; “Allah”, “Muhammed”, “Ebubekir”, “Ömer”, “Osman”,“Ali”, “Hasan”, “Hüseyin” isimleri okunur. Kubbe, kalem işleri ile süslüdür. Türbenin içinde yer alan abanozdan yapılmış ve fildişi kakmalı iki dolabın ahşap kapakları, devrin en güzel ahşap işçiliğinin örneklerindendir. Türbede; Kanunî Sultan Süleyman Han'a, Sultan II. Süleyman'a, Sultan II. Ahmed'e, Mihrimah Sultan'a, Saliha Dilaşup Valide Sultan'a, Asiye Sultan'a ve Rabia Sultan’a ait olmak üzere toplam yedi sanduka vardır. Allah hepsine rahmet eylesin.
İSTANBUL'DA DOĞUP İSTANBUL'DA ÖLEN İLK OSMANLI PADİŞAHI: II. SELİM; NAM-I DİĞER SARI SELİM
M. NİHAT MALKOÇ
İstanbul'da Doğup Yine İstanbul'da Ölen İlk Padişah: Sultan II. Selim
Osmanlı padişahlarının 11. si, İslâm halifelerinin 90. sı olan II. Selim, 28 Mayıs 1524'te İstanbul'da, Topkapı Sarayı'nda doğmuştur. O, İstanbul'da doğan ilk padişahtır. Babası Osmanlı'nın yükselme dönemi padişahlarından Kanunî Sultan Süleyman, annesi ise Slav kökenli Hürrem Hanım'dır. Çocukluğu İstanbul’da Eski Saray’da geçmiştir. 16 yaşına kadar sarayda yaşayan II. Selim, burada çok iyi bir eğitimden geçirilmiştir. Zamanın şöhretli âlimlerinden olan Cafer Efendi, Halimî Efendi ve Ataullah Efendi gibi önemli şahsiyetlerden ilim tahsil etmiştir. Tarihî kaynaklara göre Sultan II. Selim'in, adı bilinen tek hanımı Nurbanu Sultan'dır. Sultan II. Selim'in Nurbanu Sultan'la olan evliliğinden " Murad(Sultan III. Murad), Mehmed, Mahmud, Süleyman, Mustafa, Cihangir, Abdullah, Osman" adlı sekiz oğluyla; "Esma, Fatma, Şah Sultan, Gevher Mülük" adlarında dört kızı vardır.
Evvelâ cihan padişahı Kanunî'nin rahle-i tedrisinden geçen II. Selim, 1542’de henüz 16 yaşındayken Konya sancakbeyliğine atanmıştır. 1544’te Manisa sancakbeyi olarak tayin edilmiş ve 1558’e kadar 14 sene boyunca bu önemli görevde kalmıştır. Böylece devlet idaresi konusundaki tecrübelerini artırmıştır. Bu deneyimler onun ilerideki işini kolaylaştırmıştır. Şehzade Selim'in Manisa'da on dört yılı bulan idareciliği zamanında bölgenin asayişiyle yakından ilgilendiği ve bazı imar faaliyetlerinde bulunduğu bilinmektedir. Sultan 1558’de tekrar Konya sancakbeyliğine atanmış, 1562’ye kadar orada kalmıştır.
Şehzade Selim orta boylu, geniş omuzlu, mavi gözlü, şahin bakışlı, heybetli ve yakışıklı bir padişahtı. Kimseyi incitmeyen sevgi dolu bir insandı. Sarışın olduğu için "Sarı Selim" olarak da anılan II. Selim, Kütahya sancakbeyi iken babası Kanunî Sultan Süleyman vefat etmiş, bunun üzerine II. Selim, Kütahya'dan payitaht merkezi olan İstanbul'a gelmiş, 30 Eylül 1566 tarihinde 42 yaşında iken Osmanlı tahtına oturmuştur. Tahta çıktığı günün ertesinde Eyüp Sultan'a giderek türbeyi ziyaret etmiştir. Bu durum daha sonra adeta bir geleneğe dönüşmüş, tahta çıkan padişahlar ilk iş olarak Eyüp Sultan'ı ziyaret etmişlerdir. Kardeşleri Şehzade Bayezid ve Şehzade Mustafa daha evvel öldürüldükleri için tahtın tek varisi konumundaki II. Selim, tahta geçerken herhangi bir sıkıntı yaşamamıştır.
Sultan II. Selim'le ilgili Batı menşeli birçok menfi ve karalayıcı yakıştırma yapılmıştır. Bunlardan en yaygını, onun sürekli içki içtiği iddiasıdır. Bununla ilgili ne bir somut bilgi ne de somut bir belge vardır; kanaatimizce tamamen art niyetli bir uydurmadır. Onun hamamda sarhoş hâliyle cariye kovalarken, nalınının kaydığı ve başını mermere vurarak öldüğü söylentisi de koca bir yalandır. Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu Sultan II. Selim'le ilgili olarak şunları söyler: "Bizim tarihçilerin “vasat zekâlı” dediği Şehzade Selim (şehzadeler arasında en eğitimli olanıdır, Enderun eğitimi 16 yıl sürmüştür), dengeleri gözetmiş, her adımını dikkatle almış, babasının bir dediğini iki etmemiş, hangi sancağı vermişse itirazsız gitmiş (Şehzade Bayezid gitmemişti meselâ), kendisini padişahlığa yükseltecek yolu sabır taşlarından örmüştür. Zamanı geldiğinde de “Sultan II. Selim” olarak atalarının tahtına oturmuştur."
Dönemin ünlü sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa, Kıbrıs kuşatmasının zamanlamasına karşı çıkmasına rağmen Kıbrıs II. Selim zamanında fethedilerek Osmanlı topraklarına katılmıştır. Sultan II. Selim, Kıbrıs'ın fethine vezir Lala Mustafa Paşa ile Vezir Piyale Paşa'yı tayin etmiştir. Bu iki önemli şahsiyetin öncülüğündeki Osmanlı ordusu Haçlı savunmasını kırarak ada topraklarını sınırlarımıza katmıştır. Böylece Kanunî'nin vasiyeti de yerine getirilmiştir. Zira Kanunî'nin, oğlu Selim'den en büyük isteği Kıbrıs'ı düşmandan almasıydı.
Kıbrıs'ı kaybeden Haçlılar, Osmanlı'ya karşı daha güçlü bir donanma kurma seferberliği içerisine girmişlerdi. Güçlenen Haçlı donanması İnebahtı önünde demirleyen Osmanlı'ya saldırmıştı. Şiddetli saldırıların akabinde tarihler 7 Ekim 1571'i gösterdiğinde Haçlı donanması İnebahtı Deniz Savaşı'nda Osmanlı donanmasını yendi. Böylece Osmanlı donanması ilk yenilgisini almış oldu. Bu savaşa "Don Kişot" adlı klasik romanıyla tanınan ünlü İspanyol şair ve yazarı Cervantes de katılmış, savaşta bir kolunu kaybetmişti. Türklere esir düşen yazar, Cezayir’de esir olarak yaşadığı beş yıldan sonra serbest bırakılmıştır.
II. Selim, Osmanlı padişahları içerisinde önemli bir sima olarak kabul edilir. O, İstanbul'da doğup tahta oturan ilk Osmanlı padişahıdır. Tahtta kaldığı sekiz yıl boyunca şahsen hiçbir sefere çıkmadı. Babası Kanunî Sultan Süleyman'ın sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa'yı sadrazamlıkta tutarak devletin devamlılığını sağladı, işlerin çoğunu sadrazamına bıraktı. Hatta bazı tarihçilerin söylediğine göre Sokullu Mehmed Paşa'nın gölgesinde kaldı. Zamanının çoğunu İstanbul'da sarayda ve kışın Edirne'de geçirdi. Sanata ve edebiyata meyilli olduğu için yanına topladığı şairlerle ve musikişinaslarla bir arada bulunmayı tercih etti.
Kelimelere Hükmeden Şair Padişah Yahut Selimî'nin Edebî Serencamı
Zarif ve duygulu bir insan olan II. Selim, babası Kanunî gibi şair padişahlarımızdan biridir. Kudretli bir kalemi vardır. Usta işi şiirlerinde Selîm, Selîmî veya Tâlîbî mahlaslarını kullanmıştır. Divan edebiyatı nazım şekilleriyle birbirinden güzel şiirler kaleme almıştır. Divanı olmadığı söylense de Kâtip Çelebi bu düşüncede değildir. Celal Bey ve Durak Çelebi'nin yanı sıra Kara Fazlî, Münşî Bâlî Çelebi, Konevî, Meşâmî, Ulvî, Hatemî, Kâsımî, Fırâkî, Makâlî, Merdümî, Nigarî gibi şair ve âlimlerle; sancak beylerinden Gülâbî Çelebi, hânende Mirek Çelebi, Adanalı Tanbûrî Şeyhzâde Mustafa, Şeyhzâde Mehmed Çelebi, Memi ve Kasapzâde Na'li gibi musiki üstatlarına şehzadelik yıllarından beri itibar etmiş, özellikle Şeyhülislam Ebussuud Efendi'ye büyük bir saygı ve hürmet göstermiştir.
O, şiirlerinde hak ve hakikatin sözcülüğünü de yapmıştır. "Yâ Resûl-ı müctebâ eyle şefâ'atle rehâ/'Abd-i' âciz bir günehkâram gönülde yok sivâ//Eylemiş Allah bu tahtı nasîb ümmetüne/Ben günehkâra degül lâyık bu ihsân u 'atâ//'Âcizem pür-asem ü zenb ü pür-ma 'âsîdür kulun/Merhamet kılmazsan ey şâh-ı rüsûl hâlüm hâlüm fenâ/Lutf u ihsânından ümmîd kesmezem kim şefkatün/Bu Selîmî elbet eyler mevsûl-ı râh-ı Hudâ." mısraları, onun Peygamber Efendimize duyduğu katıksız sevgi ve muhabbeti izhar eden söz hazineleridir.
"Dönemin kaynaklarında zevk ve eğlenceye düşkün, içki meclislerine müdavim, çevresinde âlim ve şairlerin bulunmasından hoşlanan , bunun yanı sıra müzisyen, güreşçi, cambaz gibi gösteri erbabını yanından eksik etmeyen, cömert, kimsenin kalbini kırmak istemeyen âlicenap bir hükümdar olarak tanıtılır. Bununla beraber halk içinde fazla görünmediği, babası Kanunî'nin sık sık cuma selâmlığına gitmesine ve bu vesileyle halk içine çıkmasına karşılık onun bunu ihmal ettiği ve sarayda vakit geçirdiği belirtilir."(1)
Geleceğe İz Bırakmak Yahut Sultan II. Selim'in İmar ve İnşa Faaliyetleri
Sultan II. Selim memleketin imar ve inşasıyla da yakından ilgilenmiştir. 1569 yılında Karadeniz'le Hazar Denizi'ni bir kanalla birleştirme çalışmalarını başlatsa da bu çalışma yarıda kalmıştır. Yine Ayasofya Camii onun zamanında yeniden onarılmış ve camiye iki minare eklenmiştir. II. Selim, Ayasofya'nın etrafını tamamen temizletmiş, buradaki evleri yıktırmış, payandalarla Ayasofya Camii'ni kuvvetlendirmiştir. Bu tamiratı Mimar Sinan'a
yaptırmıştır. Kanunî Sultan Süleyman'ın ölümünden sonra birbirinden güzel mimarî eserler vermeye devam eden Mimar Sinan'ın en büyük eserlerinden biri olan, ustalık eserim dediği Edirne Selimiye Camii, Edirne'yi çok seven ve zaman zaman oraya gidip kalan Sultan II. Selim için yapılmıştır. Söz konusu muhteşem mabet 30 Ekim 1574'te ibadete açılmıştır. Yine Sultan II. Selim döneminde Eyüp Zal Mahmud Paşa, Konya Selimiye Camii, Lüleburgaz Sokullu Camii ve Külliyesi, Karapınar Sultan Selim Camii, Payas Sultan Selim Camii ve Külliyesi, Kasımpaşa Piyale Paşa Camii gibi eserler de yapılmıştır. Bunlardan başka Mekke-i Mükerreme'nin su yollarının tamiri, Mescid-i Haram'ın mermer kubbeleri, Lefkoşe Selimiye Camii'nin inşası, Aziz Efendi Tekkesi, Navarin Limanı'na hakim bir mevkiye yaptırdığı kule onun birbirinden güzel ve önemli hayır çalışmalarından birkaçıdır.
Taşların Sonsuzluğu Soluduğu Uhrevî Bir Mekân: II. Selim Türbesi
Her fâni gibi II. Selim de bu âlemden göçmüştür. Sultan II. Selim'in ölümüyle ilgili farklı yorum ve değerlendirmeler yapılmıştır. Fakat güvenilir kaynakların belirttiğine göre II. Selim Han hamamda iken tansiyonu düşüp kaymış ve beyin kanamasından vefat etmiştir. II. Selim'in vefatı Peçevi tarihinde şöyle anlatılmaktadır: “Bu alçak ve kıyıcı dünya şaha da gedaya da ebedî olarak kalacak bir yer değildir. Tevafuk bu ya sarayda padişaha has hamamın kimi kubbeleri süslenmiş, kimileri de yeniden yaptırılmıştı. O sırada padişah hazretleri hamamda halvet yapmak istedi. Sevinç içinde neşeyle içeriye girdi. Ancak bu devran cihan padişahına zevkin bu kadarını dahi çok gördü. Hamam içerisinde gezinirken mübarek ayakları mermere takılarak birdenbire bir yanı üzerine yıkıldı ve sert mermer taşı düştüğü tarafını mosmor etti. Hizmetçi ve ağaları onu kaldırıp özel dairesine ilettiler. Hekimbaşı gelerek yakı ile tedavi edilmesini uygun buldu. Fakat tam o sırada birdenbire ateşi yükseldi. Sonunda bu acı ile sıkıntıdan mide bozukluğuna uğradı. Sözün kısası vade gelmiş, ecel de erişmiş imiş. Ne yaptılarsa bir yarar sağlamadı. İnsanoğlu şimdiye kadar ecel derdine bir çare bulamadığı gibi onlar da bulamadılar. Elli yedi yaşında olduğu hâlde Şaban ayının on sekizinde (31 Kasım 1574) Pazartesi günü öğle vakti cennetin en yüksek katına erişti.”
Sultan II. Selim, İstanbul'da doğan ve İstanbul'da ölen ilk Osmanlı padişahıdır. Sultan II. Selim'in türbesi Ayasofya haziresindedir. Sultan II. Selim Türbesi, İstanbul türbelerinin en güzellerinden biri olup, ünlü Türk mimarı Mimar Sinan'ın yaptığı 18 türbeden biridir. Sultan henüz hayatta iken Mimar Sinan'a kendisi için Ayasofya'nın yanında bir türbe yapmasını emretmiş, ancak 1574'te öldüğünde türbe henüz bitmemiş olduğundan, türbenin inşasına devam edilerek üç yıl sonra (1577'de) tamamlanmıştır. Padişah II. Selim türbe henüz tamamlanmadan vefat ettiği için türbenin yanındaki otağa gömülmüştür. Türbe tamamlandığında oraya nakledilmiştir. Türbe birçok kez onarımdan geçirilmiştir.
İslâm Ansiklopedisi'nde II. Selim türbesiyle ilgili şu bilgiler verilir: "Mimar Sinan'ın inşa ettiği yapı dışta köşeleri genişçe pahlı kare bir plana sahiptir ve içte sekizgen bir galeriden meydana gelmektedir. Çift kubbe ile örtülü olan yapıda dış kubbe yüksek kasnaklı olup duvarlara oturmakta, iç kubbe sütunlar üzerindeki sivri kemerlerle taşınmaktadır. Dıştan etrafı silmelerle çevrelenmiş mermer kaplı yapının cephelerindeki, sırtı yaprak motifleriyle bezenmiş kaval silme iki katlı bir görünüm oluşturmakta ve üstte profilli bir kornişle sonlanmaktadır. Giriş cephesinde altlı üstlü ikişer, diğer cephelerde dörder pencere açılmıştır. Dikdörtgen söveli olan alt sıra pencereleri iki renkli taşla örülmüş sivri hafifletme kemerine sahiptir. Kalem işi ve ahşap süslemelerin kullanıldığı yapıda duvarlar ikinci sıra pencerelere kadar çini kaplanmıştır. Beyaz zemin üzerine kırmızı, lacivert, mavi, firuze, yeşil ve siyah renkli sır altı tekniğindeki çinilerde hatâyî, yaprak ve çiçek motiflerinin yanı sıra vazodan çıkan çiçeklerden oluşan düzenlemeler ve süpürgelikte mermer taklidi bezemeler vardır."(2)
Dışı tamamen mermer kaplı olan yapı sekiz köşelidir. Giriş kapısının iki yanına beyaz zemin üzerine mor, kırmızı, yeşil, mavi çiçek desenli çini panolar yerleştirilmiştir. 16. yüzyılın en güzel çini örneklerinden olan bu panolardan, sol taraftaki çini pano aslının taklididir. İstanbul'da diş hekimliği yapan ve Sultan II. Abdülhamid'in de diş hekimi olan, eski eser koleksiyoncusu Albert Sorlin Dorigny tarafından 1895 yılında restore edilmek üzere Fransa'ya götürülen bu panonun imitasyonunun yapılarak yerine takıldığı, orijinalinin ise bugün Louvre Müzesi'nin "Arts of Islam" bölümünde 3919/2-265 envanter numarası ile sergilendiği bilinmektedir. Türbenin ana giriş kapısı, kündekârî tarzında, sedef kakmalı ve geometrik bağa bezemeli olup, ahşap işçiliği açısından seçkin bir örnektir.
II. Selim Türbesi'nde 42 sanduka yer almaktadır. Girişin karşısında, Osmanlı tahtında 8 yıl 2 ay 19 gün saltanat sürmüş olan Sultan II. Selim yatmaktadır. Padişahın bir yanında oğlu III. Murad'ın annesi olan ve 1585 yılında ölen Nurbanu Sultan, diğer yanında ise kızı ve Piyale Paşa'nın eşi Hacer Güherhan Sultan, onun yanında, diğer kızı Sokullu Mehmet Paşa'nın, daha sonra da Kalaylı Koz Ali Paşa'nın eşi olan İsmihan Sultan yatmaktadır. Kapıdan girişte soldaki iki sandukadan biri, II. Selim'in kızlarından ve Siyavuş Paşa'nın eşi Fatma Sultan'a aittir. II. Selim'in oğulları Süleyman, Osman, Cihangir, Mustafa, Abdullah ve III. Murad'ın oğulları ve kızları da bu türbede gömülüdür . Allah cümlesine rahmet eylesin.
Dipnot: 1. Feridun Emecan, Selim II Maddesi, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
2. Zeynep Hatice Kurtbil, "Selim II Türbesi" Maddesi, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
DUYGULARIN VE TUTKULARIN SULTANI: III. MURAD
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı Padişahlarının 12.'si ve İslâm Halifelerinin 91.'si Sultan III. Murad...
Osmanlı padişahlarının 12.'si ve İslâm halifelerinin 91.'si olan Sultan III. Murad, II. Selim'in Venedik asıllı eşi Afife Nurbânû Sultan'dan doğma en büyük oğludur. Dedesi Kanunî Sultan Süleyman'dır. 4 Temmuz 1546 (Cemâziyelevvel 953) tarihinde, babası II. Selim(Sarı Selim), Saruhan(Manisa) sancak beyliğinde görevli iken Manisa'da dünyaya gelen III. Murad, diğer şehzadeler gibi çocukluğunda ve gençliğinde iyi bir eğitim almıştır. Orta boylu, değirmi yüzlü, kumral sakallı, elâ gözlü ve beyaz tenli olarak tasvir edilen III. Murad, ilk tahsilini Manisa sarayında görmüştür. Zamanın meşhur hocaları Sadeddin Efendi ve İbrahim Efendi onu iyi bir eğitimden geçirmiştir. Devrin ilimlerini onlardan öğrenmiştir.
Donanımlı bir insan olan III. Murad, küçük yaştayken Aydın sancak beyliğine tayin edilmiştir. Babası II. Selim, Karaman valisi olunca III. Murad da Akşehir sancak beyliğinde görevlendirilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatından ve babasının tahta geçmesinden sonra 1562 yılının martında III. Murad, Manisa(Saruhan) sancak beyliğine getirilmiştir. Osmanlı tahtına geçinceye kadar, 12 sene boyunca bu görevde kalmıştır. Arnavut asıllı Safiye Sultan ile burada iken tanıştırılmış ve onunla evlenmiştir. Safiye Sultan'dan olan oğulları III. Mehmed ve Mahmud ile kızları Ayşe ve Fatma burada dünyaya gelmiştir. Mihrihan, Fahriye, Nazperver, Şahhuban; III. Murad'ın Safiye Valide Sultan dışında bilinen eşlerinden bazılarıdır. III. Murad'ın oğulları III. Mehmed (1566/1603), Abdullah, Bayezid, Cihangir II, Alaüddin (Mahmud), Mustafa, Selim , Abdurrahman, Alemşah, Ali, Hasan, İshak, Korkud, Hüseyin, Ahmed, Osman, Ömer, Yakup, Yusuf, Davud, Cihangir I, Süleyman; kızları ise Ayşe, Fatma, Hüma, Hatice, Fahriye, Mihrimâh ve Fethiye adlarını taşımaktadır.
Sultan III. Murad, bütün çocuklarına değer verse de gelecekte halefi olacak olan şehzadesi Mehmet üzerine adeta titrerdi. Onun iyi yetişmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Onun için görkemli bir sünnet düğünü yapmıştır ve bu düğün Gelibolulu Âli’nin "Cami’ül-Buhur Der-Mecâlis-i Sûr" adlı eserinde 2725 beyitle anlatılmıştır.
Dindar ve ehl-i tarikat olan III. Murad değişik zamanlarda farklı tarikatlarla irtibat içerisinde olmuştur. Sultan III. Murad’ın önce Şeyh Şüca’ya, Şeyh Şüca’nın vefatından sonra da Pîr Şaban-ı Velî’nin halifelerinden Gelibolulu Şeyh Mehmed Dağî’ye intisap ettiği söylenmektedir. Sultan III. Murad sadece Şeyh Şüca ile değil; Nakşibendiyye’den Emir Buharî Tekkesi şeyhi Şaban Efendi ve Aziz Mahmud Hüdaî ile de mektuplaşmıştır. Pîr Hüsameddin Uşşakî’nin de III. Sultan Murad’la Manisa’da şehzadeliğinden itibaren mektuplaştığı bilinmektedir. Onun mektuplarının derlenmesiyle oluşan Kitâbü’l-Menâmât, tasavvuf alanında mektubât, vakıât, vâridât ve tabirname türleri açısından önemli bir eserdir.
Sultan III. Murad devrinin en büyük olumsuzluklarından biri ekonomik ve siyasî sıkıntılar yanında; halkın veba salgınları, yangınlar, kıtlıklar ve yolsuzluklarla mücadele etmek zorunda kalmasıdır. Bu durum kıyamet, uğursuzluk, büyü ve geleceğe dönük kehanetlere halkın ve padişahın rağbet etmesi sonucunu beraberinde getirmiştir.
Son derece kabiliyetli, iyi bir eğitim görmüş, dinine bağlı, hoşgörülü, cömert, şair ruhlu, başta babası olmak üzere herkes tarafından sevilen bir insan olan III. Murad şehzadelik yıllarında yönetim işlerine pek karışmadı. Zamanını daha çok Manisa yaylalarında geçirdi. Tahtın tek varisi olarak kendi hâlinde ve rahat bir ömür sürdü. Bu onun bir şansıydı belki de. Manisa'da görev yaptığı sırada Muradiye Camii'ni inşaatını başlattı. III. Murad adına 1583-1592 yılları arasında yaptırılan külliye cami, medrese, imarethane ve dükkânlardan oluşmaktadır. Projesi Mimar Sinan’a ait olan külliyenin inşası Mimar Mahmut Ağa tarafından başlatılmış, onun ölümü üzerine Mimar Mehmet Ağa tarafından tamamlanmıştır.
Sultan III. Murad, 22 Aralık 1574'te babasının vefat etmesi üzerine Osmanlı tahtına oturmuştur. Cülûsunda 1 milyon kadar duka altın dağıttığı söylenir. Tahta oturduğunda dönemin güçlü sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa da görevinin başındaydı. Sokullu, babası II. Selim'in sadrazamıydı. III. Murad, tecrübeli bir sadrazam olan Sokullu'nun kendi döneminde de görevinde kalmasına karar vermiştir. Bir anlamda onun engin devlet tecrübesinden istifade etmiştir. Sokullu Mehmed Paşa'nın sadrazam olduğu III. Murad döneminde, Osmanlı toprakları en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Babası II. Selim'den devraldığı 15. 162.151 km kare ülke toprağını, 19.902.000 km kareye çıkarmıştır.
Sultan III. Murad resmiyetten hoşlanmayan, kendi hâlinde bir insandı. Cömertlikte ve merhamette sınır tanımayan III. Murad, 17 Şubat 1587'de bir Dîvân-ı hümayun toplantısında verdiği şu yerinde ve anlamlı ferman, onun sadece insanlara değil, hayvanlara karşı da çok merhametli olduğunu gösteriyor: "Bundan sonra hayvanlarını beslesinler, sakat ve zayıf hayvanlara taşıyabileceklerinden fazla yük yüklemesinler ve şayet yolda yüklü giderlerse ve birkaç taneyse bunları birbirlerine bağlasınlar ve hayvanların ardından gitmesinler."
Sakin görünümlü bir insan olan III. Murad, saltanatı boyunca İstanbul’dan hiç çıkmamıştır. Saraydaki kadınların etkisinde kaldığı söylenir. Kadınlar saltanatı onun devrinde başlamıştır. Fakat onun döneminde fetihler de sürmüştür. Saltanatının ilk yıllarında Venedik, Avusturya ve Lehistan ile barış antlaşmaları imzalanmıştır. III. Murad 1578'de Lala Mustafa Paşa'yı İran seferine göndermiştir. Gayesi Şirvan'ı ve Gürcistan'ı almaktı. İlk olarak Özdemiroğlu Osman Paşa Çıldır'ı almış, Osmanlı Ordusu Tiflis'e dayanmıştı. Ardından Koyun Geçidi Zaferi Şirvan yollarını Osmanlıya açmıştı. Lehistan Krallığı onun zamanında Osmanlı hakimiyeti altına girmiştir. Kafkasya baştan başa bu dönemde fethedilmiştir.Yine Fas Sultanlığına bu dönemde son verilmiştir. Hazar Denizi'nde hakimiyet kurulmuştur. İran ve Azerbaycan Osmanlı devletine katılmıştır. İngiltere'yle ilişkiler geliştirilmiştir.
Sultan III. Murad; dedesi Kanunî, babası II. Selim'den sonra hiç gereği yokken Fransa'ya kapitülasyon hakları verdiği için eleştirilmiştir. Zira o dönemden sonra Fransız bayraklı gemiler sularımızda rahatlıkla dolaşabilmiş, limanlarımızı kullanarak diledikleri gibi ticaret yapabilmişlerdir. Bunu kabul etmeyen İngiltere'yle de benzer bir anlaşma yapılmıştır.
22 Aralık 1574'te (8 Ramazan 982) II. Selim'in ölümü ve III. Murad'ın tahta geçişi(cülûsu) resmen ilân edilmiş, kendisine biat merasimi yapılmıştır. III. Murad aynı zamanda İslâm halifesi olduğu için ilk icraat olarak Kâbe'nin duvarlarının tamirini emretmiştir. İlk cuma namazını büyük bir törenle Ayasofya'da kılmıştır. Eyüp Sultan
Türbesi'ne giderek kılıç kuşanmış, ardından Edirnekapı'dan şehre girmiştir.
Kılınamayan Bir Vakit Namazın Pişmanlığı: Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan!...
Osmanlı padişahları içerisinde şiirle ve edebiyatla meşgul olanların sayısı çoktur. Bunlardan biri de III. Murad'dır. O, çocuk denebilecek bir yaşta birbirinden güzel şiirler yazmaya başlamış, yazdığı şiirlerle çevresindekilerin takdirini toplamıştır.
Sultan III. Murad "Murâdî" mahlasıyla daha çok dinî ve tasavvufî şiirler yazmıştır. Edebî yönü güçlü olan III. Murad, ikisi Türkçe, biri Arapça, biri de Farsça olmak üzere dört divan tertip etmiş, bu sahada ne kadar güçlü bir kalem olduğunu cümle şuaraya göstermiştir.
Cömert, yardımsever ve merhametli bir kişiliğe sahip olan III. Murad, bilgili ve âlim denilebilecek derecede donanımlı bir insandı. Sultan III. Murad aynı zamanda sülüs, nesih ve talikte özgün ve başarılı bir hattattır. O, Arapça ve Farsça dillerini de iyi derecede bilirdi.
Sultan III. Murad, şiirdeki mahlasıyla "Murâdî", Muhibbî(Kanunî Sultan Süleyman)'den sonra en çok gazel söyleyen sultandır. Günümüze ulaşan tek eseri Divân’dır. Bu divânda bin beş yüzü aşkın gazel mevcuttur. Muradî'nin şiirleri, divanda toplanmış olup bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Fatih 3874 numarada bulunmaktadır. Eğlenceye ve zevke düşkün olan III. Murad’ın şiirlerinin çoğu, hayat anlayışının aksine dinî ve tasavvufîdir. 39 adet Farsça gazel kaleme alan Muradî’nin bu şiirleri "Futuhat-ı Ramazan" adlı eserinde yer almaktadır. Şiirleri bazı mecmua ve tezkirelerde de yayımlanmıştır. III. Murad iyi bir sanat eğitimi almış, şiir ve edebiyatın yanında hat sanatıyla da yakından ilgilenmiştir.
Hepimizin duyduğu, beğendiği ve derinden etkilendiği "Uyan Ey Gözlerim..." adlı bir ilâhî vardır. Bizleri duygulandıran ve tefekküre sevk eden bu ilâhiyi Sultan III. Murad kaleme almıştır. Fakat bu eser şiir olsun diye değil, bir pişmanlığın nişanesi olarak yazılmıştır. Bu şiir bir anlamda nefse nasihattir. Bu şiirdeki hisler şair Muradî'nin duygu ve düşünce dünyasına ışık tutar. Şiir Ali Ufkî tarafından Muhayyerkürdi makamında bestelenmiştir. Dillerden düşmeyen ilâhînin şu sözleri okuyanların adeta yüreğine işler: "Uyan ey gözlerim gafletten uyan/Uyan uykusu çok gözlerim uyan/Azrail'in kastı canadır inan/Uyan ey gözlerim gafletten uyan/Uyan uykusu çok gözlerim uyan//Seherde uyanırlar cümle kuşlar/Dil-ü dillerince tespihe başlar/Tevhit eyler dağlar taşlar ağaçlar/Uyan ey gözlerim gafletten uyan/Uyan uykusu çok gözlerim uyan//Bu dünya fânidir sakin aldanma/Mağrur olup taç-u tahta dayanma/Yedi iklim benim diye güvenme/Uyan ey gözlerim gafletten uyan/Uyan uykusu çok gözlerim uyan/Benim, Murat kulun, suçumu affet/Suçum bağışlayup günahım ref'et/Resul'un sancağı dibinde haşret/Uyan ey gözlerim gafletten uyan/Uyan uykusu çok gözlerim uyan"
Sultan III. Murad Dönemi İmar Faaliyetleri
Silah kullanma ve ata binmede hüner sahibi olan Sultan III. Murad, bazı kesimlerin dediği gibi Osmanlı devletini vurdumduymaz bir tavırla yönetmemiştir. O da diğer padişahlar gibi işlerin yolunda yürümesi ve devletin daha da büyümesi için elinden geleni yapmıştır. Tek başına karar vermekten hoşlanmayan III. Murad istişareye önem vermiştir.
Memleketin imarı ile de ilgilenen Sultan Üçüncü Murad, Topkapı sarayına bazı köşkler ilâve ettirmiştir. Babası II. Selim ve dedesi Kanunî Sultan Süleyman dönemlerinde birçok esere hayat vermiş olan Mimar Sinan, Sultan III. Murad döneminde, son nefesini verene kadar kıymetli çalışmalarını sürdürmüştür. Azapkapı Sokullu Camii, İzmit Pertev Paşa Camii ve Külliyesi, Ilgın Lala Mustafa Paşa Camii, Üsküdar Eski Valide Camii ve Külliyesi, Şemsi Ahmed Paşa Camii ve Medresesi, Tophane Kılıç Ali Paşa Camii- Sebil ve Hamamı, Manisa Muradiye Camii, İvaz Efendi Camii ve Ramazan Efendi Camii, Sultan III. Murad’ın bilge Mimar Sinan’a yaptırdığı eserlerden bazılarıdır. 1588’de Mimar Sinan’ın ölümünden sonra yapı ve imar faaliyetinde belirli bir azalma olmuştur. Sultan III. Murad döneminde ayrıca, Kars Kalesi inşa edilmiştir. Mekke’de Kabe-i Şerif’in duvarları mermer yaptırılmış ve Medine’de bir medrese inşa ettirilmiştir. İstanbul’daki Toptaşı Tımarhanesi de Sultan III. Murad döneminde yapılan eserlerindendir.
Zamanın Sonsuzluk Hâli yahut Sultan III. Murad Türbesi
Sultan III. Murad Türbesi, 1599 yılında Mimar Sinan'ın talebeleri Mimar Davud Ağa ve yardımcısı Dalgıç Ahmet Ağa tarafından, III. Murad'ın 1595 yılında ölmesinden dört yıl sonra, II. Selim ve Şehzadeler Türbesi arasına inşa edilmiştir.
III. Murad Türbesi, altıgen planlı, çift kubbeli, dıştan mermer kaplı ve ön tarafta revaklı bir bölümü bulunan en büyük Osmanlı türbelerinden biridir. Türbe, dıştan sade görünümlü, içte ise 16. yüzyıla tarihlenen mercan kırmızısı renkteki İznik çinilerinin en güzel örnekleri ve kalem işi süslemeleriyle zengin bir görünüme sahiptir. İçte lacivert zemin üzerine beyaz renkle yazılmış celi sülüs çini kuşağı bulunmaktadır.
Sultan III. Murad Türbesi içerisinde pencereler üç sıra hâlinde yapılmıştır, alt sırada kapaklı pencere aralarına ahşap kündekâri dolaplar yerleştirilmiştir. Türbenin kündekâri tarzındaki giriş kapısı, geometrik şekilli sedef kakmalarla süslüdür. Ayrıca, kapının sağ kanadında "Herkes ölümü tadacaktır", sol kanadında ise "O'na döndürüleceksiniz" ile Dalgıç Ahmed Ağa yazılıdır. Türbe içersinde, Sultan III. Murad, eşi Safiye Sultan, kızları, saray mensubu kadınlar ile Şehzadelere ait 54 sanduka bulunmaktadır.
29 yaşında tahta çıkan Sultan III. Murad, Osmanlı tahtında 21 yıl kalmıştır. III. Murad idrar yollarından rahatsızdı. Son dönemlerde hastalığı iyice artmış, ağrıları dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. 16 Ocak 1595 tarihinde de felç geçirerek İstanbul'da vefat etmiştir. Ayasofya Camii’nin avlusuna defnedilmiştir. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
SANCAKBEYLİĞİNDEN SALTANATA GELEN SON OSMANLI PADİŞAHI: SULTAN III. MEHMED
M. NİHAT MALKOÇ
Manisa Sancakbeyliğinden Osmanlı Tahtına Uzanan Yol...
Osmanlı Devleti'nin 13. padişahı, İslâm halifelerinin 92'ncisi olan III. Mehmed, 26 Mayıs 1566 tarihinde Manisa’nın Sart ovasında dünyaya gelmiştir. Babası III. Murad, annesi Arnavut asıllı Safiye Sultan'dır. Ona "Mehmed" adını, doğum haberini çıktığı Sigetvar seferi sırasında alan büyük dedesi Kanunî Sultan Süleyman'ın koyduğu söylenir.
III. Mehmed'le ilgili bilgi veren kaynaklar onun orta boylu, kumral sakallı ve güzel yüzlü bir insan olduğu görüşünde birleşirler. Bunun yanında onun kendi hâlinde, nazik, halim, selim, vakur, kerim, edip, salih ve âbid bir şahsiyete sahip olduğu söylenir.
III. Mehmed, babasının cülusuna kadar hayatını Manisa’da geçirmiştir. 16 yaşındayken tarihe geçen muhteşem bir merasimle sünnet edilmiştir. Din, fen, askerlik ve idare alanlarında çok iyi bir eğitim gören III. Mehmed'in ilk hocası Manisalı İbrahim Cafer Efendi’dir. Diğer önemli hocaları Kazasker Pir Mehmed Azmi Efendi, Nevâlî Nasuh Efendi, ve Hoca Sadeddin Efendi'dir. Sultan III. Mehmed'in eşleri Halime ve Handan Sultan; erkek çocukları Şehzade Selim, Şehzade Cihangir, Şehzade Mahmud, I. Ahmed ve I. Mustafa'dır.
Sultan III. Mehmed, 1583'te 12 yıl devam edecek olan Manisa Sancakbeyliğine tayin edilmiştir. Sultan III. Mehmed, babası III. Murad öldüğünde 29 yaşındaydı. Babasının ölümü üzerine 1595'te Osmanlı tahtına oturmuştur. III. Mehmed tahta geçtiğinde ilk icraatı kardeş katli geleneğini devam ettirmek oldu. Dördü yetişkin (Mustafa, Bayezid, Osman ve Abdullah), diğerleri ise çok küçük yaşlarda olmak üzere, 19 şehzade boğularak öldürüldü. Bir anda 19 şehzadenin cenazesinin saraydan çıkması halkın tepkisine sebep olmuştur.
Sultan III. Mehmed, sancakbeyliğinden saltanata gelen son Osmanlı padişahıdır. Ondan sonra Osmanlı saltanatına kafes sistemi getirilmiştir. III. Mehmed, beş vakit namazını derin bir huşuyla vaktinde ve de çoğunlukla cemaatle kılan çok dindar bir padişahtı. Peygamber Efendimize derin bir sevgisi ve muhabbeti vardı. Onun adı anıldığında bambaşka bir hâle bürünerek adeta cezbeye kapılırdı. Onun İslâm'ın dört halifesi olan Hz. Ebubekir'e, Hz. Ömer'e, Hz. Osman'a , Hz. Ali'ye ; Ashâb-ı kirama ve âlimlere hürmeti büyüktü. O, İslâm'da haram olan içkiyi sıkı bir şekilde yasaklamış, bütün gizli meyhaneleri kapattırmıştır.
Tahttan ve Taçtan Güç Almayan Gönül Zengini Bir İnsan: Sultan III. Mehmed...
Sultan III. Mehmed, dünyanın malına ve mülküne kıymet vermezdi. Tok gönüllü bir insan olduğu için taht da taç da onun için önemli değildi. Asıl önemli olan şey kurum ve kuruluşları zaafa uğratmadan devletin devamını sağlamaktı. Çünkü Osmanlı, İslâm'ın en güçlü kalesiydi. Bu kale ayakta kaldıkça İslâm'ın gücü artarak devam edecekti. Aksini düşünmek bile istemiyordu. Bütün gayesi Osmanlı kalesine bir taş koyabilmekti.
Sultan III. Mehmed, gönül zengini bir insandı. Tahtlar ve taçlar onu hiçbir zaman kibirlendirmemiştir. O, tebasına karşı son derece merhametli ve cömertti. O, devlet işlerinden arda kalan zamanlarında kırlara çıkar, kendince huzur bulurdu. Bu sırada tefekkür ederek Hakk'a yakın olmaya çalışırdı. O, bu dünyanın fani olduğu gerçeğini erken fark etmişti.
Sultan III. Mehmed tahta geçince, annesi Safiye Sultan baş kadın olmuştur. İyi niyetli bir mizaca sahip olan Sultan III. Mehmed, annesi Safiye Sultan'ın etkisinde kalmıştır. Öyle ki anne Safiye Sultan, oğlunun bu iyi tabiatını kullanarak devlet yönetimine sürekli müdahale etmiştir. Onun yabancı hükümdarlarla doğrudan mektuplaştığı ve diplomatik ilişkiye girdiği söylenir. 1579'da Sokullu Mehmed Paşa'nın ölmesiyle Safiye Sultan devlet işlerine aktif olarak karışmaya başlamıştır. Bu durum oğlu III. Mehmed'in tahta çıkmasıyla daha da etkin bir hâl almıştır. Devlet içindeki konumu çok daha güçlenmiştir. O, torunu Mahmud'un (III. Mehmed'in büyük oğlu), annesinin de girişimleriyle, tahta geçeceğini sezmiş, öldürülmesi için planlar yapmış, bu planlarını hayata geçirerek onu öldürtmüştür. O, bunların yanında devlet işlerinde, azil ve tayinlerde daima etkisini göstermiş, hep yönlendirici olmuştur.
İnce Ruhlu Bir İnsan Olan Sultan III. Mehmed, Şiirimizin de Sultanlarındandı
İnce ruhlu bir insan olan Sultan III. Mehmed, Osmanlı'da neredeyse bir gelenek hâline gelmiş olan şiir yazma alışkanlığını devam ettirmiştir. O, şiirlerini Adnî mahlasıyla kaleme almıştır. Fakat tertip edilmiş ve günümüze ulaşmış bir divanı yoktur. Onun günümüze ulaşan şiirlerinden biri şudur: "Yok-durur zulme rızamız, adle biz mâilleriz/Gözleriz Hakk’ın rızasın emrine kâilleriz//Ârifiz, âyîne-i âlem-nümâdır gönlümüz/Rûzigârun cünbişinden sanmanuz gâfilleriz//Hükm-i Mevlâ’ya mutîiz fâriğuz tedbîrden/Biz tevekkül ehliyiz takdîrine kâilleriz//Gönlümüz kuhl-i Sıfahân-ı alır mı aynın/Tûtiyâ-yı gerd-i râh-ı dilbere mâilleriz//Pûte-i aşk içre Adnî kâl ezelden kalbimiz/Gıll u gışdan hâliyiz âlemde sâfî-dilleriz"
Eğri Kalesi'nin Fatihi: Sultan III. Mehmed
Sultan III. Mehmed, babası III. Murad döneminde başlayan Osmanlı-Avusturya Savaşı sürerken tahta geçmiştir. Tahta geçince de Avusturya ve Eflâk meseleleriyle ilgilenmiştir. Bu çerçevede 1595'te Avusturyalılar Estergon Kalesi'ni kuşatmış, Osmanlı askerlerinin üstün gayretlerine rağmen, kale sayıca üstün olan Avusturyalılara teslim edilmek mecburiyetinde kalınmıştır. Bunun ardından Tuna kıyısındaki Vişegrad da düşman eline geçmiştir. Bu hezimetlerden sonra payitaht olan İstanbul'da padişahın sefere gitmeyişine büyük tepki duyulmuş, bu kayıpların ardından Sultan III. Mehmed seferlere katılmaya başlamıştır.
Sultan III. Mehmed dönemi, Osmanlı'da duraklamanın hüküm sürdüğü talihsiz bir zamana rastlar. Fakat o, bunu engellemek için elinden geleni yapmış, büyük bir azim ve gayret göstermiş, babası III. Murad gibi seferlerden uzak durmamış, büyük bir cesaret örneği göstererek bizzat orduyla seferlere katılmıştır. O, I. Süleyman'dan sonra sefere çıkan ilk padişahtır. III. Mehmed, sefere çıkmama konusunda babası III. Murad'ı ve dedesi II. Selim'i bile eleştirerek şöyle der: "Ceddimiz, devletimizin kurucusu Osman Gazi Hazretlerinden, büyük dedemiz Kanunî Sultan Süleyman'a kadar bütün padişahlar askerin önünde sefere çıkmışlardır. Dedemiz Sultan İkinci Selim'le (II. Selim) cennetmekân pederimiz Sultan Murad (III. Murat) bu usulü bozdular. Biz dahi, başlangıçta seferi paşalarımıza ısmarlamakla hataya düştük. Asker evlâtlarımız bizi başlarında görmek isterler. Kararımız odur ki yakında sefere çıkacağız. Hazırlıklar tamamlansın. Küffara haddini bildirmeye gitmek gerekir"
Devlet işlerine ve oğlu olan padişaha karışmayı kendisine huy edinen Safiye Sultan, oğlunun seferlere katılma kararını değiştirmeye kalksa da bunda etkili olamamış, padişah III. Mehmed, bu hususta annesine karşı çıkarak "Valide, biz Sultan oğlu sultanız, kullanmayacaksak Eyüp Sultan Camii'nde bu kılıcı niçin kuşandık? Kararımız karardır, sefere çıkacağız. Taht uğruna devleti feda etmeyiz" şeklinde cevap vermiştir. Bunun ardından uzun bir aradan sonra padişahların sefere çıkma geleneği tekrar ihya edilmiştir. Bu kapsamda padişahın da katıldığı bir seferle ilk olarak Eğri Kalesi kuşatılmış, 12 Ekim 1596'da da kale padişaha teslim edilmiştir. Orduyu Hümayun'un Eğri Kalesi üzerine yürüyüp varması üzerine Sultan III. Mehmed kale muhafızlarına hitaben şöyle seslenmiştir: "Kılıcımın üzerine yemin ederim, mu¬kavemet etmeden, her iki taraftan da kan akmadan teslim olursanız, mücahitlerime Hatvan kalesinde yapılanları size yapmayacağım. Teslim olmazsanız siz bilirsiniz!"
III. Mehmed, Eğri Kalesi kuşatıldığında kale muhafızlarına gönderdiği mektupta şunları yazmıştır: "İslâm dinini kabul ederseniz mal ve mülkünüz üzerinde eskisi gibi tasarruf edebilir, hür olursunuz. Buna yanaşmazsanız serbestçe çıkıp gidebilir, hayatınızı kurtarırsınız. Bu şartlardan birini kabul etmeyip savaşa girişirseniz birinizi sağ komam, bilmiş olasınız."
Eğri Kalesi'nin fethinden sonra Osmanlı birlikleri ilerleyerek 15 Ekim 1596 günü Haçova'da büyük bir Haçlı ordusuyla karşılaşmıştır. İyi bir taktik uygulayan Osmanlı kuvvetleri bu savaşı kazanınca Viyana yolu da kendilerine açılmıştır.
Sultan III. Mehmed, Haçova Meydan Muharebesi'nde Hazinedarbaşından hırka-i saadeti getirmesini istemesiyle birlikte halife-i ruy-i zemin (yeryüzünün halifesi) olarak bu mübarek hırkayı giyip, muharebeyi bizzat cepheden idare etmesi sebebiyle kendisi için endişe edenlerin kuvve-i maneviyelerini yükselterek onlara hitaben şöyle demiştir."Esselâtü vesselâm Efendimizin himmetleriyle bize artık bu sahrada bir şey olmaz!"
Vatanını canından çok seven III. Mehmed, imar alanında da ciddi çalışmalar yapmıştır. O, memlekete hizmeti kendine gaye edinmiştir. Bu kapsamda Sultan III. Mehmed, süt annesi Halime Hatun adına Gölmarmara Halime Hatun Camii ve Külliyesi'ni, ayrıca validesi Safiye Sultan adına da Yeni Valide Camii ve Külliyesi'ni yaptırmıştır. Bunun dışında birçok camiyi tamir ettiren Sultan III. Mehmed, Yeni Cami'nin de temelini attırmıştır.
Ölüm Asude Bahar Ülkesidir Bir Rinde...
Milâdî takvime göre 8 yıl, 10 ay, 25 gün saltanat süren Sultan III. Mehmed, 1603 senesinde, 20 Aralık'ı 21 Aralık'a bağlayan gece 38 yaşında bu dünyadan göçmüştür. Hiçbir hastalığı olmayan sultanın ölüm sebebi de belli değildir. Bazı kaynaklar onun şişmanlığa bağlı mide rahatsızlığından, bazı kaynaklar da kalp krizinden öldüğünü söylerler. Annesi Safiye Sultan'ın bir oyunuyla, oğlu Mahmud'un bir oldubittiyle katledilmesi onu son derece üzmüştü. Onun bu trajik ölümden çok müteessir olduğu ve büyük bir çöküntüye uğradığı söylenir.
Batı'da ve Doğu'da yaşanan yenilgiler, Anadolu'da ve İstanbul'da çıkan iç isyanlar devletin gücünü zaafa uğratmış, bu durum en çok da devletin başı olan III. Mehmed'i üzmüştü. Öyle ki bu durum padişahın yemeden içmeden kesilmesini de beraberinde getirmişti. III. Mehmed döneminin en önemli olaylarından biri de Anadolu'da çıkan Celâli isyanlarıdır. Bu isyanların ve İran savaşlarının çok uzun sürmesi onu büyük üzüntü içinde bırakmıştır.Yaşanan onca sıkıntılar padişahın sağlığına olumsuz olarak yansımaya başlamıştı. Öte yandan III. Mehmed'le ilgili yaygın bir rivayet anlatılır. Padişah bir gün saraya dönerken yolda karşılaştığı bir meczup kendisine, "56 gün sonra gelecek kazadan kurtulamazsın. Gafil olma padişahım" demiştir. Bu olaydan fazlasıyla etkilenen padişah, yemeden içmeden kesilmiş, bir rivayete göre de 56 gün sonra kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmiştir. III. Mehmed’in cenaze namazı, 22 Aralık günü Şeyhülislam Mustafa Efendi tarafından kılındıktan sonra, Ayasofya Camii avlusunda babası III. Murad Han’ın yanına defnedilmiştir.
Sultanahmet'te Sonsuzluğu Soluklayan Bir Berzah Yolcusu...
Sultan III. Mehmed'in Ayasofya Camii avlusundaki türbesi, kendisinin ölümünden sonra inşa edilmiştir. Dedesi Sultan II. Selim'in türbesinin güneyinde yer alan III. Mehmed'in türbesinin inşasına oğlu I. Ahmed zamanında devrin başmimarı Dalgıç Ahmed Ağa tarafından
başlanmış, daha sonra yerine geçen Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından tamamlanmıştır.
Sultan III. Mehmed Türbesi dıştan mermer kaplı, sekiz köşeli ve çift kubbeli olup, ortada büyük bir mekân ve giriş tarafına bitişik iki kısımdan oluşmaktadır. Türbeye girişi sağlayan revaklı kısmın yan taraflarında yıldız, çiçek ve manzara resimleri yapılmış olup, bu özelliği ile dönemin klasik süsleme unsurları dışında bir üslûp sergilemektedir. Türbeye geçişi sağlayan kapının üstünde istiridye kabuğu şeklinde bir alınlık bulunmaktadır. Kapı üzerinde iki satır halinde altı mısralık bir kitabe mevcuttur.
III. Mehmed Türbesi'nin içindeki pencereler üç sıra hâlindedir. Alt sırada pencere ve dolapların arası 17. yüzyıl başına ait İznik çinileri ile süslüdür. Alt sıra pencereler üzerinde, lacivert üzerine, beyazla yazılmış çini kuşağı bulunmaktadır. Çini süslemeler dışındaki kısımlar kalemişi süslemeleri ile bezelidir. Yapının iki yanına daha sonraları sultan kızları için bölümler eklenmiştir. Türbenin dışında Bab-ı Hümayun Caddesi'ne bakan tarafta tarih kitabesi yazılmıştır. Türbe içerisinde Sultan III. Mehmed, onun eşi ve Sultan I. Ahmed'in annesi Handan Sultan, Sultan I. Ahmed'in şehzadeleri ve kızları, Sultan III. Murad'ın kızı Ayşe Sultan ile diğer şehzadelerle birlikte toplam 26 sanduka bulunmaktadır.
SANCAĞA ÇIKMADAN PADİŞAH OLAN İLK ŞEHZADE: SULTAN I. AHMED
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı'nın 14. Padişahı, İslâm'ın 79. Halifesi: Sultan I. Ahmed Han...
Sultan I. Ahmed, babası III. Mehmed'in Saruhan Valiliği sırasında 28 Nisan 1590 (h. 998) tarihinde Manisa’da doğmuştur. O, III. Mehmed'in üç oğlundan ortancasıdır. Annesi Handan Sultan'dır. Osmanlı Devleti'nin 14. padişahı olan Sultan I. Ahmed, aynı zamanda Müslümanların 79. halifesidir. I. Ahmed'in ağabeyi olan Mahmud, tahta kastettiği iddiasıyla öldürülmüştür. Böylece tahtın yolu kendisi için açılmıştır. Anadolu’da devam eden Celâlî İsyanları nedeniyle Şehzade Ahmed, sancağa çıkmadan saltanata geçen ilk şehzadedir.
Sultan I. Ahmed'in zevceleri Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü kadın simalarından biri olan Mahpeyker Kösem Sultan ve Mahfiruz Hatice Sultan'dır. Muktedir bir kadın olan Kösem Sultan Osmanlı'nın 17. padişahı olan IV. Murad ve İbrahim'in de annesidir. Mahfiruz Hatice Sultan ise II. Osman(Genç Osman)'ın ve Şehzade Mehmed'in annesidir.
Sultan I. Ahmed, babası III. Mehmed'in vefatı üzerine 21 Aralık 1603'te, henüz 14 yaşındayken Eyüp Sultan'da kılıç kuşanarak tahta geçmiştir. Tabir caizse bir anda kendisini tahtta bulmuştur. Fakat zamanında iyi bir eğitim aldığı için başa geçince çok da zorlanmamıştır. Askerlik ve devlet yönetimindeki eksikliklerini kısa zamanla tamamlamıştır. Onun saltanat koltuğuna oturduktan sonra sünnet olduğu bilgisi enteresan olsa da doğrudur.
Vicdan sahibi bir insan olan Sultan I. Ahmed herkesin görüşüne saygı gösterir, kararlarını daima istişareyle alırdı. Yeri gelince yumuşak, yeri gelince de çok sert mizaçlıydı. Devlete ve millete yanlış yapanları affetmezdi. O, halk içinde daima Hakk'la beraberdi.
İradeli ve kararlı bir insan olan Sultan I. Ahmed Han ava ve cirit oyununa meraklıydı. Osmanlı'nın eski payitahtları olan Edirne ve Bursa'da avlanmaya gittiğine dair bilgiler mevcuttur. Ok atmak, kılıç kullanmak ve ata binmek konusunda son derece başarılıydı.
Çok zeki ve feraset sahibi bir insan olan I. Ahmed, çocukluğunda çok iyi bir eğitim görmüştü. Dönemin saygın âlimlerinden Aydınlı Mustafa Efendi'den dersler almıştı. Hocazâde Mehmed ve Esad Efendiler de onun hocalarındandı. Arapça ve Farsçayı iyi derecede öğrenmişti. Dinî bilgileri üst düzeydeydi. Fıkıh ilmine fazlasıyla vakıftı.
Sultan I. Ahmed, saltanatında hanedan veraset sistemini değiştirip kardeş katli kanununu kaldırmış, yerine "Ailenin aklı başındaki en büyük üyesi padişah olur" hükmünü(Ekber ve Erşet sistemi) getirmiştir. Bu Osmanlı idaresinde bir dönüm noktasıdır.
Sultan I. Ahmed, çok genç denebilecek bir yaşta tahta geçse de tahtta iz bırakmıştır. Çevresi tarafından sevilip sayılmıştır. Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendi'nin oğlu Bostanzâde Yahya Efendi, "Tarih-i Sâf Tuhfetü’l-Ahbab" adlı eserinde I. Ahmed Han’dan övgü ve sitayişle bahsetmektedir: “O, felek rütbeli, melek yüzlü, derviş tabiatlı olup Süleyman ululuğundadır. Adalette Nuşirevan’a, büyüklükte İskender’e benzer. Mutluluk ve devlet sahibi olan padişahımız, adalet ve şeriat yolundadır. Ataları gibi iyiliği ve hayır işlemeyi sever. Bilginlerin el üstünde tutulup gözetilmelerini ister. Temiz ve aydınlık yüzü değirmi, teni beyaz, boyu sultanlık bahçelerinin selvisi gibi olup sözleri ölçülü ve nüktelidir. Bayramlaşma törenlerinde elini öpen mollalara, şairlere ve vezirlere saygı olsun diye tahtında kalkıp oturur. Bu, sultanlara yaraşan güzel bir davranıştır. Yürüyüşü bile bir padişaha uyacak biçimdedir. Bütün bunlar izlenince dedesi Sultan Murad Han’a benzediği anlaşılır. Ama Sultan Murad Han’dan bin derece yüksek, bağışlayıcı ve seçkindir. Boyu ondan daha uzundur. Orduyu ve ülkeyi yönetmede dedesinden üstündür. Sevimli yüzü ve gülümseyişi nur saçan güneş kadar aydınlıktır. Şakada, övgüde ileri gitmez. Alçakgönüllülüğüyse sonsuzdur. Ne var ki, Allah vergisi heybeti ve büyüklüğü karşısında her canlı titrer.”
Genç yaşında devlete baş olan ve Osmanlı'ya can veren Sultan I. Ahmed'in kısa hayatında 14 sayısının apayrı bir yeri ve önemi vardır. Zira o, hicrî takvim hesabıyla 14 yaşında 14. padişah olarak tahta çıkmış, 14 yıl saltanat sürdükten sonra 28 (yani 2 kere 14) yıl yaşadıktan sonra ölmüştür. 14 rakamı onun hayatının hep merkezinde yer almıştır.
Osmanlı Sultanı I. Ahmed ve Gönüller Sultanı Aziz Mahmud Hüdâyî Dostluğu
Dindar bir padişah olan I. Ahmed'in peygamber sevgisi üst düzeydeydi. “N’ola tâcım gibi başımda götürsem daim/Kademi nakşını o hazret-i şâh-ı resûlün/Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir/Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün” şiiri bunun ispatıdır.
