S3
GAZETE
YAZARIN KISA ÖZGEÇMİŞİ
Nazmi Öner 1946 yılında Burdur’un Bucak İlçesine bağlı Seydiköy’ünde doğdu. Seydiköy İlkokulu ve Isparta Gönen İlköğretmen Okulunu bitirdikten sonra, 1964 yılında Erzurum Karayazı’ya bağlı Yücelik (Zorova) Köyü İlkokulunda öğretmenliğe başladı.
Erzurum’dan sonra öğretmenlik hayatı: Afyon, Burdur, Giresun ve Konya’da, İlkokul Öğretmeni, Sosyal Bilgiler ve Tarih Öğretmeni olarak otuz yıl devam etti.
Aralıksız on beş sene çalıştığı Burdur Cumhuriyet Lisesinden 1993 Yılı sonunda emekli olduktan sonra, beş yıl da özel dershanelerde tarih öğretmeni olarak çalıştı.
1998’de üç ay Avustralya’da kaldıktan sonra, öğretmenlik yaşamını noktalayarak; altı sene de Çıralı’da bulunan, kendisine ait Likya Pansiyonu çalıştırdı.
2006 yılında önce öğrencilik ve ilk gençlik yıllarına ait şiirlerini
İçeren ”Yalnızlık, Gece ve Karlar” sonra da “Dünya Yaşanası Bir Yer Değil” adlı şiir kitapları Gündüz Kitabevi tarafından yayınlandı.
“Tarihin Tanımı”; “Gazete”; ”Kültüre Eleştirel Bakış” ve “Amsterdam Şiir Gibi Şehir” adlı şiir kitapları ise Antoloji.Com sitesinde yayınlanmıştır.
“Seydiköy” yakın tarihte yöresel bir araştırma ve inceleme kitabı olduğu kadar, yazarın köyüne ilişkin anılarını, sosyal yaşamı ve kısmen yöre folklorunu da kapsamaktadır.
Antalya’nın yerel gazetelerinden Hürses’in ve ulusal bazda yayın yapan kenthaber.com’un köşe yazarı olan Nazmi Öner, evli ve iki çocuk babası olup Antalya’da yaşamaktadır.
07
GAZETEYİ NİYE YAZDIM (ÖNSÖZ)
Emekli olup da tarih yazmayı ve resim yapmayı düşlerken, nasıl bir tarih yazacağım hakkında fazlaca kafa yormamıştım. Ama zamanı gelip de iş başa düşünce, doğrusu kafam çok karıştı.
Çünkü yazacağım tarihin tarzı, biçimi ve anlatım özelliklerini, mevcut tarih anlayışıyla benzerlik ve farklılıklarını, felsefi yaklaşımlarını hiç düşünmeden, yılardır sadece, belge toplamış olduğumu fark ettim.
Ve toplarken bir gazete kupürü ya da bir sayfa diye önemsemediğim, hatta azımsadığım belgelerin, otuz beş senede evin gözden uzak kullanılmayan tüm dolaplarını ve eski valizleri doldurmuş olduğunu hayretle gördüm. Bu kadar belgeyi nasıl okuyacaktım ve beş buçuk numara gözlük ile bunları nasıl tasnif edeceğim ve bel fıtığı ile günlerce aylarca bilgisayar karşısında nasıl çalışacağım? Bu durum bir anda gözümü korkuttu.
Yaşadığım elli yıllık dönemin (1950-2000 arasının) tüm olaylarını belgelere dayalı ve ortalama 5000 sayfa olarak, ayrıntılı biçimde yazma düşüncesi, gözümde büyüdükçe büyüdü.
Ayrıca bu gözlerle ve bel fıtığı ile, yirmi beş yıl ara verdiğim resim çalışmalarına geri dönmenin de çok zor olduğunu, her şey için epeyce geç kalmış olduğumu fark ederek hayıflandım. Keşke elli yaşlarında bunlara başlayabilseydim şeklideki pişmanlık duyguları arasında birden şiir aklıma geldi. Otuz beş yıl aradan sonra, son bir yıldır şiir yazmaya başlamış, hatta iki şiir kitabı da hazırlamıştım. Acaba tarih olayları, manzum bir anlatımla nasıl olurdu?
