...GARP CEPHESİ...(Düz Yazı)

Naime Erlaçin
955

ŞİİR


43

TAKİPÇİ

...GARP CEPHESİ...(Düz Yazı)

Edebiyatla politikanın buluştuğu ülkeye doğru bir gezintiye çıkalım bugün. Şair ve yazarın nerede durduğuna ve durması gerektiğine yakından bakalım. Hatta külleri eşeleyelim biraz…

Geçenlerde bir arkadaşım gençlik yıllarımı hatırlattı. Mektubunda beni kast ederek “Garp Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok” derken değişmediğimi söylemek istiyordu. Yaşayan her canlı gibi ben de değişiyordum elbette. Ancak aslım aynı kalıyordu. Temelim ve kilit taşlarım yerli yerinde durmakla beraber ben değişiyordum. Hepimiz için geçerlidir bu. Bazen iyiye ve güzele doğru değişir, dönüşüme uğrarız. Keşke daha sık değişebilsek! Özümüzü korurken daha hızlı gelişebilsek; içimizdeki “ben”leri çoğaltabilsek… Bir yandan yaşadığımız nesnel dünyadan sağlıklı beslenip, öte yandan onun yapı taşlarına yepyeni tanımlar getirerek, yaşamsal niteliklere azımsanmayacak bir katkıda bulunabilsek ne iyi olurdu…

Bu süreçte, pek çok unsurun yanı sıra okumanın büyük yararı olduğunu düşünüyorum. Özellikle genç yaşta okumaya başlamanın. Okuma alışkanlığı edinmenin ötesinde, okumayla bir derdi olmanın… Yaşamımın rotası böyle çizildiği ve sonra da aynı doğrultuda sürdürdüğüm için konuya bu pencereden bakıyor olabilirim pekâlâ. Yine de soruyorum kendime: Eğer Erich Maria Remarqué ‘ı bundan neredeyse yarım yüzyıl evvel tanımamış olsaydım, “Garp Cephesi” bana bir şey ifade eder miydi? Veya savaşa bakışım nasıl olurdu? Taraf tutar mıydım, suçlar mıydım, suçluluk duygusuna kapılır mıydım? İnsanlık için tahrip gücü fevkalade yüksek olan bu felaketi nasıl değerlendirirdim?

Planlı bir biçimde, hemen her şeyi okuyordum. Bir gün fark ettim ki savaşa ilişkin eserlerin pek çoğunda “taraf tutan-önyargılı” bir bakış açısı vardı. Okumaya başladığımda tarafsızsam bile, kitabı bitirdiğimde bir cephenin fanatik taraftarına dönüşüyordum. Yanlıştı bu! Üstelik de özgür düşünceyi kısıtlayan, yönlendiren bir yanlış… Remarqué ise taraf tutmuyor ve soruna insanoğlunun kalbindeki mercekten bakıyordu. Kimin kazanıp, kimin kaybettiği pek de önemli değildi. Kaybeden daima insandı çünkü. Henüz çok genç sayılabilecek yaştaki bireylerin çocukluklarını, ama aslında masumiyetlerini; yetişkinlerin ise geleceğe dönük umutlarını, düş ve hayallerini yitirişlerini belgeliyordu. Sadece belgelemekle kalmıyor, gelecek kuşaklar için vahşi bir ormanda adeta elleriyle yol açıyordu. Bense sadece okuyarak farkına varıyor, tarihsel gelişmeleri kendimce değerlendiriyor ve düşünüyordum.

(Okumak, zamanın hasadından geçerek bir değirmende una dönüşmeye benziyor. Kişisel unlar ise birbirinden oldukça farklı… Her birimiz, emeklerimiz doğrultusunda kendi unumuzu yoğurur ve sonra da düşünce hamurunun kıvamını tutturmaya çalışırız. Bazılarımız büyük olasılıkla yazar. Artık anlıyorum ki, niteliksiz bir unla girişilen bu eylemde hamur tutturulmuyor ne yazık ki… Ne de ekmek pişirilebiliyor…)