Sultan I. Ahmed, zamanın manevî büyükleri olan Abdülmecid Sivasî ile çok sevdiği Aziz Mahmud Hüdâyî'den manevî feyiz almıştır. Onların manevî gölgesinde dinî hassasiyetlerini her zaman muhafaza etmiştir. Onun özellikle İstanbul'un manevî havasına önemli katkılar sunan Aziz Mahmud Hüdâyî sevgisi dillere destandır. I. Ahmed, Osmanlı'ya sultan olduğunda gönüller sultanı Aziz Mahmud Hüdâyî vardı yanında. O, devlet işlerinden artakalan zamanlarında gönül ehli Hüdâyî Hazretlerine gider, onun hoş sohbetinde bulunmaktan büyük keyif alırdı. I. Ahmed'in bu dünyada bıraktığı en büyük mimarî abide olan Sultanahmet Camii'nin açılışında da Aziz Mahmud Hüdâyî en ön safta yer almıştır.
Bir gün Aziz Mahmud Hüdayi "Kudûmun rahmet u zevk u safâdır Yâ Rasûlallâh/Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır Yâ Rasûlallâh//Nebî idin dahî Adem dururken mâ-ı tîn içre/İmâm-ı enbiyâ olsan revâdır Yâ Rasûlallâh//Kemâl-i zümre-i kümmel senin nûrunla olmuştur/Vücûdun mazhar-ı tâm-ı Hudâdır Yâ Rasûlallâh" diye başlayan naatı okurken Sultan I. Ahmed mest olmuştu. Çocuklukta başlayan Hüdayi sevgisi son nefesine kadar sürmüştür.
Bahtî mahlaslı I. Ahmed Sadece Osmanlı'nın Değil, Kelimelerin de Serdarıdır
Osmanlı Devleti'ni cihan imparatorluğu mertebesine yükselten padişahların çoğu şiir ve edebiyatla yakından ilgilenmişlerdir.Padişahların Divan edebiyatında önemli bir yeri ve ağırlığı vardır. İstanbul’u fethederek çağ açıp çağ kapayan Sultan Fatih "Avnî", oğlu II. Bâyezid "Adlî", Yavuz Sultan Selim "Selîmî", Kanunî Sultan Süleyman "Muhibbî", III. Murad Han "Muradî" ve III. Selim "İlhâmî" mahlasıyla birbirinden güzel ve özgün şiirler yazmışlardır. Osmanlı sultanları şiirin yanında, hat sanatıyla da yakından ilgilenmiştir.
Birçok Osmanlı padişahı gibi Sultan I. Ahmed de şairdir. Şiirlerinde Bahtî mahlasını kullanmıştır. O sadece Osmanlı'nın değil, kelimelerin de serdarıdır. Onun askerlerine dair kaleme aldığı şu şiir ne güzeldir: "Ey uranlar kılıcı heybet ile küffâra/Cân u dilden sizi ısmarlamışam Settâra/Hazret-i Hak’dan umaram ki kral-ı bed-hâl/Vire hep şehr ü hisârını gelip yalvara/Ahmedâ hayr duâ ile guzâta her dem/Diler isen ki mu’în ola Hüdâ anlara"
I. Ahmed Han, âlimleri ve sanatçıları çok sever, korur ve onlara büyük bir ihtimamla hürmet ederdi. Onun saltanat devrinde Şeyhülislâm Yahya, Nef’i ve Nergisî gibi büyük edebî şahsiyetler yetişmiştir. O, zamanın Allah dostlarından Aziz Mahmud Hüdâyî'ye çok hürmet gösterirdi. Onun için yazdığı şu şiir, ona duyduğu derin muhabbetin tezahürüdür: "Vârımı ben Hakk’a verdim gayri vârım kalmadı/Cümlesinden el çekip pes dü cihânım kalmadı/Çünkü hubbullah erişti çekti beni kendine/Açtı gönlüm gözünü gayri gümânım kalmadı"
Aruzu ustaca kullanan Sultan I. Ahmed mürettep bir divan oluşturacak miktarda şiir yazmıştır. O, şiirlerinde anlaşılır bir Osmanlı Türkçesi kullanmıştır. Şiirlerinde Allah ve peygamber sevgisini ağırlıklı olarak işlemiştir. Divanında 5 münâcât, 1 naat, 1 terci-i bend, 17 gazel, 36 kıta, 3 şarkı, 4 beyit, 2 tarih manzumesi ve 9 küçük manzume mevcuttur.
Bahtî mahlasıyla güzel şiirler kaleme alan Sultan I. Ahmed'in Allah aşkını işlediği şu şiiri okunmaya değerdir: "Dil hânesi pür-nûr olur envâr-ı zikrullâh ile/İklîm-i dil ma'mûr olur mi'mâr-ı zikrullâh ile//Her müşkil iş âsân olur derd-i dile dermân olur/Cânın içinde cân olur esrâr-ı zikrullâh ile//Gamgîn gönüller şâd olur dem-besteler âzâd olur/Güm-geşteler irşâd olur âsâr-ı zikrullah ile//Zikreyle Hakk'ı her nefes Allah bes bâkî heves/Pes gayrıdan ümmîdi kes tekrâr-ı zikrullah ile//Gör ehl-i hâlin fırkasın çâk etdi ceyb-i hırkasın//Devreyle zikrin halkasın pergâr-ı zikrullah ile//Terk et cihân ârâyişin nefsin gider âlâyişin//Bul cân ü dil âsâyişin efkâr-ı zikrullah ile//Bahtî sana ikrâr eder tevhîdini tekrâr eder/İhlâsını iş'âr eder eş'âr-ı zikrullah ile"
Sultan I. Ahmed Han'ın Çağlara Vurduğu Manevî Mühür: Sultanahmet Camii
Selâtin camilerin başında gelen Sultanahmet Camii'nin banisi, dinî hassasiyetleri üst düzeyde olan Sultan I. Ahmed Han'dır. 17. yüzyılın önemli eserinden biri olan Sultanahmet Camii, Mimar Sinan ekolünden gelen Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa tarafından inşa edilmiştir.
1609-1620 yılları arasında inşa edilen Sultanahmet Camii, sadece bir cami değil camiyi de içine alan devasa bir külliyedir. Bu caminin etrafında hünkâr kasrı, sıbyan mektebi, medrese, arasta, hamam, dârüşşifâ, imâret-i âmire (mutfak, fırın, kiler, yemekhane), tabhâneler, han, dârülkurrâ, türbe, sebiller, çeşmeler, dükkânlar, odalar, mahzenler, kahvehane ve evler bulunmaktaydı. Bu yapılardan önemli bir kısmı ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır.
İstanbul'un huzur mekânlarından Sultanahmet Camii mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve de yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi yine mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca Mavi Camii (Blue Mosque) olarak adlandırılır. Caminin içinde 23 bin adet İznik çinisi bulunmaktadır; bunlar 50 ayrı çeşitten oluşmaktadır.
Sultan I. Ahmed Han kendi adını taşıyan bu devasa caminin yapım sürecinde cami inşaatıyla özel olarak ilgilenmiştir; hatta inşaatın temelinde bizzat çalışmıştır. 1610’daki törende Evliya Çelebi bu durumu şu şekilde anlatır: “Cümle üstad mimar ve mühendisler toplanıp, Üsküdarlı Mahmut Efendi’nin ve üstadımız Evliya Efendi’nin duaları ile esasinin kazılmasına başladı. Evvelâ Sultan Ahmed Han, eteğine toprak doldurup "Ya Rab! Ahmed kulunun hizmetidir, kabul eyle” deyüp amelelerle birlikte temelden toprak taşıdı.”
Sultanahmet Camii’nde padişahların ibadeti için oluşturulmuş özel mekânlardan biri olan hünkar mahfili, altın yaldızlı çinilerin sedef kakmalı kapısı ve ince duvar işlemesiyle bir şaheserdir. Bu ulu mabet altı minaresi olan ilk camidir. Minarelerin dördü üçer, ikisi de ikişer şerefelidir. Bu caminin inşasından evvel altı minareli cami yalnız Mekke Camii olduğu için, şerefini muhafaza etmek üzere Mekke camiine yedinci bir minare ilâve edilmiştir. Evliya Çelebi, Sultanahmet’teki avizelerin, yapıldığı yıllarda, oradaki çiniler kadar güzel ve değerli olduğunu söyle anlatır: ”…Bu camide asılı avizeler yüz Mısır hazinesi değerindedir. Çünkü Sultan Ahmed Han, ecdadından beri toplanan kıymetli eşsiz cevahirleri, dört diyardan gelen çok değerli hediyeleri buraya koymuştur. Mesela Habeş veziri Cafer Paşa camiye altı adet zümrüt kandil göndermiştir ki, her bir kandil altışar okka ağırlıkta idi…”
Hakk'ın ve hakikatin nabzı olan mabetler şehrin kimliğini de tayin ederler. İstanbul siluetinin ayrılmaz bir parçası olan Sultanahmet Camii’nin 23,5 metre çapındaki büyük kubbesinin yerden yüksekliği 43 metredir. Bu devasa kubbeyi her biri 5 metre çapında olan dört adet fil ayağı taşımaktadır. Ana kubbeyi aynı zamanda dört tane yarım kubbe desteklemektedir. Renkli camlarla süslü 260 pencere, camiye benzersiz bir iç aydınlığı sağlar.
Sultanahmet Camii’nin temeline kazmayı ilk vuranlar, devrin şeyhülislâmı Mehmed Efendi, Aziz Mahmud Hüdâyî, Kuyucu Murad Paşa ve I. Ahmed Han'dır. Caminin temeli atılırken Sultan I. Ahmed’in kullandığı kazma Topkapı Sarayı’nda sergilenmektedir.
Kısa Bir Ömrün Bereketli Semeresi ve Sonsuzluk Kapısı
İnsanlar vardır uzun ömürlerine kıymeti haiz, iz bırakacak hiçbir şey sığdıramazlar; insanlar da vardır kısa hayatlarına çok kıymetli şeyler sığdırabilirler. Sultan I. Ahmet ikinci kategorideki has insanlardandır. O, 28 senelik kısa hayatına çok önemli şeyler sığdırmış, tarihte güzel izler bırakmıştır. Neticede Sultan I. Ahmed Han 51 gün süren bir mide rahatsızlığı sonucunda 22 Kasım 1618'de vefat etmiştir. Vefatının akabinde, İstanbul’da Atmeydanı'nda yaptırdığı Sultanahmet Camii yanındaki türbeye defnedilmiştir. Söz konusu türbede Sultan I. Ahmet'in yanında; hanımı Kösem Sultan, şehzadeleri Sultan II. Osman ve Sultan IV. Murat ile bazı torunları da sonsuzluk uykularını uyumaktadır.
KİMİNE GÖRE DERVİŞ, KİMİNE GÖRE DELİ: SULTAN I. MUSTAFA
M. NİHAT MALKOÇ
Tahtın Ailenin En Büyük Oğluna Verilmesinin İlk Adımı: Sultan I. Mustafa
Bir cihan devleti olan ve dünyaya adalet dağıtan Osmanlı'nın 15. padişahı, İslâm ümmetinin 82. halifesi olan Sultan I. Mustafa 1592 yılında babasının sancak beyi olarak bulunduğu Manisa'da doğmuştur. Babası 13. Osmanlı padişahı III. Mehmed'dir. Abaza asıllı olduğu söylenen annesi hakkında herhangi bir malumat yoktur. O yüzden kendisinden Valide Sultan olarak söz edilir. Bu konuda değişik bilgiler verilse de bunların dayanağı yoktur.
I. Ahmed 14 yaşında tahta çıktığı zaman tek erkek kardeşi olan I. Mustafa'nın hayatına dokunulmamıştır. Zira I. Ahmed Han’ın henüz bir erkek varisi yoktu. Bir rivayete göre de III. Mehmed'in tahta geçtiğinde 19 kardeşini birden öldürtmesinin halkta meydana getirdiği infialin I. Mustafa'nın öldürülmeme sebeplerinden biri olduğu da söylenir. Yine bir kısım yabancı kaynaklı söylentilere göre I. Ahmed’in kardeşi I. Mustafa'yı birkaç defa öldürtmeye teşebbüs ettiği; fakat daha sonra bundan vazgeçtiği ifade edilir. Venedik elçisi Contarini’nin bununla alakalı bir raporunda padişahın bu niyetini ilkinde âniden rahatsızlanması, ikincisinde de büyük bir fırtınanın patlak vermesiyle ertelediği belirtilir. Tarihî meseleler belgelere dayandırılmalıdır. Bu konuda kesin bir belge ve bilgi yoktur. Söylenenler yorumdan ibarettir.
Tarihçilerin belirttiğine göre I. Mustafa zayıfça, minyon yapılı, seyrek sakallı, iri siyah gözlü, solgun ve güzel yüzlüydü. Babasının 1595'te tahta cülus için Manisa’dan ayrılmasının ardından kardeşleriyle İstanbul’a götürüldüğü, yaşamının daha çok Üsküdar ve Davutpaşa Sarayı’nda geçtiği söylenir. İlk eğitimini sarayda alsa da onun diğer şehzadeler gibi çok iyi bir eğitim aldığı da söylenemez. Fakat dinî konulara bariz bir ilgisinin olduğu söylenir.
Sert mizaçlı ve öfkeli bir padişah olarak bilinen I. Mustafa, babası III. Mehmed öldüğünde on iki yaşındaydı. Abisi I. Ahmed tahta geçtiğinde I. Mustafa her ihtimale karşı yine de Harem-i Hümayunda şehzadeler dairesinin bir odasına kapatılmıştı. On dört yıldan beri kafes denilen bu yerde bir başına yaşamaya mahkûm edilmişti. Hassas ve kırılgan bir yapıya sahip olan I. Mustafa'nın sarayda çok sıkı gözetim altında tutulması ruhsal durumunu daha da sarsmış, aklî dengesinin bütünüyle bozulmasına sebep olmuştur.
Osmanlı Devleti'nde hükümdarlık babadan oğula geçiyordu. I. Ahmed ölünce Darüssaade Ağası Mustafa Ağa, Şeyhülislâm Hocazade Esad Efendi ve Kaymakam Sofu Mehmed Paşa, diğer devlet erkânını da bir şekilde ikna ederek, mevcut veraset sisteminin dışına çıkıp Şehzade I. Mustafa'yı padişah yapmışlardır. Böylelikle I. Ahmed'in ölümüyle sistem değişmiş, saltanatın ailenin en büyük oğluna geçmesini öngören sistem getirilmiştir. I. Ahmed'den sonra ilk kez kardeşi I. Mustafa tahta geçerek taht sistemindeki bu yeniliğin başlamasının ilk adımı oluşturmuştur. Eski sistem devam etseydi I. Ahmed ölünce onun 13 yaşındaki oğlu II. Osman tahta geçecekti. Fakat sistem değiştirildiği için böyle olmamıştır. Bunda I. Ahmed'in sarayda çok etkili olan eşlerinden Kösem Sultan'ın II. Osman'a değil de, kendi oğullarına taht yolunu açma isteğinin de etkili olduğu söylenebilir. Bu konuda rivayetler muhteliftir.
Tahtta ve taçta hiç hevesi olmayan, bu yüzden de bu ateşten gömleği giymek için hiçbir ön hazırlık yapmayan, bu yola değişik kesimlerin oyunlarıyla zoraki sokulan Sultan I. Mustafa 1617'de kendini tahtta bulmuştur. Bu işe kendisi de fazlasıyla şaşırmıştır. I. Mustafa adet olduğu üzere cuma günü Eyüp Sultan'a giderek burada kılıç kuşanmıştır. Rivayet odur ki o gün hazineden 100 kese tutarında altın cülûs bahşişi olarak dağıtılmıştır.
Devlet işleriyle ilgilenmeyi ve padişah olmayı istemeyen Sultan I. Mustafa iki kez tahta geçmiş bir Osmanlı padişahıdır. Zamanın devlet erkânı onun padişah olması konusunda ısrarcıydı. İlk saltanatı aklî dengesinin yerinde olmadığı sebebiyle üç ay dört gün sürmüştür. 26 Şubat 1618 tarihinde tahttan indirilerek yerine II. Osman tahta geçirilmiştir. Fakat onun kendi isteğiyle tahtı terk ettiği görüşü de rivayetler arasında vardır. Öte yandan amcasının yerine tahta geçen II. Osman, ilk iş olarak Hotin seferine çıkarken saltanatı için tehlikeli gördüğü kardeşi Mehmed’i öldürttüğü halde amcası I. Mustafa'ya aklî durumu sebebiyle hiç dokunmamıştır. Daha sonra bu düşüncesinde yanıldığını anlasa da iş işten geçmiştir.
Osmanlı'da Hazin Bir Dönem Yahut Genç Osman'ın Bahtsızlığı
Osmanlı tarihi içerisinde "Genç Osman" olarak da adlandırılan ve büyük umutlarla padişah olan II. Osman'ın taht yılları ne yazık ki uzun sürmemiştir. II. Osman yenilik yanlısı olmayanların tahrikleriyle Yeniçeriler tarafından tahttan indirilmiştir. Ardından I. Mustafa 19 Mayıs 1622'de ikinci kez padişah olmuştur. Daha doğrusu bazı çıkarcı kesimler sinir hastası olan bu şahsı menfaatleri gereği bile bile ikinci kez tahta geçirmişlerdir. II. Osman'ın tahttan indirilmesi olayında etkili olan yeniçeriler ve sipahiler, daha kolay kullanabileceklerini düşündükleri I. Mustafa’yı tekrar tahta çıkarmayı kararlaştırmışlardır. İleride ayan beyan görülecek olan bu yanlış karar, büyük ihtimalle daha önce alınmış planlı bir karar değil, saray baskını sırasında ansızın gelişen bir düşüncenin tezahürüdür. Zamanın uleması ve özellikle Şeyhülislam Esad Efendi bu işe ısrarla karşı çıksa da mantık değil duygular galip gelmiş, onu dinleyen olmamış, hatta ulemayı ve şeyhülislâmı ona zorla biat ettirmişlerdir.
Altı asırlık haşmetli Osmanlı tarihinde Sultan I. Mustafa dönemi her yönüyle karmakarışık ve talihsiz bir dönemdir. Tarihçi Feridun Emecan TDV İslâm Ansiklopedisi'nin "Mustafa I" maddesinde bu dönemin nahoş hadiseleriyle ilgili olarak şunları yazar: "9 Receb 1031 (20 Mayıs 1622) Cuma günü öğle vakti Topkapı Sarayı’na getirilen Mustafa için burada resmî biat töreni icra edildi, adına camilerde hutbe okundu. Onun bu ikinci saltanatı tamamıyla II. Osman hadisesinin gölgesi altında kaldı. II. Osman’ın feci âkıbeti hem İstanbul’da hem taşrada yeniçeri ve sipahilere karşı büyük bir nefretin doğmasına yol açtı. Bu durum merkezde birbiri peşi sıra çıkan isyanların ve karışıklıkların başlıca sebebini oluşturdu. Olaylarda I. Mustafa’nın doğrudan hiçbir tasarrufu olmadığı, hatta sadrazam tayinlerinde dahi bir etkisinin bulunmadığı açıktır. Kara Dâvud Paşa ve Mere Hüseyin Paşa gibi sadrazamların iktidar mücadeleleri sırasında sıkça askeri kullanmaları ve bunların çeşitli isteklerle saraya gitmeleri gibi hadiseler, Mustafa’nın tamamen dışında, annesinin ve etrafındakilerin aldığı tedbirler veya verdikleri tavizler vasıtasıyla yatıştırılabiliyordu. Hatta kendi çıkarları için onun saltanatını sağlamlaştırmak isteyen annesinin ve Dâvud Paşa’nın I. Ahmed’in oğulları Murad ve İbrahim’i katlettirme planlarından da haberdar değildi."
Sultan I. Mustafa Devri Olaylarına Bakış
II. Osman'ın cezası tahttan indirilmekle sınırlı kalmamış, çeşitli hakaret ve saldırılara maruz bırakıldıktan sonra Yedikule Zindanları'nda boğdurularak hunharca şehit edilmiştir. Bu elim hadiseden sonra tabir caizse sular bir türlü durulmamıştır. Olaylar büyüdükçe büyümüş, önü alınamaz bir hâle dönüşmüştür. II. Osman'ın öldürülmesinde baş rolde olan Kara Davut Paşa'ya karşı tepkiler bir çığ gibi artmış, bu durum Davut Paşa'yı güç durumda bırakmış, o da Genç Osman'ı I. Mustafa'nın emriyle öldürdüğü yalanını uydurmuştur. Fakat bu yalan inandırıcı olmamış ki Kara Davut Paşa da aynı yeniçeriler ve sipahilerce önce sadrazamlıktan uzaklaştırılmış, daha sonra da gizlendiği bir samanlıkta yakalanarak kellesi uçurulmuştur.
I. Mustafa'nın aklî zafiyeti devlet yönetiminde ciddi aksaklıklara neden olmuş, yönetim işleri paşalara ve I. Mustafa'nın annesine kalmıştır. I. Mustafa yönetimde sadece isim olarak gözükmüş, pratikte hiçbir etkisi ve yönetime katkısı olmamıştır. Onun ikinci kez padişah olmasını isteyen askerler de ne büyük hata yaptıklarını anlamış olsalar da bir kere iş işten geçmiştir. Fakat bunun böyle sürdürülemeyeceği de açık ve net bir biçimde anlaşılmıştır. Bunun üzerine sadrazam Kemankeş Ali Paşa, zamanın devlet erkânını evinde toplayarak neler yapılması gerektiği konusunda onlarla fikir alışverişinde bulunmuştur. Bu toplantı neticesinde devletin bekası ve selâmeti için padişahın bir an evvel tahttan indirilmesine karar verilmiştir.
Sağlık durumunda bir düzelme olmayan I. Mustafa'nın ikinci saltanat dönemi bir yıl üç ay 22 gün sürmüştür. Bir kez daha aklî dengesinin yerinde olmadığı ileri sürülerek 10 Eylül 1623 tarihinde Şeyhülislâm Yahya Efendi'nin fetvasıyla tahttan indirilmiştir. Onun yerine 11 yaşındaki yeğeni, Kösem Sultan'ın oğlu IV. Murad tahta geçmiştir. I. Mustafa'nın akıl sağlığı yerinde olmadığı için hiçbir kadını yanına yaklaştırmamış, dolayısıyla da çocuğu olmamıştır. Sultan I. Mustafa tahttan indirildikten sonra 15 yıl daha yaşamış, 20 Ocak 1639 tarihinde Topkapı Sarayı'nda bir sara krizi neticesinde hayata veda eylemiştir. Ayasofya Camii'nde Roma döneminde vaftizhane olarak kullanılan yere sessiz bir merasimle defnedilmiştir.
Sultan I. Mustafa Derviş mi Deli mi?
Devlet yönetiminde sıkıntılara yol açan Sultan I. Mustafa'nın psikolojik durumu farklı kesimler tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bazı kesimler ona "deli" damgası vururken bazı kesimler de onu dini bütün bir "derviş" olarak kabul etmiştir. Onun başkalarınca yadırganan ve vurdumduymaz olarak nitelendirilen davranışları bazı kesimler tarafından cezbe hâlinin tezahürleri olarak da görülmüştür. Kısaca söylemek gerekirse herkes görmek istediğini onun hayat aynasında görmüş, davranışlarını o minval üzere yorumlamıştır. Bu tarz yorumlara Topçular Kâtibi Abdülkadir Efendi Tarihi'nde rastlamak mümkündür. Ona göre Sultan I. Mustafa, Topkapı Sarayı'ndan dışarı çıkarak av faaliyetlerine katılmakta; silah, tüfek, ok, yay ve kalkan gibi askerî aletlere fazlasıyla ilgi duymaktadır. Hatta bizzat Tophane'ye giderek yanındakilere top atışı yaptırmaktadır. Bunun yanında tersanelere gidip gemi yapım çalışmalarını yerinde incelediğini söyleyen tarihçiler de vardır.
Sultan I. Mustafa'nın dünyanın malında, mülkünde ve makamlarında asla gözü yoktu. O hep mütevazı bir hayat yaşamayı yeğlemiştir. Padişah olmak için büyük istek duyanların aksine o, padişah olmamak için çevresindekilere adeta yalvarmıştır. Fakat onun üzerinden menfaat sağlamak isteyenler onun adını kullanmak için padişah olmasında ısrar etmişlerdir. Padişahlıktan alındığında hiçbir üzüntü belirtisi göstermemiştir. Onun dindarlığı konusunda hemfikir olan çevreler onun sarayda başta Kur'an-ı Kerim olmak üzere, sürekli kitap okuduğunu, zamanının çoğunu ibadet ve tefekkürle geçirdiğini söylemişlerdir.
Sultan I. Mustafa sağlıklı bir ruh hâline sahip olamadığı, dünyaya ve içindekilere değer vermediği için devlet yönetiminde hep olumsuzluklarla anılmış, otoriteyi hiçbir zaman eline alamamış, sarayın diğer erkânı tarafından hep kullanılmış, ölümünden sonra geriye ne yazık ki herhangi bir eser de bırakamamıştır. Fakat onun hayırsever bir insan olduğunu, çevredeki fakir insanlara hayır hasenatta bulunduğunu, hatta balık havuzlarına altın atarak bunların hizmetçiler tarafından aralarında bölüştürülmesini amaçladığını söyleyenler çoktur.
MAKTUL VE MAZLUM BİR PADİŞAH: SULTAN GENÇ OSMAN
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı padişahlarının 16. sı, İslâm halifelerinin 95. si olan olan II. Osman, nam-ı diğer Genç Osman, mazlum ve maktul bir padişahımızdır. 03 Kasım 1604(10 Cemâziyelâhir 1013) tarihinde payitaht merkezi İstanbul'da doğan II. Osman'ın babası I. Ahmed'dir. Annesi Mahfîrûz Sultan'dır. I. Ahmed’in dünyaya gelen ilk oğlu olması dolayısıyla kendisine Osmanlı hânedanının kurucusu Osman Gazi’nin adının verildiği rivayet edilir.
II. Osman, kendisinden beş ay küçük olan Şehzade Mehmed ile birlikte büyümüştür. Annesi Mahfîrûz’un saraydan çıkarılıp Eski Saray’a gönderilmesi nedeniyle şehzadelik yıllarında I. Ahmed’in hanımı Kösem Vâlide Sultan’ın gözetimi altına girdiği belirtilir. II. Osman'ın eşleri Akile Hanım ve Ayşe Sultan'dır. Oğlu ise Şehzade Ömer'dir. Sultan Genç Osman, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar yapıldığı gibi saray dışından, Şeyhülislâm Es’ad Efendi'nin ve Pertev Paşa’nın kızları ile evlenmiştir.
Genç Osman Kelimelerin de Sultanıydı
Fatih'ten Kanunî'ye kadar Osmanlı padişahlarının önemli bir kısmı şairdi. Bunlardan birisi de genç yaşta tahta oturan II. Osman'dır. Genç Osman olarak da bilinen II. Osman, "Fârisî" mahlasıyla divan tarzında, aruz ölçüsüyle şiirler yazan bir sultan şairimizdi. Şiirlerinin yer aldığı Divan, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde yer almaktadır. Çok genç yaşta(18 yaşında) vefat eden Fârisî, kısacık ömrüne 30 gazel, 1 müseddes, 67 nazm, 2 kıt’a, 1 rubâ’î ve 18 müfred olmak üzere 6 farklı nazım şekliyle toplam 119 şiir sığdırmıştır.
II. Osman sarayda iyi bir eğitim görmüştür. I. Mustafa, Şeyhülislâm Es’ad Efendi ve Sadaret Kaymakamı Sofu Mehmed Paşa’nın onayıyla tahttan indirilince 26 Şubat 1618 tarihinde onun yerine II. Osman tahta çıkmıştır. Tahta çıktığında henüz 14 yaşındaydı. Küçük yaşta tahta çıkması güçlü bir otorite sahibi olmasına engel olmuştur. Tahtta kaldığı süre içerisinde Bostanzade Yahya Efendi, hocası Ömer Efendi, Darüssaade Ağası Süleyman Ağa, Hekimbaşı Musa-yı Naşi gibi kişilerin etkisi altında kalarak yanlış kararlar da vermiştir.
İdare Ettiği İnsanlar Tarafından Tahttan İndirilerek Katledilen İlk ve Tek Padişah
Osmanlı'nın en bahtsız padişahlarından biri olan Genç Osman, Osmanlı Devleti tarihinde, idare ettiği insanlar tarafından tahttan indirilerek hunharca katledilen ilk ve tek padişahtır. Bu vahim durum tarihin en acı tablolardan biridir.
İlimden nasibini alan II. Osman'ın hocası Ömer Efendi'ydi. Rivayetlere göre Genç Osman Arapça, Farsça, İtalyanca ve Antik Yunan(ca) dillerini öğrenmişti. Bu da onun kısa bir ömür sürmesine rağmen kültürlü ve ehl-irfan bir padişah olduğunu gösteriyor.
Genç Osman namıyla da bilinen II. Osman'ın, normal şartlarda 1617 senesinde babasının vefatı üzerine tahta geçmesi gerekirdi. Fakat babasının getirdiği ekber ve erşed sistemi dolayısıyla, hanedanın en büyük yaştaki üyesi olan amcası I. Mustafa padişah olmuştur. Ama I. Mustafa devleti yönetecek ehliyete sahip değildi. O yüzden I. Mustafa'nın ilk saltanat dönemi ancak 96 gün devam edebildi. Zira ruhsal meseleleri mevcuttu. Bu yüzden belli bir müddet sonra I. Mustafa tahttan indirilerek bir odaya kilitlendi, onun yerine II. Osman tahta getirildi. Ertesi gün Eyüp’te kılıç kuşanma töreni yapıldı. Henüz on dört yaşında olan II. Osman, atalarının türbelerini ziyaret ederek saraya döndü. Cülûs münasebetiyle askere yeniden bahşiş dağıtıldı. Zamanın hicivleriyle tanınan büyük şairi Nef'i, genç yaşta tahta geçen II. Osman Han’ın cülusunu şu mısralarıyla anlatmıştır: "Şehinşâh-ı adâlet-pîşe Osmân Hân-ı sânî kim/Vücûdıyla hayât-ı tâze buldı mülk-i Osmânî" (Şahlar şahı, adaletli II. Osman Han’ın tahta cülusu ile Osmanlı mülkü taze hayat buldu).
Doğru İşi Yanlış Zamanda Yapmak Yahut Cesaretin Bedeli
Heyecanlı ve yaş itibariyle toy bir padişah olan II. Osman'ın tahta geçtikten sonraki ilk işi devlet himayesindeki görevlilerini değiştirmek oldu. Bunun en büyük gerekçesi de amcası I. Mustafa'yı tahta geçirenleri bu şekilde bertaraf etmekti. Bu kapsamda Sadaret Kaymakamı, Şeyhülislâm, Rumeli Kazaskeri ve Hekimcibaşı gibi görevlere yeni kişiler getirdi. Bu esnada kuzeyde yeni bir karışıklık peyda olmuştu. Kazaklar, Karadeniz kıyılarındaki Osmanlı topraklarına akınlar yapıyor ve Lehistan'a sığınıyorlardı. 1620 yılının Ağustos'unda Lehistan ve Kazak kuvvetleri, Osmanlı tarafından büyük bir yenilgiye uğratıldı. Lehistan sulh istiyordu. Fakat genç padişah II. Osman bunu kabul etmedi, çevresindeki devlet görevlilerinin de telkinleriyle Lehistan üzerine büyük bir sefer yapmayı kararlaştırdı. Sefer için hazırlıklar devam etmekteyken Sultan Osman, 12 Ocak 1621'de kardeşi Şehzade Mehmet'i, kendisine rakip gördüğü için boğdurttu. Böylece muhtemel taht kavgasını bu şekilde bertaraf etti.
Sultan Genç Osman ecdadı gibi cesur, heybetli ve yiğit bir insandı. O da destanlar yazan ataları gibi yeni zaferler kazanmak, İslâm'ın yüce adını ve ilâhî nizamını her tarafa duyurmak istiyordu. Yaşadığı dönemde İstanbul büyükelçiliğinde görev yapan İngiliz Thomas Roe onun için şunları söylüyordu: “Osman mağrur, yüksek ruhlu ve cesurdu. Hıristiyanların can düşmanlarından biriydi. Atalarının seferlerine imrenmekte, büyük işler planlamakta ve namını hepsinin üzerine çıkarmak için gayret sarf etmekte idi.”
Bu tarafsız yabancı gözlemcinin de belirttiği üzere o, kıymetli vaktini sarayda geçirmek istemiyordu. Kanı damarında durmuyordu adeta. Savaş meydanlarına çıkıp yeni yerler fethetmeyi arzuluyordu. İ'lây-ı kelimetullah fikrini hayata geçirmek istiyordu.
Cesaret Timsali Bir Yiğit Olan II. Osman'ın Hotin Seferi
Cesaret timsali bir yiğit olan II. Osman tahta çıktığı zaman (1618), Osmanlı Devleti ile Lehistan arasındaki Kazaklar yüzünden meydana gelen gerginlik ve sürtüşme devam ediyordu. II. Osman'ın Lehistan üzerine sefere çıkmasında İskender Paşa'nın kazandığı zaferin etkisi olduğu söylenir. Yine onu Lehistan seferine veziri Ali Paşa'nın ikna ettiğini iddia edenler de vardır. II. Osman'ın Lehistan seferine çıkmasıyla son yirmi beş yıldan beri süren padişahların sefere katılmama geleneği de terk edilmiş oldu.
Lehistan'la ilgili olarak Vezir-i azam Ali Paşa, sefer hazırlıklarını yapmakla görevlendirildi . Ancak, o bir müddet sonra vefat edince yerine Hüseyin Paşa getirildi. İlkbaharda Lehistan üzerine sefere çıkılacağı bütün Osmanlı ülkesinde duyuruldu. Yeniçerilerin ve tımarlı sipahilerin bir an önce sefer hazırlıklarını tamamlayıp İstanbul yakınlarındaki Davutpaşa Sahrası'nda toplanmaları istendi. Anadolu ve Rumeli'ye gönderilen fermanlarda savaş hazırlıklarının derhal yapılması, asla ihmal edilmemesi, askerlerin toplanma mahallinde bizzat padişah tarafından denetleneceği, bu yüzden gelmezlik etmemeleri, şayet emirlere uyulmazsa bu sefere gelmeyenlerin dirliklerinin ellerinden alınmakla kalınmayıp haklarından gelineceği sıkı sıkıya tembih edilmişti.
Bütün bu ağır tehditlere rağmen merkezî disiplinden iyice kopan askerler(yeniçeriler) durup dururken böyle bir savaşa gitmeye rıza göstermemişlerdir. Öte yandan mevcut devlet erkânı ise padişahın sefere katılmasını uygun görmemişler, seferin başlamasının güneş tutulmasına rastlamasını ise bir çeşit uğursuzluk saymışlardır.
Genç Osman'ın Yeniçerilerle Yıldızı Hiç Barışmadı
II. Osman, Hotin seferinde yeniçerilerin vurdumduymazlığı ve gayretsizliği yüzünden, askerî bir başarı elde edemedi; fakat Boğdan'ın güvenliği sağlanmış oldu. Lehistan(Polonya) seferinden, Hotin Kalesi uzun süre kuşatılmasına rağmen alınamadan Ocak 1622’de İstanbul’a geri dönüldü. Lehistan seferindeki bu başarısızlığa, yeniçerilerin sebep olduğunu gören ve devlette köklü düzeltmeler yapmak gerektiğine karar veren II. Osman, yeni bir askerî teşkilat kurmak için harekete geçti. Yeniçeri mevcudunu tespit etmek için yapılan yoklamalarda, mevcut olmayan askerlerin de var gibi gösterilerek, maaşlarının ocak ağaları tarafından alındığı anlaşıldığından, fazla ödemeler kesildi. Genç Osman, yeniçeri ocaklarını teftişlerinde ocak ağalarını askerlerin önünde azarladı. Genç Osman'ın, Halep, Şam, Erzurum ve Mısır beylerbeylerine, bölgelerinde asker yazdırmak için gönderdiği gizli talimatların, yeniçeriler tarafından öğrenilmesi yeniçerilerin Genç Osman’a karşı tavır almalarına yol açtı. Meşhur tarihçimiz İsmail Hakkı Uzunçarşılı bu konuda şu görüşleri dile getirir:
“Bilhassa Kızlarağası Süleyman Ağa İle hocası Ömer Efendi, bu hususta padişahı tahrik etmişler ve hatta kendisine Osmanlı askeri olmaya layık Mısır ve Şam askeridir, yoksa bunlara verilen ulufeye günahtır, diyerek padişahı, maiyeti askerinden soğutmuşlar ve maksatlarını kuvveden fille çıkarmak isteyerek, planlarını örtmek için de, bilhassa Kızlarağası ile hocası Ömer Efendi, Sultan Osman’ı hacca gitmeye teşvik eylemişlerdi.”
Kendisinden önce hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmediği halde, Genç Osman hacca gideceğini ilân ederek hazırlıkları başlattı. Yeniçeriler, padişahın hac bahanesiyle Anadolu’ya giderek, yeni bir ordu düzenleyip kendilerini gözden çıkaracağı endişesiyle, Genç Osman’ın hacca gitmesine karşı çıktılar. 18 Mayıs 1622′de At Meydanı'nda toplanan yeniçeriler: "Padişahın bu şekilde Hicaz’a gitmesi bizden yüz çevirmesindendir. Nizam-ı âlem için padişahlar haccı terk edegelmişlerdir. Payitahtı bırakıp gitmek hatadır. Bu işten vazgeçmelidir.” diye bağırıyorlardı. İsyancılar aynı gün, padişahın hocası Ömer Efendi’nin konağını yağmalayıp, Sadrazam Dilaver Paşa’nın konağına da saldırdılar. Padişahın kayınpederi olan Şeyhülislâm Esat Efendi ile ünlü şeyhler ve ordu, II. Osman’ın Hicaz’a gitmesine karşıydı. Esat Efendi, “Padişahların hacca gitmesine gerek yoktur” diye birde fetva çıkartmıştı. Fakat II. Osman, tecrübesizliğinden dolayı tüm bu sözleri kulak ardı etmişti.
Kısa Bir Ömrün Acılı Serencamı Yahut Vefa Duygusunun Tükenişi
Padişahın bu tavırları yüzünden asker ocakları ayaklanarak Sultanahmet Meydanı’nda toplandılar ve önce padişahın hocası Ömer Efendi’nin konağını yağmaladılar. Genç Osman, akşama doğru durumun kötüye gittiğini anlayarak, ulemaya isyancıların isteklerini sordurdu. Onlar da: "Kul taifesi, padişahın Anadolu’ya gitmesine razı değildir. Hoca Ömer Efendi’nin ve Darüssaade Ağası Süleyman Ağa’nın görevden alınmasını isterler” deyince, Genç Osman: "Varın söyleyin, hacca gitmekten vazgeçtim, fakat hoca ile darüssaade ağasını görevden almam” dedi. Bu kez askerler müftü ve kazaskeri de aralarına alarak tekrar Sultanahmet Meydanı’nda toplandılar. Şimdi artık iki kişinin azlini değil, Veziriazam Dilaver Paşa da dâhil, birçok kişinin kellesini istiyorlardı. II. Osman kellesi istenen kişilerin öldürülmesini reddetti. Saraya gelen ulema heyeti ise padişahtan bu isteklere uymasını rica ediyor, yoksa ayaklanmanın büyüyeceğini söylüyorlardı. Ama Genç Osman, ödün vermemekte direndi. Ve sözcü olarak gönderilmiş ulema heyetini sarayda alıkoydu.
Delege olarak saraya gönderilen ulemanın gelmediğini gören isyancılar, saraya girmeye karar verdiler. 19 Mayıs 1622′de tekrar At Meydanı'nda(Sultanahmet Meydanı) toplanan isyancılar padişahtan, Sadrazam Dilaver Paşa, Hoca Ömer Efendi, Vezir Ahmed Paşa, Darüsseade Ağası Süleyman Ağa, Baş Defterdar Vezir Baki Paşa ve Sekbanbaşı Nasuh Ağa’nın öldürülmelerini istediler. Genç Osman, isyancıların taleplerini kabul etmeyince, sarayın kapısına dayandılar. Saraya giren isyancılar, padişahı ayak divanına çağırdılar. Şimdi artık üç beş kişinin kellesini istemiyor, aynı zamanda “Sultan Mustafa’yı isteriz” diye de bağırıyorlardı. Genç Osman divanı kabul etmeyince: "Sultan Mustafa’yı isteriz” diye bağrışmaya başladılar. Şehzade Mustafa’nın bulunduğu Kadınlar Dairesi’ne gittiklerinde, dairenin kapısını açamadıklarından dama çıkıp kubbesini deldiler ve Sultan Mustafa’yı damdan dışarı çıkardılar. I. Mustafa’yı oradan alıp Orta Cami’ye götürdüler. Bu arada isyancılar hapishaneleri boşaltarak şehri yağmalamaya başladılar.
İsyancılar, Ağakapısı’ndan aldıkları Genç Osman’ı, Orta Cami’ye götürmek üzere yola çıktılar. Yolda rastladıkları bir ata bindirdiler. Genç Osman, yolda su istediğinde bir testiyle su getirip, Genç Osman’a vermeden yere attılar. Hakaretler, küfürler eşliğinde, Orta Cami’ye doğru yola koyuldular. Orta Cami’ye gelindiğinde, Genç Osman’ı bir odaya hapsettiler. Daha sonra II. Osman’ı bir pazar arabasına koyup, Yedikule Zindanı’na götürdüler. Yedikule’ye vardıklarında, Genç Osman’ı bir odaya hapsettiler. Askerler dağıldıktan sonra, Davud Paşa, kethüdası Ömer Ağa, Cebecibaşı ve birkaç adamla, Genç Osman’ı katletmek üzere harekete geçtiler. Cebecibaşı kement atıp kendisini boğmak istediyse de, II. Osman güçlü ve heybetli olduğundan hepsine karşı direndi. İçlerinden birisi, Osman’ın omzuna balta ile vurarak yere düşürdü ve nihayet Kilindir Uğrusu denilen subaşı kethüdası, husyelerini sıkmak suretiyle kendisini katlettiler (20 Mayıs 1622)
II. Osman'ın cenaze namazı şeyhülislâm Yahya Efendi tarafından kıldırıldı ve naaşı babası I. Ahmed Türbesi’ne defnedildi. Atâyî, ayrıca II. Osman’ın bir darbe ile tahttan indirilip vahşice öldürülmesi üzerine 7 bentlik bir mersiye yazmıştır. Bu mersiyede şöyle seslenmiştir: "Ey nakş-bend-i kârgeh-i câh-ı bî-direng/Lâyık mı sâde dillere bu gûne gûne reng//Senden bilür konılsa kimüñ sâgarına zehr/Senden tutar tokunsa kimüñ ayagına seng"
BAĞDAT FATİHİ SULTAN IV. MURAD VE ZAMANI
M. NİHAT MALKOÇ
Dünyevî ve Uhrevî İlimlerle Donanmış Akil Bir Padişahtır IV. Murat Han...
Osmanlı Devleti'nin 17. padişahı olan Sultan IV. Murad, 27 Temmuz 1612 tarihinde İstanbul'da Beylerbeyi Sarayı'nda dünyaya gelmiştir. Babası I. Ahmed, annesi Mahpeyker Kösem Sultan'dır. Yedikule Zindanları'nda bir grup isyancı tarafından hunharca öldürülen II. Osman'ın kardeşidir. Aklî durumu tartışılan I. Mustafa, IV. Murad'ın amcasıdır. Ayşe Hasekî Sultan'la evli olan IV. Murad'ın Şehzâde Süleyman, Mehmed, Alâeddin, Ahmed, Mahmud adlarında oğulları; Kaya Sultan, Rukiye, Safiye, Gevherhan ve Hafise adlı kızları vardı.
IV. Murad, her Osmanlı padişahı gibi iyi bir tahsil hayatı geçirmiştir. Hüsamzâde, Sarı Solak ve Hacı Süleyman Efendilerden ok atmayı, Cündî Halil Paşa'dan ata binmeyi öğrenmiştir. Zekeriyazâde Yahya Efendi gibi zamanın önde gelen âlimlerden fıkıh dersleri almıştır. Babası I. Ahmed'in de hocası olan Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerine çok değer veren ve fırsat buldukça onu ziyaret eden IV. Murad, onun manevî nüfuzundan istifade etmiştir. Enderun Mektebi'ndeki hocalardan özel eğitim görmüştür. Annesi Kösem Sultan, biricik şehzadesi olan oğlunun donanımlı yetişmesine çok önem vermiş, adeta üzerine titremiştir. O da keskin zekâsı ve güçlü hafızasıyla hocalarının verdiklerini tahsil etmiştir.
Tarihçiler IV. Murad'ın uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, koyu kumral saçlı, elâ gözlü, beyaz tenli, hafif sakallı, heybetli ve mehabetli bir kişi olduğunu yazarlar. Kuvvetli ve atletik bir yapıya sahip olan Sultan, ok atmasını ve kılıç kullanmasını çok iyi bilirdi.
IV. Murad Ateş Bahçelerinde Tomurcuk Güller Yetiştiren Bir Bahçıvandır
IV. Murad'ın çocukluğu rahat bir ortamda geçmemiştir. Çünkü o dönemde ağabeyi II. Osman(Genç Osman) isyancılar tarafından kahpece öldürülmüş, amcası I. Mustafa da bir dizi ruhsal sarsıntılar geçirmiştir. Bunlar çocuk yaştaki IV. Murad'a olumsuz bir biçimde tesir etmiştir. Amcası I. Mustafa'nın padişahlık yapmasının uygun olmayacağı kararı alınınca Şehzade Murad 10 Eylül 1623'te, henüz 11 yaşındayken tahta çıkarılmıştır. Tahta çıkarıldığı günün ertesi Eyüp Sultan Türbesi’nde Aziz Mahmud Hüdâyî tarafından kılıç kuşandırılmış, bundan beş gün sonra da sünnet edilmiştir. IV. Murad, padişah olsa da, yaşı çok küçük olduğu için devlet işlerine fazla karıştırılmamış, devleti daha çok annesi Kösem Sultan ve ona bağlı sadrazamlar yönetmiştir. Genç padişah 1623-1640 tarihleri arasında 16,5 yıl tahtta kalmıştır. Bu süre içerisinde, özellikle son yedi senesinde önemli işlere imza atmıştır.
IV. Murad'ın çocuk denecek yaşta tahta çıkarıldığı dönemde Osmanlı ülkesinde hiç de olumlu bir tablo yoktu. Şehzade Murad'ın babası I. Ahmed'in ölümünden sonra Osmanlı'da taşlar yerinden oynamıştı. Devlet otoritesi bir hayli sarsılmıştı. Her şeyden evvel yeniçeriler eskisi gibi padişaha sadık değillerdi; otorite tanımayarak başlarına buyruk davranıyorlardı.
İslâm halifelerinin 96. si olan IV. Murad'ın saltanatının ilk dokuz yılında varlığı pek de hissedilmemiştir. Çünkü o dönemde yaşı itibariyle devlet işlerini çekip çevirecek donanımda ve olgunlukta değildir. Fakat padişahlığının son yedi yılı için bunu söyleyemeyiz. Zira saltanatının son yedi senesinde tahttaki varlığını alabildiğine hissettirmiş, yönetime ağırlığını koymuştur. Bu dönemde ilk olarak sadrazam Recep Paşa'yı devre dışı bırakmıştır.
IV. Murad koyduğu yasaklarla da adından sıkça söz ettiren, bazıları tarafından takdir edilirken bazı kesimler tarafından da sıkça eleştirilen bir şahsiyettir. O, öncelikle alkol ve tütün kullanımını yasaklamıştır. Bu yasağa uyulup uyulmadığını kontrol etmek için şehir içinde tebdil-i kıyafet dolaşmıştır. Yasaklara uymayanları sert bir şekilde cezalandırmıştır.
Bazı tarihçiler içki ve tütün yasağıyla tanınan IV. Murad'ın çok içki içtiğini, ölümünün de içkiye bağlı hastalıktan olduğunu iddia ederler. Bazıları da onun içki içmediğini, muzdarip olduğu gut hastalığının ağrılarını hafifletebilmek için afyon(morfin) aldığını belirtir. Kullandığı afyon kendisinde hâlsizlik ve uyuşukluk meydana getirdiği için sendeleyerek yürürdü. Onun bu şekilde yürüdüğünü görenler, içki içtiğine hükmetmişlerdir.
Bağdat'ın Fethine Giden Süreçte Yaşananlar...
IV. Murad'ın saltanatının ilk yıllarında Sadrazam Kemankeş Ali Paşa devlet işlerinde fevkalade etkili ve yetkiliydi. Bu dönemde işler yolunda gitmiyor, koca devlet sıkıntılı bir dönem geçiriyordu. Bunda önceki dönemlerin etkisinin yanında, padişahın tecrübesizliği de etkendi. İstanbul'da yönetimden kaynaklanan otorite zaafı vardı. Bu olumsuzluklar taşraya da yansımıştı. Abaza Paşa, Sultan Osman'ın katledilişini bahane ederek Erzurum ve çevresini hakimiyeti altına almış, rastladığı yeniçerileri öldürmüş, Ankara'ya yürümüştü. Bunun yanında Bağdat'taki Bekir Subaşı da otorite tanımayarak ciddi sıkıntılara neden oluyordu. Bunları takip eden Safevîler ilk fırsatta Bağdat'ı işgal etmişlerdi. Buna bir de Gürcistan'da çıkan hadiseler eklenince idarenin sorunları daha da artmış oldu. Daha sonra Abaza Paşa yakalanmış, padişahtan özür dilemiş, padişah da onu Bosna Beylerbeyliğine atamıştı.
Bağdat'ın geri alınması IV. Murad için hayatî bir öneme sahipti. Zira Bağdat, Kanunî Sultan Süleyman'ın mirasıydı. Bu nedenle padişah Bağdat’ın geri alınmasına öncelik vererek Hâfız Ahmed Paşa’yı Bağdat’a gönderdi. Bütün gayretlere rağmen şehir alınamadı. IV. Murad, Bağdat'tan vazgeçecek gibi görünmüyordu. Onun ardından Hüsrev Paşa'yı Hemedan ve Bağdat seferine gönderdi. Kerbelâ, Necef ve Hille alınsa da Bağdat bu ikinci muhasarada da zapt edilemedi. Başarısız olan Hüsrev Paşa gitti; ikinci kez Hâfız Ahmed Paşa geldi.
Büyük önemi olan Bağdat'ın işgali, kadim devletin dizginlerini eline alan IV. Murad'ı çok üzmüştü. İlk iş olarak Bağdat'ı almak istiyordu. Önce Revan(Erivan) seferine çıkmış, orayı almıştı. Revan Seferi ile Ahıska, Revan (Erivan) ve Kafkasların büyük bir bölümü Osmanlı tarafından ele geçirilmiştir. 1638 yılında Bağdat Seferi ile Bağdat yeniden Osmanlı himayesine geçmiştir. IV. Murad bu savaşlarda ordusuna bizzat komuta etmiş ve “Bağdat Fatihi” olarak anılmıştır. Bu seferle devlet otoritesini yeniden ve kesin bir şekilde sağlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun İkinci Büyük Reformcusudur IV. Murad...
IV. Murad; ceddini hiçbir zaman unutmayan, onları rahmet ve minnetle yâd eden, şanlı mâzisine kıymet veren vefalı bir insandı. Bu yüzden Revan ve Bağdat seferleri sırasında, yol güzergâhı üzerinde bulunan vakıf eserlerini büyük bir özenle onarttırmıştır. Onları kaderine terk ettirmemiştir. Bunun yanında İmam-ı Azam türbesi Bağdat'ın fethinden sonra tamir ettirilmiştir. Yine Kâbe’nin en büyük ve kapsamlı tamirlerinden birisi olan ve on birinci tamiri kabul edilen, yenileme ve genişletme faaliyeti yine onun emriyle gerçekleştirilmiştir.
IV. Murad'ın saltanatının son dönemi son derece hareketli ve bereketli geçmiştir. Tarihçilerin kanaatine göre IV. Murad, Genç Osman’dan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci büyük reformcusudur. Devletin gerileme dönemi olmasına rağmen o, yeni şeyler yapmak için büyük gayretler göstermiş, bu konuda başarılı da olmuştur. O, gerilemenin amilleri üzerinde kafa yormuş, önleyici tedbirler almıştır. Döneminde fethin nişanesi olarak Topkapı Sarayı içerisinde Revan ve Bağdat Köşkü gibi güzide eserlerin yanında; köprüler, kervansaraylar ve çeşitli hayır eserleri inşa ettirerek milletinin hizmetine sunmuştur.
IV. Murad, son derece katı, dediğim dedik, otoriter ve sert tabiatlı bir padişahtı. O, devletin yüksek menfaatlerini hep şahısların menfaatlerinin önünde tutardı. Disiplinden asla taviz vermezdi. Emirlerini ıskalayanları asla affetmezdi. "Zalimlere merhamet, mazlumlara zulümdür" düşüncesinde bir insandı. Bu yüzden her zaman mazlumun yanında olmuştur. Ucunda büyük bedeller olsa da, adalet yolundan asla ayrılmamıştır. Küçük suçları bile görmezden gelmemiş, böylece büyük kabahatlerin önüne geçmiştir. Eğer öyle davranmasaydı, devletin karışıklıklarda çalkalandığı bu dönemde yıkım ve acı son kaçınılmaz olurdu.
Şair Ruhlu Bir Padişah Olan IV. Murad'ın Geniş Bir Kültür Sanat Çevresi Vardı
IV. Murad; ufku geniş, zeki, hafızası son derece güçlü bir padişahtı. Eğitime, bilime ve sanata çok önem veren IV. Murad, bu sahalarda emek verenlerin de hâmisi olmuştur. Onun döneminde pek çok âlim, şair, sanatkâr ve tarihçi yetişmiştir. Ganîzâde Nadirî, Nev'izâde Atayî, Cevrî, Sabrî, Şehri, Nailî Veysi gibi şairler bu dönemde yaşamıştır. IV. Murad, dönemindeki büyük söz ustalarını sohbet halkasında bir araya getirirdi. O, devrinin müstesna kültür sanat adamlarını ve şairleri meclisinde toplar, onlarla sanat ve edebiyat muhtevalı söyleşilerde bulunurdu. Bu sanat meclisine katılanlardan biri de Evliya Çelebi’dir. Bunun yanında IV. Murad, 'Leylek' namıyla meşhur olmuş Tıflî Çelebi'den de Şehname dinlerdi.
IV. Murad dönemi büyük kültür sanat eserlerinin verildiği müstesna bir dönemdir. O da etrafında, ataları Fatih ve Kanunî gibi kültür sanat çevreleri oluşturmuştu. Kıymetli vakitlerinin bir kısmını bu işlere ayırmıştı. Hicivleriyle meşhur olan Nef'î ve Şeyhülislâm Yahya onun kültürel çevresindeki büyük şairlerdir. Nef'î'nin Divan'ında IV. Murad için yazılmış on bir kaside mevcuttur. Nef'î aynı zamanda padişahın atları için de iki rahşiyye yazmıştır. IV. Murad, Nef'î'ye hicvi yasaklamıştı. Ondan usta işi kasideler dinlemekten çok hoşlanırdı. Fakat kendisine hicvi yasak ettiği hâlde hiciv yazmaktan kendini alamayan Nef'î için sonradan ölüm fermanı vermiştir. Bu da padişahın sert mizacına en büyük delildir.
Osmanlı Devleti'nde padişahlar sanatla ve sanatçıyla ilgilenmişlerdir. Sanatçıyı seven IV. Murad da , sanata ve edebiyata her zaman büyük bir ilgi duymuştur. O, aynı zamanda Arapça ve Farsçaya hakim bir insandır. Öte yandan kendisi de iyi bir hattat ve divan şairidir. "Muradî" mahlasıyla şiirler yazmıştır. Mürettep bir divanının olup olmadığı bilinmemekle beraber, pek çok tarih ve tezkire kitaplarında şiirlerinden örneklere rastlanmaktadır.
"Hâfızâ Bagdâda İmdâd İtmege Er Yok Mıdur?" Mısrasının Arka Planı
Padişaha bağlılığıyla tanınan Hâfız Ahmed Paşa IV. Murad'ın Bağdat'ı fethetmek için gönderdiği ikinci sadrazamdır. Ahmet Paşa zarif, nüktedân ve şâir ruhluydu. Bağdâd’ı kuşattığı sırada, pâdişâha gönderdiği mektupta; asker, cephane ve erzak yardımı gönderilmesini istemiş ve mektubuna eklediği "Şikâyetname" adlı şiirinin ilk beytinde şöyle demiştir: “Aldı etrafı adû (düşman) imdada asker yok mudur?/Din yolunda baş verir bir merd-ü server yok mudur?” IV. Murad'ın Bağdat Seferi sırasında kendisinden yardım isteyen Hafız Ahmet Paşa'ya hitaben yazdığı "Yok mıdur?" redifli şu nazire dikkate değerdir: "Hâfızâ Bagdâda imdâd itmege er yok mıdur/Bizden istimdâd idersün sende asker yok mıdur//Düşmeni mat itmege ferzâneyüm ben dir idin/Hasma karşı şimdi at oynatmaga yer yok mıdur//Gerçi laf urmakda yokdur sana hem-pâ bilürüz/Lîk senden bir dâd alur bir dâd-güster yok mıdur//Merdlük da’vâ idersün bu muhanneslük nedür/Havf idersün bâri yanında dilâver yok mıdur//Râfizîler aldı Bağdâdı tekâsül eyledün//Sana hasm olmaz mı hazret rûz-ı mahşer yok mıdur//Bu Hanife şehrin ihmâlünle virân itdiler/Sende âyâ gayret-i dîn-i peygamber yok mıdur//Bî-haberken saltanat ihsan ider perverdigâr/Yine Bağdâdı ider ihsân mukadder yok mıdur//Rüşvet ile cünd-i İslâmı perişân eyledün/İşidilmez mi sanursun bu haberler yok mıdur//‘Avn-ı Hakla intikâm almaga a’dâdan meger/Bende-i din bir vezir-i din-perver yok mıdur//Bir ‘Âlî-sîret veziri şimdi serdâr eyledün/Hızr peygamber mu’in olmaz mı rehber yok mıdur//Şimdi hâli mi kıyâs eylersün âyâ ‘âlemi/Ey Murâdî pâdişâh-ı heft kişver yok mıdur"
Çocuk denecek yaşta tahta çıkan IV. Murad'da nikris(gut) hastalığı vardı. Bu hastalık Osman Gazi, II. Mehmed(Fatih), II. Bayezid, , Kanunî Sultan Süleyman gibi Osmanlı padişahlarının da ölümüne neden olmuştu. IV. Murad'ın bu hastalığı Bağdat'ı fethettikten sonra iyice artmıştı. Eklemlerindeki ağrılar dayanılacak gibi değildi. IV. Murad, 8 Şubat 1640 tarihinde henüz 28 yaşındayken vefat etmiş, böylece emri Hak vaki olmuştur. Genç yaşta vefat eden padişahın cenazesi babası I. Ahmed’in yanına defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin.