Tarihe bakış, anlayış ve tarz konularında ise hala kafam karışıktı. Çünkü otuz beş yıllık öğretmenlik hayatımda, tarihi sevenler kadar sevmeyenlerle de karşılaşmış ve sevmeyenleri de anlayışla karşılamıştım. Çünkü mevcut haliyle tarih, sevimsiz olmanın da ötesinde, itici bile gelebiliyordu insanlara. Bu yüzden sevenlerin bazıları için daha çok üzülüyordum. Çünkü onların çoğunluğunu büyüleyen nokta, tarihi gerçeklerden ve bilimsel sonuçlardan çok, hamaset, dolduruş ve popülizmdi.
Tarih insanlık hafızası olarak ve insanlığın hatalarından ders alarak, geleceğe daha az hata ile sağlıklı ve bilinçli yürümesine olanak sağlayacak yerde, tam tersi bir işlev için kullanılıyordu. Tarih hamaset, tarih çıkar aracı, tarih rekabet, tarih milliyetçiliğin bileyi taşıydı.
08
Oysa sevmeyenlerin sevebileceği, sevenlerin doğru yönlendirilebileceği gerçekçi, barışçı ve faydalı bir tarih anlayışına gereksinim olduğunu düşünüyor ve eğer farklı ve faydalı bir şeyler yazabileceksem girişmeliyim bu işe diyordum. Yoksa hiçbir işe yaramayacaksa, kendi kendime işkence etmiş olacağımı düşünüyordum. Yani tarihe farklı yaklaşımlar arayışındaydım.
Yazım tarzı olarak şiiri seçerken, bunun bana sağlayacağı yazım kolaylığı ve farklı bir anlatım biçimi olması kadar; hamaset ve ideolojinin tarihten çıkarılmasıyla oluşacak duygusal boşluğu, şiirle doldurmayı düşünmediğimi de söyleyemem doğrusu.
Ayrıca düz yazıyla uzun ve masalımsı bir sıkıcılığa dönüşen tarihin, şiirle kısa, öz ve etkileyici sonuçlara dönüştürülebileceğini ve şiirin tarihi daha sevimli kılabileceğini de düşündüm.Yani türün şiir olması farklılık kadar faydayı ve kolaylığı da içermekteydi. Çünkü şiirde beyin faaliyeti artarken, bedensel faaliyet azalıyordu.
Sonra bir anda yeni bir şey keşfetmiş gibi, tarihin: insanların ve halkların tarihi olmadığını fark ettim. Çünkü okuduğumuz tarihlerde halkın, sıradan insanların ne yaptığı ve nasıl yaşadığına dair bilgiler yok denilecek kadar azdı. Tarih devletlerin, liderlerin, kahramanların, komutanların yönetenlerin ve onların ilişki içinde olduğu kesimlerin tarihi gibiydi.
Örneğin kendi köyümün tarihçesini araştırırken baba oğul her ikisinin de aynı savaş ve aynı cephede aynı yıl öldüğünü saptadım. Ve dahası aynı aileden aynı biçimde üç-dört kişinin öldüğü aileler de vardı. Bunların öldüğü cephelerde savaşın tüm ayrıntıları bilinmesine karşın, köyde üç-dört çocukla beş parasız kalan kadınlar, nasıl yaşamıştır sorusunun yanıtı yoktu tarihlerde.
İşin cephe tarafı, canımız feda olsun vatana boyutuydu belki, ama bunun bir de geride kalanlar ve cephe gerisi boyutunun olması gerekliliği, benim tarih anlayışımda etkili oldu diyebilirim.