Okumak… Düşünmek… Yazmak Eylemi…

Bunlar birbirlerine sıkı sıkıya bağlıydılar. Müthiş bir okuma açlığı içerisindeydim. Okumazsam düşünemez; düşünmesem kendimi oluşturamaz ve yazamazdım. Hiç yaşamadığını, onun yerine hep okuduğunu söyleyen Jorge Luis Borges ‘e “kitabı ve körlüğü aynı anda bağışlayan” bir tanrının evreninde konuktuk ne de olsa… O halde bize verilmiş olan zamanı iyi değerlendirmek lazımdı. Yazarlar çağlar boyu söyleyerek (“söz”lenerek) ve düşüncenin söz”lenmesini sağlayarak anlatmışlardı bize. Söylerken araç olarak yazı ve dili kullanmışlardı. Müzisyen müziğini, ressam ise renkleri ve desenini... Tüm sanatçılar kendilerini ifade etmenin bir yolunu bulmuştu. Hepsi de önünde sonunda evrene gölgesini bırakmayı başardı. Böylece rengârenk, uzun-kısa, sivri-yumuşak, ağlayan-gülen, anlamlı-anlamsız bin bir çeşit düşünce düştü payımıza. Kimini aldık; kimini boşluğa savurup attık ama her zaman bir şeyleri seçip koynumuzda sakladık. Sonra da yazdık… Düşünceye “evet”; kayıtsız şartsız-sınırsız itaate ise “hayır” dedik mi peki? Herhangi bir düşüncenin peşinden körü körüne gitmek bizleri pekâlâ kısırlaştırabilirdi de, çünkü böyle durumlarda sanatçı bizim yerimize karar vermiş oluyordu. Sorgulamaksızın kabullenmek veya taklit ederek yinelemek, kişiyi ancak bir uçurum kenarına kadar taşırdı. Uçurumun ötesinde ise yol yoktur! Üstelik herhangi bir sanat adamının bayrağını elimizde tutarken köleleşebilir, “kulüp-dernek-parti” üyelerine dönüşebilir; büyük olasılıkla cemaatleşebilirdik. Bu olasılık her zaman mevcuttur ve ciddi anlamda bir kısırlaşma yaratabilir. Özgürlükten ödün verilerek kazanılan kısır mevziide, iradeyi yitirmiş olarak dikilip kalmak ise yazarın gerçek işlevinin sekteye uğramış olma halini tarif eder bir durumdur.

Yazar açısından bakıldığında, bu saptama gelinen noktayı düşünsel anlamda açıklamaya yetmez. Kısacası “özgürlük yitimi”nin tek sorun olmadığını söylemeye çalışıyorum… Grupların siyasetleri de vardır. Yapılanmaları ve amaçları gereği hem “çok yüzlü”, hem de yönlendirici ve “güdücü”dürler. “Gruplar” derken oldukça geniş bir yelpazeden söz ediyorum. Bunlar iktidar sahibi kişiler, iktidarın onaylayıcı, uygulayıcı veya teşvikçileri olabilecekleri gibi pekâlâ kendi kurdukları “seçkinci ve hiyerarşik” düzende kurallar ve tabular koyan küçük kümeleşmeler de olabilirler. Grupsal zeminde, kurallar panosuna kişinin düşüncelerine pranga vuran zorunluluk şartları asabilirler. Demek ki özgürlük yitiminden sonra kişisel olarak verilen diğer ödünlere geliyor sıra. Kurallara gözü kapalı uyulduğu takdirde yukarıda sözünü ettiğim onca eylem sırasında harcanan çaba boşa gider. Havaya uçar. “Olmazsa olmaz” olarak kabul edilen tarafsızlığa halel gelir. Bilincin retinasına leke düşer. Körleşiriz. Yapay koşullarda rehin kalır, düşünceyi ifade etme konusunda fukaralaşır, hatta yazarken eli titreyen korkak bireylere dönüşebiliriz ki kalemi ağlatandır bu!

(Bazıları ise özgürlükçü düşünceye gerçekten inanmış olup, bundan ödün vermeyen kişilerdir. Bu uğurda, hiç yakınmaksızın her türlü cefaya özveriyle katlanır ve bildikleri gibi yazmaya devam ederler. Onlara bir sözüm yok…)