HANEDANIN İKİNCİ ATASI: SULTAN İBRAHİM
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı'nın Çalkantılı Yıllarında Yetim Bir Çocuk: Sultan İbrahim...
Osmanlı padişahlarının 18. si olan Sultan İbrahim, 4 Kasım 1615(12 Şevval 1024)'te İstanbul'da doğmuştur. İslâm halifelerinin 97. sidir. Babası I. Ahmed, annesi Mahpeyker Kösem Sultan'dır. I. Ahmed'in Kösem Sultan'dan doğan küçük oğludur. I. Ahmed'in saltanat sürmüş üç oğlundan sonuncusudur. (Diğerleri II. Osman/Genç Osman ve IV. Murad'dır )
Sultan İbrahim, babası I. Ahmed öldüğünde çok küçük bir çocuktu. Henüz üç yaşlarındaydı. O yıllar Osmanlı'nın en çalkantılı yıllarıydı. Zira amcası I. Mustafa ruhsal sıkıntılar içerisindeydi, ağabeyi II. Osman(Genç Osman) Yeniçeriler tarafından hunharca şehit edilmişti. Yine ağabeyi IV. Murad, devletin bekasını ileri sürerek Bayezid, Süleyman ve Kasım isimli üç kardeşini öldürtmüştü. Bu elim olaylar İbrahim'in psikolojisini bozmuştur. Sultan İbrahim bu karmaşık ortamda iki yaşındayken Kafes'e kapatılmıştır. (Kafes, Osmanlı'da tahta çıkması beklenen padişahların harem içerisinde muhafızların kontrolünde ev hapsinde tutulduğu yerdir.) Rivayetlere göre ağabey IV. Murad, ömrünün son döneminde kardeşi İbrahim'in öldürülmesi emrini vermişse de Kösem Sultan buna engel olmuştur.
Sultan İbrahim, ağabeyi IV. Murad'ın genç yaşta ölümü üzerine, 9 Şubat 1640'ta, 25 yaşındayken Osmanlı tahtına çıkmıştır. Zaten başka da rakibi yoktu. Tahta çıkana kadar olan zaman içerisinde Kafes'e kapatıldığı için ilmî ve askerî tahsilini gerekli düzeyde tamamlayamamıştı. Bu yönüyle de diğer Osmanlı padişahlarından ayrılır.
Sultan İbrahim'in birçok eşi vardı. Eşleri arasında Hatice Turhan Sultan, Dilaşub Sultan, Muazzez Sultan, Ayşe Sultan, Mahenver Sultan, Şivekâr Sultan ve Hümaşah Sultan gibi isimleri sayabiliriz. Oğulları IV. Mehmed, II. Süleyman, II. Ahmed, Şehzâde Cihangir, Şehzâde Murad, Şehzâde Selim, Şehzâde Orhan ve Şehzâde Bayezid'dir. Kızları ise Fatma Sultan, Gevherhan Sultan, Beyhan Sultan, Hatice Sultan ve Atike Sultan'dır.
Şüphe ve Korkularla Zindana Dönmüş Bir Hayattan Saltanata...
Sultan İbrahim, ömrü boyunca korku ve şüpheler içerisinde yaşamış, bu duygular yüzünden hayatı adeta zindana dönmüştür. Öyle ki ağabeyi IV. Murad öldüğünde onu tahta davet etmek için vezir Kemankeş Kara Mustafa Paşa ve beraberindekiler yanına gitmişler; fakat onu ağabeyi IV. Murad'ın öldüğüne inandıramamışlardır. Bunun kendisine kurulan bir tuzak olduğunu düşünmüştür. “Allah padişahımızın ömrünü uzun etsin. Bize sultanlık lâzım değildir!” demiştir. Davet için gelenlere odasının kapısını açmamıştır. En sonunda annesi Kösem Sultan devreye girince kapıyı açma konusunda ikna olmuş, ancak ağabeyinin cenazesini görünce öldüğüne kanaat getirmiştir. Böylece tahta çıkmayı kabul etmiştir. Hırka-i Saadet dairesinden getirilen Hz. Ömer'in sarığını başına giydikten sonra tahta oturmuştur.
Sultan İbrahim tahta çıktığı vakit hanedanın yaşayan tek erkek çocuğuydu. Tahtın ondan başka namzedi yoktu. Tahta otururken kendisinin hiç çocuğu olmadığı için Osmanlı hanedanlığının devamı da tehlikeye girmişti. Başta annesi Kösem Sultan olmak üzere, saraydaki herkes onun bir erkek çocuğu olması için adeta seferber olmuşlardı. Hiçbir şeyini eksik etmemişlerdi. İki senelik endişeli bekleyişin ardından, gelecekte Osmanlı hanedanlığını devam ettirecek olan Şehzâde Mehmed 1642'de dünyaya gelmiştir. Onu diğerleri izlemiştir. Onun için Sultan İbrahim "Hanedanın İkinci Atası" olarak nitelendirilir.
Tarihçilere göre Sultan İbrahim fizikî olarak orta boylu, yassı burunlu ve siyah gözlüydü. Ruhî açıdan ise heybetli, heyecanlı, şevketli ve cömert bir kişi olduğu söylenir. O kadar cömertti ki etrafında fakir görülmezdi. Varını yoğunu dağıtırdı. Milletin yönetimden kaynaklanan sıkıntılar çekmesine asla tahammül edemez, buna sebep olanları cezalandırırdı.
Sultan İbrahim dönemi, kendinden önceki dönemlere nazaran daha sakin ve huzurlu geçmiştir. Bunda durumu iyi idare edebilen Vezîriâzam Kemankeş Kara Mustafa Paşa'nın etkisi büyüktür. İbrahim Han, ağabeyi IV. Murad gibi yönetimi sadece kendi uhdesine almamış, görev verdiği insanlara güvenmiş, bu kişilere inanmış ve onlardan yararlanmıştır.
İbrahim Han, eşkıyaları bizzat takip edecek kadar cesur bir insandı. O, zamanındaki yöneticilerin rüşvete bulaşanlarını şiddetle cezalandırmıştır. Sıkıntıları yerinde ve zamanında tespit etmek için halkın arasına karışmış, halkın dertlerini dinlemiş, çözümler bulmaya çalışmıştır. Bu gayeyle İstanbul ve Edirne'de ayak divanına çıkmıştır. Bu divanlarda, hakkı yenenleri dinlemiş, hak yiyenleri tespit etmiştir. Bu da onun halkından değil, sadece iki yüzlü idareci çevresinden korktuğunu göstermektedir. Sonuçta korktuğu da başına gelmiştir.
Turhan Sultan'ın Endişeleri Büyük Bir Komplonun Fitilini Ateşlemiştir.
Tarihte "Deli" sıfatıyla anılan tek padişah olan Sultan İbrahim, aslında deli değildi. Yaşadığı trajik ve dramatik hayat sahneleri onun akıl sağlığını olumsuz bir şekilde etkilemiştir. Tarihçi Erhan Afyoncu'ya göre onun deli diye tavsif edilmesi haksız bir yakıştırmadır. Ona göre Sultan İbrahim deli değil, psikonevrozdur. Ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı da benzer görüştedir. Ona göre Sultan İbrahim'in tahta çıkarken yaptığı şu anlamlı dua onun asla deli olamayacağını gösterir: “Yarabbim biraz sonra iki dudağım arasından bu kadar memleketin ve tebaanın kaderini etkileyecek sözler çıkacak, ben buna layık mıyım?”
Sultan İbrahim'in yaşadığı ruhsal travmalar onu öldürülme korkusuna mahkûm etmiştir. Sultan bunda pek de haksız sayılmazdı. Çünkü aile çevresinde ve saray etrafında yaşananlar, bir gün sıranın kendisine gelebileceğini göstermeye kâfiydi. Tarihçiler onun ruh hâlinin ömrünün son dönemlerinde çok daha bozuk olduğu konusunda hemfikirdir.
Sultan İbrahim'in adını deliye çıkaranların başında, ne yazık ki eşi Hatice Turhan Sultan gelmektedir. Turhan Sultan, Sultan İbrahim'in, oğlunu padişah yapmayacağını düşünüyordu. Bu korkusu gerçekleşirse o da valide sultan olamayacaktı. Bu korku onu iyiden iyiye yiyip bitiriyordu. Padişahın halk ve saray nezdinde itibarını düşürmeliydi. Bir gün Turhan Sultan'la tartışan İbrahim Han, bu tartışmanın bedelini ağır ödemiştir. Bu tartışmada eşi İbrahim'e çok kızan ve ona karşı nefret duyguları yoğunlaşan Turhan Sultan, padişahın deli olduğu yalanını önce yakın çevresine, sonra saraya, daha sonra da bütün İstanbul'a yaymıştır. Daha sonra eşini tahttan uzaklaştırmayı aklına koyan Turhan Sultan, samimi olduğu vezir ve paşalarla işbirliği yapmaya başlamıştır. Eşinin abartılı davranışlarını deliliğine delil olarak göstermeye çalışmıştır. Bunlara bir de kendi ürettiği senaryoları ekleyince belirli çevreler; padişahın aklî dengesini yitirdiğine, keçileri kaçırdığına inanmaya başlamıştır. Oysa o, deli değildi. 23 yıl boyunca Kafes'te kaldığı için asabî ve gergin bir ruha sahipti.
Tarihî kaynaklar Sultan İbrahim'in çok asabî ve tez canlı bir padişah olduğundan bahseder. İşlerinde ilerisini düşünmeden hareket ederdi. Öfke duygularının tesirinde kalırdı. Bu ruh hâli, veziriazamlarından üçünü idam etmesi neticesini doğurmuştur. Yine onun kadınlara ve eğlence hayatına düşkünlüğünden hep bahsedilmiştir. Ömrünün son yıllarında samur kürk giyme merakı peyda olmuştu. Kendisinde bu kürk merakı üst düzeyde olmasına rağmen Yeniçerilere samur kürk giyme vergisi getirmişti. Bu durum Yeniçerileri kızdırmıştı.
Sultan İbrahim bazı kesimlerin söylediği gibi "deli" değildi. Çükü Osmanlı'da aklî dengesi yerinde olmayanı sekiz sene tahtta oturtmazlar. Bu konuda I. Mustafa iyi bir örnektir. Sultan I. Mustafa'yı aklî dengesi yerinde olmadığı için fetvayla tahttan indirenler, şayet gerçekten deli olsaydı, İbrahim Han'ı da tahttan indirip yerine başkasını koymazlar mıydı? İnsanları karalamak, şahsiyetlerine dil uzatmak, önüne gelene deli demek kolaydır. Fakat bu gibi hayatî konularda değerlendirme yapmak büyük bir sorumluluk gerektirir. Çünkü insanlar hakkında ileri geri konuşmak ve olmayanı olmuş gibi göstermek büyük bir vebaldir.
Sultan İbrahim'in Girit Adasını Fethetme Düşüncesi Tam Gerçekleşememiştir.
Sultan İbrahim zamanındaki en önemli hadiselerden birisi de Girit’in Venediklilerden alınması düşüncesidir. Girit adası, Akdeniz'in kontrolü ve güvenliği bakımından çok mühim bir konuma sahipti. Zira Malta şövalyeleri fırsat buldukça Türk ticaret gemilerine saldırıyor, sonra da Girit adasına sığınıyorlardı. Bu durum huzur ve asayişin bozulmasına yol açıyordu.
Sultan İbrahim zamanında Hicaz'a gitmekte olan hacı adaylarını taşıyan bir Osmanlı gemisi Malta şövalyeleri tarafından durdurulmuş ve de yağmalanmıştı. Gemide bulunanlardan Kızlar ağası Sümbül Ağa, bu asi ruhlu eşkıyalar tarafından öldürülmüştü. Osmanlı hac kafilesini taşıyan geminin yolunu keserek onu talan edenler, elde ettikleri malları Girit'e satmışlardı. Bu yağma hadisesi Sultan İbrahim'i çok üzmüş, onu Girit adasının fethi düşüncesine yöneltmişti. Bu amaçla hemen fetih hazırlıklarına başlanmış, donanma hazırlığına girişilmişti. Padişah fetih hazırlıklarını bizzat tersaneye giderek kontrol etmişti.
Sultan İbrahim, Girit seferini herkesten gizliyor, hazırlıklara şahit olanlara Malta seferine çıkılacağını söylüyordu. Çünkü düşmanın bunu duymaması gerekirdi. Sonunda hazırlıklar bitmiş, padişah yakınındaki devlet yöneticilerini ve akil insanları toplayarak kendilerine durumu izah etmişti. Sadrazam Mehmet Paşa böyle bir sefere çıkılmasından yana değildi. Çünkü ona göre ada fethetmek çok zor bir işti; donanmanın çok güçlü ve hazırlıklı olması gerekirdi. Öte yandan Kaptanıderya Yusuf Paşa aynı görüşte değildi. O, bu sefer için geç bile kalındığı düşüncesindeydi. Yusuf Paşa'nın görüşündekiler çoğunluktaydı.
Alınan kararın ardından donanmamız 30 Nisan 1645'te Kaptanıderya Yusuf Paşa öncülüğünde İstanbul'dan ayrılarak sefere başlamıştı. Askerler seferin Malta'ya değil, Girit'e olduğunu ancak 21 Haziran'da anlamışlardı. Birkaç gün sonra da Girit adasına çıkılmıştı.
Girit seferi sırasında Hanya, Resmo ve bir kısım kaleler düşmanın elinden alındı. Fakat daha sonra fetihler sekteye uğradı; devam ettirilemedi. Savaşın seyri Ege Denizi'ne ve Dalmaçya kıyılarına doğru yöneldi. Venedikliler Dalmaçya sahillerindeki Klis ve Kırka Sancağı'ndaki birçok kaleyi, ne yazık ki ele geçirdiler. Öte yandan Çanakkale Boğazı'nı kuşattılar. Bu gibi olumsuzluklar Girit'in fethedilmesini geciktirdi. Girit'in fethi tam anlamıyla gerçekleşemese de fetih düşüncesi zihinlerde hep canlı kaldı. Osmanlı için çok önemli bir yere sahip olan Girit'in fethi bundan 25 yıl sonra Kandiye'nin alınmasıyla gerçekleştirilebildi.
IV. Murad'ın saltanatının son döneminde Kazaklar, Azak Kalesi'ni ele geçirmişlerdi. Sultan İbrahim, 1642'de Kazakların üstüne asker göndermiştir. Bununla da yetinmeyip onları koruyan Rus Çarını da tehdit etmiştir. Neticede Kazaklar kaleyi tahrip ederek kaçmışlardır.
İdarî Teşkilâttaki Yanlışlıklar Yönetim Boşluğu Meydana Getirmiştir.
Sultan İbrahim'in padişah olduğu dönemde 1640 ve 1645 yıllarında İstanbul'da iki büyük yangın gerçekleşmiştir. Bu yangınlarda şehrin önemli bir kısmı yanarak kül olmuştur.
Sultan İbrahim'in son dönemlerinde idareciler iyice bozulmuştu. Eğitim bakımından da donanımlı değillerdi. Rüşvet ve adam kayırma dikkat çekici bir hâle gelmişti. IV. Murad döneminde padişahtan korktukları için nefretlerini içine hapsedenler, İbrahim Han devrinde korku duvarlarını yıkarak içlerindeki kin ve nefretleri adeta kusmuşlardır.
Sultan İbrahim'in en büyük yanlışlıklarından biri, işleri çekip çevirecek güvenilir bir idareci kadrosu oluşturamamasıdır. İstediği sadrazamı bulamadığı için sürekli sadrazam değişiklikleri yapmış, gelen kişi daha yerini ısıtamadan(işi öğrenemeden) görevden alınmıştır. İbrahim Han devlet işlerinde devamlılık ve otorite sağlayamamıştır. Devlet, gücünü hakkıyla ve layıkıyla gösterememiştir. Böyle bir durumda doğal olarak devlet işleri de aksamıştır. Bunu fırsat bilen kötü niyetliler sürekli olumsuz propaganda yaparak padişahın saygınlığını zedelemişlerdir. Son dönemlerde sarayın başında tokmak gibi duran kötü niyetli Yeniçeri ağaları padişaha isyan etmişlerdir. İbrahim Han'ın sonunu da bu isyanlar getirmiştir.
İsyancı Yeniçerilerin liderliğini yapan Murad Ağa, Şehzade Mehmed'in öldürüldüğünü iddia ederek saraya yürümüştür. Mehmed'in ölmediği ispatlansa da, bu isyan daha da artarak devam etmiş, Sadrazam Ahmet Paşa isyancılar tarafından öldürülmüş, padişah İbrahim Han yakalanarak hapsedilmiş, yerine yedi yaşındaki oğlu Şehzade Mehmed getirilmiştir. Sultan İbrahim'i tahtından edenler, onun tekrar tahta dönebileceği korkusuyla yaşadıkları için kesin çözümü onu öldürmekte bulmuşlar, böylece İbrahim Han'ı boğdurarak şehit etmişlerdir.
Hanedanın ikinci atası kabul edilen İbrahim Han, henüz 32 yaşındayken boğdurularak şehit edildiğinde tarihler 18 Ağustos 1648'i gösteriyordu. Mazlum padişah İbrahim Han'ın naaşı Ayasofya'daki vaftizhaneye, amcası I. Mustafa'nın yanına defnedilmiştir.
AVCILIĞA DÜŞKÜNLÜĞÜYLE TANINAN BİR PADİŞAH: IV. MEHMED
M. NİHAT MALKOÇ
İktidarda Olmak Her Zaman Muktedir Olmak Değildir
19. Osmanlı padişahı ve 98. İslâm halifesi olan Sultan IV. Mehmed Han, 2 Ocak 1642 tarihinde İstanbul’da doğdu. Doğumunun şerefine donanma şenlikleri tertip edildi. Babası Sultan İbrahim, annesi Hatice Turhan Sultan’dır. Tahta çok erken çıktığı için iyi bir tahsil görememiştir. IV. Mehmed'in eşleri Gülnuş Sultan, Afife Kadın ve Gülnar Kadın'dır. Erkek çocukları II. Mustafa, III. Ahmed, Şehzâde Bâyezid, Şehzade İbrahim, Şehzâde Süleyman; kız çocukları ise Hatice Sultan, Safiye Sultan, Ümmü Gülsüm Sultan, Fatma Sultan'dır.
Sultan IV. Mehmed Han, babası Sultan İbrahim'in aklî durumunun ve saltanatının tartışılması sebebiyle 8 Ağustos 1648 tarihinde henüz yedi yaşında iken Osmanlı tahtına çıkarılmıştır. Osmanlı Devleti'nde tahta çıkan en genç padişah olarak kayıtlara geçen IV. Mehmed; şehzadeliğinde İmam-ı Şami, Yusuf Efendi, Şami Hüseyin Efendi gibi kıymetli hocalardan dersler alarak yetişmiştir. Fakat babasının tahttan indirilmesi neticesinde kendisinin yedi yaşında saltanat koltuğunu oturtulması eğitim hayatını olumsuz etkilemiştir.
Doyumsuz ve sınırsız av merakı sebebiyle sürekli eleştirilen, iflah olmaz bu alışkanlığı yüzünden iktidarının sonunu getiren IV. Mehmed etrafındakilere karşı anlayışlı, sağduyulu, temiz kalpli, iyi niyetli, kadirşinas, ölçülü, vefakâr, sade giyimli, gösterişten uzak ve fazlasıyla cömert bir padişahtı. Fizikî açıdan da orta boylu, beyaz tenli, yanık çehreli ve tıknaz olduğu belirtilir. Edebiyata meraklı olan IV. Mehmed tarihle de yakından ilgilenmiştir. Bununla ilgili olarak Hezarfen Hüseyin Efendi’den tarih dersleri aldığı da rivayet edilir.
Henüz Oyun Oynama Çağında Tahta Çık(arıl)an Padişah: IV. Mehmed
IV. Mehmed'in henüz oyun oynama çağında tahta çık(arıl)ması doğru bir şey değildi. Bu durum gelecekte birçok yönetim sancısını da beraberinde getirmiştir. Yedi yaşındaki bir çocuğun padişahlık yapmasını beklemek akıl dışıdır. IV. Mehmed resmî olarak padişah gözükse de devleti uzun bir süre babaannesi Mahpeyker Kösem Sultan ile annesi Hatice Turhan Sultan yönetmiştir. Yönetim rekabeti yüzünden bu ikili(gelin-kaynana) arasında sık sık kavgalar olmuştur. Hatta iş büyümüş, birbirini öldürme noktasına gelmiştir. Daha sonraki zamanlarda ise Köprülü ailesinin yönetimde yetkili ve etkili olduğu görülmüştür.
Yaygın bir rivayete göre IV. Mehmed, evlâtları Mustafa ve Ahmed dünyaya geldikleri zaman kardeşleri Süleyman ile Ahmed’i ortadan kaldırmak istemiş; fakat annesi Hatice Turhan Sultan buna müsaade etmemiştir. Bundan sonra da Valide Sultan bu iki şehzadeyi yanından ayırmamış, onları sürekli korumuş, bir anlamda ölümden kurtarmıştır. IV. Mehmed Han zamanında, hanedandan en büyük şehzadenin tahta çıkma usulü yerleşmiştir.
IV. Mehmed beş vakit namazını cemaatle kılacak kadar mütedeyyin bir padişahtı. O, radikal bir karar alarak Osmanlı ülkesinde içkiyi topyekûn yasaklamıştı. Bununla da yetinmeyerek içki üreten işletmeleri de birer birer kapatmıştır. Fitneye ve dedikoduya sebep oldukları, toplum içerisinde hoşnutsuzluk meydana getirdikleri gerekçesiyle kahvehaneleri kapatmıştı. Oyuncu ve çalgıcıları şehirden uzaklaştırmıştı. Öte yandan o zamanki toplumda yaygınlaşan hurafelere karşı savaş açmıştı. Böylece dinin bozulmasının önüne geçmişti.
IV. Mehmed'in Av Tutkusu Onu Tahtından Etti
IV. Mehmed Han'ın bariz özelliklerinin başında avcılığa olan aşırı merakı gelir. O, zamanının çoğunu av peşinde koşmakla geçirmiştir. Ava olan ilgisinden dolayı “Avcı” lakabıyla anılmıştır. 1656 yılında Valide Turhan Sultan tarafından Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesiyle neredeyse bütün devlet işleri Köprülü'ye havale edilmiştir. Bu durum padişahı rahatlatmıştır. Sultan Mehmed av merakı yüzünden artık sürekli Edirne’de oturmaya başlamıştır. Çünkü Edirne, İstanbul'a nazaran avcılığa çok daha uygun bir yerdir.
Kendini avcılığa iyice kaptıran IV. Mehmed'in devlet işlerini aksattığı kanaati, yakın çevresinde dillendirilmeye başlanmıştır. Zira 1685 yılına gelindiğinde devletin toprak kayıpları iyice artmış; Koron, Modon, Anabolu, Mora ve Atina elden çıkmıştır. 1686’da Budin’in de düşmesiyle padişaha duyulan tepkiler ciddi boyutlara ulaşmış, bu tepkiler karşısında kayıtsız kalamayarak avcılığı bıraktığını söylemiş, av malzemelerini dağıtmıştır. Fakat bütün sıkıntıların sebebi olarak gösterilen avcılık yine de IV. Mehmed’in saltanatının sonunu getirmiştir. Sultan IV. Mehmed tahttan indirilerek yerine II. Süleyman getirilmiştir.
Tam 39 yıl saltanat süren IV. Mehmed, 46 seneyle bu rekoru elinde bulunduran Kanunî Sultan Süleyman'dan sonra Osmanlı tahtında en uzun süre kalan padişahtır.
IV. Mehmed, imar ve inşa faaliyetlerine çok önem veren bir padişahtı. 60 senede bitirilemeyen Yeni Camii ve Külliyesi'ni o tamamlamıştır. 1658-1680 tarihlerinde Rumeli ve Anadolu Hisarlarını tamir ettirmiştir. Yine onun zamanında Mısır Çarşısı, Hünkar Kasrı, Köprülü Külliyesi, Safranbolu Köprülü Mehmed Paşa Camii, Vezirköprü Fazıl Ahmed Paşa Külliyesi, İncesu Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii ve Kervansarayı inşa edilmiştir.
Üç kıtaya adaletle hükmeden bir cihan devleti olan Osmanlı'nın en geniş sınırlara kavuştuğu dönem "Avcı” lâkabıyla meşhur Sultan IV. Mehmed dönemidir. Bu dönemde Osmanlı'nın toprakları tesir alanlarıyla birlikte 22 milyon kilometrekareyi bulmuştu.
IV. Mehmed, “Vefâî” Mahlasıyla Şiirler ve Askerî Marşlar Yazmıştır
Osmanlı padişahları sadece devletin değil, kelimelerin de sultanıdırlar. Sultan şairlerimizden biri de IV. Mehmed'dir. Sultan IV. Mehmed, “Vefâî” mahlasıyla birbirinden güzel şiirler ve askerî marşlar yazmıştır. "Beyazlar giydügince bir dürr-i yektaya benzersin/Siyahlar giydügince sen hemân Leyla’ya benzersin//Yeşiller giydügince tûtî-i gûyâya benzersin/Benim hoş-bû Afifem sen gül-i rânâya benzersin" dizelerini çok sevdiği eşi Afife Kadın'a yazmıştır. Yine onun aşağıdaki gazeli fevkalâde güzeldir: "Bir nazardan akl u sabrım aldı gitdi ol melek/Ağla ey dîdem ki çıkdı gitti elden mâ-melek//Zahm-ı âteş-bâr-ı cismin dağı mihnet sanmanuz/Padişah-ı aşk giydirdi bir altunlu benek//Bunca demdir tîrini hûn-ı ciğerde besledim/Şimdi kasd-ı can eder anda kanı nân ü nemek//Ahım işitmiş eşiğinde gece rahm eylemiş/Hamdülillah kim bugün oldu hevâdarım felek//Gûşe-i gamda Vefaî bendeni tenha koma/Yoluna canım feda olsun begim gel gitme tek"
Osmanlı'ya Adeta Bir Sun'i Solunum Yaptıran Köprülüler Dönemi
Osmanlı Devleti'nde Köprülüler çok önemli bir yer teşkil eder. Köprülülerden evvel onlarca sadrazam gelmiş, başarısız olunca gitmek mecburiyetinde kalmışlardır. Köprülüler devri 15 Eylül 1656-15 Aralık 1683 tarihleri arasında Köprülü ailesinden üç sadrazamın devleti idare ettiği önemli bir zaman dilimidir. Bu süre 27 yıldır. İlk olarak IV. Mehmed zamanında Köprülü Mehmed Paşa sadrazam olarak devletin kötü gidişine "dur" demiştir. Bunu gerçekleştirmek için çok sert bir yönetim anlayışıyla hareket etmiştir. Köprülü Mehmed Paşa Osmanlı'da sadece sadrazam olarak bulunmamış; komutan, Sadâret Kaymakamı ve Kaptan-ı Derya gibi farklı vazifeler de ifa etmiştir. Devlete çekidüzen vermek için kanun ve nizamlardan asla taviz vermemiştir. Kararlarında tek yetkili kendisi olmuştur. Zaten gelirken de padişaha, işine kimsenin karışmamasını şart koşmuştu. O da bu şartı kabul etmişti.
Köprülü Mehmed Paşa, sadrazam olduğunda yetmiş yaşındaydı. Fakat bilgisi ve özgüveni yerindeydi. O, ilerleyen yaşına rağmen çok başarılı işler yapmıştır. Ülke içinde baş gösteren isyanları ve karışıklıkları başarıyla bastırmıştır. Orduya el atarak ocaklarda düzeni sağlamıştır. Çanakkale Boğazı'nı kapatan Venediklileri boğazdan atmıştır. Venedik işgali altındaki Bozcaada ile Limni'yi geri almıştır. Eflâk, Boğdan ve Erdel’deki isyanları ve Anadolu’daki Abaza Hasan Paşa ve Celâlî isyanını başarıyla bastırmıştır. İyice yaşlandığı için yerine Halep Beylerbeyi olan oğlu Fazıl Ahmed Paşa tayin edilmiştir. Fazıl Ahmed Paşa da, Girit'i Venediklilerden geri almıştır. Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'nın ölümü üzerine 3 Kasım 1676 tarihinde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadarete atanmıştır. O da 1676-1681Osmanlı-Rus Savaşı'nı başarıyla tamamlamış, II. Viyana Kuşatması'nı gerçekleştirmiştir. 15 Aralık 1683 tarihinde IV. Mehmet tarafından azledilene kadar görevde kalmıştır.
Çocukluktan Erişkinliğe Giden İktidar Süreci Yahut Bir Hayatın Üç Devresi
Osmanlı Devleti'ndeki saltanat kavgaları koca imparatorluğu derinden yaralamıştır. Bu durum fırsat kollayan düşmanlarımızın da iştahını kabartmıştır. Çocukken padişah yapılan IV. Mehmed'ın dönemindeki siyasî çalkantılar da bu taht kavgalarının menfi sonucudur.
Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu Sultan IV. Mehmed'in çok uzun süren saltanatını üç döneme ayırır. "Birinci dönem çocukluk dönemidir ki, çocuk padişah hemen hiçbir şeye karıştırılmamış; devlet ninesi Mahpeyker Kösem Sultan, annesi Turhan Hatice Sultan ve bazı paşalarla yeniçeri ağaları tarafından ortaklaşa yönetilmiştir.
İkinci dönem oldukça parlak sayılır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın idamına kadar süren bu dönemde Girit fethedilmiş, Macaristan kralı Tökeli İmre yenilerek Orta Macaristan Osmanlı Devleti'ne katılmış, Podolya ve Ukrayna hudutlarımız içine alınmıştır. Bu dönemde Osmanlı Devleti, tarihinin en geniş sınırlarına ulaşmıştır.
Kara Mustafa Paşa'nın idamından sonra dört sene kadar süren üçüncü ve son dönemde ise, başta Macaristan olmak üzere, Dalmaçya ve Mora elden çıkmış; Arnavutluk'ta, Bosna'da, Yunanistan'da birçok önemli kalelerimiz düşman eline geçmiştir. Koca imparatorluk küçülmeye başlamış, çöküş hızlanmıştır."(Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi-2, s.428)
IV. Mehmed'ın İktidarına Saplanan Hançer: Sultan Ahmed Camii ve Çınar Vakaları
IV. Mehmed zamanında Sultan Ahmed Camii Vakası yaşanmıştır. Buna "Atmeydanı Vakası" da denir. 25 Ekim 1648’de çıkan hadiselerin nedenlerinden biri Kösem Sultan ile Sofu Mehmed Paşa arasında bitmeyen rekabettir. Diğer sebepler ise sipahi ulûfelerinin geciktirilmesi, yedi yılda bir yapılan çıkmaların gecikmesi ve Yeniçeri Ocağı’nın nüfuzunun aşırı derecede artmasıdır. Neticede Atmeydanı’nda toplanan ve Sultan İbrahim’in katlini kınayan sipahilerle iç oğlanlarının isyanları, Kara Murad Ağa ve Koca Muslihuddin Ağa’nın üstün gayretleriyle bastırılmış, Sadrazam Sofu Mehmed Paşa ortadan kaldırılmıştır.
IV. Mehmed devrinde, 1656’da Yeniçerilerle sipahilerin çıkardıkları isyanlardan biri de Çınar Vakası'dır. Malumdur ki ayarı düşük akçeyle maaşları ödenmek istenen askerler isyan etmişlerdir. Girit’ten dönen birkaç yüz yeniçeri, dokuz aylık maaşlarını alamadıklarını belirterek bu duruma tepki göstermişlerdir. Bu ayaklanma sonunda isyancılar tarafından ölüme mahkûm edilen kişiler Atmeydanı'nda bulunan büyük bir çınar ağacının dallarına asıldıkları için bu ayaklanmaya "Çınar Vakası" denmiştir. Üzerine cesetler asılmış olan bu ağacın İslâm inancında adı geçen, Cehennem'de bulunan ve meyveleri insan kafası olan "Vakvak" ağacına benzetilmesi nedeniyle olay "Vaka-i Vakvakiye" olarak da adlandırılmıştır.
39 Yıllık Çalkantılı Bir Saltanatın Muhasebesi ve Bir Devrin Sonu
Osmanlı Devleti IV. Mehmed döneminde bütün olumsuzluklara rağmen en geniş sınırlarına kavuşmuştur. Sultan IV. Mehmed'in saltanatının son dört yılı çok sıkıntılı geçmiştir. Bunda devlet işlerine büyük katkılarda bulunan, devletin rüknü(direği) olarak gördüğü annesi Hatice Turhan Sultan'ın ölümünün ve devleti uzun yıllar idare eden Köprülülerin yönetimden uzaklaştırılmasının büyük etkisi vardır. Buna bir de padişahın avcılıkta ısrar edişi eklenince felâket kaçınılmaz olmuştur. Neticede IV. Mehmed'in saltanatının son günlerinde sadrazam kaymakamlığına düşürdüğü Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, 8 Kasım 1687'de padişahı tahttan indirmiştir. Devrik padişah iki oğluyla birlikte sarayın şimşirlik dairelerine konulmuştur. Burada bir süre sıkı bir gözetim altında yaşamıştır.
39 sene gibi uzun bir süre tahtta kalan IV. Mehmed'in tahttan indirilmesinden sonra üvey kardeşi II. Süleyman tahta geç(iril)miştir. Sultan IV. Mehmed 6 Ocak 1693 tarihinde Edirne'de ölmüş, Yenicami'de annesi Hatice Turhan Sultan'ın türbesine gömülmüştür.
KIRK YILLIK TECRİT HAYATINDAN SONRA TAHTINA KAVUŞAN SULTAN: II. SÜLEYMAN
M. NİHAT MALKOÇ
Kösem Sultan'la Hatice Turhan Sultan'ın İktidar Mücadelesi ve II. Süleyman
Yaygın kanaate göre 15 Nisan 1642(15 Muharrem 1052)'de İstanbul'da dünyaya gelen Sultan II. Süleyman, Osmanlı padişahlarının 20. si, İslâm halifelerinin ise 85.sidir. Babası Sultan İbrahim, annesi Saliha Dilâşûb Sultan’dır. II. Süleyman'ın babası Sultan İbrahim tahttan indirildiği zaman II. Süleyman henüz altı yaşındaydı. II. Süleyman'la, üvey kardeşi IV. Mehmed arasında sadece üç buçuk ay yaş farkı vardı. Fakat taht ağabeyine düşmüştü.
Üvey ağabeyi IV. Mehmed’in saltanatının ilk yıllarında Kösem Sultan ile Hatice Turhan Sultan arasındaki iktidar mücadelesi sırasında II. Süleyman'ın adının taht için geçmesi ona fazlasıyla pahalıya mal olmuştur. IV. Mehmet tahta çıkınca II. Süleyman diğer şehzade kardeşleri Ahmet ve Selim ile birlikte Şimşirlik Kasrı'nda bir çeşit hapis hayatı yaşamak mecburiyetinde bırakılmıştır. Bu hapis hayatı 1648'den 1687 yılına kadar 39 sene gibi çok uzun bir süre devam etmiştir. Bu süre içerisinde karanlık bir yerde bırakılan II. Süleyman, hiç kimseyle görüştürülmeyerek bir nevi tecrit hayatına tabi tutulmuştur. Bir çeşit tutukluluk hâli diyebileceğimiz bu vahim durum, onun psikolojisini fena hâlde bozmuştur. Bunlarla beraber zaman zaman IV. Mehmed’in çıktığı seferlere ve av partilerine götürülen II. Süleyman, bir süre de Edirne Sarayı’nda ikamet etmiştir. Sultan IV. Mehmed'in 1683'teki Viyana Kuşatması bozgunla sonuçlanınca ne yazık ki milletin canını sıkan toprak kayıpları da beraberinde gelmiştir. Bu durum saray çevresinde de bir hayli hoşnutsuzluk meydana getirmiştir.
Kırk Senelik Tecrit Hayatından Sonra Gelen Sultanlık(!) Yahut Kaderin Cilvesi
Sultan IV. Mehmed'in aşırı av merakı onun devlet işleriyle gereğince ve yeterince ilgilenmemesi sonucunu doğurmuş, bu durum devlet erkânı ve halk nezdinde ağır eleştirilere neden olmuştur. Bunun yanında 39 yıllık iktidarının son dört yılında işler iyice kötüleşmiş, Macaristan'da mağlup olan ordu ayaklanmış, devletin ileri gelenleri IV. Mehmed'in tahttan uzaklaştırılmasını sesli bir biçimde telaffuz etmeye başlamışlardır. Ardından ordunun, ulema ve devlet ricalinin isteğiyle II. Süleyman'ın tahta çıkarılması kararlaştırılmıştır. Tahttan indirileceğini anlayan IV. Mehmed, oğlu II. Mustafa'yı tahta geçirmeye çalışsa da bunda muvaffak olamamıştır. Neticede II. Süleyman, üvey abisinin ardından tahta çıkmıştır.
Kırk senelik hapis hayatından sonra tahta oturan II. Süleyman, fazlasıyla şüpheci bir insandı; daha doğrusu sarayda yaşananlar onu bu hâle getirmişti. Kendisini şimşirlikteki karanlık odasından alıp tahtın olduğu yere götürmek isteyenlere öncelikle inanmamış, kendisini öldüreceklerini sanarak şöyle demiştir: “İzâlemiz emrolunduysa söyle, iki rekat namaz kılayım. Kırk yıldır her gün ölmektense bir gün evvel ölmek yeğdir bir can içün ne bu çektiğimiz korku.” Bu sözlerin ardından da ağlamaya başlamıştır. Darüssaade Ağası yeni padişahın ayaklarına kapanıp “Estağfurullah hâşâ ki size bir kast oluna, taht kurulmuş, cümle kulların size bakar” deyince biraz olsun rahatlamış, fakat şüpheleri tahta oturana kadar bertaraf olmamıştır. O sırada Sultan II. Süleyman’ın üzerinde sadece kırmızı bir atlas entari, ayaklarında ise çizme vardı. Hemen bir samur kürk giydirilerek Sofa Köşkü'ndeki havuz başında tahta oturtuldu. Cülus töreni atılan toplarla şehre bildirilirken bu sefer de IV. Mehmed ve oğulları şimşirliğe kapatılmıştır. II. Süleyman şimşirlikteki kardeşi ve kader arkadaşı Ahmed'i oradan çıkararak haremde ferah bir yere yerleştirmiştir. Sonra da Eski Saray'da bulunan validesi Dilâşûb Sultan'ı tertip ettiği valide alayıyla Topkapı Sarayı'na getirmiştir.
Sultan II. Süleyman, kaderin cilvesi olarak, IV. Mehmed'le aralarında sadece üç buçuk ay yaş farkı olmasına rağmen tahta çıkmak için kırk seneye yakın bir süre beklemek zorunda kalmıştır. Hatta tahta çıkma umutlarını tamamen yitirdiği bir zamanda tahta davet edilmiştir.
Cülus Bahşişi İsyanları ve Akabinde Gerçekleşen Sancak Vakası
Sultan II. Süleyman'ın tahta çıkışı başlangıçta biraz olaylı oldu. Zira II. Süleyman'ın ulufelerini ve cülus bahşişini az bulan askerler, çiçeği burnunda padişaha isyan ettiler. Bu isyan hâli bir süre devam etmişse de daha sonra sular durulmuştur. II. Süleyman 1 Aralık 1687'de Eyüp Sultan Camii’nde kılıç kuşanmış, ertesi gün Ayasofya Camii’nde ilk Cuma selâmlığına çıkmıştır. Böylece tahta geçiş süreci adet olduğu üzere tamamlanmıştır.
"IV. Mehmed'in hal'i ve II. Süleyman'ın tahta çıkmasıyla İstanbul'da karışıklıklar baş göstermiş ve asker cülus bahşişi istemiştir. Ancak hazinede para kalmaması yüzünden cülus bahşişini ödemeye imkân yoktu. Cülus bahşişine karşılık olmak üzere askerlerin maaşlarına zam yapılmak istendi. Sipahiler bunu kabul edip zamlı maaşlarını almaya başladılar. Ancak bazı yeniçeriler bunu kabul etmediler ve cülus bahşişi almakta direndiler. 4 Aralık 1687'de bütün ocaklılar bir araya gelerek bahşişlerini istediler. Bunun üzerine ocakların bahşişleri dağıtıldı. Yeniçeri Ağası Harputlu Ali Ağa padişahtan aldığı hatt-ı hümayunla ocak zorbalarını temizlemeye başladı. Bunun üzerine yeni bir ayaklanma daha çıktı ve Köprülü Fazıl Mustafa Paşa sürgün edildi, Ali Ağa da zorbalara bir fenalık yapmayacağına dair söz vermesi üzerine yine ağalıkta bırakıldı. Daha sonra çıkan olaylarla da sadrazam Siyavuş Paşa azledildi. Siyavuş Paşa daha sonra zorbalar tarafından öldürülmüştür. Ayaklananların başı olan Hacı Ali kendisini Yeniçeri Ağası tayin etmiştir. İsyancılar bu sefer de esnafa saldırmaya, dükkanları yağmalamaya başladılar. Bu sırada esnafın biri bir sırığın ucuna beyaz mendil bağlayarak "Ümmet-i Muhammed'den olan sancak dibine gelsin" diye bağırdı ve halk Sancak-ı Şerif'in çıktığını zannederek, dükkanlarını kapadı ve ayaklananlarla mücadeleye başladı. 5-6 bin kişiyi bulan bu topluluk saraya gelerek isyancı zannettikleri Kapıcılar kethüdasını öldürdüler ve padişahtan Sancak-ı Şerif'in çıkarılmasını istediler. Padişah bunu kabul ederek, Sancak-ı Şerif’i sarayın orta kapısı önüne çıkarttı. Halkla beraber ayaklananlar da sancağın altına davet edildi. Halk ve ayaklananların büyük bir kısmı sancağın altında toplandı. Padişah zorbaların bertaraf edildiğini bildirince sancağın altındaki halk dağıldı. İsyancı başı Hacı Ali, Bosna valiliğine tayin edildiyse de bu görevi kabul etmedi. Bir müddet sonra da öldürüldü. Ayaklananların elebaşılarından Deli Piri ve Tekeli Ahmed de öldürüldü. Daha sonra olayın ikinci ve üçüncü derecedeki elebaşıları temizlendi.(1)
Bahsi geçen "Kutsal Sancak" savaşlarda ve isyanları bastırmada, kutsallığına inanıldığı için çıkarılırdı. Hz. Muhammed (sav)’in savaşlarda kullandığına inanılan bu sancağı Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Kutsal Emanetler’le beraber getirdiği söylenir.
Görüldüğü üzere Sultan II. Süleyman'ın saltanatının ilk dört ayında payitaht merkezi olan İstanbul'da sıkıntılı bir dönem yaşanmıştır. Büyük bir kargaşa hüküm sürmüştür. Zorba insanlar devlete ve halka zor günler yaşatmıştır. Daha sonra zor da olsa bu zorbalıklar bertaraf edilmiştir. Bu yetmezmiş gibi Eğri, İstolni, Belgrad, Lipova, İlok, Varad, Lugoş, Munkacs, Derbend, Gradişka, Seddülislâm, Eski ve Yeni Obraca kaleleri Avusturya'nın kontrolüne geçmiştir. Bunun yanında Yunanistan'daki İstefe, Bosna'daki Knin kaleleri Venediklilerce zabdedilmiştir. Avusturya ve müttefikleriyle barış girişimi sonuç vermemiştir.
Belgrad'ın düşmesi Avrupalılara Balkanların yolunu açtı. Bosna, Erdel ve Eflak Avusturyalılar tarafından işgal edildi. Bu ilerleyiş karşısında toparlanan Osmanlı kuvvetleri karşı saldırıyı başlattılar. 30 Ekim 1688'de Çelebi İbrahim Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Eğriboz zaferini kazandılar. 1689 yılı yazında Sultan II. Süleyman, Avusturya seferine çıktı. Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa komutasındaki yenilenmiş Osmanlı kuvvetleri, 8 Temmuz 1690'da Gladova ve Orsova'yı geri aldı. Kanije 11 Temmuz 1690'da düşmanın eline geçtiyse de, Osmanlı kuvvetleri 8 Ekim 1690'da Belgrad'ı geri almayı başardı. Böylece Tuna Hattı yeniden kurulmuş oldu. Bu da orduya büyük bir özgüven sağladı.
Sultan II. Süleyman'ın döneminde "mangır" adında bakır para kesilerek paranın kıymeti düşürülmüştür. Bu paraya itibar etmeyen tüccarlar İstanbul'a mal sevkiyatını kesince şehirde ciddi bir kıtlık baş göstermiştir. Bunlar yetmezmiş gibi 1688'in Mart'ında İstanbul'un en büyük yangınlarından biri vuku bulmuştur. Bütün bunlar başarısızlıkta pay sahibi olmuştur.
II. Süleyman, Hakk ve Hakikat Yolundan Sapmadan Yürümeye Gayret Etmiştir
II. Süleyman'ın "Hatice Kadın, Behzat Kadın, İvaz Kadın, Süğlün Kadın, Şehsuvar Kadın, Zeynep Kadın" adlarında eşleri vardı. Fakat ömrü boyunca çocuk sahibi olamamıştı.
Osmanlı Devleti'nde padişahlar fevkalâde iyi eğitilirlerdi. II. Süleyman sıkıntılı bir çocukluk hayatı geçirmesine rağmen yine de şahsî eğitimini ihmal etmemiştir. Özel hocalardan dersler almıştır. Hattat Tokatlı Ahmed Efendi’den sülüs ve nesih hattını öğrenmiştir. Bu eğitimin yansıması olarak da yazısının çok güzel olduğu söylenirdi.
Sultan II. Süleyman'ın Hakk ve hakikat yolundan hiçbir şekilde sapmadan, sırat-ı müstakim üzere yürüyen dindar bir padişah olduğu, namazlarını hiç aksatmadığı, Peygamberimize büyük bir muhabbetle bağlı olduğu zamanın tarihçileri tarafından hep söylenir. Onun içindir ki şahsî hayatında hep sükûnet ve ağırbaşlılık hakim olmuştur.
Yaşadığı zamanın önemli tarih kaynaklarından biri olan Silahtar Tarihi'nde II. Süleyman'a dair şu satırlar dikkat çeker: "Orta boylu, yassı bağırlı, şekil ve şemaili güzel, beyaz ve değirme çehreli, doğan burunlu, kara gözlü, siyah gür sakallı ve biraz şişmanca idi. Vakur ve heybetli olup güzel ahlâklıydı. Hüsn-i muamele sahibiydi. Halim ve selimdi. Lisanı tatlı, dindar, kadirşinas ve cömert, hakka kail, adle mail bir padişahtı. Sırat-ı müstakime salik olup beş vakit namaza ve sünnet-i seniyyeye uymaya titizdi."
İyi niyetli ve hoş tabiatlı bir insan olan II. Süleyman'ın başarılı bir yöneticilik süreci geçirdiği söylenemez. Bu süreçte sefere çıkmak istemişse de bu, yaşanılan hadiseler yüzünden gerçekleşememiştir. Bazı tarihçiler onun yakınlarının ve Harem'in etkisi altında kalması yüzünden kendini gösteremediğini, "gölge sultan" olmaktan öteye gidemediğini söylerler. Bunda diğer şehzadelere nazaran iyi bir eğitim hayatının olmayışının ve tahta çıkmadan evvel belli bir vilayette yöneticilik yapmayışının da çok önemli etkisi vardır.
Dönemindeki karışıklıklardan dolayı imar ve inşa faaliyetlerine zaman ve imkân bulamayan II. Süleyman yine de Fener Kulesi'yle birlikte İzmir'de bir cami inşa ettirmiştir. Sultan II. Süleyman döneminin önemli hadiselerinden biri Yavuz Sultan Selim zamanından beri Ortodokslar’ın elinde bulunan Kudüs’teki Kıyâme (Kamâme) Kilisesi’nin anahtarının Katolikler’e (Fransızlara) verilmesidir. II. Süleyman, XIV. Louis’nin ricası üzerine ve de Rusların Osmanlı aleyhine hareketleri yüzünden böyle bir tasarrufta bulunmuştur. Yine 11 Temmuz 1688 tarihinde meydana gelen İzmir depreminde burçları yıkılan Sancakburnu Kalesi, II. Süleyman tarafından tamir ettirilmiştir. Bunların yanında 7-8 Haziran 1690’da Eyüp yangınında zarar gören Eyüp Sultan Camii bu dönemde onarılmıştır. Öte yandan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, II. Süleyman'ın kısa süren saltanatında, 25 Ekim 1689-19 Ağustos 1691 tarihleri arasında bir yıl, dokuz ay, yirmi beş gün sadrazamlık yapmıştır.
Sultan II. Süleyman Kırk Yıl Beklediği Tahtta Ancak Dört Yıl Durabildi
Padişahlıktan umudunu kestiği bir zamanda Osmanlı tahtına oturan Sultan II. Süleyman, dört yıl(3 sene, 8 ay, 2 gün) gibi kısa bir süre padişahlık yapmıştır. Bunun son iki yılını da yatak hastası olarak geçirmiştir. Zira vücudunun karın kısmında su toplanması illetinden muzdaripti. 22 Haziran 1691 günü Edirne'de vefat etmiştir. Öldüğünde 49 yaşındaydı. Naşı İstanbul'a getirilerek cenaze namazı Alay Köşkü'nde kılınmış, 24 Haziran'da da Süleymaniye Camii yanındaki Kanunî Sultan Süleyman türbesine gömülmüştür.
Bilindiği gibi aynı türbeyi paylaştığı adaşı Kanunî Sultan Süleyman 46 sene tahtta kalmıştı. Bahtsız bir padişah olan II. Süleyman'ın toplam ömrü Kanunî Sultan Süleyman'ın tahtta kaldığı süreden sadece üç yıl fazladır. Üstelik bu ömrün kırk yıla yakını bir çeşit esaret içinde geçmiştir. II. Süleyman'ın ölümünün ardından kardeşi II. Ahmed padişah olmuştur.
Dipnot: 1) http://www.e-tarih.org/sozluk.php?sd=sozlukdetay&id=339
UZUN KAFES HAYATINDAN SALTANATA GİDEN YOLDA SULTAN II. AHMED
M. NİHAT MALKOÇ
Geceden Gündüze Uyanan Bir Şehzade: Sultan II. Ahmed...
Osmanlı padişahlarının 21. si, 86. İslâm halifesi olan Sultan II. Ahmed, 25 Şubat 1643 tarihinde payitaht merkezi olan İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Babası 18. Osmanlı padişahı Sultan İbrahim, annesi Hatice Muazzez Sultan'dır. Sultan İbrahim Han'ın üçüncü oğludur. IV. Mehmed Han ile II. Süleyman Han’ın da kardeşidir. Eşi Rabia Sultan; erkek çocukları Şehzade İbrahim, Şehzade Selim; kızları ise Asiye Sultan ve Atike Sultan'dır.
Yaşadığı dönemdeki bütün sıkıntılara rağmen yine de iyi bir tahsil gören II. Ahmed, Arapça ve Farsçayı çok iyi düzeyde bilirdi. Babası İbrahim Han'ın 1648'de tahttan indirilmesinden sonra ağabeyi Süleyman’la beraber uzun bir dönem kafes hayatı yaşamışlardır. Kardeşi II. Süleyman'ın dört yıllık saltanatı döneminde kafes hayatı devam etmiştir. Böyle bir hayat yaşamak onu olumsuz olarak etkilemiştir.
Bozgun yıllarının sultanı olarak bilinen Sultan II. Ahmed, 23 Haziran 1691'de 49 yaşındayken, kardeşi II. Süleyman'ın yerine Edirne'de tahta çıkmış, tıpkı ağabeyi gibi 3 yıl 7 ay 14 gün tahtta kaldıktan sonra vefatı nedeniyle hem dünyadan hem de tahttan çekilmiştir. O, saray entrikalarından uzak durmaya çalışmış, padişahlığı süresince Edirne'de ikamet etmiştir.
Sultan II. Ahmed inançlı bir padişahtı. Bulunduğu halifelik makamının idrâkinde bir insandı. Kutsal beldelere hizmet etmekten büyük keyif alırdı. Makamda, mevkide ve parada gözü yoktu. O, tahta çıktığı zaman "Ben saltanata talip değildim. Allahu teala fazl-u kereminden bu aciz kuluna nasip eyledi. Bu nimetin şükrünü eda edemem" diyerek hem ne kadar mütevazı bir insan olduğunu göstermiş hem de şükrünü eda etmiştir.
II. Ahmed'in karakter olarak hassas bir insan olduğu söylenir. Ne kadar hiddetliyse bir o kadar da cömertti. Sade giyinirdi. Gösterişten hiç hoşlanmazdı. Tevazu üzere yaşardı. Adaletli olmaya çalışır, haksızlık yapmaktan ve insanları incitmekten korkardı. İnsanları memnun etmek onu çok mutlu ederdi. Tek başına karar almaz, hemen her konuda istişare ederdi. Zaman zaman tebdil-i kıyafetle halk arasında dolaşarak meseleleri kaynağından öğrenir, gerekenleri yapardı. İşlerini görürken halkın görüş ve düşüncelerine de itibar ederdi.
II. Ahmed, Dîvân-ı Hümâyun’un işlerinin artması üzerine, divan toplantılarını haftada iki günden dört güne çıkarmıştır. Hasta olsa bile bu toplantılarda bizzat bulunarak sağlıklı kararlar alınmasına zemin hazırlamış, devlet işlerinin aksamadan devamını sağlamıştır.
Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'dan Sürmeli Ali Paşa'ya Bir Devrin Panoraması
Sultan II. Ahmed tahta çıktığında memleketin ahvâli hiç de iç açıcı değildi. Zira Osmanlı'nın hezimetiyle sonuçlanan II. Viyana Kuşatması'nın artçı sarsıntıları olan Osmanlı-Avusturya Savaşları devam etmekteydi. II. Ahmed, abisinin ölümü üzerine tahta çıktığı sırada, II. Süleyman döneminin sadrazamı Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa Salankamen Muharebesi için sefere çıkmış, Sofya'ya kadar ulaşmıştı. Haberi alan sadrazam, görevden alınacağını düşünürken padişah , kendisinden evvelki dönemde sadrazam olan ve önemli işler yapan Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa’nın aynı görevde kalmasını sağlamıştır. Devlet işlerinde tecrübeli olan Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa’nın Salankamen’de şehid düşmesi ve ordunun dağılması üzerine, Arabacı Ali Paşa’yı sadrazamlığa tayin etmiştir.
Sultan II. Ahmed, Arabacı Ali Paşa’yı sadrazam yaparken ona özellikle ordunun başına geçerek askerleri toparlamasını ve düzene sokmasını şart koşmuştur. Padişah bu şarta rağmen yeni sadrazamın sefere çıkmadığını öğrenince "Bak Paşa, sana devlet işlerini doğrulukla yapasın, harbe gidesin, dedim. Gitmedin. Hizmetinde bulunan çalışkan kulları yakasından tutup zorla dışarı atmak cesaretini gösterdin. Ağalara araba gönderdin, yeniçeriler ayaklandı dedin. Ben de zorba aradım. Meğer zorbaların başı senmişsin!" diyerek Arabacı Ali Paşa'yı sertçe azarlamıştır. Bu sözlerden sonra onu azlederek yerine Merzifonlu Çalık Ali Paşa'yı getirmiştir. Merzifonlu Çalık Hacı Ali Paşa, II. Ahmed saltanatında, 27 Mart 1692 - 27 Mart 1693 tarihleri arasında bir yıl bir gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'dan sonra Merzifon'un çıkardığı ikinci sadrazamdır. II. Ahmed, son olarak da Bozoklu Mustafa Paşa ve Sürmeli Ali Paşa'yı sadrazamlığa getirmiştir.
Bozgun Yıllarının Sultanı II. Ahmed ve Salankamen Muharebesi
Salankamen Muharebesi, Sultan II. Ahmed döneminin en mühim ve acıklı hadiselerinden biridir. Bu savaşta Avusturya ordusunun başında Ludwig, Osmanlı ordusunun başında ise Fazıl Mustafa Paşa bulunuyordu. Bununla ilgili sözü Vehbi Tülek'e verelim:
"Padişah II. Ahmed Han, Fazıl Mustafa Paşa için şöyle dua ediyordu: -Mustafa'm, seni Cenab-ı Bârî'ye emanet eyledim, yakında yeni fütuhatlarla döner ve rikab-ı hümayunuma yüz sürersin inşaallah, dedi. Ordu Sofya'ya, buradan da devam edip Belgrad'a geldi ve Sava Nehri'nin karşı yakasına geçmek için bir seyyar köprü kuruldu. Fakat askerin az bir kısmı henüz karşı sahile geçmişti ki, yağan şiddetli yağmurların tesiriyle Tuna ve Sava nehirleri taştı. Seyyar köprü yıkıldı. Askerin yarısı da diğer yakada kaldı. Fazıl Mustafa Paşa'nın buna çok canı sıkıldı. Çatışma çok kanlı oldu Osmanlı ordusunun Macaristan üzerine doğru hareket ettiğini haber alan Avusturyalılar, Prens Baden kumandasında kalabalık bir ordu ile harekete geçmişlerdi. Bu sıralarda Osmanlı ordusunun bulunduğu Salankamen'e geldiler ve hiç vakit kaybetmeden saldırıya geçtiler. Fazıl Mustafa Paşa, mevcut askeri ile Avusturya ordusunun hücumuna karşılık verdi. Çatışma çok kanlı oldu.