Yani savaşanların dışında kalan halk ne yapmıştır, nasıl yaşamıştır, onların savaşı, cephedekinden daha mı kolaydı; yoksa savaşın asıl kıyımı, cephe gerisinde mi yaşandı ve savaşların tarihi insanların tarihini ne kadar yansıtıyordu?
Sordum köyün yaşlılarına; kimi kadın üç çocukla tek oda bir barakada; kimi iki çocukla üçüncüsü karnında bir çadırda, kimi babasının çadırında, bir yorgan bir şilte, odsuz ocaksız ve üç günlük yiyeceksiz kalmış dediler.
09
Sonra dedim: sonrası kadınların bitmez tükenmez çilesi, keçi beslemesi, tarla sürmesi, ama üretilenin yetmemesi, kış günü kar altında buz gibi çadırda kendi başına doğum yapması, çocukların analarının gözleri önünde eriyip gitmesi, bin bir zorluk, güçlük ve yokluk içinde yetiştirebildiğini, on beş yaşına gelince jandarmanın alıp askere götürmesi. Oysa gidişinin ikinci yılında gelmişti kocasının yanık kağıdı.* Büyük oğlununki ise üç ay sonraydı; dediler.
Ama bunların hiç birisi de tarihlerde yoktu. Yönetenler, askerler ve onlarla ilişkisi olan üst kesimlerin dışında kalan büyük çoğunluk, o denli tarihin dışında kalmışlardı ki; onlarla ilgili her hangi bir özel bilgiye ulaşmanın olanaksızlığını hemen fark ettim.
Bu yüzden bunları yazmanın ne denli zor bir iş olduğunu bile, bile, halkın ve yönetilen sıradan insanların tarihini yazmanın, farklı ve faydalı bir uğraş olacağına karar verdim.
Bazı tarih kitaplarında halkla ilgili olarak: ”O sırada halk çok sıkıntı çekti” biçimindeki bin yıl öncesi için de, bir yıl sonrası için de söylenebilen genel yargılar ise, hemen her dönem için benzer genellemeler olmanın ötesinde bir anlam taşımıyordu.
Farklılıklardan birisi de, tarihi yazarken olaylara; doğal çevre, dostluk, barış ve sevgi pencerelerinden de bakılsın istiyordum. Bu yüzden savaşları anlatırken yaratılan zafer sarhoşluğu yerine, zaferler kazanmak uğruna öldürülen insanlar ve yakılıp yıkılar eserler, tahrip edilen doğa ve insanlığın mutsuzluğu ön plana çıkarılmalı diyordum. Ama şu anda yaşadığımız dünyada insanlar para, çıkar ve BEN duygusuna o denli yönlendirilmişlerdi ki; itiraf edeyim, kendimi de bu duygulardan arındırmakta zorlanıyorum.
Üstünde büyük bir önem ve özenle durduğum konulardan birisi de, dünyanın sınırlarla parçalanıp, devletlere bölünerek birbirine düşman edilmesi ve devletlerin tüm varlık ve enerjilerini bir birlerini yok etmek uğruna kullanmalarının anlamsızlığını ortaya koymak, ya da ortada duran bu gerçeği artık insanlığın görme zamanının geldiğine dikkat çekmek istiyordum.
Artık günümüzde Dünyanın tek bir devlet olarak daha iyi yönetilebileceğini, insanlığın bin bir güçlükle çalışıp elde ettiği milli hasılaların en az yarısının, savaşlara ve savunma harcamalarına gittiğini, sonuçta insanlığın varlık nedeninin, sanki başka insanları yok etmek amacına indirgendiğini açıklamaya, ispatlamaya, kavratmaya çalışmalıyım diye düşünüyordum.
*Yanık kağıdı: Cephedeki askerin ailesine, devletten gelen yazılı kağıdın bir köşesi yanıksa, asker ölmüş demektir.
