Hayâl
Bir tarafı deniz diğer tarafı orman ile çevrili küçük bir sahil kasabasındayız. Ahşap, sevimli, küçük bir kulubenin içinde, doğa ile başbaşa.
Fazla eşya yok. Eski bir kilim, bir koltuk, 2 sandalye, bir tahta masa ve bir yatak. Haa bir de ocak (şömine) . O kadar sıcakk ve bunaltıcı bir hava varki, nefes almakta zorlanıyoruz. Güneş, tepeden yakıcı ve boğucu bir ısı yayıyor. Deniz, muhteşem güzellikte ışıl, ışıl parlıyor. Fakat o sıcakta, suya girmek iyi bir fikir gibi gelmiyor. Ormanda yürüş yapmaya karar veriyoruz. Çevrede başka bir ev yok. Biraz kasabanın dışında, tenha bir yer burası. Üzerimizde şortlar, tişörtler, ayaklarımızda sandaletler, ellerimizde birer pet şişe su, olduğu halde yürümeye başlıyoruz. Adeta bir keşfe çıkıyoruz. Çılgınca geliyor sonradan bu fikir, ormanın içinde bile rehavet var. Canımız hiç bir şey yapmak istemiyor. Bir şey dışında. sıcaktan yapış yapış olmuş tenlerimiz. Serinlemek istiyoruz. Yakında, bir şelale olduğunu farkedip, oraya doğru yürüyoruz. Biraz uzak ama..
-buna değer değil mi?
O bunaltıcı hava da, dışarıda büyük bir sessizlik hakim. Hayvanlar bile sus pus olmuş. Tek bir yaprak kımıldamıyor. Sadece, şelaleden akan suyun, huzur veren sesi var. Gözlerimiz parlıyor bir an. Ve hemen üzerimizdekileri çıkarmadan suyun altına giriyoruz.
-oh be! Dünya varmış.
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
Azıcık okşasam sanki çocuktular
Biraksam korkudan gözleri sislenir.
Ne kadınlar gördüm zaten yoktular