Osmanlı ordusunun esas kısmı, taşan nehrin karşı sahilinde kalmıştı. Düşmanla karşı karşıya kalan kısmı ise, tecrübesiz ve sayıca çok azdı. Buna rağmen düşman hücumunu püskürtmeyi başardılar. Fakat Prens Baden, ertesi gün, aldığı takviye kuvvetlerle ani bir baskın yaptı. Fazıl Mustafa Paşa, daha önceden siperlerin önüne toplar yerleştirmiş olduğundan, düşman kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi. Buna rağmen Prens Baden ısrarla hücumlarına devam ediyordu. Avusturya süvarileri, Anadolu beylerbeyi Kemankeş Ahmet Paşa kumandasındaki Anadolu sipahilerine şiddetle saldırdılar.
Daha önce böyle bir savaş görmemiş olan Anadolu askeri, bu saldırı karşısında dağıldı. Bu hâli karşıdan takip eden Fazıl Mustafa Paşa, -Gayri iş bize düştü, diyerek Kapıkulu süvarilerinin başına geçti. Serdar-ı Ekrem'in elinde kılıç, en ön safta düşmana hücum ettiğini gören asker bir anda gayrete geldi ve hızla saldırıya geçti. Fazıl Ahmet Paşa, kendisini tamamen kaptırmış, düşman alaylarını bozarak, parçalayarak ilerliyordu. Bir kurşunla şehit düştü! Orduyu gayrete getiren, vezirin cesareti ve ordunun başına geçmesi idi. Gaziler onun arkasında büyük bir şevk ve imanla ileri atılmışlardı. Artık Avusturyalılar için kurtuluş çaresi kalmamıştı. Fakat tam bu sırada, hain bir kurşun, kahraman vezir Fazıl Mustafa Paşa'nın tertemiz alnına isabet etti ve o anda şehit düştü. Diğer kumandanların çabası netice vermedi ve asker dağılmaya başladı. Durumu fark eden Prens Baden, derhal toparlanıp karşı saldırıya geçti ve Osmanlı ordusu tarihinin en büyük mağlubiyetlerinden birini aldı."(1)
Sultan II. Ahmed, Başta Şiir Olmak Üzere, Güzel Sanatlara Hayranlık Duyardı
Sultan II. Ahmed, sanatı ve sanatçıyı seven sanatkâr ruhlu bir padişahtı. Güzel yazı yazma yeteneğinin üst düzeyde olduğu söylenir. Bu yeteneğinin yansıması olarak değişik hatlarda birçok Kur'an-ı Kerim yazmıştır. Bu arada müzikten ve şiirden hoşlanırdı. Sultan şairlerimizden biri olan II. Ahmed, mahlas kullanmamış, "Ahmed" ismiyle şiirler kaleme almıştır. Aşağıdaki gazelin onun kaleminden çıktığı söylenir: "Kaşların ya'sınadidim olayın kurban ana, /Hışm ile dilber didi lâyık mı ol kurban ana//Sîne sahrasında ektim çün muhabbet tohmını, /Dembedem yağdursa ta'n mı gözlerim bârân ana//Hey kıyamet gönlüme sorma hisâbın zülfünün /Elli bin yıldan uzundur bu şeb-i hicran ana//Zülf-ı nakkaşı suya bir rtakş ider ki reşk ider/Mânî-i Çin yazduğu nakş-ı nigâristan ana//Canlar oda atmasun yazuktur ol seyyada deyin/Yüzin acun kim ola can ü gönül hayran ana//Ahmed içtin çevrini çekmez dir imiş müddeî,/Ol seni candan sever yaraşmaz ol bühtan ana." Şiirin günümüzdeki anlamı şöyledir: "Dedim: Kaşlarının yayına kurban olayım /O dilber hışm ile dedi ki: Lâyık mı o kurban ona//Sîne sahrasına muhabbet tohumu ektim/Gözlerim (onu sulamak için) durmadan yağmur yağdırsa buna şaşmayın//Ey kıyamet (günü) onun saçlarının hesabını gönlüme sorma /Bu ayrılık gecesi elli bin yıldan uzun gelir//Saçları suya öyle nakışlar işler ki,/Çinli ressam Manî bile onu kıskançlıkla seyreder//O zalim avcıya deyin ki, yazıktır, canları ateşe atmasın,/Onun yüzünü açın ki can ve gönül ona hayran olsun//Ahmed için rakib "sevgilinin çevrini çekemez" diyormuş/Bu iftira yersizdir. O seni candan seviyor."
Sultan II. Ahmed Döneminde Yaşananlardan Bir Kesit...
İç ve dış karışıklıkların olduğu bir dönemde padişah olan II. Ahmed toprak düzenini değiştirerek eyalet topraklarının işleme hakkının babadan oğula geçmesine izin vermiştir.
Osmanlı Devleti'nde her zaman önemli işlere ve zaferlere imza atan Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa, Salankamen Muharebesi'nde zafere ramak kala şehit edilmiştir.
Bu dönemde Varat Kalesi, Avusturyalıların eline geçmiştir. Öte yandan bir süre devam eden Trablusşam, Sayda ve Beyrut'taki karışıklıklar bertaraf edilmiştir.
1693'te Belgrat'ı kuşatan Avusturyalılar Osmanlı ordusunun geldiğini haber alınca muhasarayı kaldırarak geri çekilmişlerdir. Yine o yıllarda, 1694'te şehir topa tutularak Varadin Muhasarası başlamıştır. Kaleye yardım gelmeyince, buna bir de şiddetli yağmurlar eklenince başarı elde edilememiştir. Böylelikle ordumuz Belgrat'a çekilmek mecburiyetinde kalmış, neticede savaşı Avusturya ordusu kazanmıştır.
II. Ahmed'in saltanatı sırasındaki olumsuzluklardan biri de İstanbul'daki Cibali, Ayazma Kapısı ve Bedesten yangınlarıdır. Yine o dönemde 1691'de Mısır Çarşısı yanmıştır.
II. Ahmed zamanında Doğu illerinde karışıklıklar baş göstermekteydi. Suriye'de Sürhanoğulları ve Manoğulları başkaldırmışlardı. Irak ve Hicaz bölgelerinde isyanlar çıkmaktaydı. Anadolu'da eşkıyalık artmıştı. Bursa'dan kalabalık bir derviş grubuyla Edirne'ye gelen, Niyazi Mısrî ve mehdilik iddiasıyla ortaya çıkan biri, iç karışıklıklara sebep olmuştu.
Kafeslerde Geçen Buhranlı Bir Hayatın Tahtla Neticelenmesi
Hassas bir insan olan, memleket meselelerini daima şahsî meselelerin üstünde tutan II. Ahmed, Sakız Adası'nın Osmanlı'nın elinden çıkmasına çok üzülmüş bir padişahımızdı. Sakız Adası’nın Venedikliler tarafından işgal edilmesi üzerine hayal kırıklığına uğrayan II. Ahmed, Osmanlı sınırlarına bu kadar yakın bir adanın Venediklilerin eline geçmesini haber alınca Belgrat'ta bulunan Serdar-ı Ekrem Ali Paşa’ya bir hatt-ı hümâyûn ile hitâben "Mademki Sakız düşman elindedir, bütün Ungurus (Macaristan) memleketini fethetsen makbulüm değildir" demiştir. Sakız Adası'nın işgali üzerine gönderdiği son hatt-ı hümâyûnda devamla üslûbunu sertleştirerek "Sakız ahvâli derûnumu yaktı. Teshiri muradımdır. İcap edenlerle görüşüp ne yapmak lazımsa bildiresin. Bu kış Sakız elde edilmezse, şöyle bilin ki bütün reisleri katlederim!" diyerek tekrar bir fetih emreylemiştir. Bu da gösteriyor ki Sakız Adası'nın kaybedilişi onun için sıradan bir üzüntü değildir. Sakız'ın kaybedilişi padişahın hastalığını iyice artırmış, yataklara düşmesine sebep olmuştur. Fakat daha sonra Osmanlı filosunun karşı harekâtı sonucu 22 Şubat 1695’te adaya asker çıkarılmış ve kale kolayca teslim alınmıştır. Fetihten iki hafta önce vefat eden padişah bu güzel haberi alamamıştır.
Kafeste geçen zorlu yılların ardından tahta çıkan Sultan II. Ahmed, 6 Şubat 1695'te henüz 52 yaşındayken, yine ağabeyi II. Süleyman gibi ödem(istiska) hastalığından Edirne'de vefat etmiştir. II. Ahmed'in naaşı Edirne’den İstanbul’a getirilerek Kanunî Sultan Süleyman Han’ın türbesine defnedilmiştir. Akabinde yerine yeğeni II. Mustafa Han tahta çıkmıştır. Rabbim cümlesine rahmet eylesin. Ruhları şâd, mekânları cennet olsun.
Dipnot: 1)
SEFERE ÇIKAN SON PADİŞAH: SULTAN II. MUSTAFA
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı'nın 22. Padişahı Sultan II. Mustafa'nın Tercüme-i Hâli
Osmanlı padişahlarının 22. si, İslâm halifelerinin ise 101. si olan Sultan II. Mustafa 2 Haziran 1664(8 Zilkade 1074) tarihinde Osmanlı'nın ikinci payitaht merkezi olan Edirne'de dünyaya gelmiştir. Doğumu nedeniyle yedi gün yedi gece şenlikler yapılmıştır. 1675'te Edirne'de kardeşi Ahmet'le dillere destan bir sünnet düğünleri gerçekleştirilmiştir. II. Mustafa'nın babası IV. Mehmed(Avcı Mehmed), annesi Giritli Emetullah Rabia Gülnûş Valide Sultan'dır. IV. Mehmed Han'ın büyük oğludur. Henüz çocuk yaştayken babasıyla birlikte ordunun başında sefere çıkmış, bu havayı yerinde solumuştur. Böylece askerin ve ordunun önemini yerinde görmüş ve kavramıştır. Genç şehzâde, amcası Sultan II. Ahmed'in ölümü üzerine 6 Şubat 1695 tarihinde, 31 yaşındayken, kimsenin kendisini davet etmesini beklemeden Edirne'de Hünkâr Dairesi'ne gelerek Osmanlı tahtına oturmuştur. Ardından da devlet adamlarının kendisine biat etmesini beklemiştir. Birkaç gün sonra da kendisine Edirne'deki Eskicami'de kılıç kuşanma merasimi yapılmıştır. II. Mustafa, aslında yedi yıl evvel padişah olması gerekirken, amcalarının onun yerine sultan olmaları yüzünden tahta çıkışı sekiz yıl gecikmiştir. Babası IV. Mehmet'in ölümünden sonra tahta II. Mustafa'nın geçmesi gerekirken "ekber evlât" geleneğine göre amcası tahta geçmişti.Tarihçiler onu, babası IV. Murad'dan sonra başa geçmiş padişahların en kudretlisi olarak görürler.
Sultan II. Mustafa'nın sureti hakkında bilgi veren tarihçiler; onun elâ gözlü, kızıl ve seyrek sakallı, kısa boyunlu, orta boylu, iri vücutlu ve heybetli bir hükümdar olduğunu söylerler. Bunun yanında söz konusu padişahın siretiyle ilgili olarak da ahlâklı, sabırlı, ciddi, yalandan nefret eden, âlimlerle bir arada bulunmaktan büyük keyif alan, sohbeti hoş, çalışkan, tutumlu, olgun, ölçülü, saygılı, hürmetkâr, kararlı, vatansever, zeki, adaletli, yumuşak huylu ve dindar bir insan olduğuna dair görüş ve düşünceler vardır. Bu üstün insanî özellikleriyle iyi bir insan modeli olan II. Mustafa; ilim ehlini koruyan ve şairleri seven bir kişiydi. Üstelik kendisi de şairdi. Vaktiyle İkbâlî ve Meftunî mahlaslarıyla şiirler ve ilâhîler yazmıştır.
Sultan II. Mustafa, annesinin gayretleriyle, çocukluğunda iyi bir tahsil hayatı geçirmiştir. Kendini iyi yetiştirmiştir. Zamanın en ünlü hocaları olan Vanî Efendi'den, Seyyid Feyzullah Efendi'den ve İbrahim Efendi'den hususi dersler almıştır. Aldığı eğitimler neticesinde okçuluk ve harp oyunlarında ustalaşmıştır. Bunun yanında Hafız Osman Efendi'den hat dersleri almıştır. Böylece hattatlık konusunda önemli mesafeler almıştır.
Evlilik ve aile hayatına çok önem veren Sultan II. Mustafa'nın eşleri Âlicenap Kadın, Afife Kadın, Hümaşah Kadın, Saliha Sultan, Şehsuvar Sultan, Hatice Kadın ve Hanife Hatun'dur. Özellikle Şehsuvar Sultan'ın, üzerindeki etkisi büyüktür. Padişahın erkek çocukları I. Mahmud, III. Osman, Şehzâde Süleyman, Şehzâde Mehmed Han, Şehzâde Hasan, Şehzâde Hüseyin, Şehzâde Selim ve Şehzâde Ahmed'dir. Saliha Sultan'ın oğlu olan I. Mahmud'la Şehsuvar Sultan'ın oğlu olan III. Osman, Osmanlı tahtına çıkan şanslı kişilerdir. Kızları ise Ayşe Sultan, Emine Sultan, Safiye Sultan, Emetullah Sultan, Rukiye Hatice Sultan, Fatma Sultan, İsmihan Sultan, Ümmügülsüm Sultan, Beyhan Sultan ve Mihrimah Sultan'dır.
Sultan IV. Mehmed Han tahttan indirildiğinde, oğlu II. Mustafa'yı kendisinden sonra tahta uygun görse de onun dediği olmamış, IV. Mehmed'i tahttan indirenler Sultan İbrahim'in oğlu, IV. Mehmed'in kardeşi olan II. Süleyman'ı tercih etmişlerdir. Bu da onu derinden üzmüştür. Öte yandan Şehzade Mustafa, babası ve kardeşi Ahmed’le birlikte Topkapı Sarayı’nın Şimşirlik Dairesi’ne kapatılmış, daha sonra da Edirne’ye sevk edilmişlerdir.
İstanbul’un fethinden sonra Edirne’de tahta oturan padişahların ikincisi olan II. Mustafa, payitaht olarak Edirne'yi İstanbul’a tercih eden padişahların da sonuncusudur.
Sultan II. Mustafa zamanında, birçok şey gibi, imar çalışmalarına da önem verilmiş; Saraçhanebaşı Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi, Anadolu Hisarı üzerindeki Meşruta Yalısı, Fatih semtindeki Millet Kütüphanesi ve Erzurum Kurşunlu Camii yapılmıştır.
Sultan II. Mustafa, Osmanlı Tarihi İçerisinde Sefere Çıkan Son Padişahtır
Sultan II. Mustafa tarihte sefere çıkan son padişah olarak bilinir. Zira o, tahta geçer geçmez sefere çıkma isteğini devlet erkânına bildirerek şöyle demiştir: "Padişahlar ne zaman zevke, sefaya ve rahatça uyumaya düşmüş ise millet huzursuz olmuştur. Biz bundan sonraki günlerimizde zevki ve rahatı kendimize haram eyledik. Babam cennetmekân Sultan Mehmed Han zamanından beri düşmanlarımız etrafımızı sardı. Memleketimize girdiler. Nice peygamber ümmetinin rızkını ve namusunu yağmaladılar. Onları esir ettiler. Şimdi Allah'ın yardımıyla sefere gitmek isteriz. Devlet büyükleriyle görüşün ve sonucu bize bildirin, vesselâm." Padişahın kararlı ve ısrarcı bir üslûpla kaleme aldığı mektup devlet büyüklerinin önünde okunmuş, zamanın sadrazamı Sürmeli Ali Paşa, devlet erkanının bu konudaki düşüncelerini sormuştur. Üç gün boyunca yapılan görüşmelerde şu karara varılmıştır:
"Padişahın sefere çıkması için büyük paralar harcamak lâzımdır. Oysa devlet hazinesi boştur. Böyle bir sefere para yetişmez. Yine önceleri olduğu gibi sadrazamı serdar tayin etsin. Kendisi sarayda oturup devleti yönetsin." Bu sözleri içeren karar, padişaha iletildiğinde padişah çok hiddetlenmiş, karşılık olarak da şu sözleri söylemiştir: " Bana ağırlık ve hazine lâzım değildir. Gerekirse kuru ekmek yeriz. Gerekirse vücudumuzu din uğruna siper eyler, canımızı feda ederiz. Ne kadar güçlükle karşılaşsak da sabrederiz. Hizmet-i ibadullah(Allah'ın kullarına hizmet) tamama ermeyince seferden dönmeyiz; elbette kendimiz gideriz."
Padişahın bu sert ve kararlı sözleri, bazı kesimleri endişelendirse de, pek çok insanı fazlasıyla mutlu etmiştir. Çünkü Osmanlı tarihine baktığımızda büyük zaferlerin hep padişahların ordunun başında sefere çıkması neticesinde elde edildiği görülmüştür. Sultan II. Mustafa, bir çeşit manifesto niteliği taşıyan bu sözlerle o şaşalı dönemlere dönüleceğinin sinyallerini vermiştir. Bunu gerçekleştirmek için de hemen sefer hazırlıklarına girişmiştir.
Sultan II. Mustafa tahta oturduğu yıllarda birçok savaşlar ve sıkıntılar devam etmekteydi. Padişahın öncelikli işi devletin kontrolünü güçlü bir şekilde ele almak olmuştur. Zira devlet kademelerinde de başıboşluklar ve vurdumduymazlıklar sürmekteydi. Bununla ilgili ilk iş olarak Dîvân-ı Hümâyun’un haftada dört gün çalışmasını zorunlu kılmıştır. Akabinde, tıpkı ataları gibi gaza ve cihat için ordunun başında sefere çıkmak için hazırlıklara koyulmuştur. Bu arada kendisinin de hocası olan, Erzurum’dan davet ettiği Seyyid Feyzullah Efendi’yi şeyhülislâm yapmıştır. Yine Sadrazam Sürmeli Ali Paşa’yı; askeri seferden alıkoyma, padişahın sefere çıkma isteğini sıcak karşılamama düşüncesi nedeniyle vazifeden el çektirmiştir. Onun yerine sadâret kethüdâsı Elmas Mehmed Paşa’yı getirmiştir.
Elimizden Çıkan Sakız Adası'nın Tekrar Topraklarımıza Dahil Edilmesi
Sultan II. Ahmed ölmeden evvel Sakız Adası Osmanlı'nın elinden çıkmıştı. Sakız Adası, Venediklilerin işgali altındaydı. II. Ahmed, söz konusu adayı tekrar ele geçirmeyi planlamış olsa da, ömrü buna yetmemişti. Yeni padişah II. Mustafa'nın destek verdiği Aşçızâde Mehmet Kaptan, Elhac Abdullah Kaptan, Fettah Kaptan, Memi Paşazâde Abdurrahman Paşa, Kethüda Abdülkadir Paşazâde gibi usta donanmacılar 22 Şubat 1695 tarihinde Sakız'a asker çıkararak adayı Venedik işgalinden kurtarmışlardır. Bu zaferde Mezamorta Hüseyin Paşa da çok önemli kahramanlıklar göstererek savaşın kazanılmasında etkin rol oynamıştır. Bu parlak zaferin kazanılmasından kısa bir süre sonra Mezamorta Hüseyin Paşa, Kaptan-ı Deryalığa getirilmiş ve selefi Amcazade Hüseyin Paşa da Sakız muhafızlığına tayin olunmuştu. Bu deniz zaferi II. Mustafa zamanında kazanılmış ilk zaferdir.
Ordunun başı olarak sefere çıkmakta ısrar eden Sultan II. Mustafa, gerekli hazırlıkların tamamlanmasının ardından tüm savaş teçhizatlarını kuşanarak 30 Haziran 1695 tarihinde birinci Avusturya seferine çıkmıştır. Önce Lippa fethedilmiş, Buldur'da yapılan savaş kazanıldıktan sonra Lugoş fethedilmiştir. Bu zaferden sonra II. Mustafa'ya "Gazi" unvanı verilmiştir. 1696'da Ruslar Azak Kalesi'ni ele geçirmiştir. Donanmamız Sakız ve Mora'da Venediklilere karşı zaferler kazanmıştır. Sultan, bir sene sonra ikinci seferine çıkarak Ağustos 1696'da Ulaş denen yerde Avusturya ordusunu yenmiştir. Venedikliler Ülgün, Poçitel ve Novasin harekâtlarından netice alamadan dönmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bütün bunlardan sonra Avusturya barış önerisinde bulunsa da padişah bu teklifi geri çevirmiştir. Sultan II. Mustafa üçüncü ve son seferinde, yapılan büyük hatalar yüzünden 1697'deki Zenta Muharebesi'nde büyük bir hezimete uğramıştır. Kaybedilen bu savaştan sonra 1699 yılında, gerileme döneminin başlangıcı kabul edilen Karlofça Antlaşması imzalanmıştır.
Devlet Yönetiminde İrtifa Kaybetmenin Acı Neticesi: Edirne Vak'ası
Viyana bozgununun ardından Osmanlılar siyasî, iktisadî ve sosyal bir bunalım içine düşmüşlerdi. Böyle bir ortamda "Edirne Vak'ası "diye bilinen elim hadise gerçekleşmiştir. Huzursuzluklara yol açan bu vak'anın en büyük sebeplerinden biri olarak II. Mustafa'nın üzerinde büyük etkisi olan Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi’nin devlet işlerine gereğinden fazla karışması gösterilir. Zira o dönemde terfi bekleyen devlet görevlileri, şeyhülislâmın yüksek dereceli kadroları kendi yakınlarıyla doldurması sebebiyle Feyzullah Efendi’ye büyük tepki göstermişlerdir. Çünkü İstanbul kadılığı ile Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri Feyzullah Efendi’nin oğulları tarafından, tabir caizse adeta işgal edilmişti. Feyzullah Efendi ayrıca Dârüssaâde ağalığı, silâhdarlık, Edirne bostancıbaşılığı gibi üst vazifelere de kendi adamlarını yerleştirmişti. Bütün bunlar bir araya gelince şeyhülislâma karşı sert bir muhalefet grubu oluşmuştu. Bu grubun başında, uzun süredir ikinci vezirlikte bekleyen, fakat sadrazam olamayan Moralı Damad Hasan Paşa ile Söhraplı Ahmed Paşa, Firarî Hasan Paşa ve yeniçeri ağası Çalık Ahmed Ağa gibi mağdur ama etkili isimler bulunuyordu. Yine aynı mağduriyetlere uğrayan ulema sınıfı da onlara destek oluyordu.
Bütün bu başıboşluklar, başıbozukluklar ve adaletsizlikler olurken Sultan II. Mustafa, tıpkı babası IV. Murad Han gibi, Edirne ve civarında avla ve avcılıkla meşgul oluyordu. Devlet yönetimi gittikçe ve hissedilir bir biçimde Edirne'ye kayıyordu. Devlet ekonomik olarak hiç de iyi bir durumda değildi. Bütün bunlar bir araya gelince halkta ve devlet kademesinde ciddi homurdanmalar kendini göstermeye başlamıştı. İsyan ateşinin tutuşması için bir kıvılcım gerekiyordu. İşte o kıvılcım da Vezîriâzam Amcazâde Hüseyin Paşa’nın akrabası olan Kıblelizâde Ali Bey’den gelmişti. Fakat başarısız olan Ali Bey bu hadiseden sonra öldürülmüştü. Bu elim hadiseler olduktan sonra Sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa istifa etmiş, yerine Feyzullah Efendi’nin de desteğini alan Daltaban Mustafa Paşa getirilmişti. Bu karışıklıklar içinde o da istediklerini yapamamış, sonunda Râmi Mehmed Paşa ve Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin kurduğu bir planla önce görevinden azledilmiş, ardından da katledilmiştir. Onun ardından Râmi Mehmed Paşa sadrazamlığa getirilmiştir.
İşlerin bir türlü yoluna girmemesi, devlet içindeki karışıklıkların artarak devam etmesi üzerine, tabir caizse pusuda bekleyen asker 1703'te İstanbul'da isyan etmiştir. O zaman padişah yine Edirne'de av peşinde koşuyordu. Bu yüzden isyan eden asker İstanbul'dan Edirne'ye yürümüştür. Bunu duyan padişah Edirne'deki askerî birlikleri teşkilâtlandırarak isyanı bastırmak istemişse de, kardeş kanı akıtmak istemeyen Edirne'deki askerlerî birliklerin başındaki komutanlar geri çekilmiştir. Böylece İstanbul'dan hareket eden Osmanlı ordusu Edirne'ye girmiş, sarayı basarak 22 Ağustos 1703'te padişah II. Mustafa'yı tahttan indirmiştir. Tahttan uzaklaştırılan II. Mustafa'nın yerine, öz kardeşi olan III. Ahmed tahta çıkarılmıştır.
Sekiz buçuk yıl tahtta kalan, bu süre içerisinde iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışan Sultan II. Mustafa, tahttan indirildikten sonra dört buçuk ay daha yaşadıktan sonra 29 Ağustos 1703'te henüz 39 yaşındayken Edirne'de vefat etmiştir. Cenazesi İstanbul'a getirilip Turhan Sultan Türbesi'nde, babası IV. Murad Han'ın yanına defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin.
LÂLE DEVRİ'NDE GÜL ARAYAN SULTAN: III. AHMED
M. NİHAT MALKOÇ
Hacıoğlu Pazarı Kışlağından Patrona Halil İsyanı'na Bir Padişahın Serencamı
Osmanlı Devleti'nin 23. padişahı, İslâm halifelerinin 88. si olan Sultan III. Ahmed, 31 Aralık 1673(22 Ramazan 1084) tarihinde, IV. Mehmed’in ikinci Lehistan seferi sonunda bugün Dobriç adıyla anılan Hacıoğlu Pazarı kışlağında doğmuştur. Gelecekte Osmanlı tahtına oturacak olan bu şehzadenin doğumu nedeniyle kadim başkentler olan İstanbul, Edirne ve Bursa'da mutluluğun nişanesi olarak büyük şenlikler ve eğlenceler düzenlenmiştir.
III. Ahmed'in babası Osmanlı'nın 19. padişahı olan IV. Mehmed, annesi ise Girit asıllı bir kadın olan Râbia Emetullah Gülnûş Sultan'dır. Kendisinden evvel tahta oturan II. Mustafa'nın öz kardeşidir. O da çocukluğunda diğer padişahlar gibi iyi bir eğitim görmüştür. Şeyh-i Sultânî Mehmed Efendi ve Seyyid Feyzullah Efendi'den dersler almıştır. Zamanının büyük hat üstadı hattat Hafız Osman’dan sülüs ve nesih, Veliyyüddin Efendi'den de talik meşk etmiştir. Sütlüce’deki sarayın harem kapısı üzerindeki kitabe, Sultanahmet’te Bâb-ı Hümâyun önündeki meşhur çeşme ile Üsküdar Meydanı'nda bulunan çeşmenin kitabeleri ve Sarây-ı Hümâyun’da Arz Odası üzerindeki besmele III. Ahmed’in el yazılarıdır.
III. Ahmed, henüz 14 yaşındayken, amcası II. Süleyman’ın tahta çıkarılması nedeniyle, babası IV. Mehmed ve ağabeyi Mustafa'yla birlikte Topkapı Sarayı’ndaki Şimşirlik Dairesi’ne koyulmuştur. Ardından da Edirne’ye nakledilerek amcaları II. Süleyman, II. Ahmed ve ağabeyi II. Mustafa’nın padişahlıkları süresince burada kalmıştır.
Eşleri, erkek ve kız çocuklarıyla çok geniş bir aile çevresi olan Sultan III. Ahmed'in eşleri Emetullah Kadın, Ayşe Kadın, Emine Kadın, Fatma Kadın, Gülşen Kadın, Hatice Kadın, Hürrem Kadın, Meyli Kadın, Mihrişah Sultan, Nazife Kadın, Nejat Kadın, Rukiye Kadın, Sadık Kadın, Ümmügülsüm Kadın, Zeynep Kadın, Hanife Kadın ve Şermi Sultan'dır. Sultan III. Ahmed'in oğulları ise Osmanlı'nın 26. padişahı olan III. Mustafa, yine Osmanlı'nın 27. padişahı olan I. Abdülhamid, Şehzâde Mehmed, Şehzâde İsa, Şehzâde Ali, Şehzâde İbrahim, Şehzâde Selim, Şehzâde Murad, Şehzâde Abdülmelik, Şehzâde Süleyman, Şehzâde Numan, Şehzâde Bâyezid ve Şehzâde Abdullah'tır. Çok sayıda da kızı vardır. Birçok eşinden dünyaya gelen kızları Fatma Sultan, Ümmügülsüm Sultan, Zeynep Sultan, Ayşe Sultan, Saliha Sultan, Esma Sultan, Atike Sultan, Rukiye Sultan, Rabia Sultan, Emetullah Sultan, Hatice Sultan, Zübeyde Sultan, Emine Sultan, Naile Sultan, Nazife Sultan, Reyhan Sultan, Sabiha Sultan, Ümmüseleme Sultan, Akile Sultan ve Beyhan Sultan adlarını taşımaktadır.
Sultan III. Ahmed, ağabeyi Sultan II. Mustafa Han’ın, çıkan Cebeci İsyanı(Edirne Vak'ası)'nda tahttan indirilmesi üzerine 22 Ağustos 1703’te, otuz yaşında iken Edirne’de tahta çıkmıştır. III. Ahmed, saltanatının ilk yıllarında âsilerle sıkı bir mücadeleye girişmiş, tabir caizse onları alt etmiştir. Böylece uzun sürecek saltanatını da sağlama almıştır.
Sultan III. Ahmed tahta oturunca ilk icraat olarak, eski padişah II. Mustafa ve çocuklarının Edirne Sarayı’na kapatılmasına dair hattı çıkartmış ve Dârüssaâde ağası Nezir Ağa’yı azletmiştir. Daha sonra Kavanoz Ahmed Paşa’nın sadrazamlığı ile İmâm-ı Sultânî Mehmed Efendi’nin şeyhülislâmlığını resmen tasdik etmiş ve âsi reislerinden Çalık Ahmed Ağa’yı vezirlik rütbesiyle yeniçeri ağası yapmıştır. Askerin cülûs bahşişi ve aylıkları konusunda çıkan olayları para dağıtmak suretiyle yatıştırıp sükûneti sağlamıştır.
Karlofça Antlaşması'ndan Sonra Osmanlı'ya Açılan İlk Fırsat Kapısı: Prut Savaşı
Sultan III. Ahmed, saltanatının ilk yıllarında Avrupa'da meydana gelen olaylara karışmamış, bunun yerine kendi iç meselelerini halletme yoluna gitmiştir. Fakat 1709'da Poltova Muharebesi'nde Ruslara yenilen İsveç Kralı Demirbaş Şarl(XII. Charles)'ın Osmanlı'ya sığınması Rusya'nın Osmanlı'ya saldırmasına, hudutları basmasına, köyleri yakıp yıkmasına neden olmuştur. Petro, Osmanlılar karşısında İsveç'e karşı kazandıkları Poltova'nın benzeri bir zafer kazanacaklarından emindi. Hedefi Eflâk ve Boğdan'ın desteğini almak, aynı zamanda Osmanlı içerisindeki Hıristiyanları da isyana teşvik etmekti. Fakat evdeki hesap çarşıya uymamış, çok şükür ki Petro'nun kirli planları tutmamıştı.
Rusların bu küstahça tavırları III. Ahmed'i çileden çıkarmıştı. Derhal savaş meclisini toplayarak Ruslarla savaşmaya karar vermişti. Osmanlı ordusu çok çabuk hareket ederek Tuna Nehri'ni geçmişti. 60 bin askerine karşı 140 bin kişilik Osmanlı ordusunu gören Petro, şaşkınlığını gizleyememiş; adeta bozguna uğramıştı. İki güçlü ordu ilk olarak 19 Temmuz 1711'de karşılaşmış, Rus generali Petroviç Şeremetov'un yönetimindeki Rus ordusu püskürtülerek ilk müspet netice alınmıştı. Sonraki gün daha büyük bir muharebe gerçekleşmiş, Baltacı Mehmed Paşa, Rusları cepheden vurmuş, Kırım Hanı Devlet Giray da kuvvetleriyle Rus ordusunu arkadan çevirmişti. Sayıca üstün olan Osmanlılar kısa sürede Rus ordusunun etrafını çepeçevre sarmıştı. Rus ordusu iki ateş arasında sıkışıp kalınca olumlu bir sonuç alamayacaklarını düşünerek kaçmayı tercih etmişti. 20 Temmuz'da Rus ordusu Tuna Nehri'nin kenarına sıkıştırılmıştı. Artık kendileri için kaçacak hiçbir yer kalmamıştı. Bu sırada Petro'nun karısı Katerina barış teklifinde bulunmuştu. Tarihçilerin kanaatine göre Baltacı Mehmed Paşa kaçan orduyu takip etseydi Rus ordusu çok büyük bir hezimete uğrayabilirdi.
Rus ordusunun yenilmesi Deli Petro'yu fazlasıyla üzmüş, rivayetlere göre oturup ağlamıştır. Deli Petro'nun karısı Marthe Rabe(I. Katerina) bu manzarayı gördükten sonra Rus komutanları toplayarak onlara teslim olmaktan başka çareleri olmadığını söylemiştir. Hatta mücevherlerini sadrazam Baltacı Mehmed Paşa'ya göndererek onun gönlünü alma yoluna gitmiştir. Böylece Osmanlı Devleti, Gerileme Dönemi'nin başlangıcı sayılan Karlofça'nın ilk rövanşını da almıştır. Savaş sonunda 21 Temmuz 1711'de Ruslarla, zaferin nişanesi olan Prut Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre Azak Kalesi ve çevresi Osmanlı Devleti’ne teslim edilecekti. Rusların son yıllarda yaptıkları sınır kaleleri yıkılacak, kalelerdeki silahlar Osmanlılara teslim edilecekti. Ruslar, Lehistan’ın içişlerine karışmayacak ve buna dair herhangi bir müdahale söz konusu olmayacaktı. Rusya, hiçbir durumda İstanbul’da bir elçi bulundurmayacaktı. Kırım Hanlığı'yla Lehistan Krallığı'na bağlı Kazaklara dokunulmayacak, İsveç Kralı XII. Karl yanındakilerle birlikte ülkesine geri dönecekti. Rus ordusu serbest bırakılacaktı. Rusların ellerinde tuttukları Türk esirler de teslim edilecekti. Rus Başbakanı Şafirov'la Başkomutan Şeremetov rehine olarak İstanbul'da kalacaktı.
Ruslarla imzalanan Prut Antlaşması sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Zira Ruslar bu antlaşmanın şartlarına uymamışlardır. Bu durum karşısında III. Ahmed savaş meclisini toplayarak Ruslarla yeniden savaşmaya karar vermiştir. Padişah Rus seferine çıkmak için İstanbul'dan Edirne'ye gitmiştir. Bunu haber alan Ruslar telâşlanmış, Edirne'ye bir heyet göndererek padişahtan özür dilemişlerdir. Antlaşmaya uyacaklarını taahhüt etmişlerdir. Hatta yeni bir antlaşmayla söz konusu şartlar imza altına alınmıştır. Padişah seferden vazgeçmiştir.
Baltacı-Katerina Dedikodusu Yahut Dilin Kemiği Yoktur Gerçeği
Baltacı Mehmed Paşa 1710 yılında zamanın padişahı Sultan III. Ahmed tarafından sadrazamlığa getirilmişti. Sultan III. Ahmed döneminin muktedir sadrazamlarından ve serdar-ı ekremlerinden biri olan Baltacı Mehmed Paşa'nın Prut Savaşı'nda Rus ordusunu iki taraftan kıstırmışken ve de büyük bir hezimete uğratma imkânı varken kaçan askerleri takip ettirmemesi, kaçmalarına göz yumması tarihçilerin yanında, tarihe meraklı insanlar tarafından da çok konuşulmuştur. Baltacı Mehmed Paşa, Rus ordusu adına kendisinden aman dileyen Çariçe Katerina'nın teklifini kabul etmiş, böylelikle de Prut Antlaşması'na giden yolu açmıştı.
Bu süreçten sonra Baltacı Mehmed Paşa ile Çariçe Katerina arasında geçtiği var sayılan, hayalleri bile zorlayan yorumlar ve değerlendirmeler yapılmıştır. Bir kısım tarihçiler Katerina'nın Baltacı Mehmed Paşa'nın çadırına kadar gittiğini, onu barış konusunda ikna etmeye çalıştığını yazarlar. Bu ikili arasında aşk ilişkisi olduğunu, bunun neticesinde Çariçe Katerina'nın sadrazam Baltacı Mehmed Paşa'ya sunulduğunu söyleyenler de olmuştur.
Osmanlı'da savaş ve barış kararı bir kişinin verebileceği bir karar değildi. Bununla ilgili vezirler, paşalar ve komutanlar gibi önemli kişilerden oluşan karar mercileri vardır. Osmanlı, köklü kuralları ve kurumları olan bir devletti; çadır devleti değildi. Prut Savaşı'nın barış antlaşmasıyla neticelendirilmesinin nihai kararını da sadece Baltacı vermemiştir.
Öte yandan Baltacı Mehmed Paşa'nın barış karşılığında rüşvet aldığını söyleyenler de olmuştur. Rusya yetkililerinin ve Katerina'nın Baltacı'ya hediyeler gönderdiği doğrudur. Fakat bu rüşvet değildir. Zafer kazanmış komutanlara hediyeler göndermek o zamanın adetlerindendi. Baltacı bu hediyeleri kendisi için almamış, devlet hazinesine teslim etmiştir.
Prut Savaşı'nda bazı yeniçeri askerleri savaşmakta isteksiz davranıyordu. Bir grup yeniçeri askerinin savaştan kaçmaya teşebbüs ettiği de söylenmiştir. Eğer savaş uzatılsaydı bu askerlerin isyan çıkarma ihtimalleri de vardı. Baltacı Mehmet Paşa işi tadında bırakmıştır. Şayet ordunun kararlı ve dirayetli olduğunu görseydi belki de işin sonuna kadar gidebilirdi.
Baltacı-Katerina mevzusu hep sulandırılmıştır. Böylelikle iyi bir devlet adamı olan Baltacı Mehmed Paşa itibarsızlaştırılmıştır. Prut Zaferi'nin baş mimarı Baltacı Mehmed Paşa, Sultan III. Ahmed tarafından 20 Kasım 1711'de görevinden alınarak Midilli'ye sürülmüştür. Yani iftiraların kurbanı olmuştur. 20 Kasım 1711'de onun yerine Ağa Yusuf Paşa geçmiştir.
Karlofça Antlaşması'nın Rövanşı: Venedik Seferi
Bilindiği üzere Osmanlı'da ilk toprak kaybına sebep olan Karlofça Antlaşması'yla Venediklilerle barış gerçekleştirilmişti. Lâkin Venedikliler bu barışa uymamakta direnmişlerdir. Hatta Akdeniz'deki ticaret gemilerimize fütursuzca saldırmışlardır. Bu arada 1714'te Karadağlılar Venediklilerin tahrikiyle isyan etmişlerdir. Bu, bardağı taşıran son damla olmuştur. Bunun üzerine Venedik'e yönelik sefere çıkılmış, Mora'nın yanında Girit'te fethedilmemiş bazı kaleler ele geçirilmiştir. 1716'da başlayan yeni seferin seyri Avusturya'nın savaşa girmesiyle değişmiştir. Petervaradin Kalesi'ni almaya çalışan Osmanlı kuvvetleri Avusturya ordusu tarafından bozguna uğratılmış, otuz bin askerimiz şehit edilmiştir. Karşı harekâta geçen Avusturya; önce Tımışvar'ı, 1717'de de Belgrad'ı ele geçirmiştir. Avusturya elde ettiği bu başarılara rağmen İtalya meselesi yüzünden barış istemiştir. Venedik, Mora'yı geri almaya çalışsa da başarılı olamamıştır. 21 Temmuz 1718'de Pasarofça Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre Tımışvar, Banat, Belgrad ve Sırbistan'ın büyük bölümü Avusturya'ya bırakılmıştır. Mora ve Ege'deki İstendil Adası Osmanlılara verilmiştir.
Pasarofça Antlaşması'yla barışı sağlayan Osmanlı Devleti, Doğu'da zaferden zafere koşmuştur. 1723'te İran'a giren Osmanlı güçleri Tiflis'i, Gori'yi, Nahçivan'ı ve Gence'yi; 1725'te ise Kirmanşah'ı, Meraga'yı, Nihavent'i, Hemedan'ı, Tebriz'i ve Erdebil'i fethetmiştir.
Lâle Devri Bazılarının Dediği Gibi "Vur Patlasın Çal Oynasın" Dönemi Değildir
Sultan III. Ahmed döneminde Pasarofça Antlaşması'ndan sonra 1730'a kadar savaştan uzak durulmuştu. Tabir caizse Osmanlı Devleti'nde yeni bir dönem başlamıştı. 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı'na kadar, 12 yıl süren bu döneme yaygın tabirle "Lâle Devri" denir.
Kâğıthane'de inşa edilen Sâdâbâd Sarayı, köşkler, kasırlar ve bahçeler bu devrin sembolleri arasındadır. Barışın, yenileşmenin ve eğlencenin hakim olduğu bu devirde Osmanlı, yüzünü Batı'ya dönmüştür. Osmanlı Devleti tarafından Avrupa ülkelerine elçiler gönderilmiştir. Bu devirde Avrupa'yı tanınma gayretleri dikkat çekmiştir. Bu çerçevede İstanbul'un imarı için ciddi gayretler gösterilmiştir. İlmî ve edebî çalışmalar yapılmıştır. Yeni kütüphaneler kurulmuştur. Başta çini olmak üzere, çeşitli imalâthaneler inşa edilmiştir.
Lâle Devri bazılarının iddia ettiği gibi "Vur patlasın çal oynasın" dönemi değildir. Düzenli bir itfaiye teşkilatı olan Tulumbacılar yine bu dönemde kurulmuştur. Yine Üsküdar'da Batı tarzı asker yetiştiren kurumlar oluşturulmuştur. En önemlisi de bütün engellemelere ve karşı çıkmalara rağmen matbaa ilk kez bu dönemde ülkeye girmiştir.
Sultan III. Ahmed Çeşmesi'nden Suyla Birlikte Zaman da Akmış...
Sultan III. Ahmed dönemi deyince akla gelen mimarî eserlerin başında III. Ahmed Çeşmesi gelmektedir. III. Ahmet Çeşmesi, İstanbul'da Topkapı Sarayı'nın giriş kapısı ile Ayasofya arasında, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın teklifiyle III. Ahmed tarafından "Perayton" isimli bir Bizans çeşmesinin yerine 1728'de inşa ettirilen güzel bir çeşmedir.
III. Ahmed'in annesi için yaptırdığı çeşmenin mimarı Mehmet Ağa’dır. Türk rokoko mimarisi ile inşa edilen çeşme, beş küçük kubbelidir. III. Ahmed Çeşmesi’nin Bâb-ı Hümâyun’a bakan tarafındaki kitâbede şunlar yazar: "Hem padişehdir hem veli, zatında olmuş münceli/Adl-i Ömer, cûd-i Ali, hulk-ı Muhammed Mustafa/Destinde devlet hatemi kılmış musahhar âlemi/Hak resm-i ism-i a’zamı nakş-i cebin itmiş anâ/Hayret virir sad Kayser’e galib hezar İskender’e/Hükmi revan her kişvere fermanberi şah ü gedâ/Hem hami-yi beyt-il harem hem hadim-i Şah-i ümem/Rumu Arab mülk-i Acem mahkûmıdır ser tâ be pâ/Oldur imam-ül müslimin zilli hudavend-i Muin/Bâ nass-ı Kur’an-ı mubin emrine vacib iktidâ"
III. Ahmed Çeşmesi fıskiyeli değildir, onun yerine çeşmeleri sebil görevini görmektedir. Yapının dört köşesinde birer çeşme bulunmaktadır. Bu çeşmelerin başında 17. yüzyıl Osmanlı şairi Seyit Vehbi Efendi imzalı hat işlemeleri dikkate değerdir. Yapı üzerinde Sultan III. Ahmed’in el yazısı da bulunmaktadır. Köşelerde bulunan üç pencere ve altlarındaki sebillerden, yapıldığı dönemlerde su yerine şerbet ikram edildiği bilinmektedir. Önceleri deniz kenarında bulunan çeşme, meydanın düzenlenmesiyle günümüzdeki yerine taşınmıştır.
Sultan III. Ahmed Zamanında İmar Çalışmalarında da Bir Canlılık Görülmüştür
Kültür, sanat ve edebiyat çalışmalarını gönülden destekleyen Sultan III. Ahmed'in zamanında imar çalışmalarında da bir canlılık görülmüştür. Bunlarla ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir: "III. Ahmed, Sarây-ı Hümâyun’da, Arz Odası’nın arkasındaki II. Selim’e ait beyaz mermer havuzlu bahçenin yerine müstakil bir kütüphane inşa ettirdi. Bundan başka annesi Râbia Emetullah Gülnûş Sultan için Üsküdar’da Yeni Vâlide Camii ile bunun yanında bir sebil, çeşme, sıbyan mektebi ve bir imarethâne yaptırdı. İstanbul’da Bahçekapı’da Büyük Vâlide Turhan Hatice Sultan Türbesi yanında ikinci bir kütüphane, Ayasofya meydanında, bugün III. Ahmed Çeşmesi diye meşhur olan dört cepheli ve süslü çeşmeyi, Üsküdar’da İskele Meydanı’ndaki büyük çeşmeyi ve Kâğıthane’de Çağlayan önünde, şair Nedîm’in “Çeşme-i nevpeydâ” adını verdiği üçüncü bir çeşme yaptırdı. Ayrıca, Galata Sarayı’nın tamiri ve vakıf şartlarının değiştirilmesiyle bu sarayın dışında bir cami, Boğaziçi’nde Bebek’te diğer bir cami ve altında bir mektep ile çeşme, Hasköy-Kasımpaşa arasında, Aynalıkavak’ta köprü başında ve annesine ait olan Galata Yenicamii’nin güney cephesindeki avlu kapısının dışında yine bir çeşme yaptırdı."(TDV İslâm Ansiklopedisi, Ahmed III Maddesi, Münir Aktepe)
"Necib" Mahlasıyla Şiirler Yazan III. Ahmed, Aynı Zamanda Sanatçı Dostuydu
Sultan III. Ahmed, sanatkâr ruhlu bir insandı. O; özelde şiire, genelde edebiyata gönül vermiş padişahlarımızdan biridir. "Necib" mahlasını kullanarak Divan edebiyatı nazım şekilleriyle etkili şiirler kaleme almıştır. Bunun yanında musikiyle ve hat sanatıyla da yakından ilgilenmiştir. Yaptırdığı Sultanahmet Çeşmesi'ne kendi şiirini yazdırmıştır.
Sultan III. Ahmed, başta adı Lâle Devri'yle özdeşleşen Nedîm olmak üzere, Seyyid Vehbî, İzzet Ali, Neylî Ahmed, Vak'anüvis Râşid Mehmed, Küçük Çelebizâde İsmâil Âsım, Nahîfî, Sâmi gibi bu devrin birçok şairini himaye ederek onlara saygı ve sevgi göstermiştir.
Sultan III. Ahmed zamanındaYanyalı Esad Efendi, Heratlı Kâbızî Efendi, Mansûrîzâde müderris Fasîhî Efendi, İshak Efendi, Şam kadısı Medhî Efendi, Halep kadısı İlmî Efendi, Selânik kadısı Müstecirzâde Abdullah Efendi, Kara Halilzâde Mehmed Said Efendi ve şair Nedîm gibi ilim, fikir ve edebiyat adamlarından kurulu bir heyet sık sık bir araya gelerek Doğu ve Batı dillerindeki kıymetli kitaplardan tercümeler yapıyorlardı. Bunun yanında Türkçeden Fransızcaya, Fransızcadan da Türkçeye eserler çevriliyordu.
Doğu'da birçok yeri fetheden III. Ahmed, İran'daki siyasî gelişmeler nedeniyle duraklama safhasına geçmiştir. Hatta bir anda başlayan toprak kayıplarıyla her şey aleyhimize dönmüştür. Bu da devlet içinde huzursuzluklara zemin hazırlamıştır. Bundan faydalanan Patrona Halil adlı bir isyancı 1730'da isyan çıkarmıştır. Sultan III. Ahmed, çıkan Patrona Halil İsyanı nedeniyle 27 sene hükümdarlık yaptıktan sonra 1 Ekim 1730'da tahttan indirilmiştir.1 Temmuz 1736'da da terk-i dünya eylemiştir. Naaşı Yeni Cami'deki Turhan Valide Sultan Türbesi'ne defnedilmiştir. Vefat ettiğinde peygamber yaşı diye tabir ettiğimiz 63 yaşındaydı.
OSMANLI'NIN SON PARLAK DEVRİNİN PADİŞAHI: SULTAN I. MAHMUD
M. NİHAT MALKOÇ
Edirne'den İstanbul'a, Kafesten Taht'a Bir Ömrün Serencamı...
Osmanlı Devleti'nin 24. padişahı, 103. İslâm halifesi olan Sultan I. Mahmud, 02 Ağustos 1696'da(03 Muharrem 1108) Edirne Sarayı'nda dünyaya gelmiştir. Doğumu nedeniyle görkemli kutlamalar yapılmıştır. Babası II. Mustafa, annesi ise cariye kökenli Saliha Valide Sultan'dır. Eşleri Âlicenap Kadın, Aişe Kadın, Hatem Kadın, Verdinaz Kadın, Hatice Rami Kadın, Tiryâl Kadın; ikballeri ise Meyyase Hanım, Fehmi Hanım, Sırrı Hanım ve Habbabe Hanım'dır. Harem hayatını seven I. Mahmud, en çok cariyesi bulunan sultanlardandır. Kafes hayatı yaşadığı dönemde kısırlaştırıldığı için çocuğu olmamıştır. Çocuğu olmadığı için "İki şeyden kâm almadım, biri evlât biri mehtap" demiştir.
Şehzade I. Mahmud'un çocukluğu, babası II. Mustafa'nın daha çok Edirne'de oturması nedeniyle bu şehirde geçmiştir. Sultan I. Mahmud, 23 Ağustos 1703'te "Edirne Vakası" diye adlandırılan isyan sonucu tahttan indirilen babasıyla İstanbul‟a getirilip Topkapı Sarayı'nın Kafes Kasrı'nda göz hapsine alınmıştır. Burada 1730'e kadar aralıksız 27 yıl kalmıştır.
Sultan I. Mahmud; hayırseverliğiyle tanınan, sevgi ve şefkat timsali annesi Saliha Sultan'dan iyi bir terbiye görmüştü. Büyük annesi Gülnûş Sultan'ın da üzerindeki etkisi çoktur. Onun çocukluğu ve gençliği kafes hayatıyla geçse de, öz büyükannesi olan Gülnûş Emetullah Sultan sayesinde yine de diğer Osmanlı padişahları gibi, iyi bir eğitim görmüştür. Hocaları, ilmiyle meşhur Şeyhülislâm Feyzullah Efendi ve onun oğlu İbrahim Efendi'dir.
Babasının ve Amcasının Hayatından İbret Dersleri Çıkaran Âkil Bir Sultan...
Sultan I. Mahmud, babası II. Mustafa öldüğünde yedi yaşındaydı. I. Mahmud, babasının ölümünün ardından amcası Sultan III. Ahmed tarafından Edirne'den İstanbul'a getirilerek sarayda kafes denen bir daireye kapatılmıştır. 1705 yılında da kardeşleriyle birlikte sünnet edilmiştir. I. Mahmud uzun kafes hayatında kuyumculukla iştigal etmiştir.
Sultan I. Mahmud, Patrona Halil İsyanı sonucunda amcası III. Ahmed’in tahttan çekilmesi üzerine 2 Ekim 1730’da(19 Rebîülevvel 1143) padişah olmuştur. Sabırlı ve dirayetli bir insan olan I. Mahmud tahta çıktığında 35 yaşındaydı. I. Mahmud'un selefi olan amcası III. Ahmed, yeğenine hem biat hem de etrafındakilere gereğinden çok güvenmemesi konusunda nasihat etmiştir. Söz konusu nasihati önemine binaen paylaşmak istiyorum:
"Ey oğul! Vezirine teslim olma. Daima ahvalini araştır ve beş-on sene birini vezarette müstakil istihdam eyleme ve kalem-i dürûğlarına asla itimat etme. Merhamet sahibi ol. Cömertliği elden bırakma. Gayet tasarruf üzere ol. Hâlen hazinelerde bulunan malı zâyi etme. İşi kendin gör, ele itimat etme. İşte benim ahvâlim sana nasihat için yeterlidir. Hacet sahiplerine adaletle davran. Kimsenin bedduasını alma. Şehzadeler sana emanettir. Oğlum, devlet işlerini baban (II. Mustafa) ve ben (III. Ahmed) başkalarına bıraktığımızdan bu durum başımıza geldi. Sen bizzat idareyi eline al! Allah saltanatını mübarek etsin!"
Sultan I. Mahmud, Şeyhülislam ve Sadrazamları Uzun Süre Görevde Tutmamıştır
Sultan I. Mahmud, babası II. Mustafa ve amcası III. Ahmed’in yaşadığı vahim hadiselerden kendisine dersler çıkarmıştır. Özellikle amcasının verdiği nasihatleri hayat düsturu hâline getirmiştir. Bu çerçevede hiç kimseyi şeyhülislâmlık ve sadrazamlık makamında uzun süre tutmamış, belli zaman aralıklarıyla değiştirerek yeni kişileri bu makamlarda görevlendirmiştir. Böylece makam sahiplerine bir anlamda gözdağı da vermiştir. Onun saltanat döneminde 12 farklı şeyhülislâm ve 15 farklı sadrazam görev yapmıştır.
Şeyhülislâmlık makamına hocası Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin iki oğlunu getiren I. Mahmûd’un sadrazamları arasında en önemli yeri Hekimoğlu Ali Paşa almıştır. O, aslında I. Mahmud'un babadan bir ağabeyiydi. Yani şehzadeydi. Diğer sadrazamları arasında Silahtar Mehmet Paşa, Kabakulak İbrahim Paşa, Topal Osman Paşa, Gürcü İsmail Paşa, Seyyid Mehmed Paşa, Muhsinzâde Abdullah Paşa, Yeğen Mehmed Paşa, Hacı İvaz Mehmed Paşa, Nişancı Şehla Hacı Ahmed Paşa, Seyyid Hasan Paşa, Tiryaki Hacı Mehmed Paşa, Seyyid Abdullah Paşa, Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa ve Çorlulu Köse Bahir Mustafa Paşa yer alır.
Patrona Halil İsyanı Bastırılınca Sultan I. Mahmud Gerçek Gündemine Dönmüştür
Sultan I. Mahmud; padişahlığının ilk günlerinde, hiç istemese de, kendisini tahta çıkaran isyancıların ve onların çıbanbaşı durumundaki Patrona Halil'in isteklerini yerine getirmek mecburiyetinde kalmıştır. Devlet adamları ve memurlar isyancıların arzuları doğrultusunda atanmıştır. Sultan III. Ahmed'in padişahlık yaptığı Lâle Devri'nde Kâğıthane ve Sadabat'ta yapılan gösterişli köşk ve konakların çoğu isyancıların fütursuzca taşkınlıkları sonucu yakılıp yıkılmıştır. Yine hak ve hukuk tanımayan isyancı başının istekleri ve ölçüsüz davranışları bitip tükenmek bilmemiştir. İstanbul'un neredeyse her sokağını küstahça haraca bağlamışlardır. I. Mahmud'un Patrona Halil ve yandaşlarına karşı sabrı artık tükenmiştir. III. Ahmed'i tahtından eden Patrona Halil'i ve adamlarını saraya davet eden I. Mahmud, kurduğu tuzağı ustaca işleterek, başta bir hamam tellakı olan Patrona Halil olmak üzere, asilerin hepsini ortadan kaldırmıştır. Böylece İstanbul ve saray huzur ve sükûna kavuşmuştur.
Rusya ve İran'la Yapılan Savaşlar ve Ülke Sınırlarının Belirlenmesi
Sultan I. Mahmud, Patrona Halil belâsından kurtulduktan sonra asıl işleri olan ıslahatlara ve Osmanlı'nın ciddi ve öncelikli sorunlarına yönelmiştir. Patrona Halil İsyanı'nın bastırılması I. Mahmud'u asıl gündemine yoğunlaştırmıştır. Osmanlı-İran Savaşları sürerken çıkan bu isyan yüzünden, İranlıların son saldırılarına karşılık verilememişti. 1731'de başlatılan karşı saldırı bir yıl devam etmiş, 30 Temmuz 1731'de Kermenşah geri alınmış, 16 Eylül 1731'de Korican Zaferi kazanılmıştı. 11 Ekim 1731'de Urmiye Kalesi, 4 Aralık 1731'de de Tebriz geri alınmıştır. 10 Ocak 1732 tarihinde imzalanan Ahmed Paşa Antlaşması ile Kafkasya Osmanlılara, batı İran ve Azerbaycan İranlılara kalmıştır. Güneyde Kasr-ı Şirin sınırı değişmemiş, kuzeyde Aras Irmağı iki ülke arasında sınır yapılmıştır.
Bu antlaşma Osmanlı Devleti'ni ve İranlıları tatmin etmeyince çatışmalar 1746'ya kadar devam etmiştir. Osmanlılar 19 Temmuz 1733'te Bağdat önlerinde bir zafer kazanmışlardır. İran Şahı Nadir Şah 1743'te Irak sınırına saldırmış ve Musul'u kuşatmıştır (27 Eylül 1743).
29 Temmuz 1744 günü Kars'ı da kuşatan Nadir Şah, iki üç ay sonra kuşatmayı kaldırmak zorunda kalmış ve geri çekilmiştir (9 Ekim 1744). 4 Eylül 1746 tarihinde yeni bir barış antlaşması imzalanmış, ancak dengeler değişmeyince sınırlar da değişmemiştir.