10
Bu konuda yalnız olmadığımı da biliyordum. Sınırsız ve tek bir dünya arzusu, yüz yıllardır yüz milyonların, milyarların hayaliydi aslında, ama gerçekleşebileceğine inanmıyordu kimse. Dünyanın büyüklüğü ve bu büyüklükte bir devlet, gözünü korkutuyordu herkesin ve çok ütopik bulunuyordu bu düşünce. Oysa şimdi dünya çok küçüldü, doğal engelleri kaldırdı teknoloji ve kalan tek engel insanın kendisi.
Bu düşüncelerle, dünya ve insanlık tarihinin ilk yıllarında, yani yazının icadından önceki dönemlerde; devlet, lider ve kahraman olmadığı için, mevcut genel bilgileri özele uygulamak daha kolay olduğundan, tarih çağlarına dek olan bölümü istediğim tarzda ve “TARİHİN TANIMI” adıyla bir kitap haline getirmekte fazla zorlanmadım.
Neden bir günlük tarih?
TARİHİN TANIMI’nı tamamlayınca; “Bundan sonrası nasıl olacak? ” sorusuna yanıt ararken ve çeşitli tarih anlayış ve arayışları içinde bocalayıp dururken; 14 Aralık 2005 Çarşamba günü okumakta olduğum gazetenin de aslında bir günlük tarih olduğunu fark ettim.
Tarihte olaylar bin yıllar, yüz yıllar, çağlar ve dönemler biçiminde büyük zaman dilimleri olarak ele alınıyor ve yapılan açıklamalarla, bu genellemeler doğrulanmaya çalışılıyordu. Bu yaklaşımda parçalar çok büyük olduğundan, birey anlamında sıradan insana ulaşma olanağı yoktu.
İşte bir günlük tarihin bu boşluğu doldurabileceğini ve hem de toplumun her kesimi, her sorunu ve her durumu hakkında net açık ve doyurucu bilgiler verebileceğini fark etmekte gecikmedim. Örneğin on yıllık aralıklarla bir günlük ayrıntılı tarihler olsaydı, o dönemlerin toplum yapısı, sosyal sınıfları ve bunların sorunları hakkında daha sağlıklı bilgilere ulaşılabilirdi diye düşündüm.
Çünkü gazete ülkede bulunan her şeyin ve herkesin tarihiydi. Orada köylü tarımsal sorunları, varoş kentsel sorunları, işsiz çaresiz durumları, kadın çilesi, acıları ya da uçuk sosyetik arzuları ile ve zengin zenginliği yoksul yoksulluğu ile bir günlük tarihin içinde yerini almaktaydı.
Ayrıca devlet, asker, sermaye ve siyasette bunların üstünde bağdaş kurup oturmaktaydı. Spordan magazine, haberden paparazziye, namus cinayetlerinden, kapkaç dehşetine, sanattan kültüre ve kültürsüzlüğe, cehalete kadar her şey gazetede vardı.
11
Ve gazete her haliyle tüm ülkenin, tüm milletin ve özetle tüm dünyanın bir günlük gerçek tarihi idi.
Doğaldır ki burada ilk akla gelen itiraz noktası sürenin çok kısa bir zaman dilimine hitap ediyor olmasıydı. Çünkü tarih geniş zaman dilimlerinin özeti gibidir. Ama düşününce bunun doğru olmadığını anlamakta gecikmedim.
Çünkü gazetedeki haber ve yorumların o günle sınırlı olmadığını, tüm 2005 yılı hakkında net bilgilere ulaşılabildiği gibi, son beş yıla ve giderek daralan bir perspektiften daha uzun yıllara da ışık tuttuğunu gördükten sonra, keşke Lale devrinden, Nizam-ı Cedit Döneminden, Tanzimat Döneminden de birer günlük tarihler olsaydı, diye düşündüm.
Biliyorsunuz coğrafyada bir ülkenin, bir bölgenin jeomorfolojik durumunu çok değişik yol ve yöntemlerle açıklamak olanaklıdır. Örneğin, normal haritalar, izohipsler, renkler, şekiller, kabartma ve taramalar gibi. Ama bazen bunların hiç birisi bir kesit kadar iyi fikir veremeyebilir. Örneğin; Sinop-Mersin arasından alınacak bir Anadolu kesitinde, Karadeniz Dağlarıyla Toros’ların arasında kalan İç Anadolu çukurluğu, kesitte bir çanak gibi ortaya çıkar.
İşte 14 Aralık 2005 tarihli gazete de, Türkiye’nin sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel bir kesiti gibiydi. Nasıl ki bazı şeyler grafik yoluyla, bazıları da renklerle, sayılarla iyi anlaşılabilir ve anlatılabilir ise, kesitten de daha net olarak görebileceğimiz pek çok şey olduğunu gördüm. Bu yüzden bir günlük tarihi yazmak bana pek çok yönüyle önemli ve ilginç geldi.
Gazeteyi bir kitap haline getirmem üç ay sürdü. Üç ayın sonrasında ortaya çıkan tablo, hem kesit anlamında, hem parça ve hem de olayın bütününe bakış açısından yukarıdaki düşüncelerimi doğruladı.
Yani 14 Aralık yerine, 14 Mart’ın Gazetesini veya ülke genelinde yayınlanan başka herhangi bir günlük gazeteyi kitaplaştırsaydım, arada fazla bir fark olmayacağını gördüm.
Çünkü Türkiye’de gündem aynı, yöntem aynı, kavgalar, sorunlar, kaygılar, konular aynıydı. Yani bir günlük bir kesitten üç ay önceye de, üç ay sonraya da ulaşma olanağı vardı.
Örneğin 14 Aralık gününe damgasını vuran olay: Van Cumhuriyet Savcısının imzasız bir dilekçeden hareketle hazırladığı, 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkını suçlayan dosya ve rektörün yargılanmasıydı.
12
Üç ay sonra 14 Mart’ta da, aynı savcının Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt hakkında hazırladığı dosya gündeme oturmuştu. İsimlerin dışında bir fark yoktu. Amaç aynı, taraflar aynı, tepkiler aynı.
Uygulanan taktik; sahnede bir oyun sergileyip, tüm dikkatler oyuna çevrilince, sahne arkasından hedeflere doğru yol alma, ya da bir şeyleri karartma, gözden kaçırma taktiğiydi sanki.
Aşkın ve Büyükanıt olaylarının her ikisinde de, hedef kurumlar hakkında, beyinlerde soru işaretleri oluşturmak kadar, gereksiz, içeriksiz, boş tartışmalarla gündemi saptırmak, halkı oyalamak, göz boyamak ve kimilerini ötekileştirerek sorumluluğu başkalarına yıkma taktiği sırıtıp duruyordu.
Doymaz, bıkmaz, usanmaz, gem almaz bir BEN duygusunun peşinde işinize gelen her şeyi kutsallaştırırken, işinize gelmeyen kutsalları yıpratıp yıkarak, sorumluluğu işinize gelen yerde devlete sisteme, işinize gelmeyen yerde devlet cansız bir kurum deyip rakibe, yönetene yıkacaksınız, yani üç ay önceki oyunu tekrar sahneye koyacaksınız.
Ve bu sahneler yıllarca yinelenip duracak. Zaman akacak ve bu ülke, insanlarıyla birlikte yerinde sayacak; zamanın dışında tutulmaya çalışılacaktı.
Çünkü bu durum, değil son üç ayın, üç yılın: son üç yüz yılın değişmez taktiğiydi. Ülkeyi saran fasit bir daireydi. Siyasiler, tarihsiz ve talihsiz bir hamaset kavgasının içindeydi. Ortaya konan her şey, boş tartışmalara açık, şarklı bir kurnazlık içermekteydi.
Yine 14 Aralık’ın manşet haberi “sitede linç” ile 13 Mart’ın manşeti “Uçak mühendisini arabasını almak için, diri diri gömdüler” haberlerini yan yana koysanız, farklı neler yazabilirsiniz ki.