Rusya'nın, Lehistan'ın iç işlerine müdahale etmesi, Avusturya ile ittifak yapması, sürmekte olan İran savaşları sırasında Kırım ordusunun Kafkasya üzerinden geçmesine izin vermemesi ve Azak kalesini işgal etmesi gibi nedenler, Sultan I. Mahmud'un 16 Haziran 1736'da Rus seferine çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu kutlu seferin ilk adımı olarak 4 Ağustos 1737'de Banyaluka Zaferi kazanılmıştır. Balkanlara ve Kırım'a saldıran Ruslar feci şekilde yenilerek geri çekilmişlerdir. 1 Eylül 1739'da Belgrad Kalesi geri alınmıştır. Osmanlı Devleti'nin Avusturya cephesinde başarılı olması, Rusya'nın barış istemesine sebep olmuş, Osmanlı Devleti 18 Eylül 1739 tarihinde Avusturya ve Rusya'yla Belgrad Antlaşmasını imzalamıştır. Bu antlaşmaya göre Azak Kalesi Ruslara bırakılacak, Rusların savaş sırasında elde ettiği topraklar Osmanlı'ya teslim edilecek ve Ruslar Karadeniz'de savaş ve ticaret gemisi bulundurmayacaktı. Bu antlaşmanın imzalanmasında Fransa'nın katkıları olduğu için Fransa'ya daha önce verilmiş olan imtiyazlar arttırmıştır.
Sultan I. Mahmud, "Sebkâti" Mahlasıyla Birbirinden Güzel Şiirler Yazmıştır
Birçok Osmanlı padişahı gibi Sultan I. Mahmud da, ince ve derin ruhlu, sanatkâr bir padişahtı. Sanata derinden ilgi duyar, sanatçıları sever ve korurdu. Keman çalan, hat sanatıyla uğraşan I. Mahmud, aynı zamanda edebiyatın şiir dalıyla ilgilenir, "Sebkâti" mahlasıyla birbirinden güzel şiirler yazardı. O, şairliğinin yanında âlim ve bestekâr olarak da bilinir. O, Lâle Devri sırasında başlatılan kültür-sanat faaliyetlerini de ısrarla sürdürmüştür.
Sultan I. Mahmud "Söylersin" redifli o güzel gazelinde şairlikteki ustalığını ve hünerini göstermiştir: "Kerem-bahş olmaz ey dil hâlini cânâne söylersin/Vefâ me’mûl idersin ger aceb yabâne söylersin//Sebekhân-ı cefâdır şimdi ol şûh-ı sitem-güster/Hemân bîhûde derdin ol cefâ-cûyâne söylersin//Tutar ol gamze-i kâfir-küş be-dest hançer-i ser-tîz/Yine ey tıfl-ı dil şükrin hezâr insâna söylersin//Meşâmm-ı câna bûy-ı bahş-ı lutf ümmîd idüp andan/Hevâsın oldugun ol gonca-i handâna söylersin//Ne dâniş itdi tahsîl Sebkatî tab’-ı seher-pîşen/Ki her nazm-ı neşât-efzâyı sen şâhâne söylersin" Yine o, bir kıtasında şu güzel mısralara yer veriyor: "Varalım kûy-ı dil-ârâya gönül hû diyerek/Kokalım güllerini gonca-i hoş-bû diyerek/Şerbet-i lâ’li hayâli bizi öldürdü meded/Gidelim kûyına yârin bir içim su diyerek"
Sultan I. Mahmud, Yaptırdığı Eserlerle Osmanlı Mimarî Dönüşümünün Öncüsüdür
I. Mahmud dönemi Osmanlı'nın imar çalışmalarının üst düzeyde olduğu verimli bir dönemdir. O, mimarî alanda öncü olmuş isimlerden biridir. I. Mahmud döneminde cami başta olmak üzere çok sayıda saray, çeşme, askerî okul, kışla ve kütüphane inşa edilmiştir.
Osmanlı mimarisinin önemli yapıları arasında yer alan ve klasik mimarînin dışına taşan Çemberlitaş'taki Nuruosmaniye Külliyesi 1748'de onun döneminde inşa edilmeye başlanmış; ancak 1755'te kardeşi III. Osman döneminde tamamlandığı için kendi adıyla değil onun adıyla anılmıştır. Yine I. Mahmud'un 1740'ta yaptırdığı Ayasofya Şadırvanı, Osmanlı mimarisinin şaheserlerinden biridir. Bu, İstanbul'daki en büyük ve en güzel şadırvanlardandır.
Sultan I. Mahmud Han ıslahat ve yenilik fikirlerine açık bir insandı. Ülke içerisinde gerçekleştirdiği birçok imar faaliyeti bunun ispatı niteliğindedir. O, Lâle Devri'nde başlayan imar çalışmalarını imkânlar ölçüsünde devam ettirmiştir. Onun döneminde 81 yapı inşa edilmiştir. Bu dönemin en büyük eseri 1734/35 yıllarında tamamlanan Hekimoğlu Ali Paşa Camii ve Külliyesi'dir. Tophane'deki Sultan I. Mahmud Çeşmesi de o dönemde inşa edilen eserler arasındadır. Sultan I. Mahmud zamanında sadece İstanbul'da değil, İstanbul dışında da eserler yapılmıştır. Bu dönemde Halep'te Osman Paşa Külliyesi, Kahire'de Habbaniye Sultan I. Mahmud Tekke ve Sebili inşa edilmiştir. Ayrıca; Erzurum Vezir İbrahim Paşa Camii, Cağaloğlu Hacı Beşir Ağa Külliyesi, Şumnu Şerif Halil Paşa Camii ve Külliyesi yapılmıştır.
Sultan I. Mahmud, gelmiş geçmiş Osmanlı padişahları içerisinde en çok kütüphane yaptıran aydın bir kişidir. 24 yıllık padişahlığı süresince 12 tane kütüphane inşa ettirmiştir. Bunlardan en önemlisi sayılan Ayasofya Kütüphanesi Ayasofya`nın güneyindeki iki payanda arasında yer alır. Kütüphane; okuma salonu, Hazine-i Kütüb (kitapların korunduğu oda) ve bu iki bölümün arasındaki koridordan oluşur. I. Mahmud,1739 tarihinde Ayasofya’nın güney tarafına eklettirdiği bu güzide kütüphaneye dört bin civarında yazma eser bağışlamıştır. Okumayı ve kitabı çok seven I. Mahmud, Yalova’da bir kağıt fabrikası inşa ettirmiş, matbaayı desteklemiş ve dönemindeki birçok kitabın yayımlanmasına katkıda bulunmuştur.
Sultan I. Mahmud daha çok askerî alanlarda olmak üzere, ciddi ıslahatlar yapmıştır. I. Mahmud döneminde Fransa'dan gelen Kont Dö Bonnevale, Müslüman olarak Humbaracı Ahmed Paşa adını almış, orduda birçok yenilikler yapmıştır. Bu çerçevede topçu ve humbaracı ocaklarını yeniden düzenlemiş, orduya subay yetiştirmek gayesiyle Mühendishâne-i Berrî Hümayun'u açmıştır. Bu, Osmanlı-Rus savaşlarında başarıyı beraberinde getirmiştir.
Zayıf ve kısa boylu olan I. Mahmud, sakin bir karaktere sahipti. İyilik ve hayır yapmaktan hoşlanırdı. Divan toplantılarına katılarak halkın şikâyetlerini dinler, sorunlarını çözerdi. Cirit oynamaktan, ata binmekten ve yüzmekten çok hoşlanırdı. Satranç meraklısıydı.
I. Mahmud, 27 Safer 1168’de (13 Aralık 1754) cuma namazından dönerken Topkapı Sarayı’nın Demirkapı girişinde vefat etmiştir. Yenicami yanındaki Vâlide Turhan Sultan Türbesi’ne, babası II. Mustafa’nın yanına gömülmüştür. Kendisini rahmetle yâd ediyoruz.
YARIM ASIR ŞİMŞİRLİK'TE MAHKUM EDİLEN SULTAN: III. OSMAN
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı Devleti'nin 25. Padişahı, 90. İslâm Halifesi: Sultan III. Osman
Osmanlı Devleti'nin 25. padişahı, 90. İslâm halifesi olan III. Osman, 3 Ocak 1699(1 Recep 1110) tarihinde Edirne Sarayı'nda dünyaya gelmiştir. Babası II. Mustafa, annesi Rus asıllı Şehsuvar Vâlide Sultan’dır. Babası II. Mustafa tahttan indirildiğinde III. Osman henüz dört yaşındaydı. Babasının ölümünün ardından İstanbul'a, Topkapı Sarayı'na getirilmiştir. Burada tahta çıktığı 55 yaşına kadar sarayda bir çeşit hapis hayatı yaşamıştır. Fakat buna rağmen yine de iyi bir eğitim görmüştür. Din, edebiyat, tarih ve tıp kitaplarına özel bir ilgi duymuştur. Osmanlı tarihinde en uzun zaman Şimşirlik Dairesi’nde kalan şehzade olarak bilinir. Burada amcası III. Ahmed'in(1703-1730) ve ağabeyi I. Mahmud'un(1730-1754) toplamda 51 sene süren uzun saltanatları süresince kapalı kalmıştır. Çocukluğunu, gençliğini ve orta yaşlılığını hep bu dış dünyadan uzak, gerçek anlamda özgürlükten mahrum olarak geçirmiştir. Sadece güzel havalarda Harem taşlığına çıkartılıp hava almasına müsaade edilirdi. Öyle ki Eski Saray'a kapatılan annesi Şehsuvar Kadın'la görüşmesine bile izin verilmezdi. Bu dönemde Osman'ın "piştahta" denilen taşınabilir küçük masalar, çekmeceler yaptığı söylenir.
Kadınlarla yıldızı pek barışmayan III. Osman'ın eşleri Zevkî Kadın, Leyla Kadın ve Ferhunde Emine Kadın'dır. Onun da tıpkı I. Mahmud gibi varisi olacak çocuğu yoktu.
Yarın Asırlık Çileli Kafes Hayatından Sonra Gelen Üç Yıllık Padişahlık
III. Osman, ağabeyi I. Mahmud’un cuma selâmlığından dönüşünde vefatı üzerine 14 Aralık 1754 (28 Safer 1168)'te 55 yaşında iken Kafes Kasrı'ndan alınarak tahta çıkarılmıştır. Atılan toplarla saltanat değişikliği ilân edilmiştir. Tahta çıkışı sebebiyle adına düzenlenen kılıç alayında Eyüp Sultan Türbesi’nde Şeyhülislâm Seyyid Murtaza Efendi’den kılıç kuşanmıştır. Bunun akabinde emekliler de dahil olmak üzere, yüklü miktarda bir cülus dağıtmıştır. Yeni padişah III. Osman, yayınladığı bir fermanla her saltanat değişikliğinde toplanması bir çeşit kaide olan rüsum-ı cülusiye(tımar, zeamet ve diğer makam sahiplerinden cülus dolayısıyla alınan vergi) denen vergiyi kaldırmıştır. Tahta çıktığında hutbelerde adının "sultanü'l berreyn ve'l bahreyn"(iki kara ve denizin sultanı) olarak okunmasını istemiştir.
Sultan III. Osman'ın tahttaki ilk emri, vefat eden ağabeyi I. Mahmud'un, yaptırdığı Nuruosmaniye Camii yanındaki türbeye değil, Yeni Cami Türbesi'ne gömülmesi buyruğu olmuştur. Cülusun altıncı günü valide alayı düzenlenerek annesi Şehsuvar Sultan kalabalık bir törenle tahtırevanla Eski Saray'dan Topkapı Sarayı'na getirilmiştir.
Sultan III. Osman tahta oturunca devlet kademelerine, güvendiği liyakatli kişileri getirmiştir. Elindeki ve emrindeki yöneticileri sık sık değiştirmiştir. Padişahlığının ilk yıllarında Anadolu'da, Rumeli'de, Mekke ve Medine'de eşkıyalık olayları arttığı için öncelikle bu sorunun çözülmesi için çalışmıştır. Bunun önlenmesine yönelik tedbirler almıştır.
Sultan III. Osman üç yıllık saltanatı döneminde sadrazamlığa altı, şeyhülislamlığa dört, kaptanıderyalığa bir kez atama yapmıştır. Sadrazamların görevlerinden uzaklaştırılma nedenleri arasında yolsuzluk, yalan konuşma, yangınlar ve halkın şikâyetleri vardır.
Sultan III. Osman tahta oturduktan bir süre sonra, 15 Şubat 1755'te Bahir Mustafa Paşa'nın yerine Hekimoğlu Ali Paşa'yı sadrazam tayin etmiştir. 18 Mayıs 1755'te Hekimoğlu Ali Paşa sadrazamlıktan alınmış, yerine Başdefterdar Naili Abdullah Paşa getirilmiştir. 24 Ağustos 1755'te Bıyıklı Ali Paşa, 25 Ekim 1755'te Yirmisekiz oğlu Mehmed Said Paşa sadrazam olmuştur. 1 Nisan 1756'da Bahir Mustafa Paşa ikinci kez sadrazamlığa getirilmiştir. 11 Ocak 1756'da Koca Ragıp Mehmed Paşa sadrazamlığa tayin edilmiştir.
Sultan III. Osman, Şefkat ve Merhamet Sahibi İyi Bir İnsandı
Sultan III. Osman şefkat ve merhamet sahibi iyi bir insandı. Fakat Şehzadegan Dairesi'nde uzun süre kaldığı için sinirleri yıpranmıştı. Bundan kaynaklanan asabilikleri de vardı. Çabuk kızar, sert ve ani tepkiler verir, sinirli tavır ve davranışlar sergilerdi. Müzikten ve kadınlardan hoşlanmazdı. Bu yönüyle kendisinden evvel padişah olan ağabeyi I. Mahmud'dan ayrılıyordu. Saraya gelir gelmez emrindeki birkaç cariye dışında, harem kadınlarının kendisine görünmesini yasaklamıştır. Bunlar arasında önceki padişah I. Mahmud'un rakkase, hanende ve sazende cariyeleri de vardı. Öyle ki padişah, tabanına kalın gümüş kabaralar(iri başlı çivi) çakılı ayakkabılar giyerek ayak sesini uzaktan duyanların kendisinden saklanmalarını emretmişti. Bu yüzden kadınlar onunla karşılaşmaktan çekinirdi.
Sultan III. Osman fakirlerin durumuna acır, onlara cömertçe yaklaşırdı. İstanbul'da tebdil-i kıyafet dolaşarak aksaklıkları yerinde görür, yapılması gereken neyse onu yapardı. Haksızlık karşısında susmaz, haksızlığı izale eder, mağdur olanların yanında yer alırdı. Yalanın ve rüşvetin en büyük düşmanıydı. Rüşvet alanları en ağır cezalarla cezalandırırdı. Kadınların sokağa uygun kıyafetlerle çıkmaları için yeri geldiğinde müdahalelerde bulunurdu.
Sultan III. Osman Han zamanında imar faaliyetlerine de önem vermiş, bu kapsamda Üsküdar'da İhsaniye Camii ve İhsaniye Mescidi'ni yaptırmıştır. Yine onun zamanında Midilli Adası Siğrî Limanı'nda¸ Malta korsanlarına karşı bir kale inşa edilerek tahkim edilmiştir. Bâb-ı Âli'nin inşası tamamlanmıştır. Ahırkapı Feneri yapılmıştır. I. Mahmud'un yapımını başlattığı Nuruosmaniye Camii ve Külliyesi, Aralık 1755'te tamamlanarak hizmete açılmıştır.
Sultan III. Osman Zamanında İstanbul'da Yaşanan Tabiî Afetler
Sultan III. Osman döneminde dış ilişkilerde ciddi sıkıntılar yaşanmamış; ama ülke sınırları içerisinde birçok badireler atlatılmıştır. Sultan'ın tahta çıktığı sene İstanbul'da, daha önce örneği görülmeyen çok şiddetli ve uzun bir kış yaşanmıştır. Şiddetli soğuklar nedeniyle İstanbul'un altın boynuzu olarak nitelenen Haliç'in tamamı, Boğaz'ın da önemli bir kısmı donmuş; insanlar Defterdar İskelesi'nden Sütlüce'ye kadar buz üstünde yürüyerek gidilebilmişti. Ağır geçen kış şartları nedeniyle insanlar çok büyük sıkıntılar çekmiştir. O zamanın tarihçilerinden Hâkim Efendi "Buz üstünden geçen geldi bana yaz dedi tarihin/Deniz altmış sekizde dondu buzdan ben-deniz geçtim" diyerek bu hadiseye tarih düşürmüştür. Bu beyitte Haliç'in Hicrî 1168'de donduğu dile getirilmiştir.
Sultan III. Osman döneminde İstanbul'da büyük zayiatlara neden olan iki büyük yangın çıkmıştır. 28 Eylül 1755'te Hoca Paşa semtinde çıkan yangın¸ gittikçe daha geniş alanlara yayılarak büyük bir afet halini almıştır. Ortalama 36 saat süren yangın sonunda birçok şey kül olmuştur. Bu büyük yangında Paşa Kapısı da yandığı için¸ Sadaret Dairesi bir süreliğine de olsa Kadırga Limanı'ndaki Esma Sultan Sarayı'na nakledilmiştir.
Sultan III. Osman dönemindeki ikinci büyük yangın 6 Temmuz 1756'da olmuştur. Bu yangın birinciden daha etkili olmuş, İstanbul'un dörtte üçü yanıp kül olmuştur. Cibali'den başlayan korkunç yangında Unkapanı¸ Süleymaniye civarı¸ Vefa, Şehzâdebaşı¸ eski yeniçeri odaları¸ Langa¸ Zeyrek¸ Saraçhane¸ Et Meydanı¸ Aksaray¸ Davut Paşa İskelesi¸ Fatih¸ Sultan Selim¸ Ali Paşa Çarşısı ve Aya Kapısı semtleri büyük zarar görmüştür. Yaklaşık 48 saat süren bu dehşetli yangında sekiz bin kadar binanın yanıp kül olduğu söylenmiştir. İstanbul'a cehennemi yaşatan bu korkunç yangında Ağa Kapısı'yla Yangın Köşkü de yanmıştı.
Kısa süren saltanatının ikinci yılında çok sevdiği annesi Şehsuvar Vâlide Sultan’ı kaybeden III. Osman'ın döneminde bütün bunların yanında iki de küçük deprem olmuştur. Yangınlar ve diğer afetler yüzünden bazı kesimler kendisini uğursuzlukla suçlamıştır. Fakat o bunlara aldırmamış, inanmış bir insan olduğu için bütün bu sıkıntıları sabırla karşılamıştır.
Ömrü Şimşirlik'te geçen Sultan III. Osman, padişahlığının üçüncü yılında¸ 29 Ekim 1757'de veremden, bir rivayete göre de mide kanserinden vefat etmiştir. Yeni Cami yanındaki, kardeşi I. Mahmut Han'ın türbesine defnedilmiştir. Onun ölümünün ardından Osmanlı tahtına III. Mustafa çıkmıştır. Allah cümlesine rahmetiyle muamele eylesin.
EDİRNE'DE DOĞUP TAHTA GEÇEN SON OSMANLI PADİŞAHI: SULTAN III. MUSTAFA
M. NİHAT MALKOÇ
Edirne'de Doğup Tahta Geçen Son Osmanlı Padişahı
Osmanlı padişahlarının 26. sı, İslâm halifelerinin ise 105. si olan III. Mustafa(Mustafa-yı Sâlis), 28 Ocak 1717(14 Safer 1129) tarihinde Edirne'de dünyaya gelmiştir. Babası Lâle Devri padişahı Sultan III. Ahmed, annesi ise cariye kökenli Mihrişah Emine Sultan'dır. III. Mustafa Han, Edirne'de doğup tahta geçen son Osmanlı padişahıdır. Dinî ilimler, ede¬biyat, tarih, coğrafya, nücum(astroloji), tıp, devlet idaresi ve askerî konularda ilim tahsil etmiş, donanımlı bir kişidir. Görünüm olarak orta boylu, iri gözlü, yassı burunlu ve siyah sakallı olarak tarif edilir. O; son derece dindar, takva sahibi, tutumlu, müşfik, çalışkan ve cömert bir insandı. Büyük İstanbul depreminde evlerini ve yakınlarını kaybeden halka kendi kesesinden yardım etmesi onun şefkat ve merhametinin en büyük göstergesidir.
Sultan III. Mustafa'nın eşleri Adilşah Kadın, Aynülhayat Kadın, Mihrişah Sultan ve Rif'at Kadın'dır. Sonuncu eşi saray dışındandır. Oğulları Şehzâde Mehmet ve Osmanlı'nın 28. padişahı olan III. Selim'dir. Kızları ise Hibetullah Sultan, Fatma Sultan, Cihanşah Sultan, Mihrimah Sultan, Mihrişah Sultan, Şah Sultan, Beyhan Sultan ve Hatice Sultan'dır.
Sultan III. Mustafa bahtsız bir padişahtır. Onun bahtsızlığı çocukluğundan beri onu adeta bir gölge gibi takip etmiştir. Zira o, Patrona Halil İsyanı’yla saltanatı sona erdirilen babası III. Ahmed ile beraber Topkapı Sarayı’nın Kafes Kasrı’na kapatılmıştır. 13 yaşında başlayan bu mahkûmiyet 27 sene boyunca öylece devam etmiştir. Fakat o, bu sıkıcı hayatı faydalı meşguliyetlerle kıymetlendirme yoluna gitmiştir. Dört duvar arasında sürekli okumuş, yeni şeyler öğrenmiş, özellikle ilm-i nücum, edebiyat ve tıp alanlarında derinleşmiştir.
Çeyrek asır boyunca sıkıntılı bir tecrit hayatı yaşayan III. Mustafa, tahta çıkabilmek için iki amcaoğlunun( I. Mahmud ve III. Osman) saltanat sürelerinin bitmesini beklemek mecburiyetinde kalmıştır. Kendisinden birkaç gün büyük olan ağabeyi Şehzâde Mehmed’in 2 Ocak 1756’da şüpheli ölümü III. Mustafa’ya saltanat yolunu ardına kadar açmıştır.
27 Senelik Kafes Hayatından Sonra 40 Yaşında Gelen Saltanat
Sultan III. Mustafa, amcazâdesi III. Osman'ın 1757'de vefat etmesiyle 30 Ekim 1757 tarihinde 40 yaşında tahta çıkmıştır. I. Mahmud'un ve III. Osman'ın çocukları olmadığı için taht yolu kendisine açılmıştı. Yeni padişah Kafes Kasrı'ndan çıkartılıp Sünnet Odası'na davet edilmiş, burada padişahlığı kendisine tebliğ edilmiştir. Cülus töreni Bâbüssaade önünde yapılmıştır. Sarayburnu, Tophane, Tershane ve Yedikule'den cülus topları atılmıştır. Çiçeği burnunda padişah, ertesi gün kılıç kuşanmak için büyük bir alayla önce Fatih Türbesi'ne, oradan Edirnekapı üzerinden Eyüp'e gitmiş, tahtta kaldığı müddetçe adaletle hükmedeceğinin bir nişanesi olarak şeyhülislâm tarafından kendisine Hz. Ömer'in kılıcı kuşatılmıştır.
Sultan III. Mustafa, kendisinden önce padişah olan(selefi) III. Osman'ın bilge sadrazamı olan Koca Ragıp Paşa'yı görevde bırakmış, onun engin tecrübelerinden yararlanmayı uygun görmüştür. Devletin dış işlerini ona havale etmiştir. Devlet yönetimine vakıf bir sadrazamla çalışması Sultan III. Mustafa'nın işlerini bir hayli kolaylaştırmıştır. Padişah daha sonra da dul kız kardeşi Saliha Sultan'ı Koca Ragıp Paşa'yla evlendirmiştir.
Sultan III. Mustafa Yenilikçi Bir Padişahtı
Yenilikçi bir padişah olan Sultan III. Mustafa, zamanın gerisinde kalmamanın ve zamanın ruhunu yakalayıp yenileşmenin elzem olduğu düşüncesindeydi. Bu yüzden ıslahat(lar) yapmanın gayreti içerisindeydi. Onun zamanında önemli ıslahatlar yapan Prusya Kralı II. Frederik’in tecrübelerinden faydalanmak istiyordu. Bu gayeyle Ahmed Resmî Efendi’yi II. Frederik'e göndermişti. Prusya Kralı II. Frederik, Sultan III. Mustafa’ya Ahmed Resmî Efendi vasıtasıyla ıslahat hareketlerindeki muvaffakiyetinin üç altın anahtarı hükmündeki şu kıymetli öğütlerini göndermişti: "1. Bol bol tarih okuyun, eski tecrübelerden faydalanın. 2. Güçlü bir orduya sahip olmaya çalışın ve barış zamanında askerlerinizi sürekli eğitime tâbi tutun. 3. Hazineniz daima parayla dolu bulunsun, ekonomiye önem verin." Sultan III. Mustafa, bu öğütleri Ahmed Resmî Efendi'den dinledikten sonra acı acı gülmüş, sonra da “Biz de bunları yapmak niyetindeyiz, lâkin yolu nedir?” diyerek kendi kendine söylenmiştir.
Sultan III. Mustafa, zamana ayak uydurmakta güçlük çeken, donanım olarak çağın gerisinde kalan, zaman zaman da başına buyruk hareket eden mevcut orduda mutlaka bir yenileşme yapılması gerektiği düşüncesindeydi. O, bu düşünceyle askerlere eğitim kuralları getirmiştir. Bütün karşı çıkmalara rağmen tüfeklere süngü taktırmıştır. Yeni bir tophane kurdurup güçlü toplar döktürmüştür. Bahriye, istihkâm ve topçu okulları açmıştır. İhtiyaçları göz önünde bulundurarak yaşlı subaylara bile eğitim zorunluluğu getirmiştir. Ordudaki ıslahatlar hususunda Baron de Tott adlı Macar uyruklu Fransız’dan faydalanmıştır. Baron de Tott, Osmanlı topçu sınıfını yeniden ele alıp modernize etmiş, Sürat Topçuları Ocağı'nı kurmuş, askere Avrupa usulü eğitim yaptırmıştır. Boğaz'da kaleler inşa ettirmiştir.
Sultan III. Mustafa dönemi Osmanlı'da mimarî faaliyetlerin yoğun olduğu hareketli bir dönemdir. Bu dönemde İstanbul'da büyük depremlerin olması mimarî faaliyetlerin yoğunlaşmasının sebeplerinden biridir. Başta Eyüp Sultan ve Fatih Cami olmak üzere bunun gibi önemli mabetler ve tarihî yapılar bu tabiî afetler neticesinde yıkılmıştır. Yıkılan yerler ya tamamen yeniden yapılmış ya da tamir edilmiştir. Bununla beraber Ayazma ve Kadıköy İskele Camileri de onun zamanında yapılan dinî eserlerdir. Fakat hiçbirinde kendi adı yoktur.
Sultan III. Mustafa tarafından inşa ettirilen Lâleli Camii, Osmanlı Devleti'nden günümüze intikal eden önemli mabetlerden biridir. Caminin kendisinden çok, dillere pelesenk olan hikâyesi mühim ve enteresandır. 1760-1764 yılları arasında yaptırılan bu kıymetli eser, bir camiden öte, birçok müştemilata haiz külliyedir. Fakat günümüze sadece cami kısmı kalabilmiştir. İmaret, çarşı, dükkânlar, çeşmeler, sebil, türbe, medrese, han, muvakkithâne ve mumhâneden müteşekkil külliye ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır.
Sultan III. Mustafa, "Cihangir" Mahlâsıyla Güzel Şiirler Yazmıştır.
Uzun yıllar cihana hakim olan Osmanlı Devleti kültür, sanat ve edebiyat alanında da dikkate değer işlere imza atmıştır. Öyle ki devleti yöneten II. Murad(Muradî), Fatih Sultan Mehmed(Avnî), II. Bayezid(Adlî), Yavuz Sultan Selim(Selimî) ve Kanunî Sultan Süleyman(Muhibbî) gibi padişahlar şiire gönül vermişlerdir. Osmanlı Devleti'nin şair padişahlarından biri de Sultan III. Mustafa'dır. O, "Cihangir" mahlâsıyla birbirinden güzel divan tarzı şiirler kaleme almıştır. Müşfik bir karaktere sahip olan III. Mustafa, şiirlerine engin bir tevazunun gereği olarak “el-fakir Mustafa Han-ı Sâlis” şeklinde imza atardı. Onun aşağıdaki mısraları dönemin idarî ve sosyal sıkıntılarını göstermesi bakımından önemlidir:
“Yıkılupdur bu cihân sanma ki bizde düzele/Devleti, çarh-ı deni verdi kamu mübtezele/Şimdi ebvab-ı saadette gezen hep hazele/İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele"(Bu devlet düzeni bozulmuştur. Dönemimizde de düzeleceğini sanma. Kader ve düzen, devlet çarkını işe yaramaz kimselerin eline verdi. Şimdi devlet görevlerinde bulunanlar hep işe yaramaz ve fuzuli insanlardır. Bu yüzden işimiz Allah'ın merhametine kalmıştır.)
Sultan III. Mustafa Dönemi Osmanlı-Rus Savaşı
Sultan III. Mustafa döneminin ilk yılları barış, huzur ve sükûn içinde geçmiştir. Bunda onun barış yanlısı tecrübeli sadrazamı ve eniştesi Koca Ragıp Paşa'nın büyük rolü vardır. Osmanlı Devleti bu dönemde 1768 Osmanlı-Rus Savaşı'na kadar önemli bir mesele(savaş) yaşamamıştır. 1762'de Rusya'da II. Katerina başa geçince Osmanlı dış politikasında ve Osmanlı-Rus ilişkilerinde olumsuz değişmeler baş göstermiştir. Bunda devleti her türlü maceradan uzak tutan ve sağduyulu hareket eden Koca Ragıp Paşa'nın ölümü de etkilidir.
Rusya'nın sürekli olarak Osmanlı Devleti'nin müttefiki olan Lehistan(Polonya) topraklarına saldırması, Yunanistan'ı ve diğer Balkan ülkelerini Osmanlı'ya isyana teşvik etmesi, Rus süvarilerinden kaçan Lehistanlıların Kırım hanlarına ait Balta kasabasına sığınması, Rusların bu kişileri takip ederek söz konusu kasabaya saldırması, Lehistanlılarla beraber Müslümanları da kılıçtan geçirmeleri bardağı taşıran son damla olmuştur. Bu saldırgan tavır ve davranışlar Osmanlı'yı harekete geçmeye mecbur bırakmıştır. Devlet-i Âliyye'nin Savaş Divanı 8 Ekim 1768'de III. Mustafa'nın başkanlığında toplanarak Rusya'ya savaş ilân edilmiştir. Böylelikle Osmanlı'da 28 yıl 10 ay süren barış dönemi sona ermiştir. Ruslarla savaş kaçınılmaz olunca III. Mustafa, Hacı Mehmed Emin Paşa'yı sadrazamlığa getirerek kendisine "Serdar-ı Ekrem" unvanını vermiş ve Rus seferine göndermiştir. Fakat yeni sadrazam askerî bilgiden yoksun olduğunu paşalara itiraf etmiş, ordunun sevk ve idaresini onlara bırakmıştır. Böyle aciz bir sadrazamla savaşa girilmiştir.
Uzun süren barış dönemi Osmanlı askerlerinin savaş kabiliyetini köreltmişti. Bir de devlet böyle çetin bir savaşa hazırlıksız yakalanmıştı. Kocası III. Petro'yu öldürerek yerine geçen Çariçe II. Katerina yönetimindeki Rusya ise muazzam bir askeri güce sahipti. Tüm bu olumsuzluklara rağmen I. ve II. Hotin Zaferleri kazanılmıştır. Bu zaferlerden sonra padişaha "Gazilik" unvanı verilmiştir. Fakat savaşın Sadrazam Hacı Mehmed Emin Paşa'yla sürdürülemeyeceği anlaşılmış, onun yerine Hotin Seraskeri Moldovânî Ali Paşa getirilmiştir.
Osmanlı ordusu Ruslara karşı zafer kazanmanın hesapları içerisindeydi. Yeni sadrazam Moldovânî Ali Paşa, Turla Nehri'nin karşısındaki Rus askerine ulaşmak için köprü kurmuş, karşı kıyıya geçerek Ruslara kayıplar verdirmiştir. Fakat bir gece vakti sular yükselince derme çatma yapılan köprü, üstündeki askerlerimizle sulara gömülmüştür. Bu durum askerimizin moralini bozmuştur. Ordu Isakçı'ya çekilmiştir. Köprü faciasını duyan harap haldeki Hotin muhafızları da dirençlerini kaybetmişlerdir. Neticede Ruslar Eflâk-Boğdan voyvodalıklarıyla Kafkasya'yı istila etmişlerdir. Bu hezimet karşısında Sadrazam Hacı Mehmed Emin Paşa görevden azledilmiş, yerine Beylerbeyi Halil Paşa geçmiştir.
Osmanlı ordusunu yenen Rusların başındaki Çariçe II. Katerina bu sefer de İngilizlerin de desteğini alarak Mora'ya asker çıkarmış, burayı almak için şeytanî planlar yapmıştır. Düşman askerleri Mora'da Müslümanları kadın çocuk ayrımı yapmadan hunharca katletmiştir. Bunun üzerine padişah Sultan III. Mustafa eski sadrazamlardan Muhsinzâde Mehmed Paşa'yı Mora Seraskerliği'ne tayin etmiştir. Ruslar direniş gösterse de mağlup olmuş, perişan vaziyette kaçmak mecburiyetinde kalmışlardır. Moralleri alt üst eden sıkıntıların arifesindeki bu zaferden sonra Muhsinzâde Mehmed Paşa'ya "Mora Fatihi" unvanı verilmiştir.
Mora Zaferi'nin müspet tesiri çok sürmemiş, bu zaferin ardından gelen bozgunlar ve felâketler kara günlerin habercisi olmuştur. Her şey güzel giderken tarihe kapkara bir leke olarak geçen "Çeşme Bozgunu" yaşanmıştır. 6 Temmuz 1770 gecesi Rus donanması, Çeşme Limanı önüne gelerek Osmanlı gemilerini topa tutmuştur. İngiliz subaylarından Greig'in hazırladığı ateş gemileri limana girmiş, Greig filosundan atılan bir humbaradan Osmanlı gemileri tutuşmuştur. Böylece başlayan yangın, gemilerin birbirinin üstüne düşmesinden dolayı süratle ilerlemiş, birkaç saat içinde, hemen hemen bütün donanma yanıp kül olmuştur. 7 Temmuz sabahı, ateşten kurtulan bir kalyon ile birkaç küçük gemi limandan çıkarken Rusların eline geçmiştir. Kaptân-ı Deryâ Hüsameddin Paşa, gemisiyle Sakız Adası'na sığınmıştır. Çok geçmeden de görevinden azledilmiştir. Cezayirli Hasan Paşa, gemisinin havaya uçmasına rağmen kurtulmayı başarmıştır. Çeşme Savaşı'nın ardından Limni Adası'nı kuşatan Orlov, Cezayirli Hasan Paşa'ya yenilerek çekilmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı ordusu 1771'deki muharebelerde büyük kayıplar vermiş, ardından da Ruslar Kırım'ı işgal etmiştir. Kırım hanı ve birçok Kırımlı İstanbul'a göç etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kırımlıların önemli bir kısmı da hunharca öldürülmüştür. Üst üste gelen hezimetler padişah III. Mustafa'yı çok üzerek sağlığını bozmuştur. Padişah 1773 yılının son aylarında iyice rahatsızlanmış, 21 Ocak 1774 tarihinde, bir cuma günü ebediyete irtihal etmiştir.
OSMANLI'NIN MAHZUN YILLARININ MAHZUN PADİŞAHI: SULTAN I. ABDÜLHAMİD
M. NİHAT MALKOÇ
II. Mahmud'dan Başlayarak Osmanoğulları'nın Son Üç Kuşağı Onun Soyundandır.
Osmanlı padişahlarının 27. si, İslâm halifelerinin ise 106. sı olan I. Abdülhamid( nam-ı diğer Hâmid-i Evvel) 20 Mart 1725(5 Receb 1137) tarihinde İstanbul'da doğmuştur. Babası Lâle Devri padişahı Sultan III. Ahmed, annesi ise câriye kökenli Rabia Şermî Sultan'dır. 7 yaşına geldiğinde annesini, 11 yaşında da babasını kaybederek hem yetim hem de öksüz kalmıştır. Sultan III. Ahmed'in III. Mustafa'dan sonra Osmanlı tahtına çıkan ikinci evlâdıdır. II. Mahmud'dan başlayarak Osmanoğulları'nın son üç kuşağı onun soyundandır. Patrona Halil İsyanı nedeniyle babası III. Ahmed tahttan indirildiğinde henüz beş yaşında olan I. Abdülhamid'in çocukluk ve gençlik hayatı Topkapı Sarayı'nda Şehzâdegân Dairesi de denilen Kafes Kasrı'nda göz hapsinde geçmiştir. Onunla birlikte kardeşleri de aynı muameleye tabi tutulmuştur. Ta ki ağabeyi olan III. Mustafa'nın tahta çıkışına kadar... Bu sürenin toplamda 44 sene sürdüğünü düşünürsek onun çektiklerini tahmin etmekte güçlük çekmeyiz. Bu durum şüphesiz onun eğitimine de olumsuz olarak yansımıştır. Neticede iyi bir eğitim görememiştir. I. Abdülhamid'in Şimşirlik günlerinde sık sık Kur'an-ı Kerim ve tarih kitapları okuduğu, kitap istinsah(kopya) ettiği, bunların yanında ok ve yay yapmakla meşgul olduğu rivayet edilir.
I. Abdülhamid'in eşleri Ayşe Sineperver Kadın, Hatice Ruhşah, Nakşıdil Sultan, Nevres Hatice, Hümaşah Kadın, Fatma Şebsefa, Binnaz Kadın, Mutebere Kadın, Dilpezir Kadın, Mislinayab Kadın'dır. Oğulları IV. Mustafa(29. padişah), II. Mahmud(30. padişah), Şehzâde Abdullah, Şehzâde Mehmed, Şehzâde Ahmed, Şehzâde Abdurrahim, Şehzâde Süleyman, Şehzâde Abdülaziz, Şehzâde Mehmed Nusret, Şehzâde Murad Seyfullah'tır. Kızları ise Ayşe Sultan, Hatice Sultan, Esma Sultan, Aynşah Sultan, Rabia Sultan, Melekşah Sultan, Fatma Sultan, Âlemşah Sultan, Saliha Sultan, Hibetullah Sultan ve Âmine Sultan'dır.
Sultan I. Abdülhamid Han, ağabeyi III. Mustafa’nın ölümü üzerine, 21 Ocak 1774’te Osmanlı Devleti’nin en sıkıntılı zamanlarından birinde 49 gibi ileri denilebilecek bir yaşta Osmanlı tahtına çıkmıştır. Sultan III. Mustafa ölüm döşeğindeyken oğlu Selim'in tahta çıkmasını istese de bu gerçekleşmemiştir. 27 Ocak 1774'te Eyüp Sultan'da kılıç kuşanmıştır. Padişahlar o güne kadar bir gelenek olarak hep Hz. Ömer'in kılıcını kuşanırlardı. O, bu geleneğin dışına çıkarak Hz. Ömer'in değil, Peygamber Efendimizin kılını kuşanmıştır.
Sultan I. Abdülhamid ilk icraat olarak İran ve Avusturya gibi komşu ülkelere elçi göndermiştir. Sultan I. Abdülhamid ilk iş olarak da cephedeki mevcut sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Muhsinzâde Mehmed Paşa'ya bir ferman göndererek görevinin devamını sağlamıştır. I. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı-Rus Savaşı devam ediyordu; dolayısıyla da ordu seferdeydi. İstanbul'da yiyecek(iaşe) sıkıntısı vardı. Çiçeği burnunda padişah bu durumu gerekçe göstererek emri altındaki askerlere cülus bahşişi yapmamıştır.
Sultan I. Abdülhamid'in Dikiş Tutturamayan Sadrazam Mehmedleri
Osmanlı Devleti'nde padişah her zaman aynı sülâleden olsa da sadrazamlarda böyle bir mecburiyet yoktu. Padişah dilediğini sadrazam yapabilirdi. Sadrazamın güven verici ve becerikli olması padişahın işlerini kolaylaştıran bir unsurdur. Çünkü üç kıtaya hükmeden koca ülkede padişahın her işe yetişmesi mümkün değildir. Bu hassasiyet çerçevesinde bazen çok mahir sadrazamlar bulunup vazife başına getirilse de bazen çok acemi sadrazamlar da başa geçmiştir. Bu konuda talihli padişahlar olduğu gibi son derece talihsiz padişahlar da olmuştur. Bazen de maharetli olduğu halde niyetleri kötü sadrazamlar da olmuştur.
Sultan I. Abdülhamid Han tahtta kaldığı 15 sene içerisinde yedisi "Mehmed" isminde olmak üzere, dokuz sadrazamı göreve getirmiş, beğenmeyince de görevden almıştır. Bunlar Muhsinzâde Mehmed Paşa, İzzet Mehmed Paşa, Derviş Mehmed Paşa, Darendeli Cebecizâde Mehmed Paşa, Kalafat Mehmed Paşa, Seyyid Mehmed Paşa(Kara Vezir), Hacı Yeğen Mehmed Paşa, Şahin Ali Paşa ve Koca Yusuf Paşa'dır.
Sultan I. Abdülhamid "Veli" Denecek Kadar Dindar Bir Padişahtı
Sultan I. Abdülhamid Han çok dindar, ehli takva, şefkatli ve merhametli bir padişahtı. İnsanların hâlinden anlayan ve toplumla hemhâl olan bir sultandı. Peygamberimize ve onun ehlibeytine olan muhabbeti çok büyüktü. Rivayetlere göre keramet ehli ve veli mertebesinde bir insandı. Şeyhlere ve hocalara itimadı çoktu. Nakşibendî şeyhlerinden Şemseddin Habîbullah Efendiye intisaplıydı. Kültürlü, gayretli, zeki ve ileri görüşlüydü. Ümmetin huzur ve refahı için elinden geleni yapmanın azmi ve gayreti içerisindeydi. Devlet işleriyle yakından ilgilenirdi. Kutsal mekânlarımız olan Mekke ve Medine'yi gözü gibi korur, bu mübarek beldelere hizmette kusur etmemek için özel bir itina ve gayret gösterirdi.
Sultan I. Abdülhamid ilerici ve yenilikçi bir padişahtı. Yaşadığı acı tecrübeler ona ordunun vakit kaybetmeden yenilenmesi gerektiğini öğretmişti. Bu kapsamda Humbaracı ve Topçu Ocağı askerlerinin talim ve terbiyesine ehemmiyet vermiştir. Kaptanıderyâ Cezayirli Gazi Hasan Paşa aracılığıyla Osmanlı donanmasını modernize etmeye çalışmıştır. 1775’te açılan Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun’da deniz subaylarının yetiştirilmesine imkân tanımıştır. Zamanında hafif de olsa gemi inşa faaliyetlerine başlanmıştır. Tımarlı Sipahilerle Yeniçeri Ocağı’nın düzene sokulması, Lağımcı ve Humbaracı Ocaklarının düzenlenmesi hakkında yeni kanunlar çıkarmıştır. Haliç’teki Riyâziye Mektebi’nde Baron de Tott ve Kampel Mustafa'nın dersler vermesini sağlamıştır. Sürat Topçuları Ocağı’nı geliştirmiş, Tersane Mühendishanesi'nın açılmasını sağlamıştır. Halil Hamîd Paşa döneminde, Râşid Efendi ve Vâsıf Efendi, İbrâhim Müteferrika Matbaası’nı yeniden faaliyete geçirmişlerdir.
Sultan I. Abdülhamid Han, Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın 1788’de Avusturya İmparatoru II. Josef’i mağlup etmesi üzerine "Gâzi "ünvanını kullanmaya başlamıştır.
I. Abdülhamid döneminde İstanbul'da ciddi bir kısım yangınlar yaşanmıştır. 1777'deki Kıztaşı Tavşantaşı yangınları ile 1782'deki "Harik-i Kebir" diye adlandırılan yangın en büyük yangınlar olarak hafızalardaki yerini almıştır. Bu yangınlarda büyük maddî ve manevî kayıplar verilmiştir. Bu yangınlarda rivayetlere göre yirmi bin ev yanarak kül olmuştur.
En zor şartlarda bile Osmanlı Devleti'ne hizmet etmek için varını yoğunu ortaya koyan Sultan I. Abdülhamid, zamanın bütün zorluk ve imkânsızlıklarına rağmen imar çalışmalarına gereken önemi vermiştir. Kendi adını verdiği Eminönü Hamidiye Külliyesi, annesi Rabia Şermî Sultan adına inşa ettirdiği Beylerbeyi Camii, muvakkithane, hamam, sıbyan mektebi, Medine-i Münevvere'deki medrese, Emirgan Çeşmesi, Hasköy Silahdar Yahya Efendi Çeşmesi, Gülşehir Kurşunlu Camii, Yozgat Ulu Camii, Unkapanı Şebsafa Camii ve Karavezir Medresesi onun imar sahasında bizlere bıraktığı en önemli kadim eserlerdir.
Peygamber Sevgisinin Şahikası: Kasîdetü'l Hucriyye(Hücre Kasidesi)
Birçok padişah gibi Sultan I. Abdülhamid Han'ın da özelde şiire ve genel anlamda da edebiyata ilgisi vardır. Aruzu ustaca kullanan I. Abdülhamid Arapçaya da, bu dilde şiir yazacak kadar hakimdir. Onun en bilinen şiiri 1777 yılında Arapça lisanında yazdığı "El-Kasîdetü'l Hucriyye(Hücre Kasidesi)'dir. Peygamber Efendimizin ahlâkının ve bütün güzelliklerinin tasvir edildiği ve kendisine yakarışta bulunulduğu bu şiir, asırlardan beri "Ravza-i Mutahhara(Peygamberimizin Kabri)"nın duvarlarını süslemektedir. "Mir'âtü'l-Haremeyn" adlı iki ciltlik eserin yazarı Eyüp Sabri Paşa'nın verdiği bilgilere göre, padişahın samimi hissiyatını edebî bir dille beyan eden bu güzel kaside Hücre-i Saadet’in kıble duvarına nakşedilmiştir. Bu bir şair için çok büyük bir şereftir. Bu büyük şeref I. Abdülhamid Han'a nasip olmuştur. Söz konusu kasideyi önemine binaen sizlerle paylaşmak istiyorum:
"Yâ Rasûlallâh! Efendim! Tutuver elimden/Senden başka kimsem yok, meyledemem başkasına/Bütün kâinatta hidayet nuru sensin/Ey güvenilenlerin en hayırlısı, cömertliğin sırrısın/Hakikattir, bütün varlıkların imdadı sensin/Allah için insanların yol göstericisi ve hatalara set çekicisin/Ey hamd makamında (Makâm-ı Mahmudda) bulunmaya layık olan Efendim,/Tek, eşsiz, doğurulmamış ve doğmamış olan Rabbimin huzu¬runda/Ey iki parmağından fışkırarak nehirler akan/Ordulara yardım ederek susuzluğunu gideren/Beni korkuya düşüren bir zarara uğradığımda/“Ey Efendiler Efendisi, ey sığınağım!” diye seslenirim sana/Hatalarımdan dolayı benim için Rahmana şefaatçi olmanı/Hayal bile edemeyeceğim bir şekilde bana ihsanda bulunmanı/Daima ve ebediyyen memnuniyet nazarıyla bakmanı/Her zaman lütufta bulunarak kusurlarımı gizlemeni niyaz edi¬yorum/Beni de içine alan o bağışlayıcılığınla şefkat eylemeni istiyorum/Çünkü benim zatından başka bir Efendim yok/Öyle bir seçilmiş zata tevessül ediyorum ki/O, Vâhid ve Ehâd’in sırrı, semalara yükselenlerin en üstünüdür./O, Güzel’in yaratıcısı, güzelliğin Rabbi olan Allahü Teâlâdır/Varlıklar içinde o güzel gibi bir güzel bulamadım./Odur mahlûkatın en hayırlısı, peygamberlerin zirvesi/Halk içindeki en değerli hazine ve onları doğru yola iletendir/Onunla (Rabbime) sığınıyorum, umulur ki Allah’ım beni bağışlar/İşte benim inancım ve itikadım budur!/Ömrüm sürdükçe O’nu medhetmeye şevkim hiç bitmeyecek/Arşın Rabbi katında benim dayanağım O’nun muhabbetidir/En güzel salât ona olsun ve bu ebediyyen devam etsin/Selâm ile birlikte, hem de sınırsız ve sayısızca/Selâm olsun şeref sahibi Âline ve ashabına da/Ki onlar müsamaha denizi, cömertlik ve yardım ehlidirler."
Hotin ve Özi’nin Düşmesi ve Üzüntünün Sebep Olduğu İnme(Felç) Hastalığı
Sultân I. Abdülhamid tahta çıktığında en büyük hedefi ağabeyi III. Mustafa zamanında başlayan ve beş yıldır süren Osmanlı-Rus Savaşı'nı bitirmekti. Fakat bunu yaparken ciddi toprak kayıpları yaşamamak niyetindeydi. Ne alabilirse bunu kazanç olarak görecekti. En sonunda da uygun bir barış antlaşması imzalayıp bu defteri kapamak düşüncesindeydi. Fakat Osmanlı ordusunun Kozluca ve Şumnu’da bozguna uğrayıp dağılması padişahın planlarını altüst etmişti. Artık bütün kozlar kadim düşman olan Rusların eline geçmişti.
Sultan I. Abdülhamid Han tahta geçtikten altı ay sonra, 21 Temmuz 1774'te Osmanlı Devleti ile Rusya arasında, Güney Dobruca'daki Küçük Kaynarca kasabasında Küçük Kaynarca Antlaşması imzalanmıştır. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı'nı sona erdiren bu antlaşmayı Osmanlı Devleti adına Sadrazam Muhsinzâde Mehmed Paşa, Ruslar adına ise Petro Rumyantsev imza altına almıştır. Bu antlaşma Osmanlı Devleti'nin 18. yüzyılda imzalamış olduğu en ağır antlaşmaların başında gelir. Bu antlaşmaya göre Osmanlı Devleti; tarihte ilk kez savaş tazminatı ödemiştir. Karadeniz artık Türk gölü olmaktan çıkmıştır. Ruslar, Karadeniz'de donanma bulundurma hakkı elde etmiş, Rus gemileri boğazdan daha etkin geçme hakkına sahip olmuştur. Daha evvel İngiltere ve Fransa'nın faydalandığı kapitülasyonlardan Ruslar ilk kez faydalanmıştır. Yine bu antlaşma neticesinde Osmanlı İmparatorluğu, dünya üzerindeki üç büyük devletten biri olma özelliğini kaybetmiştir. Avrupa devletlerinin üstünlüğünü kabul etmiştir. Uluslararası saygınlığını yitirmiştir.
Sultan I. Abdülhamid Han dönemindeki en mühim üzücü hadiselerden biri Kırım'daki Özi ve Hotin kalelerinin Rusların eline geçmesidir. I. Abdülhamid Han'ın Hotin ve Özi’nin düşmesi münasebetiyle bizzat kaleme aldığı hatt-ı hümâyûn insanı ağlatacak kadar derin mânâlıdır. Bu metindeki şu sözler onun ruh hâlini göstermesi açısından önemlidir: “Özi’nin düştüğü takriri âlimallah beni yeniden kederlendirdi; bu kadar Müslüman erkek, kadın, küçük ve büyüğün kâfir elinde kalması beni mahzun eyledi. Yârab! Sen Mâlik’ül-mülksün. Senden niyazım, ölmeden bu beldeleri tekrar Müslümanların eline geçtiğini bana göster."
Her padişah gibi I. Abdülhamid de Osmanlı'yı zirveye taşıma azmi ve gayretindeydi. Fakat tahta çıktığı zamanlar zor zamanlardı. Hotin ve Özi’nin düşmesi, Kırım'ın elimizden çıkması onu içten içe yiyip bitirmişti. Bunun işareti olarak da felç geçirmiş, ardından da 7 Nisan 1789 tarihinde darü'l bekâya irtihal etmiştir. I. Abdülhamid'in naaşı, içinde Peygamberimizin ayak izinin de bulunduğu Eminönü Bahçekapı'daki türbesine defnedilmiştir.
SANATKÂR RUHLU BİR PADİŞAH: SULTAN III. SELİM HAN
M. NİHAT MALKOÇ
Şehzâde III. Selim'in Doğumu Büyük Bir Sevinçle Karşılanmıştı.
Osmanlı padişahlarının 28. si, İslâm halifelerinin ise 107. si olan Sultan III. Selim, 24 Aralık 1761(27 Cemâziyelevvel 1175) tarihinde İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda doğmuştur. Babası Osmanlı'nın 26. padişahı olan III. Mustafa, annesi Gürcü asıllı cariye Mihrişah Sultan’dır. Bilindiği gibi I. Mahmud ve III. Osman'ın çocukları olmamıştı. Kendisinden evvel kırk yıl boyunca şehzade doğmadığı için III. Selim'in dünyaya gelişiyle birlikte yedi gün yedi gece şenlik düzenlenmiştir. Saraydakiler saltanatın devamını sağlayan bu mutluluğu doyasıya yaşamıştır. İsmi, Osmanlı'nın en büyük padişahlarından biri olan Yavuz Sultan Selim'den ilham alınarak verilmiştir. Babası tarafından iyi ve donanımlı yetiştirilmeye çalışılmıştır.
Üç kıtaya hükmeden Osmanlı'nın neslinin devamını sağlayan ve bu yüzden de sevinçle karşılanan Şehzâde III. Selim'in doğumu üzerine birçok şair tarih düşürmüştür. Bunlardan biri olan şair Fitnat Hanım'ın bu meyanda kaleme aldığı şiirini burada paylaşmak istiyorum: "Nice şâd olmasun ‘âlem ki şâhenşâh-ı devrânın/Vücûda geldi bir şehzâdesi yümn ü saâdetle//O nûr-ı dîde-i şâh-ı cihânı Hazreti Bârî/Muammer eyleye ikbâl u iclâl ü saâdetle//Gelip bâ-feyz-i ilhâm oldu taba mısra-ı târih/Cihâna geldi Şehzâde Selim iclâl ü ‘izzetle"
Şehzâde III. Selim beş yaşına geldiğinde eğitim hayatı başlamıştır. Babası onu devlet işlerine alıştırmaya çalışmış, gittiği meclislere ve toplantılara özellikle götürmüştür. III. Mustafa'nın 1774'te ölümü üzerine Şehzâde Selim'in saraydaki kafes hayatı başlamıştır. İlk yıllardaki kafes hayatı katı kurallar içinde geçmese de 1875 yılındaki Halil Hamit Paşa Hadisesi'nden sonra kafes hayatındaki şartlar zorlaştırılmış, tam bir kafes hayatına tabi tutulmuştur. III. Selim kafesteki günlerini kendini müzik ve edebiyata vererek hem faydalı hem de eğlenceli geçirmiştir. I. Abdülhamid'in Rusya ve Avusturya'yla savaş devam ederken ölümü üzerine 7 Nisan 1789 tarihinde 28 yaşındayken tahta çıkmıştır. Tahta çıkışının akabinde 15 sene ayrı kaldığı annesini Eski Saray'dan alarak merasimle Topkapı Sarayı'na getirmiştir. Böylelikle annesine olan hasreti son bulmuştur. Tahta çıkışının ertesinde kılıç alayı yapılmıştır. Bunların ardından Osmanlı tahtında 18 yıl sürecek iktidarı başlamıştır. İnancı ve itikadı güçlü bir padişah olan III. Selim tahta geçerken tebasına şunları söylemiştir: "Vezirlerim, paşalarım, beylerim! Sakın ha benden hiçbir hakikati gizlemeyiniz. Gerçekler ne kadar acı olursa olsun, hayal içinde olmaktan evlâdır. Rüşveti, suiistimali, vazifeyi ihmali, Kur'an hükümlerine aykırılığı asla affetmem, bilesiniz ve öylece amel edesiniz. İmdi seferde bulunan Sadrazam Yusuf Paşa'ya (Koca) mührümüz gönderilsin. Onu makamında tutuyoruz."
Sultan III. Selim'in eşleri Afitab Kadın, Aynısefa Kadın, Demboş Kadın, Goncangar Kadın, Hüsnümah Kadın, Nuruşems Kadın, Tab'ısafa Kadın, Zîbifer Kadın, Mahhube Kadın, Safizar Kadın, Refet Kadın'dır. Bu kadınlarla olan evliliklerinden çocuğu olmamıştır.
Sultan III. Selim'in Nizam-ı Cedit Ordusu'nu Kurma Çalışmaları
Sultan III. Selim tahta oturduğunda Osmanlı Devleti hem Avusturya'yla hem de Rusya'yla savaş halindeydi. Söz konusu savaşlar 1792 yılında Avusturya'yla yapılan Ziştovi Antlaşması ve yine aynı yıl içinde Rusya'yla yapılan Yaş Antlaşması'yla son bulmuştur. Böylece Osmanlı Devleti rahat bir nefes almıştır. III. Selim bu rahat ortamı bir fırsat olarak görmüş, başta askerî alan olmak üzere birçok konuda yenilik yapma gayreti içerisinde olmuştur. Zira büyük bir güç kaybına uğrayan ordunun buna fazlasıyla ihtiyacı vardı.
Sultan III. Selim, başta askerî teşkilat olmak üzere devlet kurumlarının ıslah edilmesi gerektiğine inanıyordu. Zira mevcut yapı, ihtiyaçları karşılamaktan uzaktı. Büyük umutlarla ve heyecanlarla tahta oturan yenilikçi padişah 1791 yılının Ekim ayında 19 Türk ve iki yabancıdan; üç kıtaya hükmeden güçlü imparatorluğun neden bu denli güç kaybına uğradığına, kaybolan bu gücün tekrar kazanılması için hangi reformların yapılması gerektiğine dair rapor yazmalarını istemiştir. Yazılan raporlarda Osmanlı'nın Batı'daki teknolojik gelişmelerden uzak kaldığı, ordunun yeni şartlara uyamadığı, bu yüzden de mevcut durumun ihtiyaçlara cevap veremediği belirtilmiştir. Bu, hastalığın bir çeşit teşhisiydi.