Her ikisinde de kin, nefret ve öfkeyle yüklü bir gözü dönmüşlük sarmış toplumu ve herkes öfkesini, kinini, nefretini kusacak yer arıyor.
Adeta, Osmanlıdaki yeniçeri isyanlarını başlatan “Urun ha! ” komutunu bekliyor herkes. Komut gelince de niye, niçin ve kime vurduğunu düşünmek, linç gerçekleştikten sonra aklına geliyor insanların. İşte her iki olayda da ve hatta her günkü olaylarda da aynı vahşet, aynı cehalet, aynı dehşet ve canilerin teşvikçisi işlemeyen bir adalet.
13
Öte yandan 14 Aralıktaki PKK kıpırdanışları, 14 Mart’ta bir çok yerde eyleme dönüşerek ülkeyi bir nevruz korkusu kaplamıştı. Ama otuz senedir olduğu gibi hala soruna adı bile konulamamış ve hala sorunun adı tartışılıyor, kim ne zaman çözüm yönünde önemli sayılabilecek bir girişimde bulunsa, girişimi göz ardı edebilmek için kullandığı cümlenin öznesi, yüklemi, tümleçleri üzerinde fırtınalar kopartılarak, virgülün yerinden niyetlerin saptanmasına çalışılıyordu.
Üstelik sıradan sade vatandaş konumundaki Türkler ve Kürtlerin ne düşündüğünü merak eden de yoktu. Çatışma taraftarları gerilimi tırmandırmaya çalışırken, bunu yatıştırması gerekenler, çözüm mevkiindekiler adeta çözümsüzlüğe kilitlenmişlerdi.
Oysa aklı başında herkesin kolayca görebileceği gibi çatışmanın, bölünmenin ve ayrılmanın hiçbir kimseye hiçbir yararının olmadığı ortadaydı. Anadolu kardeşliğini koruyarak, dünya kardeşliğine doğru yürümek gereği açık ve yadsınamaz bir gerçeklikti.
14 Aralık’ın alt kimlik-üst kimlik, imam hatip, başörtüsü, içki yasağı ve ülkenin her yerinden çeteler fışkırmasıyla ilgili haberleri de; değil son üç ayın, yıllar yılı gündemimizin değişmez konusu olarak Mart 2006’nın gazetelerinde de yerlerini ve önemlerini aynen korumaktaydı.
Artık “Bir konuşursam yer yerinden oynar” dönemleri geçmişti Türkiye’nin. Her şey o denli kanıksanmış ki; değil yeri yerinden oynatmak bir sinek vızıltısı kadar bile etkili olmuyordu artık olaylar.
Çünkü ülke, kaç kez Susurluk faciası yaşamış ve hiç birinden de hiçbir sonuç çıkmamış, bir ders alınamamıştı. Devletin elemanlarından oluşan Yüksekova çetesi de, yargı kararı ile aklanmış durumdaydı.
Oysa cürüm işlemek için teşekkül oluşturdukları, devletin araçları ile silah ve uyuşturucu ticareti yaptıkları, meskun mahalde patlayıcı kullandıkları, kişileri zorla gasp ettikleri, öldürdükleri suçlamalarıyla yargılanmışlardı.
Çetede bir kıdemli albay, bir binbaşı, iki yüzbaşı, bir astsubay, bir özel tim polisi, Belediye Başkanı, Et-balık kurumu müdürü ve şoförü, bir itirafçı ve üç korucu vardı. Yani neredeyse tüm yönetim kesimlerini içermekteydi. Fakat, demek ki bunlar ard-arda yaşanınca artık hayret edecek bir şey kalmamıştı ortada.
Kanıksama, hiçbir şeyin farkında olmadan ezberletilmiş bir yaşamı her gün tekrarlama, o denli kaplamış ki benliğimizi, yaşantımız; bir tavşanın içgüdüsel korkularıyla doğal ihtiyaçları arasında koşuşturması gibi, esrar ve sigara bağımlılığı gibi, faydasız, amaçsız bir bağımlılık haline gelmişti anlaşılan.