Yeniçeri Ocağı'nın disiplinsiz, yetersiz ve başına buyruk olduğu gün gibi ortadaydı. Sultan III. Selim bu kapsamda 24 Şubat 1793'te Nizam-ı Cedit Ordusu'nu kurma çalışmalarına başlamıştır. Bunun finanse edilmesi için de "Îrâd-ı Cedîd Hazinesi"ni teşekkül ettirmiştir. Bu yeni askerî teşkilâtın masraflarının buradan karşılanması öngörülmüştür. Büyük umutlarla kurulan bu yeni ordu, ilk başarısını Akka önlerinde Fransızları yenerek göstermiştir. Fakat söz konusu ordu Yeniçeri Ocağı'nın çıkardığı Kabakçı Mustafa İsyanı sonucu lağvedilmiştir.
Osmanlı'da Yeniçeri Ordusu daima hassas bir kurum olmuştur. Bu yüzden Nizam-ı Cedit Ordusu kurulurken mevcut ocakların ıslahı için de gayret gösterilmiş, Yeniçerilere müdahale edilmemiştir. Humbaracı, Lağımcı ve Topçu ocaklarının dönemin ihtiyaçlarına göre ıslahına ve yenileştirilmesine çalışılmıştır. Fransa, İngiltere ve İsveç’ten mühendisler ve ustalar getirilerek Tophane’de önemli düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Nizam–ı Cedit Ordusu'nun merkezi, bugün hâlâ kullanılmakta olan Üsküdar'daki Selimiye Kışlası'ydı.
Sultan III. Selim İleri Görüşlü ve Yenilikçi Bir Padişahtı.
Sultan III. Selim yenilikçi ve ileri görüşlü bir padişahtı. O, tahta çıkana kadar Avrupa’da gerçekleştirilen hiçbir yenilik Osmanlılar tarafından yeterince takip edilememiştir. Onun zamanında Osmanlı önemli bir değişim geçirmiştir. Osmanlı Devleti'nin Avrupa devletlerinde sürekli elçi bulundurması III. Selim döneminde başlamıştır. Bu dönemde ilk defa Viyana, Paris, Berlin ve Londra’ya elçiler gönderilmiştir. Elçiler Avrupa’da gerçekleşen siyasî, askerî, ilmî, iktisadî ve eğitimle ilgili gelişmeleri takip etmekle de görevliydi. Öte yandan askerî sahalarda topçu, lağımcı ve humbaracı gibi kurumlarda askerî düzenlemelere gidilmiştir. Mühendishane-i Sultanî Eyüp’ten, Hasköy’e aktarılmıştır. Avrupa’dan Tophane’ye mühendisler getirilmiştir. Donanmada görülen eksikliklerin ve aksaklıkların giderilmesi için düzenlemeler yapılmıştır. Yeni askerî okullar açılmıştır.
İleri görüşlü bir insan olan Sultan III. Selim tahta çıktığı zaman Osmanlı, toprak bakımından dünyanın en büyük devletiydi. O, tahta oturmadan evvel, henüz şehzadeyken gelecekte tahta çıkacağını düşünerek yapılması gerekenleri zihninde planlamıştı. Devletin gidişatını dikkatle takip etmişti. Hatta bunun işareti olarak Fransa Kralı XVI. Louis ile mektuplaşmaya başlamıştı. Kendini geleceğin padişahı olarak görmüş, buna hazırlanmıştı.
Sultan III. Selim eğitime çok önem veren bir padişahtı. O, kara ve deniz kuvvetleri için yetiştirilecek subayların Avrupa’nın tekniğinden ve birikiminden yararlanmaları için 1794'te ilk Türk teknik okulu olan Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun'u açmıştır.
Sultan III. Selim tahta çıktığı ilk günden itibaren donanmaya da büyük önem vermiştir. Donanmanın tekmili için Tersane-i Amire Hazinesi'ni oluşturmuştur. Gemi donanım, onarım ve yapım masrafları buradan karşılanmıştır. Böylelikle donanmaya can ve heyecan katmıştır.
Osmanlı Devleti'ne ivme kazandıran Sultan III. Selim zamanında birçok sadrazam görev yapmıştır. Bunlar arasında Koca Yusuf Paşa, Meyyit Hasan Paşa, Cezayirli Gazi Hasan Paşa, Rusçuklu Çelebizâde Şerif Hasan Paşa, Damat Melek Mehmed Paşa, İzzet Mehmed Paşa, Yusuf Ziyaüddin Paşa, Hafız İsmail Paşa, İbrahim Hilmi Paşa sayılabilir.
Sultan III. Selim Han, "İlhâmî" Mahlâsıyla Usta İşi Şiirler Yazmıştır
Sultan III. Selim, atalarından birçoğu gibi sanatkâr ruhlu bir padişahtı. O; musikiye, hattatlığa, şiire ve edebiyata derin ilgi duyan; bu sahada kıymetli eserler veren maharetli bir sultandı. "İlhamî, İlham, Selim, Selimî" gibi mahlasları kullanarak divan edebiyatı nazım şekilleriyle usta işi şiirler kaleme almıştır. Birçok nazım şeklinde yazılan bu şiirler koca bir divan oluşturacak miktardadır. Onun saltanat konusunda kaleme aldığı şu mısralar dikkate değerdir: “Bağ-ı âlem içre zâhirde safâdır saltanat/Dikkat etsen mânevî kavgaya cardır saltanat//Bu zamanın devletiyle kimse mağrur olmasın/Kâm alırsa adl ile ol dem becâdır saltanat//Kesbeder mi vuslatın bin yılda bir âşık ânın/Meyleder kim görse ammâ bîvefadır saltanat//Kıl tefekkür ey gönül çarhın hele devranını/Ki safâ ise velev ekser cefâdır saltanat//Bu cihânın devletine eyleme hırs-ü tamâ/Pek sakın İlhâmî zira bîbekadır saltanat.”
Ali Nureddin tarafından kaleme alınmış olan Kelâmü’l-Mülûk Mülûkü’lKelâm (Sultanların Sözleri Sözün Sultanları) adlı eserde Sultan III. Selim'in şairliğiyle ilgili şu değerlendirmeye yer verilmiştir: "Şiirlerinde, ibaredeki akıcılık, ifadedeki letafet, manadaki beliğlik, uyumdaki güzellik, tasvirdeki estetik ve gerçeğe yakınlık gibi her biri bir ilme ve tamamı Allah vergisine bağlı ahvalin hepsi görülür. Bu halet de ancak onun gibi övgüye değer yücelerin yücesi bir zatta bulunabilir. İlhâmî mahlaslı padişahın örnek verilen şiirlerinden iki beyit şöyledir: "Rûz u şeb dîdelerüm derdün ile kan ağlar/Vâkıf olan benüm esrâruma her ân ağlar/Yine rahm eylemez aslâ bana ol âfet-i cân/Böyle bîmâr görerek hâlüme yârân ağlar"
Divan edebiyatının son büyük şairi olarak kabul edilen Şeyh Galip hayranı olan III. Selim, Mevlevîlik tarikatına intisap etmiş dindar bir padişahımızdır. Bunun nişanesi olarak Kulekapısı Mevlevihanesi'ne sık sık uğrardı. Şeyh Galip'i makamında ziyaret ederdi. Cuma selâmlığını da çoğunlukla burada yapardı. Öte yandan Şeyh Galip'in divanını yazdırması ve kenarlarını tezhiplerle süslemesi onun bu Hakk dostuna muhabbetinin bariz göstergesidir.
Sultan III. Selim, Özelde Musikiye; Genelde Sanata Büyük Bir İlgi Duyardı.
Sultan III. Selim musikişinas bir insandı. Onun musikiye alâkası ta şehzadelik yıllarında başlamıştır. O yıllarda kafes hayatı yaşayan III. Selim, zamanını musikiyle kıymetlendirmiştir. Yeni makamlar terkip etmiş, besteler yapmıştır. Böylece iç dünyasındaki sıkıntıları ve bunalımları hafifletmiş, tabir caizse keşmekeşlikle boğuşan ruhunu dinlendirmiştir. Bu süreçte Türk/Osmanlı müziğini hakkıyla ve lâyıkıyla öğrenmiştir. Bu konudaki bilgi birikimini en üst noktaya taşımıştır. Şehzadenin bu musiki yolculuğunda ilk müzik hocası olarak kabul edilen Kırımlı Hâfız Ahmet Kâmilî Efendi ve tanbur hocası Tanburî İzak ona kılavuzluk etmiştir. “Suzidilârâ”, “şevkefzâ”, “şevk-u tarâb”, “arazbarbûselik” ve “nevakürdi” makamları III. Selim'in musikimize kazandırdığı makamlardır. 1'i ayin, 1'i durak, 1'i tevşih, 2'si ilâhî, 29'u peşrev, 29'u saz semaisi, 1'i kâr, 10'u beste, 10'u semai, 20'si şarkı olmak üzere toplamda 104 bestesi günümüze ulaşmıştır.
Sultan III. Selim, zamanında yaşayan bestekârları ve icracıları fazlasıyla himaye ve teşvik etmiştir. Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi bunların başında gelmektedir. Onun musikimize kazandırdığı bir diğer isim de Basmacı Abdi Efendi'dir. Padişah aynı zamanda şair, neyzen ve bestekâr Yenikapı Mevlevîhanesi Şeyhi Abdülbâki Nasır Dede'yle de dosttu. O, zamanın Ermeni asıllı ünlü bestecilerinden Hamparsum Limonciyan'a da destek olmuştur.
Devletin Bekası İçin Çabalayan Bir Merhamet Abidesinin Şehadeti
Sultan III. Selim insanî yönü fazlasıyla inkişaf etmiş; cömert, hoşgörülü, iyi niyetli, keskin zekâlı, merhametli ve yumuşak huylu bir padişahtı. İnsanları üzmekten ve kalp kırmaktan çok sakınırdı. Kan dökmekten hiç hoşlanmazdı. Devletine ve milletine sadakati üst düzeydeydi. Makam sevgisi yoktu. Hizmet ehliydi. Milletin memnuniyeti ve Hakk'ın rızası tek gayesiydi. Devletin ve devlet kurumlarının bekası için bir ömür canla başla çalışmıştı.
Reformcu bir padişah olan III. Selim cesur politikalarının kurbanı olmuştur. Yeniliklere karşı çıkanların desteklediği Kabakçı Mustafa İsyanı'yla önce tahtan indirilmiş, iki ay sonra da öldürülmüştür. Onun ölümünden sonra, yenilikçi devlet adamları da meydanı terk etmek mecburiyetinde kalmış, reformlar birden bire kesilmiştir. Devlet iyice geriye gitmiştir. Bu durum düşmanları sevindirmiş, dostları derinden üzmüştür. Büyük bir reformcu olan III. Selim'in önü kesilmeseydi belki de Osmanlı'nın ömrü birkaç asır daha uzayacak, o şaşalı günlerini yaşamaya devam edecekti. 28 Temmuz 1808'de şehit edilen merhumun naşı İstanbul Laleli Camii avlusundaki Sultan III. Mustafa Türbesi'ne defnedilmiştir. Allah rahmet eylesin.
DARBEYLE GELİP DARBEYLE GİDEN SULTAN IV. MUSTAFA
M. NİHAT MALKOÇ
Bir Darbeyle Gelip Başka Bir Darbeyle Giden IV. Mustafa'nın Tercüme-i Hâli
Osmanlı padişahlarının 29. su, İslâm halifelerinin ise 108. si olan IV. Mustafa, 8 Eylül 1779(26 Şâban 1193) tarihinde İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Babası Sultan I. Abdülhamid, annesi ise cariye kökenli Ayşe Sîneperver Valide Sultan'dır. Bir rivayete göre de annesi Nüketsezâ Kadın Sultan'dır. Kendisinden sonra tahta oturacak olan Sultan II. Mahmud'un ağabeyiydi. Mustafa-yı Râbî, Sultan Mustafa bin Abdülhamid Han olarak da bilinir.
IV. Mustafa şehzadelik yıllarındaki ilk eğitimini sarayda almıştır. Babası Sultan I. Abdülhamid'in payitaht İstanbul'daki teftiş gezilerine katılmış, böylece idare üzerine ilk izlenimlerini bu yolla edinmiştir. Babası Sultan I. Abdülhamid öldüğü zaman o, 10 yaşındaydı. Babasının ölümüyle birlikte amcası III. Selim tahta çıkmıştı. Amcasının çocuğu olmadığı için onun sevgisini ve ilgisini fazlasıyla görmüştür. Böylece amcasının şefkat ve merhamet kanatları altında Topkapı Sarayı'nın Şehzadegân dairesinde rahat ve özgür bir şehzadelik hayatı geçirmiştir. Fakat bu rahatlık onun yetişmesine olumlu yansımamıştır.
Tarihçiler Sultan IV. Mustafa'nın saltanat hırsıyla dolu kurnaz bir insan olduğunu söylerler. Gelişmelerden habersiz, muhakeme yeteneğinden yoksun, her söze çabuk kanan, iradesini özgürce kullanamayan ve yeniliklere ayak uyduramayan bir padişah olarak nitelerler.
Sultan IV. Mustafa'nın eşleri Seyyare Kadın, Dilpezir Kadın, Şevkinur Kadın'dır. Oğlu olmayan IV. Mustafa'nın Emine Sultan adında bir kızı vardı. O da sekiz aylıkken ölmüştür.
Kabakçı Mustafa İsyanı'yla Modernleşme Gayretleri Kesintiye Uğramıştır.
Sultan III. Selim'in, başta Nîzam-ı Cedîd Ordusu olmak üzere, ıslahatlarına karşı çıkanların yeniçerileri tahrik etmesiyle başlayan Kabakçı Mustafa İsyanı, payitahtta büyük karışıklıklara neden olmuştur. III. Selim'in yaptığı yeniliklerden memnun olmayan bazı üst düzey devlet adamları Osmanlı-Rus Savaşı'nın devam ettiği yıllarda, İstanbul'da bulunan yeniçeri ağalarıyla Nizam-ı Cedid'i ortadan kaldırma planları yapmışlardır. Kendilerine Nizam-ı Cedid kıyafeti giydirmekle vazifeli olan Raif Mahmud Efendi'yi öldüren yeniçeriler, bir yeniçeri çavuşu olan Kabakçı Mustafa'nın liderliğinde ayaklanmışlardır. Yeniçeriler asıl işleri olan askerliği bir kenara bırakıp hiç de vazifeleri olmayan devlet işlerine karışmışlardır. Eylemlerini gerçekleştirirken de aşırılıkta sınır tanımamışlardır. Böylece Sultan III. Selim'in başlattığı ve büyük mesafeler kat ettiği modernleşme gayretleri kesintiye uğramıştır.
Osmanlı hükümeti bu olumsuz gelişmeler üzerine derhal toplanarak ayaklanma ile ilgili kararlar almak istemişse de Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa, ayaklanmanın ciddi bir olay olmadığını, Nizam-ı Cedid birliklerinin olaya müdahale etmelerinin gereksiz bir iş olacağını belirtmiştir. Yönetime karşı isyan edenler bu kasıtlı yanlış bilgiler sebebiyle kimsenin engeliyle karşılaşmadıkları için kısa zamanda çok sayıda taraftar toplamışlardır. Böylece Sultan III. Selim, Nizam-ı Cedid'in kaldırılmasını isteyen asilere müdahalede çok gecikmiş, sonrasında da Nizam-ı Cedid Ordusu'nu lağvetmek mecburiyetinde kalmıştır. Bütün istekleri yerine getirilen asiler buna rağmen yine de ayaklanmaya son vermemişlerdir.
Kabakçı Mustafa İsyanı'yla beraber işler planlandığından da öte karmaşık bir hâl almıştı. İsyancılar iyice zıvanadan çıkmıştı. Davul Sultan IV. Mustafa'nın boynunda olsa da tokmak isyancı başı Kabakçı Mustafa'nın elindeydi. Padişah, isyancıların adeta kuklası haline gelmişti. Her ne isteseler derhal yaptırabiliyorlardı. Padişah iktidarda olsa da muktedir değildi. Durumu bu noktaya getiren ihtilâlcılar da doğrusu nedamet içindeydi.
İsyanın öncülüğünü yapan Kabakçı Mustafa kendini Boğaz Nâzırı ilân etmiş, küçük dağları kendisi yaratmışçasına böbürlenmişti. Kelimenin tam karşılığıyla cellâda dönüşmüştü. İnsaf duygularını kaybeden bu hadsiz adam, kardeş kanı akıtarak husumet tohumu ekiyordu.
Saltanat koltuğundan aldığı kudreti yitiren Sultan IV. Mustafa, sadrazamlığa Çelebi Mustafa Paşa'yı getirmişti. Tabii bu atamada Kabakçı'nın rolü de büyüktü. Zira bu baş isyancı kaba tabirle söylemek gerekirse sadrazamı da iplemiyordu. Yakın çevresine küstahça makam, mevki ve para dağıtıyor; bu durum devlet hazinesinin boşalmasına neden oluyordu.
Sultan III. Selim'e olan yakınlıkları ile tanınan 11 devlet adamının kendilerine teslim edilmesini isteyen isyancılar, Şehzade Mustafa ve Şehzade Mahmud'un da hayatlarının tehlikede olduğunu ileri sürerek kendilerine yollanmasını ve Sultan III. Selim'in tahttan indirilmesini istemişlerdir. Bu bitmeyen istekler karşısında Sultan III. Selim, 29 Mayıs 1807 tarihinde padişahlıktan kendi isteği ve iradesiyle ayrıldığını açıklamıştır. Sultan III. Selim, tahttan indikten sonra sarayda bir yıl daha yaşamış, Alemdar Mustafa Paşa'nın kendisini tekrar tahta çıkarmak için ayaklandığı sırada, Sultan IV. Mustafa'nın emriyle öldürülmüştür.
Sultan IV. Mustafa Tahta Geçince Amcasının Yardımlarını Çabuk Unutmuştu.
Sultan IV. Mustafa, Kabakçı Mustafa İsyanı'yla tahttan indirilen amcası Sultan III. Selim'in yerine 29 Mayıs 1807 tarihinde, 28 yaşındayken tahta çıkmıştır. Kendisine saltanat kapısını açan Kabakçı Mustafa İsyanı'nı önlemediği, hatta bu isyana neden olduğu söylenir. Bu yüzden de şiddetle eleştirilir. Çünkü amcası Sultan III. Selim onu şehzadelik yıllarında korumuştu. Fakat o, tahta geçince amcasının şefkatini ve himayesini çok çabuk unutmuştu.
IV. Mustafa, tahta çıktığında devletin merkezî otoritesi iyice zayıflamıştı. Sultan III. Selim yandaşları ve Nizam-ı Cedit taraftarları yakalandıkları yerde ve ilk fırsatta hunharca öldürülüyordu. Öte yandan Sultan IV. Mustafa'nın tahta çıkmasını sağlayan Kabakçı Mustafa ve yandaşları da devlet idaresinde mühim makam ve mevkilere getirilerek devlet yönetiminde etkin rol oynuyorlardı. Kısacası, gücü eline geçirenler onu diledikleri gibi kullanıyorlardı.
Osmanlı Devleti, Kabakçı İsyanı'ndan sonra yeniçerilere akıl almaz tavizler veriyor, onların yaptıklarını adeta görmezden geliyorlardı. Fakat bu tavizler yeniçerileri yola getirmiyor, aksine iştahlarını daha da kabartıyordu. Bu nedenle istekleri bitmek bilmiyordu. Hatta iş daha da ileri götürülmüş, yeniçerilerle bir anlaşma bile yapılmıştı. Kabakçı Mustafa İsyanı'nda baş rol oynayan yeniçeri ağalarının, kendilerini güvende tutmak için yaptıkları bu antlaşmaya göre, yeniçeriler devlet işlerine karışmayacak ve Osmanlı Devleti bu isyandan dolayı Yeniçeri Ocağı'nı sorumlu tutmayacaktı. Bu, tavizlerin geldiği noktayı gösteriyordu.
Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa'nın İstanbul'a Gelişi ve Tahtın El Değiştirmesi
Devlet idaresindeki akıl almaz hatalar ve teslimiyetçilik, ülkesini seven herkesi derinden üzüyordu. Koca imparatorluk bir isyancının eline kalmıştı. Bu durum padişahı da kederlendirse de iş işten geçmişti. Mevcut durum Sultan III. Selim yanlısı eski devlet yöneticilerini de üzüyor, durumun düzelmesi için çareler aramaya itiyordu. Bunların başında Sultan Selim yanlısı olan Alemdar Mustafa Paşa geliyordu. Başta Alemdar Mustafa Paşa olmak üzere, aklı başında herkes Sultan III. Selim'i mumla arıyordu. Muhalif grup Alemdar'ın etrafında toplanmıştı. Nihai gayeleri Sultan III. Selim'i tekrar tahta geçirmekti.
Rusçuk'ta toplanan muhalifler devlet içindeki mevcut kargaşa durumunu değiştirmek için hal çareleri arıyorlar, bu çerçevede Kabakçı Mustafa'yı öldürüp III. Selim'i başa getirmeyi düşünüyorlardı. Bu şüphesiz ki öyle kolay bir iş değildi. Fakat Alemdar Mustafa Paşa bu işi kendisine bırakmalarını söyleyerek planını şöyle izah ediyordu: "Siz bu işi bana ısmarlayın ve gerisine karışmayın. Zaten sadrazam bizi sefer işlerini görüşmek için Edirne'ye davet etmiştir. Oradan bir yolunu bulur, Dersaadet'e(İstanbul'a) geçer ve Kabakçı rezilinin kârını itmam eyleriz." Alemdar bu sözleri söyledikten sonra da 4 Haziran 1808'de Edirne'ye gitmişti.
Kurduğu gizli planlarla Edirne'ye giden Alemdar Mustafa Paşa sadrazamla buzları eritmiş, birlikte İstanbul'a dönme konusunda anlaşmışlardı. Güya İstanbul'a dönerek padişah IV. Mustafa'nın elini öpecekti. Bu durum güya onun artık III. Selim'in yanında olmadığını göstermekteydi. Fakat Paşa'nın niyeti çok farklıydı. Sadrazam onun niyetini bilemezdi.
Karşılıklı anlaşmalar neticesinde Alemdar Mustafa Paşa'ya İstanbul yolu açılmıştı. O da gizli niyetlerini hakikate döndürmek için evvelâ Çorlu'ya kadar gelmişti. Burada kendisine tâbi olan Pınarhisar âyanı Ali Ağa’yı çağırıp planını ona aktarmıştı. Aralarında şu diyaloglar geçmişti: "Baka Ali! Kabakçı'nın nâbeca vücudu izale olunacaktır(öldürülecektir). Bunun için kaç adam istersin?" Ali Ağa: "Ne kadar münasipse o kadar Paşa Baba. Fazla kalabalık çok dikkat çeker. Az olsun ama öz olsun." Ali Ağa'nın bu cevabına Alemdar Mustafa Paşa şu sözlerle mukabele etti: Berhudar olasın. Ben dahi senin gibi düşünürüm. Az ve öz. Sana seksen seçme yiğit vereceğim. Göreyim devleti bu habisin şerrinden kurtar."
Kendisini padişahın üstünde gören ve yakın çevresini devletin imkânlarıyla zengin eden Kabakçı Mustafa kendisini "Boğaz Nâzırı" ilân etmiş, Rumeli Feneri'nde bir konakta hizmetçiler, uşaklar ve cariyelerle adeta padişahlara mahsus bir hayat yaşıyordu.
Ali Ağa'nın öncülüğündeki seksen yiğit 13 Temmuz 1808 tarihinde Kabakçı Mustafa'nın malikanesinin etrafını sarmış, Kabakçı'nın korumalarını etkisiz hale getirerek kendisine ulaşmıştı. Kendisini öldürmeye gelenlere ne kadar yalvarsa da muvaffak olamamış, oracıkta öldürülmüştü. Ettikleri yanına kâr kalmamış, zalimin zulmü bumerang misali kendisine dönmüştü. Bu haberi öğrenen padişah kaosun sürmesine üzülmüş olsa da, kendisini zor durumda bırakan, iktidarını kullanılmaz hale getiren adamın ölümüne sevinmişti.
Hırsla Yola Çıkanların Akıbeti Yahut Zulüm Bir Bumerangdır
Tahtta oturan IV. Mustafa, Sultan Selim yanlısı Alemdar Mustafa Paşa'nın maiyetindeki güçlerle İstanbul'a geldiğini haber alınca endişelenmiş, bu durum karşısında yapılması gerekenlerle ilgili olarak Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa'yla fikir alışverişinde bulunmuştur. Sadrazam Çelebi Mustafa, Alemdar'ın niyetinin III. Selim'i tekrar tahta çıkarmak olduğunu hatırlatarak III. Selim'in, hatta Osmanlı'nın son veliahdı Şehzâde Mahmud'un öldürülmesi gerektiğini belirtmiştir. IV. Mustafa bu teklifi şiddetle reddetmiştir.
Alemdar Mustafa Paşa, İstanbul’da Davutpaşa’ya ulaştığında kendisini IV. Mustafa karşılamıştır. Adamları, Alemdar Mustafa Paşa'ya bir an evvel Sultan Mustafa’yı hal edip tahtı tekrar III. Selim’e devretmesini söylemişseler de o bu teklifi etik bulmamış, tereddüde mahal vermeden reddetmiştir. Fakat IV. Mustafa yine de, Alemdar Mustafa Paşa'nın tavırlarından işkillenmiştir. Durumu, başta sadrazam olmak üzere adamlarına anlatmış, fakat sadrazam "Sultan Selim'le Şehzâde Mahmud'u izale etmelisiniz. Alemdar, tahta çıkaracak kimse bulamayınca davasından vazgeçecektir." görüşünde ısrar etmiştir. Herkes bu görüşte birleşince IV. Mustafa, içi yansa da, istemeyerek de olsa bu teklife kerhen razı olmuştur.
Sultan IV. Mustafa muhalifi Alemdar Mustafa Paşa adamlarıyla saraya dayanmıştı. Kilitli kapıları kırdırmıştı. O sırada gözü dönmüş caniler III. Selim'i öldürmek için uğraşıyorlardı. Cellatlar büyük boğuşmalar neticesinde Sultan Selim'i bir kılıç darbesiyle oracıkta vahşice öldürmüşlerdi. Sultan III. Selim öldürüldüğünde 47 yaşındaydı.
Caniler, Sultan Selim'in öldürülmesinin ardından Şehzade Mahmud'un peşine düşseler de Cevri Kalfa, Şehzade Mahmud'u sakladığı için onu öldürmeye muvaffak olamamışlardır.
Alemdar Mustafa Paşa ve adamları saraya girer girmez Sultan Selim'in dairesine yönelmişler, onu soluksuz ve kanlar içinde görünce acıların en büyüğünü yaşamışlardır. Ardından Şehzade Mahmud'u aramaya koyulmuşlar, kendisine sağ salim ulaşmışlardır. Alemdar Mustafa Paşa, Şehzade Mahmud'u görünce çok sevinmiş ve elini öperek ona biat etmiştir. Bütün bunlar gerçekleşirken tarihler 28 Temmuz 1808'i gösteriyordu. Bu durum IV. Mustafa'ya bildirilince "Ben tahtımdan inmedim, Mahmud'u kim çıkardı?" dese de karmaşık bir dönem böylece sona ermiş, 31 sene sürecek olan Sultan II. Mahmud dönemi başlamıştır.
Sultan II. Mahmud tahta çıkınca kendisine taht yolunu açan Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazam yapmıştır. IV. Mustafa ise Şimşirlik Dairesi'ne hapsedilmiştir. Söylentilere göre IV. Mustafa Şimşirlik'teyken adamlarına mektuplar yollayarak tekrar tahta çıkma gayreti içinde olmuştur. Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa bu durumu bir tehdit olarak algılamış, bir baskın düzenleyerek IV. Mustafa’yı belindeki kuşak ile boğarak öldürtmüştür. 1808 yılında hayatını kaybeden Sultan IV. Mustafa'nın naşı babası I. Abdülhamid’in türbesine defnedilmiştir.
GELMİŞ GEÇMİŞ EN YENİLİKÇİ PADİŞAH: SULTAN II. MAHMUD
M. NİHAT MALKOÇ
II. Mahmud, Osman Gazi ve Sultan İbrahim'den Sonra Osmanlı'nın Son Soy Atasıdır
Osmanlı padişahlarının 30. su, İslâm halifelerinin ise 109. su olan Sultan II. Mahmud, 20 Temmuz 1785(13 Ramazan 1199) tarihinde İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda doğmuştur. Sultan Mahmud Han-ı Sânî, Sultan Mahmud bin Abdülhamid ve Sultan Mahmud-ı Adlî olarak da bilinir. Sultan III. Selim'in yeğeni, Sultan IV. Mustafa'nın kardeşidir. Babası Osmanlı'nın 27. padişahı olan I. Abdülhamid, annesi Fransız asıllı Nakşidil Sultan’dır. Babası I. Abdülhamid Han vefat ettiğinde II. Mahmud henüz dört yaşındaydı.
Sultan II. Mahmud, Osmanlı padişahlarından son altısından ikisinin babası(Abdülmecid, Abdülaziz), dördünün(V. Murad, II. Abdülhamid, Mehmed Reşad, Mehmed Vahdettin) de dedesidir. Osman Gazi ve Sultan İbrahim'den sonra Osmanlı'nın üçüncü ve son soy atasıdır. Sultan II. Mahmud'un eşleri Aşubcan Kadın, Bezmiâlem Sultan, Hoşyar Kadın, Nevfidan Kadın, Nuritâb Kadın, Pertevniyal Sultan, Piruzufelek Kadın, Vuslat Kadın ve Zernigar Kadın'dır. II. Mahmud'un ikballeri ise Hüsnümelek Hanım, Zeynifelek Hanım, Tiryal Hanım ve Lebriz Hanım'dır. Oğulları ise 31. Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecid, 32. padişah Sultan Abdülaziz, Şehzâde Murad, Şehzâde Abdülhamid, Şehzâde Ahmed, Şehzâde Bâyezid, Şehzâde Nizameddin, Şehzâde Mehmed, Şehzâde Osman ve Şehzâde Süleyman'dır. Kızları Fatma Sultan, Şah Sultan, Emine Sultan, Ayşe Sultan, Saliha Sultan, Mihrimah Sultan, Zeynep Sultan, Hamide Sultan, Cemile Sultan, Atiye Sultan, Münire Sultan, Hatice Sultan, Adile Sultan ve Hayriye Sultan'dır. İsmi tespit edilemeyenlerle birlikte birkaç kadından, kız ve erkek olmak üzere 36 çocuğunun olduğu rivayet edilir.
Rahat ve özgür bir şehzâdelik dönemi geçiren II. Mahmud, diğer Osmanlı padişahları gibi iyi bir eğitim görmüştür. Bu çerçevede binicilik, atıcılık ve topçuluk eğitimi almıştır. O, aynı zamanda iyi bir kemankeş(okçu)ti. Öyle ki adına menzil taşı bile diktirmişti.
Osmanlı Devleti'nin en yenilikçi padişahlarının başında gelen II. Mahmud, öncelikle Topkapı Sarayı'ndaki Şehzâdegan Mektebi'ne devam etmiştir. Bunun yanında, eğitimiyle bizzat, evlâdı olmayan amcası Sultan III. Selim ilgilenmiştir. Onu adeta evlâdı yerine koymuştur. Kendisiyle siyaset ve diplomasi üzerine sohbetler etmiştir. Yapmak istediği yeniliklerden bahsederek onu Osmanlı tahtına hazırlamıştır. II. Mahmud'un böylesine yenilik yanlısı olması III. Selim'in etkisiyledir. Yenilik merakı ona III. Selim'den miras kalmıştır.
II. Mahmud'un orta boylu, geniş omuzlu, küçük ve zarif elli, sağlam yapılı, beyaz sakallı, uzun kirpikli, iri ve siyah gözlü, zarif ve sevimli yüzlü olduğu söylenir. O, aynı zamanda cesur, adil, sebatkâr, temkinli, zeki, bilgili, yenilikçi, sabırlı ve azimli bir insandı. Müslüman ve gayrimüslim ayrımı gözetmeden bütün halkını ve maiyetini kucaklardı. Devlet işlerini en ince ayrıntısına kadar titizce takip ederdi. Yabancı dile çok önem verirdi.
Sultan II. Mahmud, 31 senelik padişahlığı süresince başta Alemdar Mustafa Paşa olmak üzere; Memiş Paşa, Yusuf Ziyaüddin Paşa, Laz Ahmed Paşa, Hurşid Ahmed Paşa, Mehmed Emin Rauf Paşa(iki kez), Derviş Mehmed Paşa, Seyyid Ali Paşa, Benderli Ali Paşa, Hacı Salih Paşa, Hamdullah Paşa, Mehmed Said Galip Paşa, Benderli Selim Sırrı Paşa, İzzet Mehmed Paşa ve Reşid Mehmed Paşa adlarında 15 sadrazam değiştirmiştir. Bu da onun istediği düzeyde devlet adamı bulamadığını, adam kıtlığı(kaht-rical) çektiğini gösterir.
Sultan II. Mahmud tahta çıktığında Osmanlılar, Ruslarla savaş halindeydi. O yüzden padişah tahta oturduktan sonra, 1812'de Rusya'yla Bükreş Antlaşması'nı imzalanmıştır. Sıkıntılar hep peşi sıra gelmiştir. Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa isyan etmiş, 1822'de öldürülerek bu isyan bastırılmıştır. Navarin'deki hezimetten sonra Osmanlı Devleti 1830'da Yunanistan'ın bağımsızlığını tanımak zorunda kalmıştır. 1830'da Osmanlı toprağı olan Cezayir, Fransızlar tarafından işgal edilmiştir. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyan edip Kütahya'ya kadar gelince Mısır idaresi 1833'te yapılan bir antlaşmayla ona bırakılmıştır.
Sultan II. Mahmud, tahtta kaldığı 31 yıl içinde Balkanlarda Sırp ve Yunan İsyanları, Rus-İngiliz ve Fransız donanmalarının Navarin'de Osmanlı gemilerini yakması, Vak'a-i Hayriye, Tepedelenli Ali ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa İsyanları olmak üzere sayısız badireler atlatmıştır. Bunlara Hicaz, Boğazlar ve Cezayir meselelerini de ekleyebiliriz.
II. Mahmud; Tophane Nusretiye Camii'ni, Arnavutköy Tevfikiye Camii'ni, Eminönü Hidayet Camii'ni, Taşkışla'yı, Alayköşkü'nü ve Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi'ni yaptırmıştır.
II. Mahmud'un Tahta Çıkışı, Alemdar Vakası ve Sonrası...
Bilindiği gibi II. Mahmud'un ağabeyi olan IV. Mustafa, Osmanlı'da en kısa taht hayatı yaşayan padişahlardan biridir. Zira o, darbeyle(Kabakçı Mustafa İsyanı) gelip darbeyle giden bir padişah olarak bilinir. Kendisini Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa tahttan indirmiştir.
Nizam-ı Ceditçiler, III. Selim'i tekrar tahta çıkarmak için Alemdar Mustafa Paşa öncülüğünde İstanbul'a yürümüş, sonra da Topkapı Sarayı'nı basmışlardır. Bu tavır karşısında tahtta bulunan IV. Mustafa, III. Selim'in ve kardeşi II. Mahmud'un öldürülmesi emrini vermiştir. III. Selim vahşice öldürülmüş; fakat II. Mahmud, cariyelerden Cevri Kalfa tarafından saklandığı için öldürülememiştir. III. Selim'i tahta çıkarmak için bu baskını yapan Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim'in öldürüldüğünü duyunca kahrolmuştur. Daha sonra kendine gelmiş, neticede cariyelerce saklanan II. Mahmud'u çağırarak kendisine biat etmiştir. Böylece II. Mahmud 28 Temmuz1808 tarihinde, 24 yaşındayken tahta oturmuştur. Tahta oturur oturmaz da kendisine taht yolunu açan Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazam yapmıştır.
Sultan II. Mahmud tahta geçtiğinde İstanbul'da karışıklıklar hüküm sürmekteydi. İlk olarak bunları sükûnete erdirme gayreti içinde oldu. Bu çerçevede 29 Eylül 1808'de Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa, Rumeli ve Anadolu âyanlarıyla Sened-i İttifak'ı imzalamıştır. Bu antlaşmayla birlikte âyanlar kendi bölgelerinin meşru idarecileri olarak tanınmıştır.
Kendisini bir anlamda Sultan III. Selim'in manevî mirasçısı kabul eden II. Mahmud, III. Selim'in gerçekleştiremediği Nizam-ı Cedit Ordusu'nu kurma emelindeydi. Bu niyetini Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'ya da açmıştı. Fakat ilerleyen zaman içerisinde bunun yerine, yine Nizam-ı Cedit model alınarak Sekbân-ı Cedît kurulmuştur. Başına da Kadı Abdurrahman Paşa getirilmiştir. Bunu duyan IV. Mustafa'nın adamları ve Yeniçeriler, Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'nın kaldığı Bâbıâli'yi basmışlar, sonra da ateşe vermişlerdir. Padişahtan yardım bekleyen Alemdar Mustafa Paşa, beklediği yardım gelmeyince barut mahzenini ateşe vererek yüzlerce yeniçeriyle birlikte yanarak ölmüştür. Yeniçeriler onu öldürmekle yetinmemiş, ölüsünü bularak ibret-i âlem olsun diye günlerce İstanbul'da dolaştırmışlardır. Daha sonra da cesedi parçalayıp Yedikule dışında bir kuyuya atmışlardır. Yeniçerilerin tepkilerinin dinmek bilmemesi üzerine Sultan II. Mahmud geri adım atarak Sekbân-ı Cedît Ocağı'nı lağvetmiştir. Bu hadiseden sonra yenilik hareketleri sekteye uğramıştır. Sadaret Kaymakamı Memiş Paşa'yı sadrazamlığa getirmiştir. Padişah, otoritesini güçlendirince yenilik hareketleri kaldığı yerden büyük bir hızla ve kararlılıkla devam etmiştir.
Vak'a-i Hayriye ile Başlayan Yenilikler Silsilesi ve Sultan II. Mahmud
Sultan II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmayı aklına koymuştu. Bunun için fırsatlar kolluyordu. Nitekim tarihte "Vak'a-i Hayriye" olarak adlandırılan bu olay, Sadrazam Benderli Mehmet Selim Sırrı Paşa zamanında gerçekleştirildi. Önce Eşkinci Ocağı kuruldu. Bunun üzerine Yeniçeriler ayaklandı, kazan kaldırdı. Padişah, Sancak-ı Şerif çıkararak halkı Yeniçerilere karşı savaşmaya çağırdı. Yeniçeri kışlaları top ateşine tutuldu. Binlerce yeniçeri öldürüldü; kardeş kanı döküldü. 16 Haziran 1826'da Yeniçeri Ocağı tarihe karıştı. Onun yerine "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" adlı yeni bir askerî teşkilât(ocak) kuruldu.
Osmanlı'da yeni ordunun kurulmasından sonra Avrupa'dan uzmanlar getirildi. Askerî tabip, cerrah ve eczacı yetiştirmek gayesiyle 1827'de Mekteb-i Tıbbıye-i Adliye ve Cerrahhane kuruldu. 1834'te jandarmanın temeli sayılan "Redif Teşkilâtı" oluşturuldu. Yine aynı yıl Mehterhane kaldırılarak yerine "Mızıka-yı Hümâyun" kuruldu. 1835'te Mekteb-i Fünûn-ı Harbiye-i Şahane açıldı. Burada süvari ve piyade subayları yetiştirildi. İlk defa askerî amaçlı nüfus sayımı yapıldı. "Dar-ı Şurayı Askerî" adıyla askerlik şubeleri kuruldu.
Sultan II. Mahmud zamanında yenilikler sadece askerî alanda yapılmadı. Bunun yanında Avrupa'ya ilk defa öğrenciler gönderildi. Orta dereceli okullar olan “Mekteb-i Ulum-ü Edebiye” ve “Rüştiyeler” açıldı. İlköğretim sadece İstanbul’da zorunlu hale getirdi. Salgın hastalıklara karşı karantina uygulaması başlatıldı. Posta teşkilâtı kuruldu. Yabancı dil bilen Müslüman diplomat yetiştirmek için “Tercüme Odaları” oluşturuldu. İlk defa “Takvim-i Vekayı” adlı resmî gazete çıkarıldı. Ayanlık kaldırdı. Köylere “muhtar”, eyaletlere “müşir” atandı. Tımar sistemi kaldırıldı. Müsadere sistemi kaldırılarak özel mülkiyet geliştirildi. Evkaf Vekâleti(Vakıflar Bakanlığı) kuruldu. Pasaport uygulamasına geçildi. Devlet memuru yetiştirmek amacıyla “Mekteb-i Maarif-i Adliye” açıldı. Devlet memurlarının zorunlu ceket, pantolon ve fes giymesi kararlaştırıldı. Feshane kurularak fes üretilmeye başlandı.
Görüldüğü gibi II. Mahmud, Osmanlı modernleşmesinin temellerini atmış yenilikçi bir padişahtır. Onun ölümünden sadece dört ay sonra Tanzimat Fermanı(3 Kasım 1839) 'nın ilân edilmesi tesadüf değildir. Zira o, Tanzimat Fermanı'na giden yolun bir nevi hazırlayıcısı olmuştur. Bu yönüyle bazıları onu "müceddid", bazıları da Batılı icraatları yüzünden "Gâvur Padişah" olarak nitelemiştir. Doğrusu o, ne dinî anlamda müceddit ne de Batılı anlamda gavurdur. O da, tıpkı kendisinden evvel Osmanlı tahtında oturan diğer padişahlar gibi ülkesinin menfaatlerini düşünen, elinden geldiğince de bu yolda gayret sarf eden bir kişidir.
Sultan II. Mahmud, Divan Tarzındaki Şiirlerinde "Adlî" Mahlasını Kullanmıştır.
Birçok Osmanlı padişahı gibi Sultan II. Mahmud da mahir bir şairdi. O, bu yönüyle devlet adamlığının yanında gönül adamıydı da. Şiirlerinde "Adlî" mahlasını kullanmıştır. "Adaletle ilgili" anlamına gelen bu mahlasın kendisine doğduğunda verildiği söylenir.
İslâm'ın değerlerine ve değerlilerine büyük bir hürmetle bağlı olan II. Mahmud, 1819 senesinde Hücre-i Saadete hediye ettiği şamdanın yanında, Resulullah'a olan hürmetini ve muhabbetini gösteren şu naati de göndermiştir: "Şamdan ihdaya eyledim cüret ya Resulallah!/Muradımdır Ulyaya hizmet, ya Resulallah!//Değildir ravzaya şayeste destavri-i naçizim,/Kabulünde kıl ihsan ve inayet ya Resullallah!//Kimim var hazretinden gayrı, halim eyleyem i'lam,/Cenabındadır ihsan ve mürüvvet, ya Resulallah!//Dahilek, el-eman, sad-el-eman, dergâhına düşdüm/Terahhüm kıl, bana şefaat eyle, ya Resulallah!//Dü-alemde kıl istishab han-ı Mahmud-i adliyi,/Senindir evvel ve ahirde devlet ya Resulalllah!"
Sultan II. Mahmud, sanatı ve sanatçıyı seven ve koruyan bir padişahtı. Şairliğinin yanında hattat ve bestekâr da olan II. Mahmud tanbur ve ney çalmayı da bilirdi. Sultan bestekârın bilinen 26 bestesi mevcuttur. Bunlar içerisinde hicaz divanı meşhurdur. Onun musikiyle bu denli içli dışlı olması, büyük bir müzisyen olan amcası III. Selim etkisiyledir. Zira III. Selim, II. Mahmud'un şehzâdeliğinde Topkapı Sarayı'nda fasıllar düzenlerdi.
İyi bir hattat olan II. Mahmud'un hat sanatına olan ilgisi ve sevgisi ta şehzâdelik yıllarına dayanır. Bu alandaki en önemli hocası Mustafa Rakım Efendi'dir. Bunun yanında sarayın hat hocalarından biri olan Kebecizâde Mehmed Vasfi Efendi'den sülûs ve nesih dersleri almıştır. Bunlarla beraber şehzadeliğinin son döneminde bir de hilye yazmıştır.
Yapılan antlaşmalara rağmen Kavalalı'nın ikinci kez isyan etmesi II. Mahmud'u çok üzmüştür. Kavalalı'nın oğlu İbrahim Paşa, Osmanlı'ya Nizip hezimetini yaşatmıştır. Sultan II. Mahmud bu ağır hezimeti görmeden, yakalandığı verem hastalığından kurtulamayarak, 1 Temmuz 1839'da, dinlenmek için gittiği kardeşi Esma Sultan’ın Çamlıca’daki köşkünde 54 yaşında vefat etmiştir. Büyük bir cenaze töreniyle, halkın gözyaşları arasında Divanyolu’ndaki türbesine defnedilmiştir. Ne garip bir rastlantıdır ki Sultan II. Mahmud; temmuz ayında doğmuş(20 Temmuz 1785), temmuz ayında padişah olmuş(28 Temmuz 1808) ve yine temmuz ayında ölmüştür(1 Temmuz 1839). Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.
TANZİMATÇI VE ISLAHATÇI PADİŞAH: SULTAN ABDÜLMECİD
M. NİHAT MALKOÇ
II. Mahmud, Osman Gazi ve Sultan İbrahim'den Sonra Osmanlı'nın Son Soy Atasıdır
Osmanlı padişahlarının 31. si, İslâm halifelerinin ise 110. su olan Sultan Abdülmecid, 25 Nisan 1823 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Babası Osmanlı'nın 30. padişahı olan II. Mahmud, annesi ise Çerkez veya Gürcü asıllı olduğu düşünülen Bezmiâlem Vâlide Sultan’dır. Eşleri Servetseza Kadın, Tir Müjgan Kadın, Şevkefza Kadın, Düzdidil Kadın, Rahime Perestû Kadın, Gülcemal Kadın, Mehtap Kadın, Bezmara Kadın, Verdicenan Kadın, Hoşyar kadın ve Şayan Kadın'dır. İkballeri ise Nalânıdil Hanım, Ceylanyar Hanım, Ayşe Serfiraz Hanım, Nergizev Hanım, Gülistu Hanım, Navelmisal Hanım, Nesrin Hanım, Şayeste Hanım, Nükhetseza Hanım, Zerrin Melek Hanım ve Neveser Hanım'dır.
İlân ettiği fermanlarla Osmanlı Devleti'nde köklü değişiklikler yapan Sultan Abdülmecid Han'ın oğullarının dördü, son dört Osmanlı padişahıdır. Bunlar V. Murad, II. Abdülhamid, Sultan Mehmed Reşad ve Sultan Mehmed Vahdettin'dır. Tahta çıkamayan oğulları ise Selim Süleyman Efendi, Ahmed Kemaleddin Efendi, Mehmed Burhaneddin Efendi, Abdülhamid, Nureddin Efendi, Mehmed Abdüssamed Efendi, Mehmed Abid Efendi, Mehmed Rüştü Efendi, Osman Safiyeddin Efendi, Mehmed Ziyaeddin, Bahaddin Efendi, Nizameddin Efendi, Ahmed Efendi, Mehmed Abdülhamid Efendi, Mehmed Murad Efendi ve Mehmed Ahmed Efendi'dir. Kızları ise Mevhibe Sultan, Naime Sultan, Fatma Sultan, Behiye Sultan, Neyyire Sultan, Refia Sultan, Aliye Sultan, Cemile Sultan, Münire Sultan, Samiye Sultan, Nâzıme Sultan, Sabıha Sultan, Behice Sultan, Makbule Sultan, Seniha Sultan, Zekiye Sultan, Fehime Sultan, Şehime Sultan, Mediha Sultan, Naile Sultan ve Bedia Sultan'dır.
Saltanatı boyunca idam fermanı yayınlatmayan ilk padişah olarak bilinen Sultan Abdülmecid; sakin, sabırlı ve aklıselim bir insandı. Devlet içerisinde iş gören memurların ve amirlerin rüşvet almaması için onları Kur'an'a el bastırarak yemin ettirirdi. Bununla da kalmaz onları takip ettirirdi. Rüşvet alanları da asla affetmez, devlet işlerinde barındırmazdı.
Sultan Abdülmecid, Doğu ve Batı Medeniyeti Arasında Köprü Vazifesi Görmüştü
Sultan Abdülmecid; halkın arasına çıkmaktan zevk alan, halkın meseleleriyle bizzat ilgilenme gayreti içerisinde olan, devlet kurumlarını sık sık teftiş eden titiz bir idareciydi. Kimsenin hakkında kötülük düşünmezdi. Çocuklarının yetişmesi için azamî gayret gösterirdi. Konuşmasıyla ve oturup kalkmasıyla zarif bir insan olduğu belli olurdu. Okumayı çok severdi. Usta bir at binicisiydi. Cömertlikle israfı ayırt edemeyecek kadar savurgandı. En büyük zaaflarından biri buydu. Bir de karar vermekte zorlanan mütereddit bir insandı.
Yenilik taraftarı ve çağdaş düşüncelere açık olmasının yanında, birçok Osmanlı padişahı gibi dindar bir padişah olan Abdülmecid, Kur'an okumaktan büyük zevk alırdı. Babası II. Mahmud gibi o da Nakşibendîydi. İbadetlerini aksatmazdı. Yahya Efendi Tekkesi Şeyhi Mehmed Nuri Efendi‘ye büyük saygı ve hür¬met gösterdiği söylenir. Bir rivayete göre son nefesini de bu şahsın dizinin üzerinde kelime-i şahadet getirerek vermiştir. Bütün bunlara rağmen eğlenceyi çok sevdiği ve haremden ayrılmadığı da rivayetler arasındadır.
Sultan Abdülmecid Han, kendinden evvelki padişahlar gibi payitaht İstanbul'a hapsolmamış, zaman zaman Anadolu'yu da gezmiştir. Bu çerçevede 1844'te İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibolu ve Adaları dolaşmıştır. 1846'da da Rumeli şehirlerini görmüştür.
Devrin hattat¬larından Hacı Tâhir, Ebubekir Mümtaz ve Mustafa İzzet'ten hat üzerine dersler alan Sultan Abdülmecid'in, babası kadar usta olmasa da, iyi bir hattat olduğu söylenir. Yine askerî Muallimi Ömer Lütfi Paşa'dan yazı, Safvet Efendi (Paşa) ve Rum Nikolas Aristakis'ten Fransızca, Donizetti Paşa'dan da piyano dersleri almıştır. O zamanlar bir adım önde olan Batı'da olup biteni ve yenilikleri ısrarla takip eden Sultan Abdülmecid'in Paris’te yayımlanan Debast gazetesine ve L’Illustration dergisine abone olduğu da söylenir.
Yenilikçi bir padişah olarak bilinen ve babası II. Mahmud'un yapmak isteyip de yapamadıklarını gerçekleştirmede kararlı olan Abdülmecid, son dönem Osmanlı padişahları içerisinde mühim bir simadır. Sultan II. Mahmud'un oğlu olması hasebiyle hem geleneksel hem de Batı tarzı bir eğitimden geçmiştir. Tabir caizse Avrupalı prensler gibi yetiştirilmiştir. Bu kapsamda hususî hocalardan Fransızca öğrenmiş, Batı müziği dersleri almıştır. Çocukluğunda çiçek hastalığı geçirmiştir. Bu nedenle yüzünde çiçek bozuğu kalmıştı.
Sultan Abdülmecid Han, babasının ölümü üzerine 1 Temmuz 1839 tarihinde tahta geçtiğinde henüz 17 yaşlarındaydı. O, bu yönüyle uzun bir aradan sonra küçük yaşta tahta çıkan padişahların sonuncusudur. Tahttaki ilk zamanlarında devlet yönetimindeki tecrübesizliği ve yaş itibariyle toyluğu onu karar almada güç durumlarda bırakmıştır.
Tanzimat'a Giden Yol Yahut Yağmurdan Kaçarken Doluya Tutulmak
Sultan Abdülmecid, tahta oturduğu sırada Osmanlı ordusu Nizip'te Kavalalı Mehmed Ali Paşa güçlerine yenilmişti. Mısır ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa meselesi devam etmekteydi. Bu arada II. Mahmud’un cenaze merasimi sırasında, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye Reisi Koca Hüsrev Paşa, Sultan Abdülmecid'in toyluğunu da kullanarak, Başvekil Mehmed Emin Rauf Paşa’dan mühr-i hümâyunu cebren alarak kendisini sadrazam ilân ettirmişti. Bu işi bir anlamda oldubittiye getirmişti. Padişah da bunu görmezden gelmişti. Fakat devlet idarecileri arasındaki husumet ve rekabet nedeniyle Kaptanıderyâ Ahmed Fevzi Paşa, rakibi olan Hüsrev Paşa’nın sadârete gelmiş olmasından dolayı, büyük bir hıyanete imza atarak Osmanlı donanmasını Mısır’a götürüp Mehmed Ali Paşa’ya teslim etmiştir. Böylece en zor zamanda Osmanlı Devleti ordusuz ve donanmasız kalmıştır. Bu durum Kavalalı'nın elini daha da güçlendirmiş, bu yüzden de padişahla anlaşmaya ve uzlaşmaya yanaşmamıştır. Gelişmeleri büyük bir dikkatle takip eden İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya verdikleri ortak bir nota ile Mısır meselesinin kendilerine danışılmadan çözülmemesini istemişlerdir. Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa, Mısır meselesinde Avrupa’nın yardımının sağlanması için onları ikna ve memnun edecek bir reform çalışmasının ilân edilmesi için genç ve tecrübesiz padişahı razı etmiştir. Böylece Tanzimat Fermanı'na giden yol açılmıştır.
Sultan Abdülmecid Han, 3 Kasım 1839'da Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu'yla Türk tarihinde Batılılaşmanın ilk somut adımı olan Tanzimat Dönemi'ni başlatmıştır. Söz konusu ferman Hariciye Nazırı Koca Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane Parkı'nda bütün cemaat liderlerinin ve yabancı devlet sefirlerinin huzurunda okunmuştur. Buna "Tanzimat-ı Hayriye" de denilmiştir. Fransız İhtilâli(1789) sonrası Osmanlı'nın içine sirayet eden milliyetçilik akımları ve aydınların baskıları bu fermanın ilân edilmesini bir anlamda zorunlu kılmıştır. Fermanın ilân edilmesindeki amaç, işleyişi bozulan devlet yönetiminin tamiridir.
Osmanlı Devleti'nin yüzünü Batı'ya döndürdüğünü ilân eden Tanzimat Fermanı'yla askerî, hukukî ve mülkî alanlarda birçok yenilikler yapılmıştır. Bu fermana göre Osmanlı Devleti sınırları içindeki tüm insanlar "Osmanlı vatandaşı" sayılarak din farklılıklarına bağlı ayrıcalıklar kısmen kaldırılmıştır. Bu fermanla Osmanlı devlet gelirlerinin bir bölümünün belli bir bedel karşılığında devlet tarafından kişilere devredilerek toplanması yöntemi olan "iltizam" geçersiz kılınmıştır. Bunun yerine, herkesin geliri oranında vergi vermesi benimsenmiştir. Herkesin can, mal ve namusunun koruma altına alınması, mahkemelerin herkese açık bir şekilde oluşturulması, kimsenin yargılanmadan idam edilmeyeceği, askerliğin 4 yıl olarak mecburî yapılması gerektiği, rüşvetin ortadan kaldırılması, mal ve mülkün kişiye ait olup miras olarak bırakabileceği (özel mülkiyet) hükümleri kayıt altına alınmıştır.
Islahat Fermanı'nın Getirdiği Tavizler Yahut Kırım Zaferi'nin Bedeli
Tanzimat Fermanı'yla Osmanlı'ya diledikleri reformları yaptıran Avrupalı devletler buna karşılık Mısır meselesinin çözümünü kolaylaştırmışlardı. Bu çerçevede İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında "Londra Antlaşması" imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre Mısır valiliği, verâset yoluyla Mehmed Ali Paşa’ya bırakılarak, Mısır'ın işgal ettiği topraklar ve Osmanlı donanması geri alınmıştır. 13 Temmuz 1841’de yine aynı devletler Londra’da imzaladıkları Boğazlar Sözleşmesi ile Osmanlı Devleti’nin Boğazlar üzerindeki hâkimiyetini ve yabancı savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçemeyeceği esasını kabul etmişlerdir.
Bütün bunlar yaşanırken Avrupa'daki 1848 İhtilâlleri Osmanlı'yı olumsuz etkilemiştir. Bu kapsamda Avusturya'ya karşı bağımsızlık savaşı veren Macarlar, Osmanlı'ya sığınmış, Avusturya ve Rusya'nın tehditlerine rağmen sığınmacılar iade edilmemiştir. Bu mesele 1849'da Ruslarla yapılan Baltalimanı Antlaşması'yla geçici de olsa halledilmiştir. Ardından bir başka coğrafyada, Kudüs'te meydana gelen Kutsal Yerler meselesi Rusya'yla ilişkilerimizi zedelemiştir. Ruslar Ortodoksları koruma talepleri kabul edilmeyince Eflak'ı işgal etmişlerdir. Bunun üzerine Osmanlı Devleti 1853'te Rusya'ya savaş ilân etti. Böylece Kırım Savaşı başladı. Bu savaşta İngiltere, Fransa ve Piyemonte Osmanlı'nın yanında yer aldı. Avusturya'yla Prusya ise tarafsız kalmayı tercih etti. Savaş Osmanlı'nın zaferiyle sonuçlanınca Osmanlı'nın yanında yer alan devletler tıpkı Tanzimat Fermanı öncesinde olduğu gibi reform isteğinde bulundular. Kırım Savaşı'nın Avrupalı devletlerin desteğiyle kazanılmasıyla, bu sefer de Islahat Fermanı'nın yolu açıldı. 18 Şubat 1856'da Islahat Fermanı ilân edildi. Bu fermanla birlikte Müslümanlarla gayrimüslimlerin askerlikten vergiye, hukuktan eğitime kadar her alanda eşit oldukları kabul edildi. Bu fermana göre Hıristiyanlar ve Yahudiler Türklere ait okullara girebilecekler, hatta devlet memuru bile olabilecekler, isterlerse kendi inançlarına uygun okul açabileceklerdi. Askere alınacaklar; fakat eskiden beri Müslüman olmayan topluluklardan alınan "cizye" adlı vergiden muaf olacaklardı. Eyalet ve vilâyet meclislerinde nüfusları nispetinde temsil edileceklerdi. Görünen o ki bu ferman gayrimüslimleri Müslümanlardan avantajlı duruma getirmiştir. Kırım'ın bedeli ödenmiştir.
Sultan Abdülmecid Han, Tanzimat ve Islahat Fermanları'nın yanında, imar faaliyetlerinde de isminden sıkça söz ettirmiştir. Onun zamanında Dolmabahçe Sarayı, Beykoz Kasrı, Küçüksu Kasrı, Ortaköy Mecidiye Camii, Teşvikiye Cami, Gureba Hastanesi ve Yeni Galata Köprüsü inşa edilmiştir. Bunların bir kısmı Avrupa'dan alınan borçlarla yapılmıştır. Neticede yabancılardan alınan borç paralarla yabancılara gösteriş yapılmıştır.
Sultan Abdülmecid, 22 yıllık saltanat süresinde 22 kez sadrazam değiştirmiştir. İlk sadrazam Koca Hüsrev Mehmed Paşa’nın kendisini bir oldubittiyle sadrazam ilân etmesinden sonra bu makama sırasıyla Mehmed Emin Rauf Paşa(5 kez), İzzet Mehmet Paşa, Mustafa Reşid Paşa(6 kez), İbrahim Sârim Paşa, Mehmed Emin Ali Paşa(2 kez), Dâmad Mehmed Ali Paşa, Giritli Mustafa Naili Paşa(3 kez) ve son olarak da Mehmed Rüştü Paşa getirilmiştir.
Sultan Abdülmecid Han zamanında genel bir nüfus sayımı yapılmıştır(1844). Halka "Mecidiye" adlı bir kimlik belgesi verilmiştir. Halk bu belgeleri fesin altında sakladıkları için zaman içerisinde bu belgelere "Kafa Kâğıdı" denilmiştir. Yine bu dönemde onluk sisteme dayalı altın ve gümüş para birimleri kullanılmaya başlanarak bu paralara "Mecidiye" denmiştir. 1847'de "Devlet Salnameleri(Yıllıkları)" yayımlanmaya başlanmıştır.
Yenilik konusunda sınır tanımayan Sultan Abdülmecid zamanında ilk kez çiçek aşısı uygulanmıştır(1845). 1855'te İstanbul-Edirne-Şumnu Telgraf Hattı açılmıştır. İlk vakıf hastanesi olan Bezmiâlem Valide Sultan Gureba Hastanesi tesis edilmiştir. Mekteb-i Harbiye, Ulum-ı Harbiye ve Fünûn-ı İdadiye olarak ikiye ayrılmıştır. Maarif Nezareti kurularak kız ve erkek rüştiyeleri hizmet vermeye başlamıştır. Mülkiye, Mahreç, Ziraat, Telgraf, Darülmaarif, Darülmuallimin, Orman ve Ebe Mektepleri açılmıştır. Encümen-i Daniş oluşturulmuştur.
Hareketli bir hayat yaşayan Sultan Abdülmecid, 1857'de vereme yakalandı. Dört yıl boyunca saray hekimleri ile Konstantin Karateodori ve Spitzer gibi bir kısım yabancı doktorlar onu tedavi etmeye çalışmıştır. 1861 yılı baharında rahatsızlığı iyice artmış, 25 Haziran 1861'de, henüz 38 yaşındayken ebedî âleme irtihal etmiştir. Cenazesi aynı gün, beraber çalıştığı devlet erkânının katılımıyla Yavuz Selim Camii avlusundaki ebedî istirahatgâhına defnedilmiştir. Böylece 22 yıllık saltanatı iyisiyle kötüsüyle son bulmuştur.
ŞEHİT PADİŞAHLARIN SONUNCUSU: SULTAN ABDÜLAZİZ HAN
M. NİHAT MALKOÇ
Sanatla Siyaset Arasında Geçen Bir Ömrün Serencamı
Osmanlı padişahlarının 32. si, İslâm halifelerinin ise 111. si olan Sultan Abdülaziz, 7-8 Şubat 1830 gecesi payitaht merkezi İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Babası Osmanlı'nın 30. padişahı olan II. Mahmud, annesi ise Çerkez cariye Pertevniyal Vâlide Sultan’dır. Abdülaziz, Abdülmecid'in kardeşidir. Eşleri Dürrinev Kadın, Hayranıdil Kadın, Edâdil Kadın, Nesteren Kadın, Mihrişah Kadın, Çeşmidil Kadın, Yıldız Kadın ve Gevheri Kadın'dır. Oğulları Yusuf İzzeddin Efendi, Abdülmecid Efendi(Son Halife), Mahmud Celaleddin Efendi, Mehmed Şevket Efendi, Mehmed Seyfeddin Efendi ve Mehmed Selim Efendi'dir. Kızları ise Saliha Sultan, Münire Sultan, Nâzime Sultan, Emine Sultan, Esma Sultan ve Fatma Sultan'dır.
Çocukluğunda iyi bir eğitim hayatı geçiren Sultan Abdülaziz, ağabeyi Sultan Abdülmecid'in hükümdarlığı sırasında serbest ve rahat bir hayat yaşamıştır. Batı lisanlarından Fransızcayı anadili derecesinde öğrenmiştir. Akşehirli Hasan Fehmi Efendi'den Arapça ve şer'î ilimler tahsil etmiştir. Neyzen ve bestekâr Yusuf Paşa'dan mûsiki dersleri görmüş, şehzadeliği döneminde ise Qués ve Schranz gibi sanatçılardan resim eğitimi almıştır.
Sultan Abdülaziz, sporla ilgilenmeyi severdi. Ava gitmek, güreşmek, yüzmek ve cirit atmak onun ilgi alanlarındandı. Sporla ilgilendiği için güçlü, sağlıklı ve gösterişli yapısı vardı.
Sultan Abdülaziz ileri görüşlü, iyi niyetli, adaletli, hakperest, ehl-i takva, hoşgörülü, merhametli, zeki, metanetli, kudretli, dirayetli, cesur ve heybetli bir padişahtı. Fiziksel özellik olarak da elâ gözlü, beyaza yakın kumral tenli, sert bakışlı ve top sakallı olduğu söylenir.
Şiirden Mûsikiye, Resimden Hat Sanatına Sanatkar Ruhlu Bir Padişah
Sultan Abdülaziz; şiirden musikiye, resimden hat sanatına kadar güzel sanatların hemen her türüne ilgi duymuş sanatkâr ruhlu bir padişahtı. Müziğe fevkalâde alâkası ve yeteneği vardı. Doğulu müzik aletlerinden ney üfler, Batılı enstrümanlardan lavta çalardı. Hem Batı hem de Türk müziği alanında birbirinden güzel ve özgün eserler veren Sultan Abdüzaziz'in İtalyan müzik adamı Callisto Guatelli'den dersler aldığı söylenir. Onun muhayyer makamında, devr-i Hindî usulünde bestelediği şarkının, aynı zamanda kendisine ait olduğu rivayet edilen sözlerini sizlerle paylaşmak istiyorum: "Bî-huzurum, nâle-i mürg-ı dil-i divâneden;/Fark olunmaz cism-i bîmârım bozulmuş lâneden;/Bunca derd ü mihnete katlandığım âyâ neden;/Terk-i can etsem de kurtulsam şu mihnet-hâneden"
Eli kaleme yatkın olan Sultan Abdülaziz'in plan ve proje çizim kabiliyeti de üst düzeydeydi. İnşa ettirdiği savaş gemilerinin planlarını çoğu zaman kendisinin çizdiği söylenir.
Yine onun zamanında, 27 Şubat 1863'te Sultanahmet Meydanı'nda ilk Türk fuarı sayılan Sergi-yi Umumî-yi Osmanî açılmıştır. Bu sergi Avrupa basınının da ilgisini çekmiştir.
Sultan Abdülaziz Tahta Çıktığında Teslim Aldığı Devlet Sıkıntılar İçindeydi
Sultan Abdülaziz, Tanzimat Dönemi'nin ikinci evresinde, ağabeyi Abdülmecid'in verem hastalığı yüzünden ölümü üzerine 25 Haziran 1861 tarihinde tahta çıkmıştır. Kendisine Topkapı Sarayı'nın Babüssaade önünde geleneksel cülus töreni düzenlenmiştir. Cülus töreninden sonra Topkapı Sarayı'nda kalmamış, Dolmabahçe Sarayı'nda oturmayı tercih etmiştir. Ağabeyi Abdülmecid'in çocuklarını da himayesine alıp beraberinde götürmüştü.
Sultan Abdülaziz, tahta oturur oturmaz orduyu ve donanmayı güçlendirerek eski ihtişamlı günlerine kavuşturmak için elinden gelenin fazlasını yapmıştır. Öyle ki donanmamız onun zamanında dünyanın sayılı donanmalarından biri olmuştur. Orduyu ve donanmayı güçlendirmek için borç almaktan çekinmemiştir. Çünkü güçlü ordu, güçlü devlet demekti.
Sultan Abdülaziz tahta çıktığında Osmanlı Devleti'nin malî yapısı hiç de iç açıcı değildi. Daha önce alınan borçlar sıkıntı teşkil etmekteydi. Bunun yanında Sultan Abdülaziz'in tahttaki ilk yıllarında Hersek eyaletinde ve Karadağ'da ciddi meseleler baş göstermişti. Bunların devamında Lübnan'da Marunîler ve Dürziler arasında şiddetli çatışmalar yaşanmaktaydı. Balkanlarda Sırplar, Karadağlılar ve Romenler isyan etmişlerdi. Romanya'da Carol'un prenslik isteği kabul edilmek mecburiyetinde kalınmıştı. 1867'de de Osmanlı askeri Sırbistan'dan çekilmişti. Girit'te çıkan isyan ise özel bir yönetim getirilmesiyle bastırılmıştı. 1875'te Hersek'te başlayan isyan Bosna'ya, ardından da Bulgaristan'a kadar yayılmıştı. Bütün bu ciddi meselelerle uğraşmak güçlü bir devlet yapısını ve güçlü bir orduyu gerektiriyordu.
Karışıklıkların hüküm sürdüğü Sultan Abdülaziz zamanında Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa, Mehmed Emin Âlî Paşa, Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa(2 kez), Yusuf Kâmil Paşa, Mütercim Rüştü Paşa, Mahmud Nedim Paşa(2 kez), Mithat Paşa, Sakızlı Ahmed Esad Paşa(2 kez), Şirvanzâde Mehmed Rüştü Paşa ve Serasker Hüseyin Avni Paşa sadrazamlık yapmıştır.
Sultan Abdülaziz'in muhalifleri arasında şair ve romancı Namık Kemal, gazeteci Ali Suavi ve şair Ziya Paşa gibi aydınlar başı çekiyordu. Bu kişiler Sultan Abdülaziz'e karşı kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne girmiş, o çatı altında mücadele etmeye başlamışlardı. Mısır hıdivliğinin babadan oğula geçmesi kararına öfkelenen Mustafa Fazıl Paşa tarafından Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin bir de Paris şubesi kurulmuştu. Bu kişi, bahsi geçen üç Osmanlı aydınını Paris'e davet ederek mücadelelerini burada sürdürmüşlerdi. Hep uzlaşmadan yana olan padişah onca mesele ve karışıklık arasında bir de bunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır.
Sultan Abdülaziz'in Mısır ve Avrupa Seyahatleri
Sultan Abdülaziz, emri ve hükmü altındaki toprakları daha yakından görmek ve tanımak gayesiyle 3 Nisan 1863'te İstanbul'dan bindiği "Feyz-i Cihad" vapuruyla Mısır seyahatine çıkmıştır. Mısır'a giderken devletin üst düzey yöneticilerini ve Sultan Abdülmecid'in oğullarını(yeğenlerini) da yanına almıştır. Bu önemli ziyaret Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethetmesinden 345 yıl sonra gerçekleştirilmiştir. Padişah Mısır'a ayak bastıktan sonra coşkuyla karşılanmıştır. Mısır'ın kadim şehri Kahire'yi at üstünde dolaşmıştır.
Sultan Abdülaziz, aynı zamanda Avrupa'ya giden ilk Osmanlı padişahıdır. Fransa İmparatoru III. Napolyon, Milletlerarası Paris Sanayi Sergisi’nin açılışı nedeniyle Sultan Abdülaziz’i Fransa’ya davet etmişti. Padişah aynı günlerde İngiliz Kraliçesi Victoria'dan da Londra'ya davet almıştır. Sultan Abdülaziz, bu iki daveti birleştirerek 21 Haziran 1867'de Avrupa'ya gitmiştir. Fransa ve İngiltere’yi ziyaret eden padişah, bu arada Belçika, Prusya ve Avusturya’ya da uğramıştır. Gittiği şehirlerde büyük bir coşkuyla ve sevgiyle karşılanmıştır. Önemli görüşmeler gerçekleştirmiştir. Padişahın Avrupa seyahati 46 gün sürmüştür.
Sultan Abdülaziz, Özünden Kopmadan Büyüme ve Yenileşme Anlayışındaydı
Sultan Abdülaziz, babası II. Mahmud ve ağabeyi Sultan Abdülmecid gibi yenilik yanlısı bir padişahtı. Fakat o, özünden kopmadan büyüme ve yenileşme anlayışındaydı. Öz değerlerini unutup Batı medeniyeti içinde yok olup gitmek istemiyordu. Özünü koruyarak Batılı modern icraatların izini sürüyordu. Onun zamanında yapılan yenilikleri şöyle sıralayabiliriz: "İlk kez posta pulu basıldı(1863). Bank-ı Osmanî-i Şahane açıldı(1863). Osmanlı Donanması’na ilk zırhlı savaş gemisi katıldı(1864). Haydarpaşa-İzmit Demiryolu Hattı kullanıma açıldı(1873). Tahta çıktığında 452 kilometre olan demiryolu ağı onun zamanında 1344 kilometreye çıkarıldı. Vilâyet Nizamnamesi ile yeni idarî yapı ve bunun uygulanmasıyla vilâyet meclisleri oluşturuldu(1864). Mekteb-i Sanayi (Sanayi Okulu) açıldı(1865). Darülfünûn(İstanbul Üniversitesi) faaliyete geçti(1868). Mekteb-i Sultanî(Galatasaray Lisesi) açıldı(1868). Divan-ı Ahkâm-ı Adliye (Yargıtay) kuruldu(1868). Şura-yı Devlet(Danıştay) kuruldu(1868). Mecelle yayınlandı(1869). Darülmuallimat(Kız Öğretmen Okulu) açıldı(1870). Belediyeye bağlı ilk modern itfaiye teşkilâtı kuruldu(1871). Darüşşafaka açıldı(1873). Mekteb-i Maadin (Maden Mektebi) eğitime başladı(1874).
Tahtta kaldığı süre içerisinde mimarî çalışmalara da büyük önem veren Sultan Abdülaziz, Beylerbeyi Sarayı'nı yaptırmış, ağabeyi Abdülmecid zamanında başlanan Çırağan Sarayı'nı tamamlatmıştır. Bir de İzmit'te Av Köşkü'nü yaptırmıştır. Taşkışla, Taksim Kışlası, Gümüşsuyu Kışlası, Pertevniyal Valide Sultan Camii, Sadabad Camii, Maçka sırtlarındaki Aziziye Camii ile yine Konya’daki Aziziye Camii onun döneminin mimarî eserleridir.
Selânik Vakası'ndan İntihar Süsü Verilmiş Vahşi Bir Cinayete...
Sultan Abdülaziz döneminin önemli olaylarından biri de Selânik Vakası'dır. İslâmiyet'i kabul eden bir Bulgar kızının gayrimüslimler tarafından çarşafının yırtılmasıyla başlayan hadise alevlenerek Müslümanların iki konsolosu öldürmesiyle neticelenmiştir. 10 Mayıs 1876'da İstanbul'daki medrese öğrencileri "Müslümanlar Hıristiyanların hakaretlerine uğruyor" diyerek Talebe-i Ulum Kıyamı başlatmışlardır. Ertesi gün Mahmud Nedim Paşa istifa etmiştir. 13 Mayıs 1876'da Berlin Memorandumu'yla Avrupalı devletler Osmanlı'nın iç işlerine karışma kararı almışlardır. Hüseyin Avni, Mithat, Mütercim Mehmet Rüştü gibi paşalar bu karışıklıklardan faydalanarak Sultan Abdülaziz'i tahttan indirmenin yollarını aramışlardır. Bu kapsamda toplantılar yapmışlar; hatta şeyhülislâmdan fetva bile almışlardır.
Etrafındakilerin her söylediğini yapmayan Sultan Abdülaziz, dört kişi anlamına gelen Erkân-ı Erbaa(Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa, Mütercim Mehmet Rüştü Paşa, Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi) tarafından tahttan indirilmek istenmiştir. Neticede Sultan Abdülaziz'i devirme kararı verilmiştir. Bu karardan veliaht V. Murad'ın da haberi vardı. Fakat bu şeytanî desise padişah tarafından duyulur korkusuyla planlanandan bir gün evvel gerçekleştirilmiştir. Hain planın bir gün öne alınması kararı V. Murad'a bile bildirilmemiştir.
Sultan Abdülaziz'i tahttan indirmeye kararlı olan hain ve zalim grup 30 Mayıs 1876 tarihinde sabaha karşı, Sultan Abdülaziz henüz uykudayken, Süleyman Paşa'nın emrindeki Mekteb-i Harbiye talebeleri karadan, Donanma gemileri de denizden Dolmabahçe Sarayı'nı kuşatmıştır. Serasker Hüseyin Avni Paşa, V. Murad'ı sarayın veliaht dairesinden alarak Beyazıt'a götürmüştür. Bab-ı Seraskeri'de düzenlenen kısa cülus merasiminden sonra V. Murad tahta oturtulmuştur. Yeni padişah, amcası Sultan Abdülaziz'i ve ailesini Topkapı Sarayı'na getirtme emrini vermiştir. Devrik sultan ve ailesi çok şiddetli bir yağmur altında Topkapı'ya yerleştirilmiştir. Çırağan Sarayı'nı basan hainler, Sultan Abdülaziz'in ve aile efradının neyi var neyi yok hepsini yağmalamışlardır. Hatta padişahın eşleri saraydan yaka paça uzaklaştırılırken kollarındaki bilezikler ve kulaklarındaki küpeler bile zorla alınmıştır.
Devrik padişah Sultan Abdülaziz, Topkapı Sarayı'nda bilinçli olarak III. Selim'in şehit edildiği eski hünkâr dairesine hapsedilmiştir. Böylelikle dolaylı da olsa kendisine akıbetinin aynı olacağı mesajı verilmiştir. Eski padişah, yeğeni V. Murad'a mektup yazarak başka bir yere naklini istemiştir. Böylece Abdülaziz, 2 Haziran'da Ortaköy'deki Çırağan Sarayı Fer'iyye dairesine götürülmüştür. Burada adeta bir mahkum hayatına mecbur edilmiştir. Fakat buradaki hayatı ne yazık ki uzun sürmemiştir. Onun nefes almasını bile tehdit olarak gören ismi mezkur dört hain, devrik padişahın bedenini kaldırmadan bir türlü rahat edememişlerdir.
Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu'nun Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi'nde tafsilatlı bir biçimde anlattığına göre Sultan Abdülaziz'i öldürme fikrinde olanların başı Hüseyin Avni Paşa'ydı. Mithat Paşa da onun yardımcısı konumundaydı. Bütün bu olanlardan yeni padişah V. Murad haberdar değildi. Hıyanette sınır tanımayan Hüseyin Avni Paşa'nın etrafı bu cinayeti işleyebilecek gönüllü insanlarla doluydu. Onun için, cani bulmakta zorlanmamışlardır. Abdülaziz'in ikinci mabeyincisi Fahri Bey, Cezayirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan bu iş için tutulmuştu. Bu katiller 4 Haziran 1876'da sabah saatlerinde Abdülaziz'in odasına girerek önceden yaptıkları öldürme planını harfiyen gerçekleştirmişlerdir. Sonra da olaya intihar süsü vermişlerdir. Osmanlı tahtında 15 yıl kalan, bu sürede gayretle çalışan Sultan Abdülaziz'in nâşı babasının yanına, Sultan Mahmud Türbesi'ne gömülmüştür. Allah rahmet eylesin.
KAFASI KARIŞIK PADİŞAH V. MURAD YAHUT 93 GÜNLÜK SULTANLIK
M. NİHAT MALKOÇ
Güzel Başlayan Bir Hayatın Sarayın Kapalı Kapılarının Ardında Neticelenmesi
Osmanlı padişahlarının 33. sü, İslâm halifelerinin ise 112. si olan V. Murad, 22 Eylül 1840(25 Recep 1256) tarihinde İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Asıl adı Mehmed Murad olan V. Murad'ın babası Osmanlı'nın 31. padişahı olan Sultan Abdülmecid, annesi ise Çerkez asıllı cariye Şevkiefser(Şevkefzâ) Valide Sultan'dır. Kendisi Sultan Murad-ı Hamis, Sultan Murad bin Abdülmecid Han olarak da bilinir. Sultan Abdülmecid'in ilk göz ağrısı(şehzâdesi) olduğu için, doğumundan büyük sevinç duyulmuş, akabinde Eski Çırağan Sarayı'nda geleneksel velâdet şenlikleri yapılmıştır. Babaannesi Bezmiâlem Valide Sultan, torununun doğumundan duyduğu sevinç ve sürur nedeniyle saray salonlarına çil çil altınlar ve hediyeler saçmıştır. Devlet erkânı, ilk şehzâdesini kucağına alan Sultan Abdülmecid'i iştiyakla tebrik etmiştir. Şehzâde V. Murad, ilk erkek çocuk olması hasebiyle büyük bir itinayla ve sevgiyle, adeta el üstünde büyütülmüştür. Bunun yanında şairler bu doğuma tarihler düşürmüştür. Bunlardan biri de Esad Efendi'nin düşürdüğü şu tarihtir: "Şehzâde geldi dehre/Nâsa Murad erdi."(1840)
Zeki, yumuşak huylu, hoşgörülü, açık fikirli ve sabırlı bir insan olan Sultan V. Murad; Sultan II. Abdülhamid'in, V. Mehmed Reşad'ın ve VI. Mehmed Vahdeddin'in ağabeyleridir. Eşleri Mevhibe Kadın, Reftarıdil Kadın, Şayan Kadın, Meyliservet Kadın, Resân Kadın ve Gevherriz Kadın'dır. Oğulları Mehmed Selahaddin Efendi, Süleyman Efendi ve Seyfeddin Efendi'dir. Kızları ise Hatice Sultan, Fehime Sultan, Aliye Sultan ve Fatma Sultan'dır.
V. Murad, Her Şehzâde Gibi Çocukluğunda İyi Sayılabilecek Bir Tahsil Görmüştür
Amcası Sultan Abdülaziz tahta çıkınca veliaht ilân edilen Sultan V. Murad, amcasının da gayretleriyle, hemen her şehzâde gibi çocukluğunda iyi sayılabilecek bir tahsil görmüştür. Çeşitli hocalardan Türkçe, Arapça, Fransızca, Osmanlı Tarihi, Fen ve Matematik dersleri almıştır. Bunun yanında iki İtalyan hocadan piyano ve Batı müziği dersleri de görmüştür. Daha sonraki yıllarda Batı müziği formlarında besteler yapmıştır. Özel hocaların dışında bizzat babası, kendisiyle hususî olarak ilgilenmiş, gelişimine katkıda bulunmuştur.
Avrupa görmüş ve Batı medeniyetinden bir hayli etkilenmiş bir insan olan Sultan V. Murad'ın, tıpkı amcası Sultan Abdülaziz gibi resme ve müziğe büyük bir ilgisi ve kabiliyeti vardı. Bu sahalarda özgün eserler vermiştir. Bunların yanında mimarlıkla da ilgilenmiştir.
Sultan Abdülaziz, ağabeyi Abdülmecid'in bütün çocukları gibi V. Murad'ı da himayesi altına almıştı. Şehzâde Murad, Dolmabahçe Sarayı'nın veliaht dairesinde kalmaya başlamıştı. Onu kendi çocuklarından ayırmamıştı. Kendisine Kadıköy Kurbağalıdere'deki çiftlik evini tahsis etmişti. Bunun yanında ona Bebek sırtlarındaki Nisbetiye Kasrı'nı da vermiştir. Rahat geçinmesi için kendisine yüklü miktarda ödenekler tahsis etmiştir. Bir veliaht namzedi olarak onu yanından ayırmamıştır. Öyle ki onu Mısır ve Avrupa seyahatlerine bile yanında götürmüştür. Gittiği ülkelerde çok düzgün konuşabildiği Fransızcasıyla ve beyefendiliğiyle yüksek zümreden herkesin takdirini kazanmıştır. Son Fransa imparatoru III. Napolyon ve İngiliz kraliçesi Victoria, Abdülaziz'den ziyade bu genç şehzâdeye alâka duymuştur.
Sultan Abdülaziz'in yeğenine ilgisi ve bunun tezahürü olan engin sevgisi, şefkati ve merhameti "Bir insan amcasından ancak bu kadar yakınlık görür" dedirtecek cinstendir. Nasıl olur da bir baba, ağabeyinin hatırası saydığı yeğenini kendi çocuklarıyla bir tutar; onun rahat yaşaması için çırpınır. İşte Sultan Abdülaziz böylesine diğerkâm bir padişahtır. Fakat gel gör ki V. Murad, vefa duygusunu unutmuş, amcasını tahttan indirenlerle ortak hareket etmiş, tahttan uzaklaştırılmasına göz yummuş; hatta hile ve desiselerle bizzat tahtına oturmuştur.
Entelektüel bir insan olan Sultan V. Murad henüz şehzâde iken gelecekte İngiliz kralı olacak VII. Edward'la samimi dostluklar kurmuştur. Bazı tarihçiler Sultan V. Murad'ı masonluğa sokan kişinin VII. Edward olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat onun, doktorunun tesiriyle mason olduğunu söyleyenler de vardır. Masonluktaki asıl amacının henüz şehzâdelik zamanında bile Batı'ya yakın durduğunu göstererek gelecekteki padişahlığında bu devletlerle Osmanlı Devleti arasındaki ilişkileri kolaylaştırmak ve geliştirmek olduğu söylenir.
Acı Sona Giden Yolda Sultan V. Murad'ın Genç Osmanlılarla Teşrik-i Mesaisi
Kendini tahtın varisi gören Sultan V. Murad, ta şehzâdelik döneminden beri meşrutiyet taraftarlığıyla bilinirdi. Onun bu özelliği Mithat Paşa'yla yakın durmasını sağlamıştır. O, aynı zamanda Yeni Osmanlılarla ve Jön Türklerle de içli dışlıydı. Vatan şairi olarak bilinen Namık Kemal'le ve yine Tanzimat Dönemi'nin önemli şairlerinden Ziya Paşa'yla oturup kalkardı. Bu üçlünün meşrutiyet, anayasa ve özgürlük anlayışları birbiriyle örtüşüyordu. V. Murad, Ziyâ Paşa ve özel doktoru Kapoleon Efendi vasıtasıyla, Abdülaziz’in idaresinden memnun olmayan muhalif grubun lideri Mithat Paşa ile de iletişim halindeydi.
Namık Kemal'le Ziya Paşa onu geleceğin padişahı olarak planlıyor, ona kendi görüşlerini benimsetmeye çalışıyorlardı. V. Murad, bu çerçevede İstanbul'a gelen ünlü bir Fransız hukukçuya gelecekte saltanat tahtına oturduğunda tatbik edeceği anayasa metnini hazırlamasını emretmişti. Yani şehzâde ve arkadaşları bu derece geleceği planlıyorlardı.
Namık Kemal, sarayın baskısından ve kendisini takip etmesinden rahatsızdı. Bu yüzden mevcut padişahtan çok daha demokrat ve özgürlükçü gördükleri V. Murad'a bel bağlamışlardı. Onu fikren ve ruhen tahta hazırlama gayreti içerisindeydiler. Sultan II. Abdülhamid'in hatıralarına bakarsak Namık Kemal'le Şehzâde V. Murad'ın araları o kadar iyiydi ki sabaha kadar zil zurna sarhoş olana kadar beraber içerlerdi. Aklın ve mantığın savuştuğu bu işret âlemleri V. Murad'ı hakikatlerden uzaklaştırıyor, hatta asabileştiriyordu.
Şehzâde Murad, düşünce bakımından kendisini besleyen bu kişilerin etkisi altındaydı. Takip yüzünden Kurbağalıdere'deki çiftlik evinde buluşmaları imkânsız olunca Cibril lâkaplı Baltacı Topal Süleyman vasıtasıyla buluşuyorlar, geleceğe dair fikir alıverişinde bulunuyorlardı. Siyasî muhtevalı toplantıları ise daha çok Mustafa Fazıl Paşa'nın bağında veya konağında yapılıyordu. Mekânlar bazen Nisbetiye Kasrı ve Madam Flori'nin köşkü oluyordu. Jön Türklerin Avrupa'ya kaçmalarından sonra bu toplantılar ister istemez son buldu.
Hırsın, Mantığı Perdelemesi Yahut 93 Günlük Sultanlığın Akla Galebe Çalması
Sultan V. Murad'ın tahta oturuşu hiç de doğal bir süreç olmamıştır. Çünkü tahta oturuşu öncesinde ne yazık ki çok nâhoş hadiseler gerçekleşmiştir. Öncelikle selefi olan amcası Sultan Abdülaziz; Erkân-ı Erbaa diye adlandırılan dört kişi(Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa, Mütercim Mehmet Rüştü Paşa, Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi) tarafından tahttan indirilmek istenmiştir. Bunun gerçekleşmesi için bu dört elebaşından biri olan Mithat Paşa'nın evinde buna dair gizli toplantılar düzenlenmiştir. Bu toplantıların birinde İstanbul'daki medrese talebelerinin ayaklandırılmasına karar verilmiştir. Böylece 10 Mayıs 1876'da İstanbul'daki medrese öğrencileri "Müslümanlar Hıristiyanların hakaretlerine uğruyor" diyerek Talebe-i Ulum Kıyamı(Softalar Ayaklanması) başlatmışlardır. İddialara göre o zaman veliaht konumunda bulunan V. Murad da ayartılan talebelere dağıtılmak üzere sarrafı Hristaki Efendi’den borç almış, bu paraları Mithat Paşa’ya göndermiştir. Böylece baskının finans kaynağı da bulunmuştur. Mütercim Rüştü Paşa’nın sadrazamlığa, İmâm-ı Sultânî Hasan Hayrullah Efendi’nin şeyhülislâmlığa, Hüseyin Avni Paşa’nın seraskerliğe ve Mithat Paşa’nın Meclis-i Vükelâ memuriyetine tayin edildiği söylenince isyancılar 12 Mayıs'ta dağılmıştır.
Erkân-ı Erbaa denen güruh, tabir caizse sıkı Sultan Abdülaziz düşmanıydı. 31 Mayıs'ta mevcut padişahı tahttan indirme konusunda anlaşmışlardı. Fakat "Ya padişah bu planımızı o güne kadar duyarsa..." diye ifade edebileceğimiz korku ve endişeleri içlerini yiyip bitiriyordu. Onun için, ne olur ne olmaz düşüncesiyle, hiç beklemeden bu işin bir an evvel halledilmesi gerektiği kanaatine vararak bir çeşit darbe diyebileceğimiz hadiseyi bir gün öncesine aldılar. Bu öne alma kararı o kadar gizli tutulmuştu ki Şehzâde Murad'ın da bundan haberi yoktu.
Hırsın, Mantığı Perdelemesi Yahut 93 Günlük Sultanlığın Akla Galebe Çalması
Sultan Abdülaziz'i tahttan indirecek darbe an meselesiydi. Nitekim 29 Mayıs'ı 30 Mayıs'a bağlayan gecenin fecrinde Sultan Abdülaziz'in ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı hem karadan hem de denizden abluka altına alındı. Giriş çıkışlar yasaklandı; hatta telefon telleri kesildi. Böylece hain plan uygulamaya konuldu. Darbe planının önemli bir parçası olan Askerî Mektepler Nâzırı Süleyman Paşa, Taşkışla'daki talebeleri silahlandırarak sarayı karadan kuşattı. Saraya giren Süleyman Paşa, veliaht dairesine giderek Şehzâde Süleyman'ı almak istediyse de, planın bir gün sonra icra edileceğini düşünen V. Murad endişelenerek gelmek istemedi. Bu arada darbenin elebaşlarından H. Avni Paşa yetişerek Şehzâde Murad'ı arabasına aldı; şiddetli bir yağmur altında önce rıhtıma, sonra güçlükle de olsa bir kayıkla Sirkeci İskelesi'ne getirdi. Bindikleri bir arabayla Beyazıt’taki Serasker Kapısı’na vardılar. Sadrazam, şeyhülislâm ve diğer bazı devlet erkânı onları karşıladı. Sonra da V. Murad’a biat ettiler ve onu kutladılar. Ardından da Sultan Abdülaziz’in hal'ine dair fetva okundu. Fetvada devrik padişahın devleti iyi yönetemediği, hatta cinnet geçirdiği ifade ediliyordu.
Çirkin darbenin ardından Sultan Abdülaziz, Dolmabahçe Sarayı'ndan alınarak o zamanlar padişahlar tarafından kullanılmayan Topkapı Sarayı'na getirilmiştir. Yeni padişah Sultan V. Murad da Dolmabahçe Sarayı'na götürülmüştür. Yeni padişahın cülusu top atışlarıyla dört bir tarafa duyurulmuştur. Sultan V. Murad, adet olduğu üzere Topkapı Sarayı’ndaki altın tahta oturtulması gerekirken Dolmabahçe Sarayı'nda yaldızlı bir koltuğa oturtularak sönük bir biat merasimi gerçekleştirilmiştir. Daha da kötüsü Sultan Abdülaziz'in birikmiş paraları ve eşlerinin bütün mücevheri talan edilmiştir. Rivayetlere göre bunların bir kısmı yeni padişahın annesi Şevkefzâ Valide Sultan tarafından alınırken, bir kısmı da V. Murad'ın şehzâdelik yıllarında bir milyonun üzerinde borçlu olduğu sarraf Hristaki'ye verilmiştir. Büyük bir kısmına da darbeyi gerçekleştiren devlet erkânı el koymuştur. Böylece Sultan Abdülaziz sadece tahtından edilmemiş, en zor zamanlarında beş parasız bırakılmıştır.
Sultan Abdülaziz, Topkapı Sarayı'nda şehit padişahlardan III. Selim'in öldürüldüğü hünkâr dairesine konularak kendisine bir çeşit mesaj verilmiştir. O da yeğeni V. Murad'a mektup yazarak yerinin değiştirilmesini istemiş, yeni padişah amcasına Çırağan Sarayı'nın Fer'iyye dairesini tahsis etmiştir. Ne yazık ki burada iki gün kaldıktan sonra H. Avni Paşa'nın adamları tarafından şehit edilmiş; fakat olaya intihar süsü verilmiştir. V. Murad'dan sonra tahta oturan Sultan II. Abdülhamid, suçluları Yıldız Mahkemesi'ne çıkarıp suçlarını tescil ettirse de onları idam ettirmek yerine sürgüne göndererek hafif cezalarla cezalandırmıştır.
Sultan Abdülaziz'in öldürülmesinin ardından kayınbiraderi(Neşerek Kadın'ın kardeşi) Kolağası Çerkes Hasan Bey, eniştesi Abdülaziz'in öldürülmesine çok içerlenmişti. Cinayetin asıl sorumlusunun Hüseyin Avni Paşa olduğunu öğrenmişti. İntikamını alacaktı. Nitekim 15/16 Haziran gecesi silahlanarak H. Avni Paşa'nın konağına varmıştı. Mithat Paşa'nın konağında toplantı yaptıklarını öğrenerek tek başına oraya gitmişti. Toplantı salonunu basarak H. Avni Paşa'yı iki kurşunla ve kama darbeleriyle öldürmüştü. Mithat Paşa o sırada kaçmış; peşine düşse de onu yakalayamamıştı. Geriye dönünce Hariciye Nâzırı Râşid Paşa'nın korkudan sandalyenin arkasına saklandığını görmüş, onu da bir kurşunla yere sermiş, sonra da gırtlağını kesmişti. O arada sadrazam yaveri Şükrü Bey'i de bir kurşunla öldürmüştü. Ağır yaralanan 26 yaşındaki Çerkes Hasan, ertesi gün Beyazıt Meydanı'nda bir dut ağacına asılarak idam edilmişti. Daha sonra Edirnekapı'daki mezarının üstüne bir türbe yapılmıştı.
"Men Dakka Dukka(Çalma Kapımı, Çalarlar Kapını)" Gerçeğinin Tezahürü
"Çalma kapımı, çalarlar kapını" anlamında "Men dakka dukka" diye anlamlı bir söz vardır. Bunun bir diğer veciz ifadesi "etme bulma dünyası"dır. Kötülük eden, mutlaka yaptığı kötülüğün karşılığını bulur. Bu, dünyada olmasa bile ahirette mutlaka olur. Çünkü yüce Allah "âdil-i mutlak"tır. O; iyi de kötü de olsa, herkese yaptığının karşılığını verir. Hiç kimseye zulmetmez. Yegâne mutlak adalet sahibi Allah'tır. Kimsenin hakkını kimseye yedirmez.
Bir türlü denge tutturamayan V. Murad, selefi Sultan Abdülaziz'den gördüğü onca iyiliğe karşı ne yazık ki hep düşmanca tavırlar içerisinde olmuştur. Daima şefkat, merhamet ve iyilik gördüğü amcasının düşmanlarıyla işbirliği yaparak onu tahttan uzaklaştırmıştır.
Sultan V. Murad tahta oturduğunda ruh hâli hiç de iç açıcı değildi. Sultan Abdülaziz'in öldürülmesinden sonra sinirleri iyice bozulmuştu. Viyana'dan ünlü ruh doktoru Leidersdorf getirilse de bir türlü düzelememiştir. Bu yüzden 93 gün kalabildiği tahttan 31 Ağustos 1876'da indirilmesine karar verilmiş, aynı tarihte yerine Sultan II. Abdülhamid getirilmiştir.
Sultan V. Murad, vaktiyle tahta çıkarıldığı çete tarafından bu sefer de tahttan indirilmişti. Kader bir anlamda hükmünü vermişti. Tahttan uzaklaştırıldığında 36 yaşında olan V. Murad, 64 yaşına kadar Sultan II. Abdülhamid'in izniyle, aile fertleriyle birlikte Çırağan Sarayı'nda yaşamış, bu süre içerisinde padişah tarafından sıkı takibe alınmıştır. Hatta II. Abdülhamid, V. Murad'ın geri dönme ihtimaline karşı doktorlardan tedavisinin mümkün olmadığına dair rapor çıkarmıştır. Bu konuda haksız da değildi. Zira kendisini tekrar tahta çıkarmak için bir kısım girişimler olmuştur. Bunlardan en önemlisi gazeteci Ali Suavi'nin giriştiği meşhur Çırağan Vakası'dır. 20 Mayıs 1878'de sarayı kuşatan Ali Suavi ve adamları, V. Murad'ı Çırağan'dan kaçırmaya çalışmış, o sırada hadiseyi duyan Beşiktaş Karakolu muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa, Ali Suavi'yi, başına sopayla vurarak oracıkta öldürmüştür.
Kafası pek karışık olan padişah Sultan V. Murad, 29 Ağustos 1904'te İstanbul'da şeker hastalığından vefat etmiştir. "Men dakka dukka" sözünün hakikatini bizzat yaşayan Sultan V. Murad, annesi Şevkefzâ Kadın Efendi'nin yanına, Yenicami'deki türbesine defnedilmiştir.
"KIZIL" VE "ULU" SIFATLARI ARASINDA SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN
M. NİHAT MALKOÇ
Osmanlı'nın Çöküş Döneminde 33 Sene Sürecek Uzun Bir Saltanatın Mimarı
Osmanlı padişahlarının 34. sü, İslâm halifelerinin ise 113. sü olan Sultan II. Abdülhamid, 21 Eylül 1842 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelmiştir. "Sultan Abdülhamid Han-ı Sânî" ve "Sultan Hamid" olarak da bilinir. II. Abdülhamid'in babası Osmanlı'nın 31. padişahı olan Sultan Abdülmecid, annesi ise Çerkes asıllı cariye Tîrimüjgân Kadınefendi'dir. Şehzâde Abdülhamid, 11 yaşında annesini kaybettiği için, hiç çocuğu olmayan Piristû Kadınefendi kendisine analık etmiştir. Bu yüzden de öz anne sevgisinden mahrum kalmıştır. Çalışmayı ve üretmeyi çok seven Şehzâde Abdülhamid, tahta çıkana kadar geçen zaman içerisindeki ömrünü Tarabya’daki yazlığında, Maslak’taki köşkünde ve Kâğıthane’deki çiftliğinde içki ve sefahatten uzak, sakin bir hayat sürerek geçirmiştir.
Osmanoğulları ailesinin bariz özelliklerini taşıyan II. Abdülhamid, güçlü bir hafızaya sahipti. İlk bakışta saygı uyandıran bir görüntüsü vardı. Çok dinleyen, az konuşan bir insandı.
II. Abdülhamid, babasından görmediği ilgiyi ve sıcaklığı amcası Abdülaziz'den görmüştür dersek abartmış olmayız. Zira Abdülaziz, yeğeninin serbest yetişmesi için ona her türlü imkânı sağlamıştır. Meşhur Mısır ve Avrupa seyahatlerine onu da götürmüştür.
Şehzâde Abdülhamid'in iri burunlu, parlak ve iri gözlü olduğu söylenir. Zeki, yumuşak huylu, soğukkanlı, açık fikirli, saygılı, nazik, sabırlı ve biraz da vehimli bir insan olan Sultan II. Abdülhamid Han; Sultan V. Murad'ın kardeşi, V. Mehmed Reşad'ın ve VI. Mehmed Vahdeddin'in de ağabeyleridir. Eşleri Nazikeda Kadın, Safinaz Nurefsun Kadın, Bedrifelek Kadın, Bîdar Kadın, Dilpesend Kadın, Mezide Mestan Kadın, Emsalinur Kadın ve Müşfika Kadın'dır. İkballeri ise Sâzkar Hanım, Peyveste Hanım, Fatma Pesend Hanım, Behice Hanım, Saliha Naciye Hanım, Dürdane Hanım, Calibos Hanım ve Nazlıyar Hanım'dır. Oğulları Mehmed Selim Efendi, Mehmed Abdülkadir Efendi, Ahmed Nuri Efendi, Mehmed Burhaneddin Efendi, Abdürrahim Hayri Efendi, Ahmed Nureddin Efendi, Mehmed Bedreddin Efendi ve Mehmed Abid Efendi'dir. Kızları ise Ulviye Sultan, Zekiye Sultan, Fatma Naime Sultan, Naile Sultan, Seniyye Sultan, Seniha Sultan, Şadiye Sultan, Aliye Sultan, Cemile Sultan, Refia Sultan, Hatice Sultan, Samiye Sultan ve Hamide Ayşe Sultan'dır.
Şehzâde Abdülhamid, zamanının en iyi hocaları tarafından büyük bir ihtimamla eğitilmiştir. Bu çerçevede Gerdankıran Ömer Efendi’den Türkçe, Ali Mahvî Efendi’den Farsça, Ferid ve Şerif efendilerden Arapça ve sair ilimleri, Vak‘anüvis Lutfi Efendi’den Osmanlı tarihi, Edhem ve Kemal paşalarla Gardet isimli bir Fransız’dan Fransızca, Guatelli ve Lombardi adlı iki İtalyan’dan da mûsiki eğitimi alarak tam tekmil yetişmiştir.
Şehzâde Abdülhamid'in Tahta Çıkışı ve Meclis-i Mebusan'ın Açılması
Şehzâde Abdülhamid, ağabeyi V. Murad'ın aklî dengesini kaybetmesi nedeniyle, bu yüzden de tahttan uzaklaştırılması üzerine, Devlet-i Âliyye'nin en sıkıntılı döneminde, 31 Ağustos 1876 tarihinde tahta çıkmıştır. Tahta çıkmadan evvel, amcası Sultan Abdülaziz ile ağabeyi V. Murad'ı tahttan indiren Midhat Paşa ve arkadaşlarına meşrutiyeti ilân edeceğinin sözünü vermiştir. Zira onu tahta çıkarmak isteyenler ona böyle bir şart koşmuşlardır.
II. Abdülhamid hiç de iyi ve rahat bir ortamda padişah olmamıştır. Adeta ateşten gömlek giymiştir. Bu dönemdeki dış bağlantılı sıkıntıların önemli bir kısmı Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmaları ile Sırbistan ve Karadağ muharebelerinden kaynaklanıyordu. Bu aykırı sesleri en çok da Rusya destekliyordu. Çünkü Osmanlının zayıflaması, çıkarlarına yarıyordu.
Büyük bir siyasî deha olan II. Abdülhamid tahta çıkar çıkmaz ilk iş olarak halkın ve devlet erkânının sevgisini ve güvenini kazanmaya çalıştı. Bu kapsamda halkla ve başta ordu olmak üzere, tüm devlet kurumlarıyla sıcak ilişkiler kurdu. Gün geldi subaylarla ve erlerle oturup asker yemeği yedi, gün geldi ulemayla iftar yaptı. Zaman zaman sadrazamı ve nâzırlarını yanına alarak halkla namaz kıldı, yaralı askerleri hastanelerde ziyaret etti. Bu ve bunun gibi samimi yakınlaşmalar onun halkçı padişah imajını güçlendirerek sempati toplamasını sağladı. Bu da o zamanlar en çok ihtiyaç duyulan birlik ve beraberliğe hizmet etti.
Sultan II. Abdülhamid, tahta çıktığında Mütercim Rüştü Paşa'nın sadrazamlığa devam etmesini sağladı. Fakat sonraki günlerde Midhat Paşa'yla anlaşmazlıklar yaşayan eski sadrazam görevinden istifa etti. Onun ardından bu göreve Midhat Paşa getirildi. Onun sadarete gelmesiyle 23 Aralık 1876'da Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kânûn-ı Esâsî ilân edildi. Böylece Midhat Paşa'nın bir ömür hayal ettiği meşrutiyet idaresi fiilen gerçekleşti.
Sadrazam Midhat Paşa'nın hayalleri gerçeğe dönüştü ama onun mutluluğu çok uzun sürmedi. Çünkü Midhat Paşa 5 Şubat 1877 tarihinde sadrazamlık görevinden alınarak sürgüne gönderildi. Buna gerekçe olarak onun İngiltere ile yaptığı anayasa pazarlığı ve Osmanlı hânedanlığını kaldırarak kendi ailesini tahta çıkarma veya cumhuriyet kurma düşüncesi gösterildi. Fakat Sultan II. Abdülhamid meşrutiyetin savunucusunu sürgüne gönderse de Kānûn-ı Esâsî'den vazgeçmedi. Seçimler zamanında yapılarak 141 üyeden (115'i mebus, 26'sı âyan üyesi) oluşan ilk Türk parlamentosu 19 Mart 1877'de padişah tarafından açıldı.
Meclis-i Mebûsan (İlk Meclis) 93 Harbi'nde İyi Bir Görüntü Vermemiştir.
Londra Konferansı, İngiltere'nin gayretleriyle 31 Mart 1877'de toplanmış, Tersane Konferansı'nda istediklerini alamayan Rusya'nın Balkan sorununa yönelik isteklerini içeren Londra Protokolü, İngiltere tarafından imzalanıp Bâbıâli'ye gönderilmiş; fakat yeni meclis tarafından kabul görmemiştir. Bunun üzerine Rusya, 24 Nisan 1877'de Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etmiştir. Tarihte "93 Harbi" olarak da adlandırılan 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı'nda Romenler, Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarlar da Rusya’nın yanında yer almışlardır. Hiçbir dış yardım alamayan Osmanlının en zor zamanlarında gerçekleştirilen bu savaşta ordumuz ve milletimiz çok büyük sıkıntılar yaşamıştır. Buna rağmen Gazi Osman Paşa Plevne'de, Gazi Ahmed Muhtar Paşa da doğuda başarılı savunma savaşları gerçekleştirmişse de bunun devamı gelmemiş, ordularımız cepheden çekilmek zorunda kalmıştır. Bunun akabinde on binlerce Müslüman-Türk Osmanlı vatandaşı İstanbul'a akın etmiş, böylece muhacirlik dönemi başlamıştır. Gelenlerin bir kısmı ise Anadolu'ya yerleştirilmiştir.
Osmanlı Devleti, yenilgiyle neticelenen 93 Harbi sonrasında 3 Mart 1878'de Rusya'yla Ayastefanos Antlaşması'nı imzalamak mecburiyetinde kalmıştır. Zira Rus ordusu batıdan Yeşilköy (Ayastefanos)'e, doğudan ise Erzurum'a kadar gelmişti. Fakat bu antlaşma, başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerinin menfaatlerine aykırı olduğu için tıpkı Sevr gibi kâğıt üzerinde kalmıştır. Bunlarla bağlantılı olarak Kıbrıs yönetimi, Berlin'de bizden yana tavır takınacağı vaadiyle ve bir oldubittiyle geçici olarak İngiltere'ye bırakılmıştır. En sonunda da (13 Temmuz 1878) Osmanlı İmparatorluğu, Rusya, Büyük Britanya, Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya ve Fransa arasında Berlin Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmayla Osmanlı İmparatorluğu kendisine bağlı olan Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ'ın kendi başlarına birer prenslik olmalarını kabul etmiştir. Böylece birçok toprağını kaybetmiştir. Osmanlı Devleti'nin en önemli kazancı ise Girit, Doğu Beyazıt ve Eleşkirt'in kendisine bırakılması olmuştur. Öte yandan Balkanlardaki varlığımız 35 sene daha sürmüştür.
Meclis-i Mebûsan (ilk meclis), 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında ve sonrasında memleketin çıkarlarını ön plana alma konusunda iyi bir görüntü vermemiştir. Hatta farklı milletlerden ve ırklardan olan mebuslar, fırsattan istifade etme yollarını arayarak yeni haklar elde etmenin, muhtariyetin ve kendi istiklâllerinin peşine düşmüşlerdir. Bunu, savaşa dair karşılıklı suçlamalar takip etmiştir. Oysa bu ilk meclis çoğulculuk mantığıyla ve demokratik bir bakış açısıyla millî birlik ve beraberlik sağlamaya yönelik en yetkili karar organıydı.
Meclis iyi yolda değildi. Bu durumu büyük bir üzüntüyle gören II. Abdülhamid, meclise gelip etkili bir konuşma yapmış, bu konuşmada “Ben artık Sultan Mahmud’un izinden gitmeye mecbur olacağım” diyerek anayasanın askıya alınacağına dair ilk sinyali vermiştir. Nitekim 13 Şubat 1878’de de Meclis-i Mebûsan süresiz olarak tatil edilmiştir. Böylece büyük umutlarla başlayan ilk meclis denemesi 10 ay 25 gün devam edebilmiştir.
Meclis-i Mebûsan fiilen kapatılsa da Kânûn-ı Esâsî, sembolik de olsa, varlığını sürdürmüştür. Öyle ki resmî devlet salnâmelerinde meşrutiyet ve Kânûn-ı Esâsî (Anayasa) yer almaya devam etmiştir. Bu durum II. Abdülhamid'in bu sevdadan vazgeçmediğini gösterir.
Sultan II. Abdülhamid'in Dış Politikası Barış Üzerine Temellendirilmiştir.
Sultan II. Abdülhamid döneminde sert ve tavizsiz bir iç politika güdülmüştür. Bu kapsamda başta payitaht İstanbul olmak üzere, imparatorluk coğrafyasındaki bütün etkili ve yetkili kişiler sıkı bir şekilde kontrol altında tutulmuştur. Belki de dönemin şartları da bunu gerektiriyordu. Zira dış güçler koca imparatorluğun bir an evvel çökmesi için içerdeki bir kısım hainleri ve gafilleri sonuna kadar kullanıyordu. Padişah da kendisinden önce bu tahtta oturan maktul amcası Abdülaziz ve devrik ağabeyi V. Murad'ın başlarına gelenleri düşünüyor, şüpheciliği ve tedirginliği tavan yapıyordu. Kendisinin de bir gün bu şekilde tahttan indirilebileceğinden endişeleniyordu. Bu sebeple tedbiri elden bırakmıyordu.
II. Abdülhamid, riskleri bertaraf etmek için geniş ve güçlü bir hafiye teşkilâtı kurarak her şeyden anında haberdar oluyordu. Böylece jurnalciliği saraya sokuyordu. Bu konuda belki de abartılı davranıyordu. Fakat Çırağan Vakası gibi bir kısım girişimler onu şüpheciliğinde haklı çıkarıyordu. O da bunları düşünerek iyice içine kapanıp Yıldız Sarayı'na çekiliyordu.
Sultan II. Abdülhamid, Batılı devletlerin sömürgeci anlayışın ürünü kurnaz politikalarına karşı barışçı, akıllı ve tutarlı bir politika yürütmüştür. Diplomasi dilini çok iyi kullanarak bunun imkânlarından yararlanmıştır. Kurduğu teşkilâtla başta Avrupa olmak üzere, dünyadaki bütün politik gelişmelerden haberdar olmuştur. Dış gelişmelere duyguyla ve heyecanla değil, akıl ve mantıkla yaklaşmıştır. Sömürgeci büyük devletlerin Osmanlı üzerindeki çıkar çatışmalarından azamî düzeyde faydalanmıştır. Bazen İngiltere'ye karşı Rusya, Rusya'ya karşı da İngiltere kozunu akıllıca kullanmıştır. Daima denge politikasından yana olmuştur. Devletler arası münasebetlerde çıkarların ön planda olduğunu aklından çıkarmamıştır. Diplomatik ilişkilerde her türlü ayrıntıyı hesaba katarak ince hesaplar yapmıştır. Aldığı kararları millet adına aldığını unutmadan hassas bir şekilde hareket etmiştir.
Öte yandan II. Abdülhamid'in Filistin politikası bugün de şuurlu Müslümanlar tarafından çok takdir edilir. Zira Siyonistler, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için Abdülhamid’e başvurmuşlar, buna ruhsat vermesi hâlinde Osmanlı ekonomisinin en büyük meselelerinden biri olan dış borçların silineceğini söylemişlerdir. O zamanda devletin paraya çok ihtiyacı olduğu halde o, elif gibi dik durarak bu aşağılık teklifi kabul etmemiştir.
Sultan II. Abdülhamid; Eğitime, Sağlığa ve Bayındırlığa Çok Kıymet Vermiştir.
Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı padişahları içerisinde eğitime ve öğretime en çok önem verenlerin başında gelmektedir. Bu çerçevede Mekteb-i Mülkiyye, Mekteb-i Hukuk, Sanâyi-i Nefîse Mektebi, Hendese-i Mülkiyye, Dârülmuallimîn-i Âliye, Maliye Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlîsi, Dârülfünun, Dârülmuallimât ve kız sanayi mektepleri, deniz ticareti, orman ve maâdin, lisan, dilsiz ve âmâ mektepleri hep II. Abdülhamid döneminde milletin hizmetine açılmıştır. Vilâyetlerde ve sancaklarda eğitimin belkemiğini teşkil eden ilk (İbtidâî), orta (rüşdiye) ve lise düzeyinde (idâdî) mektepler inşa ettirmiştir. Sadece İstanbul'da altı tane idâdî (lise) açtırmıştır. İbtidâîleri (ilkokul) köylere kadar yaymıştır. Böylece mevcut imkânlar dahilinde eğitim çıtasını iyice yükseltmiştir.
Bunca eğitim müessesesinin yanında Müze-i Hümâyun (Eski Eserler Müzesi), Askerî Müze, Bayezid Kütüphâne-i Umûmîsi, Yıldız Arşivi ve Kütüphanesi gibi kültürel kurumları da Osmanlı Devleti'ne yine o kazandırmıştır. Onun zamanında sansüre rağmen kitap, dergi ve gazete sayısında artış görülmüştür. Vilâyet fotoğraflarını içeren albümler hazırlatmıştır.
İnsana çok kıymet veren ve ona hizmet etmekten bahtiyarlık duyan Sultan II. Abdülhamid, sağlık alanında da ciddi işlere imza atmıştır. Öncelikle tıbbiyelerde Fransızca olan öğretim dilini Türkçeye çevirerek bu dile verdiği önemi göstermiştir. Şahsî parasıyla Şişli Etfal Hastanesini yaptırarak çocuk hastaların istifadesine sunmuştur. Yine Haydarpaşa Tıbbiyesi ve Darülâceze onun gayretleriyle kurulan önemli sağlık ve hayır kuruluşlarıdır. Bu arada Darülâceze'nin masraflarının önemli bir kısmını kendi bütçesinden karşılamıştır.
Sultan II. Abdülhamid bayındırlık ve imar alanında da çok ciddi hizmetler gerçekleştirmiştir. Anadolu ve Rumeli demiryollarının büyük bir kısmı onun zamanında tamamlanmıştır. Hicaz ve Basra’ya kadar telgraf hatları çekilmiştir. 1900-1908 yılları arasında Şam ile Medine arasında 1322 kilometrelik demiryolu hattı yapılmıştır. Anadolu’da bir şose şebekesi meydana getirilmiştir. Atlı ve elektrikli tramvaylar yapılmıştır.
Sultan II. Abdülhamid'den günümüze intikal eden çok kıymetli bayındırlık eserleri vardır. Yıldız Hamidiye Camii, Haydarpaşa Garı, Arkeoloji Müzesi, Bahariye Hastanesi, Beyoğlu Mutasarrıflığı, Cihangir Camii, Darülâceze, Denizcilik Okulu, Feshane-i Amire, Gülhane Klinik Hastanesi, Hamidiye Etfal Hastanesi, Gülhane Askerî Rüstiyesi, Haseki Hamidiye Nisa Hastanesi, Hukuk Mektebi, Kâğıthane Hastanesi, Kasımpaşa Camii, Mekteb-i Fünûn-ı Harbiye, Mekteb-i Sanayi, Mekteb-i Sultanî, Mekteb-i Tıbbiye, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun, Orman ve Maadin Ziraat Nezareti, Sirkeci Garı, Tophane Fabrikası, Yıldız Sarayı Silâhhânesi, Ziraat Bankası, Soğukçeşme Askerî Rüştiyesi, Sarayburnu Karakolhânesi, Hicaz Tren İstasyonu, Tophane Meydanı ve Saat Kulesi, Maçka Abdülhamid Çeşmesi, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi binaları onun zamanında yapılmış bayındırlık eserleridir.