14 Aralık 2005 tarihli gazetede kanıksamanın başka bir türüne örnek olarak gösterdiğimiz “hapşırması bile yasak” haberini de, değil 14 Mart; her gün yaşadığımız olayların hemen hemen tamamında görmek mümkündü.
İşin ilginci: duyarak, bilerek, fark ederek bilinçli yaşamaktan, gün geçtikçe uzaklaşmakta olduğumuz ve her şeyin yaşantımızda, bir fon fark edilmezliğine büründüğü anlaşılıyordu.
Görüldüğü gibi on yıllık beş yıllık tarih dilimlerinden bir güne inmek olanaksızken bir günlük tarihten bir yıla ve daha uzun yıllara ulaşılabilme olanağı vardı.
Bu arada şunu da belirtmeliyim ki; bu kitabı yazarken tür, her ne kadar şiir olarak belirlenmişse de, bir edebiyat eseri yaratmaktan çok; işin tarih ve gazete boyutu ön planda tutulmuştur.
Bu yüzden herkesin okuyup anlayabileceği gazete yalınlığı, açıklık ve anlaşılırlığını esas alan bir üslup benimsedim. Amacım: bir günlük gazeteyi şiir kitabı haline getirirken, belki de Dünya’da bu alanda bir ilki gerçekleştirerek, bir tarih saptaması yapmak olduğundan işin edebi boyutunu ikinci derecede düşündüğümü belirtmekte yarar görüyorum.
Saygılarımla
Mart 2006
Nazmi Öner
PENCERE
Şu dünyada, yaşadığımız her gün
Zamana açılan bir pencere!
Ve bakar herkes her gün
Kendi penceresinden çevresine.
Sürekli esen bir rüzgardır zaman
Pencerelerden üstümüze
Lodos mu desem, hamsin mi desem
Sürüklenen yapraklar gibi insanlar önünde.
Ve bakar herkes penceresinden bir yerlere
Yakına, uzağa, yükseğe, yere…
Doğaya, düşüncelere ve birbirlerine.
Kimi de bakar at gözlükleriyle tek hedefe!
Fakat sınırlıdır herkesin gördükleri
Kendi penceresinin gösterdikleriyle.
Çünkü bakamayız penceremizden kendimize
Gözlerimiz çok keskin olsa bile.
Kimine de gerekmez, ne gözlük ne pencere
Hiçbir şey göremez açık alanda bile
Öylesine, laf olsun diye bakar her şeye
Yaşam alışılmış bir senaryodur ezberinde.
16
Oysa gazete, dışardan görür hepimizi
Rapor eder, geçen her günü tarihe
Her yöne penceresi olan bir gözlemevi
Bir toplama ve aktarma merkezidir gazete.
Ve hiçbir günün aynısı değildir
Ne öncesi ne ertesi ve daha ertesi de
Gün günün kardeşi olsa bile.
Alıp götürür günleri zaman rüzgarı…
Eğer unutulursa her günün
Yeni bir başlangıç olarak algılanması
Olasıdır toplumun kireçlenip yerinde sayması.
Bu yüzden gereklidir toplumların
Bazen durup bir aynaya bakması.
Toplumun aynasıdır gazete
Ve milyon yıllık insanlık tarihinin
Bir günlük yansımasıdır ömrümüze.
Ve zaman akıp giderken önümüzden sessizce
Hemen almalıyız alacağımızı
Beklemez ve bakmaz kimsenin keyfine.
Gelin bakalım şimdi hep birlikte
Gazetenin pencerelerinden gördüklerimize.
Türkiye’nin 14 Aralık 2005
Çarşamba gününden alınmış bir kesitine.
14 Aralık’tan alabileceklerimize
Ve bir günlük tarihimize.
15.12.2005 Ant. 'Gazete'den
Kayıt Tarihi : 22.12.2006 21:42:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!