Birincisinden 29 Sene Sonra İkinci Meşrutiyet İlân Edilmiştir.
Kânûn-ı Esâsî (Anayasa), 29 yıl askıda bekletildikten sonra 23 Temmuz 1908'de yeniden ilân edilmiştir. II. Meşrutiyet'in ardından mevcut iki parti (İttihat ve Terakki Fırkası ile Ahrar Fırkası) hemen seçimlere gitmiş, seçimi planlandığı gibi İttihat ve Terakki Fırkası kazanmıştır. Böylece Meclis-i Mebûsân 17 Aralık 1908'de çalışmalarına başlamıştır.
II. Meşrutiyet'in ilk uygulamaları milleti memnun etmediği için hoşnutsuzluklar baş göstermiştir. Gazeteci Hasan Fehmi, İttihatçıların fedaisi tarafından öldürülünce işler iyice karışmıştır. 13 Nisan 1909'da bazı askerî birliklerle medrese talebeleri ayaklanma başlatmış, işler çığırından çıkınca bazı subaylar ve milletvekilleri linç edilmiştir. İttihatçı gazeteler yağmalanmıştır. Bu hadiseler Rumî takvime göre 31 Mart'a tekabül ettiği için bu hadiseye "31 Mart Vakası" denmiştir. Bu ayaklanmaları Selânik'ten gelen Hareket Ordusu bastırmıştır.
Milâdî tarihe göre meclis 27 Nisan'da toplanarak, aslında olaylarla hiç ilgisi olmadığı halde, bu hadisenin sorumlusunun II. Abdülhamid olduğu kararına varmıştır. Bu haksız karar neticesinde II. Abdülhamid 32 sene, 7 ay, 27 gün süren saltanatın ardından tahttan indirilerek yerine 65 yaşındaki kardeşi V. Mehmed (Mehmed Reşâd Efendi) getirilmiştir. Fakat Kânûn-ı Esâsî'de yapılan değişikliklerle padişahın yetkileri sembolik düzeye indirilmiştir.
Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi kararının geçerli olması için şeyhülislâmın fetvası da gerekiyordu. Alelacele yalan ve iftiralarla dolu düzmece bir fetva metni hazırlanarak şeyhülislâma imzalatılmıştır. Sultan II. Abdülhamid, tahttan indirildikten sonra Çırağan Sarayı'nda ikamet etmek istese de bu isteği kabul edilmemiştir. Sadrazam Mahmud Şevket Paşa'nın emriyle, şahsî eşyalarını almasına bile müsaade edilmeden, Selânik'e sürgün edilen Sultan II. Abdülhamid, Alâtini Köşkü'ne yerleştirilmiştir. Buradaki zamanının çoğunu marangozluk ve demircilikle geçirmiştir. Balkan Savaşları'nın başlamasıyla birlikte işgalciler Selânik'e yaklaşmış, bunun üzerine sürgündeki padişah II. Abdülhamid'in İstanbul'a nakledilmesine karar verilmiştir. Dünyadan tecrit edilen, kendisine gazete bile verilmeyen padişah, bu savaştan da haberdar değildi. Sürgündeki padişah Selânik'ten ayrılmak istemese de tehlike karşısında buna mecbur bırakılmıştır. Böylece 1Kasım 1912’de Beylerbeyi Sarayı’na intikal ettirilmiş, ömrünün kalan kısmını burada hüzün ve keder içinde geçirmiştir.
Onu Eleştirenlerden Biri de "Feylesof Rıza Tevfik" idi.
Sultan II. Abdülhamid; zamanında kültür, sanat ve edebiyat çevreleri tarafından bazen sert ve ölçüsüzce eleştirilmiştir. Onu eleştirenlerden biri de "Feylesof Rıza Tevfik" olarak da bilinen Rıza Tevfik Bölükbaşı'ydı. Fakat sonraki yıllarda tenkitlerinin dozunun yüksek ve çoğu kere de haksızca olduğunu fark etmiş olacak ki, yazdığı "Sultan Abdülhamid'in Ruhâniyetinden İstimdat" adlı şiirinde, gıyabında da olsa, ondan özür dilemiş, yaptıklarından pişmanlık duymuştur. Bunu şu dörtlüklerde dile getirmiştir: "Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?/Feryâdım varır mı bârigâhına?/Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,/Şu nankör milletin bak günâhına//Târihler ismini andığı zaman,/Sana hak verecek, ey koca sultan;/Bizdik utanmadan iftira atan,/Asrın en siyâsî padişâhına//Pâdişah hem zâlim, hem deli dedik,/İhtilâle kıyam etmeli dedik;/Şeytan ne dediyse, biz 'beli' dedik;/Çalıştık fitnenin intibahına//Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,/Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz/Sade deli değil, edepsizmişiz/Tükürdük atalar kıblegâhına//Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin/Ahiretten bile himmet eylersin,/Çok çekti şu millet murada ersin/Şefâat kıl şâhım mededhâhına."
Sultan II. Abdülhamid, aslında fıtrat olarak merhametli bir padişahtı. Midhat Paşa ve arkadaşlarını, amcası Abdüzaziz'in ölümünden sorumlu tutuyordu. Bu yüzden de onları yargılamak için Yıldız Sarayı'nda özel mahkeme kurmuş ve hepsini ölüm cezasına çarptırmıştı. Fakat daha sonra merhamete gelerek ölüm cezalarını müebbede çevirmişti.
Sultan II. Abdülhamid deyince nedense birçok kişinin aklına istibdat gelir. Onun baskıcı rejimi, özellikle belli kesimler tarafından yerden yere vurulur. Oysa hadiseleri değerlendirirken zaman ve zemin unsurlarını göz ardı etmemek gerekir. Keşke şartlar uygun olsaydı da özgürlükler hiç kısıtlanmasaydı. Fakat o dönemi çok iyi analiz etmek lâzım. Zira o dönemde devletin bir an önce çökmesi için dışarıdan müdahale edenler bir hayli çoktu.
1908'de ilân edilen II. Meşrutiyet dönemine baktığımızda, söz ve yetki Sultan II. Abdülhamid'de olmadığı halde (başka bir tabirle padişahlık sembolik olduğu halde) istibdadın beteri yaşanmıştır. Bunu yaşatanlar da sözde demokrasi havarileri olan Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa'dan başkası değildir. Hatta onların baskıcı yönetimi II. Abdülhamid'in istibdadına rahmet okutan cinstendir. Bunu şair Süleyman Nazif şöyle anlatır: "Padişahım gelmemişken yâda biz,/İşte geldik senden istimdada biz,/Öldürürler başlasak feryada biz,/Hasret olduk eski istibdada biz//Dembedem coşmakta fakr u ihtiyaç,/Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç./Memleket matemde, öksüz taht u taç/Hasret olduk eski istibdada biz."
II. Abdülhamid, Çökmekte Olan Osmanlıyı 33 Yıl Ayakta Tutan Bir Padişahtı.
Çökmekte olan Osmanlı Devleti'ni iç ve dış mihraklara rağmen 33 yıl ayakta tutan Sultan II. Abdülhamid, 10 Şubat 1918 tarihinde (Pazar günü) Beylerbeyi Sarayı'nda zatürre hastalığından vefat etmiştir. II. Abdülhamid’in naaşı Topkapı Sarayı’na getirilerek cenaze işlemleri orada yapılmıştır. Vefatının ertesi günü (11 Şubat 1918) padişahlara lâyık bir törenle Divanyolu’ndaki II. Mahmud Türbesi’ne defnedilmiştir. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
Sultan II. Abdülhamid, sadece dostlarının değil vicdanlı düşmanlarının da övdüğü ve hakkını teslim ettiği vatansever bir padişahtı. O; eğitimden ekonomiye, ulaştırmadan sağlığa, dış politikadan kültür ve medeniyete kadar birçok alanda mühim başarılara imza atmıştır. Yaptığı yerinde işlerle Osmanlı modernleşmesine çok büyük katkılarda bulunmuştur.
Ne gariptir ki dönemin bütün kötülükleri II. Abdülhamid'in omuzlarına yüklenmiş, buna rağmen yapılan iyi işlerden şahsına pay düşmemiştir. Bu vicdansız taksimatı yapanlar, bunu aydın ve modern olmanın bir gereği olarak görme gafleti ve dalaleti içine düşmüşlerdir. Ne acıdır ki kendini İslâmcı sayan sözde bir kısım yerli aydınlar da bu tuzağa düşmüştür.
Sultan II. Abdülhamid; eğrisiyle doğrusuyla, Osmanlının çöküş döneminde ülkeyi 33 sene idare etti. Bu sürenin 30'unda bütün inisiyatif kendisinde, 3'ünde de meşrutiyetçilerdeydi. Bütün hatalarına rağmen iyi niyetinden şüphe edilemezdi. O; ne bazılarının dediği gibi yerin dibine batırılacak bir kızıl sultandı, ne de yere göğe sığdırılamayan eşsiz ulu hakandı.İnsandı.
TAHTI VE BAHTI GEÇ AÇILAN BİR PADİŞAH: SULTAN MEHMED REŞAD
M. NİHAT MALKOÇ
65 Yaşında Tahtı ve Bahtı Açılan Bir Padişah: Sultan Mehmed Reşad
Osmanlı padişahlarının 35. si, İslâm halifelerinin ise 114. sü olan Sultan Mehmed Reşad, 2 Kasım 1844'te İstanbul'da Eski Çırağan Sarayı'nda dünyaya gelmiştir. Sultan Mehmed Han-ı Hâmis olarak da bilinir. Babası Osmanlı'nın 31. padişahı olan Sultan Abdülmecid, annesi ise Çerkez bir cariye olan Gülcemal Kadınefendi'dir. Reşad'ın annesi öldüğünde kendisi yedi yaşındaydı. Onun için eğitimine yeterince önem verilememiştir.
Mehmed Reşad, Sultan Abdülmecid'in padişah olan dört oğlundan üçüncüsüdür. Eşleri Kâmuran Kadın, Mihrengiz Kadın, Dürrüaden Kadın, Nazperver Kadın, Dilfirib Kadın'dır. Sultan Mehmed Reşad'ın oğulları Mahmud Necmeddin Efendi, Ömer Hilmi Efendi, Mehmed Ziyaeddin Efendi'dir. Çocuklarının meslek sahibi olmasını çok isteyen Sultan Reşad'ın Mehmed Ziyaeddin Efendi isimli oğlu tıbbiyeyi bitirerek cildiye mütehassısı olmuştur. Yine oğullarından Mahmud Necmeddin Efendi padişahın sağlığında vefat etmiştir.
Saray geleneklerine göre yetiştirilen V. Mehmed Reşad, iyi derecede Farsça, orta derecede de Arapça ve Fransızca öğrenmiştir. Bununla beraber bazı şer'i ilimlere de vakıftı. Doğu'nun (İslâm'ın) kültürünü ve medeniyetini çok iyi bilirdi. Tarihe, ayrıntılara inecek derecede büyük bir merak duymuştur. Onun özellikle Osmanlı tarihine ve dinî menkıbelere de apayrı bir alâkası vardı. Babası Sultan Abdülmecid'in vefatından sonra amcası Abdülaziz zamanında serbest bir şehzadelik dönemi geçirmiştir. Ağabeyi II. Abdülhamid tahta çıkınca o da tahtın varisi, yani veliaht olmuştur. Veliahtlık döneminde (1876-1909) serbestlikleri iyice azalmış, sıkı bir gözetim altında yaşamaya başlamıştır. Bu süre içerisinde Dolmabahçe Sarayı'nın Veliaht Dairesi'nde yaşamaya mecbur bırakılmış, başkalarıyla görüştürülmemiştir. Ağabeyi II. Abdülhamid onu sürekli izlettirmiş, tabir caizse onu adeta göz hapsinde tutmuştur.
Sultan Mehmed Reşad'ın fizikî görünümünün mavi gözlü, beyaz tenli, yassıca burunlu, uzuna yakın orta boylu, şişman ve sarışın olduğu rivayet edilir. Padişahlar içerisinde ondan başka mavi gözlü olmadığı söylenir. Bunun yanında tarihçiler bu son dönem padişahının tabiatının halim selim, hâlden anlayan, hadiselere hep iyi yönlerden bakabilen, dindar, nazik, mütevazı, merhametli, haya ve edep sahibi olduğunda ittifak ederler.
Sultan Mehmed Reşad'ın engin tevazusu (mahviyeti) ve hoşgörüsü karşısındakilere çok kere padişah olduğunu unutturmuştur. Onca sıkıntıyla boğuşmasına rağmen yine de lâtife yapmaktan hoşlanan Sultan Reşad'ın gayet düzgün, etkileyici ve edibane bir konuşma tarzı vardı. Mevleviliğe büyük bir ilgi duyan ve intisap eden Sultan Reşad, Mevlâna Celâleddin Rûmî'nin şaheser niteliğindeki Mesnevi'sini ve birçok dinî eseri özümseyerek ve de içselleştirerek defalarca okumuş, o eserlerden aldıklarıyla ahlâkını güzelleştirmiştir.
Sultan V. Mehmed, “Elhamdülillah Cenab-ı Hakk’a bir rek'at bile namaz borcum yoktur” diyecek kadar dindardı. Komitacılar, Hazine-i Hassa’ya el koydukları için, Sultan Reşad çok az bir maaşa mahkûm edilmiştir. Yani ekonomik açıdan rahat yaşayamamıştır.
Sultan Mehmed Reşad'ın Taht Yılları Ne Yazık ki Baht Yılları Olamamıştır.
Sultan Mehmed Reşad, 31 Mart Olayı'nın ardından, ağabeyi II. Abdülhamid'in büyük bir zorbalıkla tahttan indirilmesiyle 27 Nisan 1909 tarihinde "V. Mehmed" adıyla tahta çıkarılmıştır. İttihat ve Terakkicilerin kararı gereği "V. Mehmed" unvanıyla tahta çıkarılsa da, halk onu hep "Sultan Reşad" olarak bilmiş ve öylece adlandırmıştır. İttihatçıların ona özellikle "V. Mehmed" demeleri Hareket Ordusu'nun İstanbul'a ayak basmasını, "ikinci fetih" olarak saymalarından ileri gelmektedir. Bu da II. Mehmed (Fatih)'in İstanbul'u Bizans'tan alışına sembolik bir göndermedir. Fakat onun teslimiyetçi tavrı göz önünde bulundurulduğunda çağ kapayıp çağ açan II. Mehmed'le kıyaslanması bile son derece abestir.
Onun padişahlığı, İttihat ve Terakki'nin iktidarda olduğu II. Meşrutiyet yıllarına rastlar. Cülus töreni Harbiye Nezareti'nde yapılan Sultan Reşad, biat duasından sonra "Hürriyetin ilk padişahı benim ve bundan müftehirim" demiş, sonra da "Meşrutiyet Padişahı" olarak anılmıştır. Fakat İttihatçılara sözü geçmediği için ne yetkili ne de etkili olabilmiştir.
Sultan V. Mehmed tahta çıktıktan sonra ağabeyi Sultan II. Abdülhamid'in terk ettiği Yıldız Sarayı'nda oturmak istemediği için babasının inşa ettirdiği Dolmabahçe Sarayı'na yerleştirilmiştir. Buradaki taht yılları hep sıkıntılarla geçtiği için ne yazık ki baht yılları olamamıştır. Kendini bir padişah gibi hissedememiş, yetkileri hep sembolik kalmıştır.
Osmanlı'nın son padişahlarından Sultan Mehmed Reşad, İttihatçı Paşalar yüzünden devlet yönetiminde ciddi bir varlık gösterememiş, tabir caizse onların bir çeşit kuklası olmuştur. Saltanatı gölge saltanattan öteye gidememiştir. Buna bir çok delil gösterilebilir. En önemli delil de Osmanlı'nın padişaha sorulmadan İttihatçılar tarafından bir oldubittiyle Almanlarla ittifak yapılarak I. Dünya Savaşı'na sokulmasıdır. Sultan Reşad'ın "Çanakkale" şiirine yapılan tahmisteki şu mısralar bunun delilidir: "Haberim yoktu olup bitmiş olan şeylerden,/Mesnevîler okuyordum oturup ezberden,/Bir de baktım ki haber geldi bizim Enver’den,//Savlet etmişti Çanakkaleye bahr ü berden/Ehl-i İslâm'ın iki hasm-ı kavîsi birden"
İttihat ve Terakki Fırkası'nın devlet yönetimine müdahalesi Sultan II. Abdülhamid zamanında da mevzubahisti. Fakat o dönemde dilediklerini yapma imkânına sahip değillerdi. II. Abdülhamid tabir caizse sert kayaydı. Fakat onların ifadesiyle V. Mehmed baskılar karşısında direnen bir padişah görüntüsü vermiyor, devlet işlerine fazla karışmıyordu. Bundan dolayı Sultan Reşad dönemi İttihatçıların istedikleri gibi at oynattıkları bir dönemdir. Meclise ve hükümete hakim olmaları bunun göstergesidir. Ama onlar bununla da yetinmeyerek sadrazamın ve bakanların ( o zamanki tabirle nâzırların) İttihatçı olması için padişaha büyük baskı uyguluyorlardı. Sadrazam Tevfik Paşa'nın istifasının nedeni de buydu zaten. Onun yerine gelen Hüseyin Hilmi Paşa da İttihatçıların baskılarına fazla dayanamamıştı.
Sultan Mehmed Reşad döneminde padişaha rağmen İttihatçı olmayanlara makam ve mevki verilmiyordu. Onlarca yıllık tecrübesi olanlar sırf İttihatçı olmadıkları için devletin önemli makam ve mevkilerinden el çektiriliyordu. Onların yerine, hiçbir tecrübesi olmayan İttihatçılar getiriliyor, bu da devlet işlerinin aksamasına ve yönetim zaaflarına yol açıyordu.
Sultan Mehmed Reşad Tasavvufa ve Edebiyata İlgi Duymuş, Şiirler Yazmıştır
Sultan Mehmed Reşad tasavvufla ve edebiyatla da yakından ilgilenmiştir. Edebiyatın özellikle şiir alanında kalem oynatmıştır. Çanakkale üzerine yazdığı epik ve duygusal şiiri (gazeli) çok beğenilmiş, adeta dilden dile dolaşmıştır. Söz konusu gazel bestelenerek çalınıp söylenmiştir. Hatta aynı şiir başka şairler tarafından tahmis edilmiştir. (Bir gazelin ya da bir kasidenin her beyitinin önüne aynı vezin ve kafiyede üç mısra eklenerek muhammes haline getirmeğe "tahmîs etme" ve ortaya çıkan muhammese de tahmis denir.) Çok beğenilen bu Çanakkale gazelini önemine binaen paylaşmak istiyorum: "Savlet etmişdi Çanakkal'aya bahr ü berden/Ehl-i İslâmın iki hasm-ı kavîsi birden//Lâkin imdâd-ı ilâhî yetişip ordumuza/Oldu her bir neferi kal'a-i pûlâd-beden//Asker evlâdlarımın pişgeh-i azminde/Aczini eyledi idrâk nihâyet düşmen//Kadr u haysiyyeti pâmâl olarak etdi firâr/Kalb-i İslâma nüfûz etmeğe gelmiş-iken//Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle duâ/Mülk-i İslâmı Hudâ eyleye dâim me’men"
Memleket meselelerine son derece duyarlı olan Sultan Mehmed Reşad'ın bu gazel-i hümayununu günümüz Türkçesiyle aktarırsak şu anlamlar ortaya çıkar: "Müslümanların iki kuvvetli düşmanı, Çanakkale’ye denizden ve karadan saldırmıştı. Fakat ordumuzun her bir neferi, Allah’ın yardımıyla çelik bedenli bir kaleye dönüşmüştü. İslâm’ın kalbine nüfuz etmek (İstanbul’u almak) için gelen düşman, asker evlâtlarının azminin önünde sonunda aczini anlamış, şeref ve haysiyetini ayaklar altına alarak kaçıp gitmişti. Ey Reşad, şükür secdesine kapanarak şöyle dua et: Hüda, İslâm âlemini daima korusun, tehlikelerden emin kılsın!"
Dokuz sene boyunca Osmanlı tahtında kalan Sultan Mehmed Reşad etkili ve yetkili bir yönetim gösterememiştir. Zira onun döneminde on kez hükümet değişikliği olmuştur. Bu sıkıntılı dönemlerde işleri yola koymada ve dengeleri korumada aciz kalmıştır. Zira tahtta padişah otursa da devletin gidişatını ve idarecilerini İttihat ve Terakki belirliyordu.
Sultan Mehmed Reşad, kendisinden önceki üç padişahın tahttan indirildiğine bizzat şahit olduğu için kendi başına da böyle bir şeyin gelebileceğinden endişe duyar, hatta bu endişeleri korkuya inkılâp ederdi. Bu yüzden de İttihatçılara karşı mücadeleyi değil, teslimiyeti seçmişti. Tahtta o otursa da işleri İttihat ve Terakki'nin adamları çekip çevirirdi.
Özetle söylemek gerekirse Sultan Mehmed Reşad zamanı, padişahın etkisinin son derece azaldığı, adeta sembolik bir hüviyete büründüğü, onun tam aksine meclisin gücünün arttığı bir zamandır. O dönemde İttihat ve Terakki, padişahı devre dışı bırakarak devleti yönetmiştir. Yeterli ve tecrübeli kadroları olmadığı için de devlet işleri sürekli sarpa sarmıştır. Çok az olan iyi işleri kendi hanelerine, kötü işleri de padişahın hanesine yazdırmışlardır.
Sultan Mehmed Reşad Dönemi Savaşlar ve Felâketlerle Geçmiştir.
Sultan Mehmed Reşad dönemi siyasî çalkantılar, felâketler ve savaşlarla içinden çıkılmaz bir hâl almıştır. Tahta çıkar çıkmaz Arnavutluk'ta ayaklanma gerçekleşmiştir. Önce Çırağan Sarayı yanmış, sonra Bâbıâli... Ardından 1911'de Libya, İtalyanlar tarafından işgal edilmiş, Uşi (Lozan) Antlaşması imzalanarak bölgedeki İtalyan hakimiyeti kabul edilmiştir.
8 Ekim 1912'de I. Balkan Savaşı patlak vermiştir. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ birleşerek Osmanlı İmparatorluğu'na saldırmışlardır. Osmanlı ordusu bu birleşik güçler karşısında mağlup olmuştur. 1913'te imzalanan Londra Antlaşması'yla Edirne dahil olmak üzere, bütün Rumeli toprakları elden çıkmıştır. Balkan topraklarındaki yerini yurdunu kaybeden yüz binlerce Türk, tek sığınılacak yer olarak gördükleri İstanbul'a ve Anadolu'ya göç etmişlerdir. Balkan devletleri kendi aralarında anlaşamayınca bu sefer de II. Balkan Harbi patlak vermiş, Bulgar ordularının Trakya'yı tahliye etmesini fırsat bilen Enver Paşa komutasındaki Türk güçleri 1913'te serhat şehrimiz olan Edirne'yi düşmanlardan geri almıştır.
Sultan Reşad döneminde felâketler dur durak bilmemiş, 1914 yazında I. Dünya Savaşı patlak vermiş, 11 Kasım'da da Osmanlı Devleti bu savaşa Enver Paşa tarafından Almanya'yla yapılan bir ittifakla adeta bir oldubittiyle sokulmuştur. 14 Kasım'da "Cihad-ı Ekber" ilân edilmiştir. Yeterli donanımdan yoksun olan ve birçok cephede savaşmak zorunda bırakılan Osmanlı ordusu, Çanakkale cephesi dışında bu savaşta ciddi bir varlık gösterememiştir. Bu çerçevede gerçekleştirilen ve büyük bir hezimetle neticelenen Sarıkamış Harekâtı'nda binlerce askerimiz düşmana kurşun atma fırsatı bile bulamadan donarak şehit olmuştur.
Siyaseten Arafta Kalmanın Ceremesi Yahut Çileli ve Bahtsız Bir Ömrün Nihayeti
İyi niyetli olmasına rağmen gafletten bir türlü başını kaldıramayan Mehmed Reşad, uzun yıllar boyunca şeker hastalığından muzdaripti. Daha evvel bir de prostat ameliyatı geçirmiş, mesanesindeki taşları aldırmıştı. O, ameliyat geçiren ilk ve tek padişahtır. Ameliyat masasına yatarken, “Ey büyük Allah'ım, eğer ben milletim ve vatanım için hayırsız ve bahtsız isem, beni şu ameliyat masasından kaldırma” diye dua edişi enteresan bir anekdot olarak anlatılır. Ömrünün son demlerinde Avusturya İmparatoru için düzenlenen yoğun program onu fazlasıyla yorarak hastalığını iyice ilerletmişti. Öyle ki Ramazan ayının 15. günü geleneksel olarak gerçekleştirilen hırka-i saadet ziyaretini bile zor yapabilmişti.Yaşanan hadiseler yüzünden ruhu ve bedeni yorulan padişah, Mondros Mütarekesi'nin arifesinde 3 Temmuz 1918 tarihinde bir Kadir Gecesi'nde ruhunu çok sevdiği Yaradan'ına teslim etmiştir. Yaşarken Eyüp Sultan haziresinde, ilk mektebin yanında yaptırmış olduğu türbesine defnedilmiştir.
Sultan Mehmed Reşad da her fâni gibi bir iz bırakarak bu dünyadan göçmüştür. Sur dışında medfun ilk ve tek padişah Sultan Reşad'dır. Memleketimizdeki son padişah cenazesi de onunkidir. Zira kendisinden sonra tahta çıkan son padişah Sultan Vahdeddin, Osmanlı coğrafyası dışında, İtalya'nın Sanremo şehrinde vefat etmiştir. Hepsine Allah rahmet eylesin.
TAHTI VE BAHTI GEÇ AÇILAN BİR PADİŞAH: SULTAN MEHMED REŞAD
M. NİHAT MALKOÇ
65 Yaşında Tahtı ve Bahtı Açılan Bir Padişah: Sultan Mehmed Reşad
Osmanlı padişahlarının 35. si, İslâm halifelerinin ise 114. sü olan Sultan Mehmed Reşad, 2 Kasım 1844'te İstanbul'da Eski Çırağan Sarayı'nda dünyaya gelmiştir. Sultan Mehmed Han-ı Hâmis olarak da bilinir. Babası Osmanlı'nın 31. padişahı olan Sultan Abdülmecid, annesi ise Çerkez bir cariye olan Gülcemal Kadınefendi'dir. Reşad'ın annesi öldüğünde kendisi yedi yaşındaydı. Onun için eğitimine yeterince önem verilememiştir.
Mehmed Reşad, Sultan Abdülmecid'in padişah olan dört oğlundan üçüncüsüdür. Eşleri Kâmuran Kadın, Mihrengiz Kadın, Dürrüaden Kadın, Nazperver Kadın, Dilfirib Kadın'dır. Sultan Mehmed Reşad'ın oğulları Mahmud Necmeddin Efendi, Ömer Hilmi Efendi, Mehmed Ziyaeddin Efendi'dir. Çocuklarının meslek sahibi olmasını çok isteyen Sultan Reşad'ın Mehmed Ziyaeddin Efendi isimli oğlu tıbbiyeyi bitirerek cildiye mütehassısı olmuştur. Yine oğullarından Mahmud Necmeddin Efendi padişahın sağlığında vefat etmiştir.
Saray geleneklerine göre yetiştirilen V. Mehmed Reşad, iyi derecede Farsça, orta derecede de Arapça ve Fransızca öğrenmiştir. Bununla beraber bazı şer'i ilimlere de vakıftı. Doğu'nun (İslâm'ın) kültürünü ve medeniyetini çok iyi bilirdi. Tarihe, ayrıntılara inecek derecede büyük bir merak duymuştur. Onun özellikle Osmanlı tarihine ve dinî menkıbelere de apayrı bir alâkası vardı. Babası Sultan Abdülmecid'in vefatından sonra amcası Abdülaziz zamanında serbest bir şehzadelik dönemi geçirmiştir. Ağabeyi II. Abdülhamid tahta çıkınca o da tahtın varisi, yani veliaht olmuştur. Veliahtlık döneminde (1876-1909) serbestlikleri iyice azalmış, sıkı bir gözetim altında yaşamaya başlamıştır. Bu süre içerisinde Dolmabahçe Sarayı'nın Veliaht Dairesi'nde yaşamaya mecbur bırakılmış, başkalarıyla görüştürülmemiştir. Ağabeyi II. Abdülhamid onu sürekli izlettirmiş, tabir caizse onu adeta göz hapsinde tutmuştur.
Sultan Mehmed Reşad'ın fizikî görünümünün mavi gözlü, beyaz tenli, yassıca burunlu, uzuna yakın orta boylu, şişman ve sarışın olduğu rivayet edilir. Padişahlar içerisinde ondan başka mavi gözlü olmadığı söylenir. Bunun yanında tarihçiler bu son dönem padişahının tabiatının halim selim, hâlden anlayan, hadiselere hep iyi yönlerden bakabilen, dindar, nazik, mütevazı, merhametli, haya ve edep sahibi olduğunda ittifak ederler.
Sultan Mehmed Reşad'ın engin tevazusu (mahviyeti) ve hoşgörüsü karşısındakilere çok kere padişah olduğunu unutturmuştur. Onca sıkıntıyla boğuşmasına rağmen yine de lâtife yapmaktan hoşlanan Sultan Reşad'ın gayet düzgün, etkileyici ve edibane bir konuşma tarzı vardı. Mevleviliğe büyük bir ilgi duyan ve intisap eden Sultan Reşad, Mevlâna Celâleddin Rûmî'nin şaheser niteliğindeki Mesnevi'sini ve birçok dinî eseri özümseyerek ve de içselleştirerek defalarca okumuş, o eserlerden aldıklarıyla ahlâkını güzelleştirmiştir.
Sultan V. Mehmed, “Elhamdülillah Cenab-ı Hakk’a bir rek'at bile namaz borcum yoktur” diyecek kadar dindardı. Komitacılar, Hazine-i Hassa’ya el koydukları için, Sultan Reşad çok az bir maaşa mahkûm edilmiştir. Yani ekonomik açıdan rahat yaşayamamıştır.
Sultan Mehmed Reşad'ın Taht Yılları Ne Yazık ki Baht Yılları Olamamıştır.
Sultan Mehmed Reşad, 31 Mart Olayı'nın ardından, ağabeyi II. Abdülhamid'in büyük bir zorbalıkla tahttan indirilmesiyle 27 Nisan 1909 tarihinde "V. Mehmed" adıyla tahta çıkarılmıştır. İttihat ve Terakkicilerin kararı gereği "V. Mehmed" unvanıyla tahta çıkarılsa da, halk onu hep "Sultan Reşad" olarak bilmiş ve öylece adlandırmıştır. İttihatçıların ona özellikle "V. Mehmed" demeleri Hareket Ordusu'nun İstanbul'a ayak basmasını, "ikinci fetih" olarak saymalarından ileri gelmektedir. Bu da II. Mehmed (Fatih)'in İstanbul'u Bizans'tan alışına sembolik bir göndermedir. Fakat onun teslimiyetçi tavrı göz önünde bulundurulduğunda çağ kapayıp çağ açan II. Mehmed'le kıyaslanması bile son derece abestir.
Onun padişahlığı, İttihat ve Terakki'nin iktidarda olduğu II. Meşrutiyet yıllarına rastlar. Cülus töreni Harbiye Nezareti'nde yapılan Sultan Reşad, biat duasından sonra "Hürriyetin ilk padişahı benim ve bundan müftehirim" demiş, sonra da "Meşrutiyet Padişahı" olarak anılmıştır. Fakat İttihatçılara sözü geçmediği için ne yetkili ne de etkili olabilmiştir.
Sultan V. Mehmed tahta çıktıktan sonra ağabeyi Sultan II. Abdülhamid'in terk ettiği Yıldız Sarayı'nda oturmak istemediği için babasının inşa ettirdiği Dolmabahçe Sarayı'na yerleştirilmiştir. Buradaki taht yılları hep sıkıntılarla geçtiği için ne yazık ki baht yılları olamamıştır. Kendini bir padişah gibi hissedememiş, yetkileri hep sembolik kalmıştır.
Osmanlı'nın son padişahlarından Sultan Mehmed Reşad, İttihatçı Paşalar yüzünden devlet yönetiminde ciddi bir varlık gösterememiş, tabir caizse onların bir çeşit kuklası olmuştur. Saltanatı gölge saltanattan öteye gidememiştir. Buna bir çok delil gösterilebilir. En önemli delil de Osmanlı'nın padişaha sorulmadan İttihatçılar tarafından bir oldubittiyle Almanlarla ittifak yapılarak I. Dünya Savaşı'na sokulmasıdır. Sultan Reşad'ın "Çanakkale" şiirine yapılan tahmisteki şu mısralar bunun delilidir: "Haberim yoktu olup bitmiş olan şeylerden,/Mesnevîler okuyordum oturup ezberden,/Bir de baktım ki haber geldi bizim Enver’den,//Savlet etmişti Çanakkaleye bahr ü berden/Ehl-i İslâm'ın iki hasm-ı kavîsi birden"
İttihat ve Terakki Fırkası'nın devlet yönetimine müdahalesi Sultan II. Abdülhamid zamanında da mevzubahisti. Fakat o dönemde dilediklerini yapma imkânına sahip değillerdi. II. Abdülhamid tabir caizse sert kayaydı. Fakat onların ifadesiyle V. Mehmed baskılar karşısında direnen bir padişah görüntüsü vermiyor, devlet işlerine fazla karışmıyordu. Bundan dolayı Sultan Reşad dönemi İttihatçıların istedikleri gibi at oynattıkları bir dönemdir. Meclise ve hükümete hakim olmaları bunun göstergesidir. Ama onlar bununla da yetinmeyerek sadrazamın ve bakanların ( o zamanki tabirle nâzırların) İttihatçı olması için padişaha büyük baskı uyguluyorlardı. Sadrazam Tevfik Paşa'nın istifasının nedeni de buydu zaten. Onun yerine gelen Hüseyin Hilmi Paşa da İttihatçıların baskılarına fazla dayanamamıştı.
Sultan Mehmed Reşad döneminde padişaha rağmen İttihatçı olmayanlara makam ve mevki verilmiyordu. Onlarca yıllık tecrübesi olanlar sırf İttihatçı olmadıkları için devletin önemli makam ve mevkilerinden el çektiriliyordu. Onların yerine, hiçbir tecrübesi olmayan İttihatçılar getiriliyor, bu da devlet işlerinin aksamasına ve yönetim zaaflarına yol açıyordu.
Sultan Mehmed Reşad Tasavvufa ve Edebiyata İlgi Duymuş, Şiirler Yazmıştır
Sultan Mehmed Reşad tasavvufla ve edebiyatla da yakından ilgilenmiştir. Edebiyatın özellikle şiir alanında kalem oynatmıştır. Çanakkale üzerine yazdığı epik ve duygusal şiiri (gazeli) çok beğenilmiş, adeta dilden dile dolaşmıştır. Söz konusu gazel bestelenerek çalınıp söylenmiştir. Hatta aynı şiir başka şairler tarafından tahmis edilmiştir. (Bir gazelin ya da bir kasidenin her beyitinin önüne aynı vezin ve kafiyede üç mısra eklenerek muhammes haline getirmeğe "tahmîs etme" ve ortaya çıkan muhammese de tahmis denir.) Çok beğenilen bu Çanakkale gazelini önemine binaen paylaşmak istiyorum: "Savlet etmişdi Çanakkal'aya bahr ü berden/Ehl-i İslâmın iki hasm-ı kavîsi birden//Lâkin imdâd-ı ilâhî yetişip ordumuza/Oldu her bir neferi kal'a-i pûlâd-beden//Asker evlâdlarımın pişgeh-i azminde/Aczini eyledi idrâk nihâyet düşmen//Kadr u haysiyyeti pâmâl olarak etdi firâr/Kalb-i İslâma nüfûz etmeğe gelmiş-iken//Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle duâ/Mülk-i İslâmı Hudâ eyleye dâim me’men"
Memleket meselelerine son derece duyarlı olan Sultan Mehmed Reşad'ın bu gazel-i hümayununu günümüz Türkçesiyle aktarırsak şu anlamlar ortaya çıkar: "Müslümanların iki kuvvetli düşmanı, Çanakkale’ye denizden ve karadan saldırmıştı. Fakat ordumuzun her bir neferi, Allah’ın yardımıyla çelik bedenli bir kaleye dönüşmüştü. İslâm’ın kalbine nüfuz etmek (İstanbul’u almak) için gelen düşman, asker evlâtlarının azminin önünde sonunda aczini anlamış, şeref ve haysiyetini ayaklar altına alarak kaçıp gitmişti. Ey Reşad, şükür secdesine kapanarak şöyle dua et: Hüda, İslâm âlemini daima korusun, tehlikelerden emin kılsın!"
Dokuz sene boyunca Osmanlı tahtında kalan Sultan Mehmed Reşad etkili ve yetkili bir yönetim gösterememiştir. Zira onun döneminde on kez hükümet değişikliği olmuştur. Bu sıkıntılı dönemlerde işleri yola koymada ve dengeleri korumada aciz kalmıştır. Zira tahtta padişah otursa da devletin gidişatını ve idarecilerini İttihat ve Terakki belirliyordu.
Sultan Mehmed Reşad, kendisinden önceki üç padişahın tahttan indirildiğine bizzat şahit olduğu için kendi başına da böyle bir şeyin gelebileceğinden endişe duyar, hatta bu endişeleri korkuya inkılâp ederdi. Bu yüzden de İttihatçılara karşı mücadeleyi değil, teslimiyeti seçmişti. Tahtta o otursa da işleri İttihat ve Terakki'nin adamları çekip çevirirdi.
Özetle söylemek gerekirse Sultan Mehmed Reşad zamanı, padişahın etkisinin son derece azaldığı, adeta sembolik bir hüviyete büründüğü, onun tam aksine meclisin gücünün arttığı bir zamandır. O dönemde İttihat ve Terakki, padişahı devre dışı bırakarak devleti yönetmiştir. Yeterli ve tecrübeli kadroları olmadığı için de devlet işleri sürekli sarpa sarmıştır. Çok az olan iyi işleri kendi hanelerine, kötü işleri de padişahın hanesine yazdırmışlardır.
Sultan Mehmed Reşad Dönemi Savaşlar ve Felâketlerle Geçmiştir.
Sultan Mehmed Reşad dönemi siyasî çalkantılar, felâketler ve savaşlarla içinden çıkılmaz bir hâl almıştır. Tahta çıkar çıkmaz Arnavutluk'ta ayaklanma gerçekleşmiştir. Önce Çırağan Sarayı yanmış, sonra Bâbıâli... Ardından 1911'de Libya, İtalyanlar tarafından işgal edilmiş, Uşi (Lozan) Antlaşması imzalanarak bölgedeki İtalyan hakimiyeti kabul edilmiştir.
8 Ekim 1912'de I. Balkan Savaşı patlak vermiştir. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ birleşerek Osmanlı İmparatorluğu'na saldırmışlardır. Osmanlı ordusu bu birleşik güçler karşısında mağlup olmuştur. 1913'te imzalanan Londra Antlaşması'yla Edirne dahil olmak üzere, bütün Rumeli toprakları elden çıkmıştır. Balkan topraklarındaki yerini yurdunu kaybeden yüz binlerce Türk, tek sığınılacak yer olarak gördükleri İstanbul'a ve Anadolu'ya göç etmişlerdir. Balkan devletleri kendi aralarında anlaşamayınca bu sefer de II. Balkan Harbi patlak vermiş, Bulgar ordularının Trakya'yı tahliye etmesini fırsat bilen Enver Paşa komutasındaki Türk güçleri 1913'te serhat şehrimiz olan Edirne'yi düşmanlardan geri almıştır.
Sultan Reşad döneminde felâketler dur durak bilmemiş, 1914 yazında I. Dünya Savaşı patlak vermiş, 11 Kasım'da da Osmanlı Devleti bu savaşa Enver Paşa tarafından Almanya'yla yapılan bir ittifakla adeta bir oldubittiyle sokulmuştur. 14 Kasım'da "Cihad-ı Ekber" ilân edilmiştir. Yeterli donanımdan yoksun olan ve birçok cephede savaşmak zorunda bırakılan Osmanlı ordusu, Çanakkale cephesi dışında bu savaşta ciddi bir varlık gösterememiştir. Bu çerçevede gerçekleştirilen ve büyük bir hezimetle neticelenen Sarıkamış Harekâtı'nda binlerce askerimiz düşmana kurşun atma fırsatı bile bulamadan donarak şehit olmuştur.
Siyaseten Arafta Kalmanın Ceremesi Yahut Çileli ve Bahtsız Bir Ömrün Nihayeti
İyi niyetli olmasına rağmen gafletten bir türlü başını kaldıramayan Mehmed Reşad, uzun yıllar boyunca şeker hastalığından muzdaripti. Daha evvel bir de prostat ameliyatı geçirmiş, mesanesindeki taşları aldırmıştı. O, ameliyat geçiren ilk ve tek padişahtır. Ameliyat masasına yatarken, “Ey büyük Allah'ım, eğer ben milletim ve vatanım için hayırsız ve bahtsız isem, beni şu ameliyat masasından kaldırma” diye dua edişi enteresan bir anekdot olarak anlatılır. Ömrünün son demlerinde Avusturya İmparatoru için düzenlenen yoğun program onu fazlasıyla yorarak hastalığını iyice ilerletmişti. Öyle ki Ramazan ayının 15. günü geleneksel olarak gerçekleştirilen hırka-i saadet ziyaretini bile zor yapabilmişti.Yaşanan hadiseler yüzünden ruhu ve bedeni yorulan padişah, Mondros Mütarekesi'nin arifesinde 3 Temmuz 1918 tarihinde bir Kadir Gecesi'nde ruhunu çok sevdiği Yaradan'ına teslim etmiştir. Yaşarken Eyüp Sultan haziresinde, ilk mektebin yanında yaptırmış olduğu türbesine defnedilmiştir.
Sultan Mehmed Reşad da her fâni gibi bir iz bırakarak bu dünyadan göçmüştür. Sur dışında medfun ilk ve tek padişah Sultan Reşad'dır. Memleketimizdeki son padişah cenazesi de onunkidir. Zira kendisinden sonra tahta çıkan son padişah Sultan Vahdeddin, Osmanlı coğrafyası dışında, İtalya'nın Sanremo şehrinde vefat etmiştir. Hepsine Allah rahmet eylesin.
OSMANLI ÇINARININ KÖKÜ ERTUĞRUL GAZİ VE TÜRBESİ
M. NİHAT MALKOÇ
"Kartal yuvasıdır Söğüt'te burçlar,
Devletin zırhıdır sınırda uçlar,
Gazi Osmanlara zağlı kılıçlar
Yunus Emrelere söz verilmeli..."
(Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu)
Son zamanlarda TRT'de yayınlanan "Diriliş Ertuğrul" dizisi Osmanlıyı gündeme getirdi. Tarih, dizilerden öğrenilemezse de diziler sayesinde tarihe olan ilgi arttırılabilir. Nitekim öyle de oldu. Madem bu günlerde hep Ertuğrul Gazi konuşuluyor, biz de istedik ki bu konuyu gündeme getirelim. Belirsizliklerle dolu Osmanlının kuruluşuna ışık tutmaya çalışalım. Bu çerçevede Osman Bey'in babası olan Ertuğrul Gazi'yi konuşalım.
Tarihçilerin Büyük Çıkmazı: Süleyman Şah mı, Gündüz Alp mi?
Oğuzların Kayı Boyu'na mensup olan Ertuğrul Gazi, Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Bey'in babasıdır. Osmanlı çınarının kökü olan Ertuğrul Gazi'nin 1188 yılında doğduğu rivayet edilse de doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Annesi Hayme Hatun'dur. Sungur Tekin, Gündoğdu ve Dündar adlarında üç kardeşi bulunmaktadır.
Rivayetlere göre Ertuğrul Gazi'nin babası, Mezar-ı Türk'te yatan Süleyman Şah'tır. Rivayet diyorum çünkü tarihçiler bu konuda hemfikir değildir. Süleyman Şah, Osmanlıları Anadolu'ya getiren kişidir. Oğuzların 24 boyundan biri olan Kayı Boyu'nun en önemli isimlerinden biri olan Kaya Alp'in oğludur. 1227'ye kadar yaşadığı rivayet edilir. Süleyman Şah, Fırat Nehri üzerinden Caber'e giderken boğularak şehit düşmüştür. Öldükten sonra, bugün sınırlarımız dışında kalan tek Türk toprağı olan, Süleyman Şah Türbesi'ne gömülmüştür. Bu türbe DEAŞ tehlikesine karşı Suriye topraklarındaki yeni yerine taşınmıştır.
Malumdur ki tarihçilerin bir kısmı Ertuğrul Gazi'nin babası olarak Gündüz Alp'i işaret ederler. Günümüz tarihçilerinden Halil İnalcık, İlber Ortaylı ve Yavuz Bahadıroğlu da bu görüştedir. Osmanlı erken dönem kaynaklarından olan Ahmedî(ö. 1412), Karamanî Mehmed Paşa(ö. 1481), Enverî(ö. 16. yüzyıl) ve Ruhî(ö. 1522) Ertuğrul Gazi’nin babasını Gök Alp’in oğlu Gündüz Alp olarak verir. Aşıkpaşazâde(ö. 1484), Oruç Bey(ö. 16. yüzyıl) ve Neşrî(ö. 1520) ise Ertuğrul Gazi'nin babasını Kaya Alp’in oğlu Süleyman Şah olarak verirler.
Kadının Dev(let)leştiği Güçlü Bir Portre: Ertuğrul Gazi'nin Annesi Hayme Ana...
Rivayetler odur ki Ertuğrul Gazi'nin annesi Hayme Ana, Süleyman Şah'ın eşidir. Kocasının ölümünden sonra Kayı Boyu'nun başına geçerek "Devlet Ana" lakabını almıştır. Ölene kadar obasının başında kalmıştır. Hayme Ana devlet evinin sarsılmaz direğidir. Kardeşleriyle ihtilâfa düştüğünde oğlu Ertuğrul'un yanında durmuş ve onu desteklemiştir. Hayme Ana, Yunus Emre gibi Anadolu’nun paylaşamadığı muteber ve müstesna bir simadır. Ankara'nın Haymana ilçesinde makamı vardır. İlçenin adı da ondan gelmektedir.
Hayme Ana'nın II. Abdülhamit tarafından yaptırılan türbesi Kütahya'nın Domaniç ilçesindedir. O, Osmanlı tarihinde, kendisine müstakil türbe yapılan ilk kadındır. Buraya aynı zamanda Hayme Ana'nın heykeli de dikilmiştir. Günümüzde Kütahya Domaniç’te hâlâ Eylül ayının ilk pazar günü, geleneksel olarak ‘‘Hayme Ana’yı Anma ve Göç Şöleni” düzenlenmektedir. Şölenlerde Domaniç yaylasından Söğüt’e göç yeniden canlandırılmaktadır. Yine Eylül ayının ikinci haftasında Bilecik’in Söğüt ilçesinde “Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Şenlikleri/Yörük Bayramı” düzenlenerek Ertuğrul Gazi yâd edilmektedir.
"Tarihi an'aneye göre hükümdar çıkaran beş Oğuz boyundan biri olan Kayılar'a mensup Ertuğrul Gazi'nin ataları, Anadolu'nun ilk fethi sırasında Sultan Tuğrul Bey ve Alparslan'ın emirlerinin maiyetinde olarak önce Ahlat bölgesine gelmişler ve buradan Anadolu'ya yapı¬lan gaza ve fütuhat hareketlerine katılmışlar. Daha sonra Ahlat emirlerine bağ¬lanıp onların maiyetinde Gürcülere ve Trabzon Rum İmparatorluğu'na karşı savaşmışlardı. XIII. yüzyıl başlarında Ahlat'ın Eyyübiler'in eline geçmesi ve ardından Moğollar'ın Ahlat bölgesini istilası üzerine Mardin'e gelerek kendileri gibi Kayı boyuna mensup bulunan Artukoğulları'na bağlandılar. Burada bir müddet kaldıkları anlaşılan Gündüz Alp ve beraberindeki Türkmenler, Moğollar'ın Mardin ve çevresini yağmalaması sonucunda bu bölgeden de ayrılarak Anadolu içlerine doğru hareket ettiler."(1)
Tarihin Gidişatını Değiştiren Yiğit Bir Türkmen Beyi: Ertuğrul Gazi...
Yine rivayetlere göre Süleyman Şah'ın dört oğlundan biri olan Ertuğrul Gazi, Osmanlı'nın en önemli manevî şahsiyetlerinden sayılır. Süleyman Şah ölünce boy içerisinde kavgalar baş göstermiştir. Ertuğrul'un kardeşleri Gündoğdu ve Sungur Tekin, Orta Asya'ya göç etmiş, o diğer kardeşi Dündar'la Anadolu'da kalarak Selçuklu saflarında Moğollara karşı savaşmıştır. Böylelikle de Anadolu'yu Bizans ve diğer tehlikelere karşı korumuştur.
Yiğit bir Türkmen Beyi olan Ertuğrul Gazi, Söğüt ve çevresine yerleştikten sonra Bizans sınırı boylarında bulunan diğer uç beyleriyle birlikte mücadeleyi sürdürdüğü gibi komşu Rum beyleriyle (tekfurlar) dostluk kurmaya da çalıştı. Söğüt' e yerleşmiş olan Kayı aşireti her geçen gün biraz daha büyüyerek kuvvetlendi. Ertuğrul Gazi yaşlanınca Kayı aşiretinin idaresini oğlu Osman Bey'e bıraktı¬. Daha sonra 1281(veya 1282) senesinde 90 yaşlarında Bilecik'in Söğüt ilçesinde vefat etti. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
Ertuğrul Gazi cömert, şefkatli, dirayetli, sebatkâr, vakarlı, ilkeli, dürüst, fedakâr, adil, merhametli, açık yürekli, samimi, sabırlı, ileri görüşlü, faziletli ve hayırsever bir insandı.
Bu tarihî şahsiyetlerden bahsedip de Osmanlı'nın manevî sultanlarından birisi olan Şeyh Edebali'yi unutmamak gerekir. Şeyh Edebali Hazretleri, Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna "manevi destek" veren bir büyük şahsiyettir. Mezarı Bilecik'tedir. Kendisi, büyük bir İslâm âlimidir. Gönül ehli bir Allah dostudur. Rivayetlere göre 120 yıl gibi uzun bir ömür sürmüştür. Bilecik'te vefat etmiştir. Rivayetlere göre Ertuğrul Gazi'nin, oğlu Osman Gazi'ye vasiyeti şöyledir: "Ey oğul!.. Beni kır ama Şeyh Edebali'yi kırma... Bana karşı gel, ona asla... O, bizim boyumuzun ışığıdır!" Bu vasiyet onun Edebali'ye verdiği kıymeti göstermektedir.
Öte yandan Ertuğrul Gazi'ye dair şöyle de bir hikâye anlatılır: "Ertuğrul Gazi, bir gece âlimlerden birinin evine misafir olmuştu. Oturup sohbet ettiler. Ve yatma vakti geldi. Ev sahibi "Hayırlı geceler!" dedi ve ayrıldı odadan. Ertuğrul Gazi tam yatacaktı ki kıble duvarında, işlemeli bir kılıf içinde Kur'ân-ı Kerim'in asılı olduğunu gördü. Ve edebinden o gece yatamadı. Allah kelâmına olan saygısından dolayı o geceyi diz üstü oturarak geçirdi. Ve hiç uyumadı... Ancak sabaha karşı içi geçti bir ara. Ve kısa bir rüya gördü. Rüyasında, gaipten: 'Ey Ertuğrul!.. Sen benim kelâmıma hürmet ettin... Ben de senin evlâdına bir 'ulu devlet' ihsan ederim ki kıyamete kadar yeryüzünde devam eder' denildi kendisine. Osmanlı Devletinin bu kadar uzun bir ömür sürmesini bu kutlu rüyaya dayandıranlar vardır.
Zamanın Yekpare Bir Ân'a Dönüştüğü Yer: Ertuğrul Gazi Türbesi...
Dünyaya adalet dağıtan Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi'nin muhterem babası olan Ertuğrul Gazi'nin türbesi Bilecik iline bağlı Söğüt ilçesinin bir kilometre doğusunda Söğüt-Bilecik yolu üzerinde bulunmaktadır. Kayı aşiretine mensup olanlar ve özellikle Karakeçili aşireti, Ertuğrul Gazi'nin ölümünden sonra onun türbesini manevî bir ziyaret yeri hâline getirmişler ve yıllarca burayı ziyaret ederek şölenler tertiplemiş, cirit, güreş gibi millî oyunlarla atalarını anmışlardır. Ertuğrul Gazi'nin türbesi bugün de aynı şekilde ziyaret edilmekte ve Söğüt'te her yıl Ertuğrul Gazi'yi anma şenlikleri düzenlenmektedir.
"Ertuğrul Gazi'nin ölümünün ardından Osman Bey, öncelikle babasının türbesini Bilecik'in Söğüt ilçesinde açık bir mezar olarak yaptırmıştır. Sonraları I. Mehmet Çelebi tarafından türbe haline getirilmiştir. Sultan III. Mustafa döneminde 1757 yılında, yeniden yapılırcasına onarılmış ve ilk yapılıştaki hâli tamamen değiştirilmiştir. 1886 yılında II. Abdülhamit tarafından yeniden onarılmış bir de yan tarafına çeşme eklenmiştir.
Ertuğrul Gazi Türbesi altıgen planlı, üzeri kubbe örtülü olmakla beraber, dikdörtgen bir giriş sonrası içeriye ulaşılmaktadır. Girişin yanlarında ikişer pencere bulunmaktadır. Türbenin duvarları bir sıra taş ve iki sıra tuğla şeklinde örülmüştür. Sandukanın yer aldığı, türbenin içindeki batı ve güneydoğu duvarlarına dikdörtgen pencereler açılmıştır. Ayrıca, onarımlar esnasında türbenin giriş kapısı yanında bir kitabe yer almaktadır. Daha sonra, türbenin ikinci kez onarımını yaptıran II. Abdülhamit, babası Abdülmecit adına ikinci bir kitabe yaptırmıştır. Bahçede, türbenin doğusunda Ertuğrul Gazi'nin eşi Halime Hatun'un, batısında kardeşi Dündar Bey ile oğullarından Savcı Bey'in kabirleri, altı metre kadar ötesinde de Bursa'nın fethinden (1326) sonra vasiyeti gereği naaşı bu şehre nakledilen Osman Gazi'nin makam- kabri yer alır. Bunlardan başka, 1970'1i yıllarda türbenin önünde bulunan alana tarihteki Türk devletlerinin kurucularına ait büstler yerleştirilmiştir. II. Abdülhamid onarımı sırasında türbenin yakınına ziyaretçiler için misafirhane niteliğinde bir han ile bir imarethane
inşa edilmiş, ancak bu yapılar günümüze ulaşmamıştır."(2)
Osmanlının Uzun Ömrünün Sırrı: "İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın"
Osmanlı devletinin altı asır boyunca güçlü bir şekilde ayakta kalması, onun mazlumlara karşı şefkatli, zalimlere karşı sert ve dirayetli olmasından kaynaklanmaktadır. Ne zamanki bu hasletler yok olmaya başlamış, işte o zaman maddî ve manevî çözülme kendini göstermiştir. Onun içindir ki Osmanlı'nın maneviyat hamurunu yoğuran Şeyh Edebali'nin dile getirdiği "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" düsturunu bütün zamanlarda çok önemsiyoruz.
Son söz kelimelere ruh üfleyen merhum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu şairimize düşer: "Gazi alperenler işe koyulun/Gayrı söze vakit az verilmeli/Bidevi atlara rüzgârca soluk/Ve yıldırımlarca hız verilmeli//Şanlı kitap önderimiz kılındı/İman sancak gönderimiz kılındı/İklim-i Rum, minderiniz kılındı/Ol mindere kavi diz verilmeli// Barak Baba,Sarı Saltuk orada,/Hacı Bektaş Veli,Taptuk orada,/Bir mübarek vatan yaptık orada,//Ki, bir can dilerse bin verilmeli//Töre, nizam, yol ve yordam her kula/Usul, erkan,edep, erdem her kula,/Yirmi dört saatte her dem her kula,/Allah'ın buyruğu uz verilmeli//İnatla girmeyin soy sop faslına/Kurtsa kurt itse it döner aslına/Rum ülkelerinde Oğuz nesline /Peygamber kavlince öz verilmeli//İçinde olanlar bir nebze iman/Gönlünü mazluma eder süt liman/Halkı ayırmadan kafir Müslüman/Açsa aş,açıksa bez verilmeli//Bu kılıçlar iller fethi içindir/Bu kitaplar diller fethi içindir/Türküler gönüller fethi içindir/Cümle ozanlara saz verilmeli."
Bilinmelidir ki milenyum denilen bu çağda barut fıçısına dönüşmüş dünyaya sulh ve selâmet yine Osmanlının gönül coğrafyasından gelecektir. Yunusların, Mevlânaların, Hacı Bektaş-ı Velilerin, Hacı Bayram Velilerin, Somuncu Babaların ve Aziz Mahmud Hüdayilerin gönül diliyle konuşursak her yer ve her şey güllük gülistanlık olacaktır. Selâm olsun o günlere. Selâm olsun o tatlı dillere. Selâm olsun zamanı güzelleştirenlere. Selâm olsun.
Dipnot: 1-2) TDV İslâm Ansiklopedisi, Ertuğrul Gazi Camii ve Türbesi, M. Bahar Tanman
Nihat Malkoç
Kayıt Tarihi : 29.6.2023 15:23:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Nihat Malkoç](https://www.antoloji.com/i/siir/2023/06/29/gecmisten-bugune-osmanli-padisahlari.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!