Politika ve Şair/Yazar

Politika, yazınsal yaşamı dolaylı da olsa, her zaman güçlü bir biçimde etkilemiş ve ortaya konulan eserlere daima damgasını vurmuştur. Ancak şair/yazarın politikadan etkilenmemek gibi bir mecburiyeti olduğunu düşünüyorum. Aksine, onu etkilemek ve yönlendirmek gibi bir mecburiyeti var! “Etkileme-etkilenme” sözcüklerini biraz açmak lazım. Derin duyumsama, sorumluluk taşıma, sorgulama ve dolaylı bir biçimde de olsa çözüm önerilerinde bulunmak elbette ki yazarın hakkı ve aynı zamanda görevi. Ama bu etkileşim süreci politikanın yazar üzerinde bir tür baskı ve hâkimiyet kurmasına neden oluyorsa; onu güderek ve yönlendirerek bir çeşit araç gibi kullanılmasına yol açıyorsa, burada vahim bir yanlışlık var demektir! Politikanın dönemsel ve de zemini oldukça kaygan bir düzen, hatta ne yazık ki çoğunlukla uygulandığı biçimde, “çıkar”a dayalı bir örgütlenme biçimi olduğunu; sanatçının ise doğası itibariyle bu düzeni eleştirerek karşı çıkmak gibi bir görevi olduğunu varsayarsak eğer, çelişki kendiliğinden ortaya çıkıyor zaten. Sanatçı politikacının hizmetkârı değildir ve olmamalıdır! Kendi içinde gelişebilecek, onu yanıltacak ve yolundan şaşırtabilecek kişisel iktidarın bile! Özellikle de şair… Arif Damar “şiiri hiçbir güç tutsak edemez! ” diyordu. O halde “özgür şiir”, “özgür şair”le mümkündür ancak. Aynı cümleyi, “özgür kalem, özgür beyinle mümkündür” şeklinde genişletmek sanırım yanlış olmaz. Oysaki birilerine hizmet etmek, düşüncenin yazıya lekesiz - tarafsızca ve önyargısız olarak yansıtılmasından uzak düşmek; yazının onurundan ödün vermek demektir. Anlam ve düşüncenin dokunulmazlığından feragat etmektir bu. Durulması gereken yegâne cephe şairin büyük emekler sarf ederek, zahmetli arayışlar sonucunda bilgi ve sezgiyi de kullanarak ulaştığı; azami sorumluluk taşıyan kişisel “poetik” bilinci olmalıdır. Şiirin farklı güçler etkisinde kalmayıp kendini yazdırdığı ve şairin sıra dışı, manifestocu kimliğini de oluşturan bir mevziidir bu. Dolayısıyla “gelgeç” ve “günlük” heveslerin adamı değildir şair. Ne de yazar kişi… Peki, bu önermeyi hayata geçirmek mümkün mü? Şüphesiz evet! Sanatın toprağı ve bitki örtüsü buna fazlasıyla müsait. Aşka tamamen teslim olduğunda bile onu “tek kişilik” hale getirebilen kişi değil de kimdir şair? Sevgiliden uzak durmayı becerebiliyorsa eğer, “makro iktidar” a ve diğer kişisel zaaflara karşı durmayı da öğrenebilmeli. Ki bu süreç, Michel Foucault ‘nun işaret ettiği gibi, “mikro iktidar” mekanizmalarına karşı “yazıcılıkla” sınanmayı ve “içindeki tutkuların köleliğinden kurtularak” özgürlük kavramını yeniden değerlendirmeyi de içerir.

Şair gündelik siyasadan etkilenmeye başlayıp kalemini uygulayıcıların güdümüne sunduğunda öncelikle kalıcılığını yitirir; sonra özgürlüğünü ve güvenirliliğini. Çağımızın “sürü toplumları”nda giderek yaygınlaşan uymacılara (“konformist”) dönüşür. Özgül ağırlığı sıfıra iner. Sıklıkla değişen moda akımları gibi tükenir gider… Elbette siyasi tercihleri, büyük olasılıkla ideolojisi, dünya görüşü, hayata ve insana dair kesinleşmiş-belirginleşmiş politik ve felsefi dayanakları olacaktır. Anlatmaya çalıştığım başka bir şey: Politikada bilindiği gibi, “çok yüzlülük” hâkim... Önceki yazılarımda yazarın bin yüzlü olması gerektiğini sıkça vurgulamıştım. Orada tamamen farklı, ayırıcı bir özellikten söz ediyordum. Aynı anda tek beden ve ruhta çok sayıda “ben” barındırmaktı bu. Üstelik böyle bir durum yazıya yeni başlayan yetenekli gençlerce çoğu kez “parçalanmış kişilikli olma hali”; diğer bir deyişle “şizofrenik” eğilimlerle bağdaştırılır. Hastalıklı bir ruh durumu olarak yorumlanır. Uzunca bir süre içlerindeki “ben”lerden adeta korkarlar. (Bu, ayrıca tartışılması gereken diğer bir yanlıştır kanımca.) Yukarıda söz edilen iki tür “çok yüzlülük” arasında dikkatlice bir ayırım yapmak lazım... Birincisi (politik) , günlük ihtiyaçlara göre esen-estirilen; genellikle de yıkıcı bir rüzgârken, diğeri yazarın sözünü güçlendirmeye yarayan; etkileme alanı ve duyumsama katsayısını artıran, çok sayıda “ben”i kendi içinde bir arada tutarak üretimsel niteliğini yükselten bir öğedir. İkincisi, özgür ve özgün bir tür çok yönlülük- çok seslilik olup politik anlamdaki çok yüzlülükten olabildiğince mesafeli durur.

Sözün özü şu ki, sanatsal bağlamda “bin yüzlü” olmak gerekirken, politik açıdan bakıldığında bir veya birçok maske edinmek, bizlere yaramaz diyorum! Düşünce kaypaklığına yol açar… Bizlere yaramayan ise, düşünce ortamına hiç yaramaz! Oysa düşünce, olumlu ya da olumsuz bir biçimde insana “yansıyan-yansıtılan-etkileyen”; diğer bir deyişle “yeniden kuran - yeniden doğuran” dır. Yazınsal düşünce yaratıcılığı, yalnızca bir dil savaşı olmayıp aynı zamanda bir tür özgürlük savaşıdır. O halde çözüm, politikanın zorbalığından ve “hegemonya”sından kurtulup; olabildiğince özgür iç yolculuklar ve önceden edinilmiş birikimler aracılığıyla, hem yaşamsal gerçekliği sanatsal dile başarıyla aktarıp hem de özgün düşünceyi var etmekte yatıyor. Etkilenme evresini başarıyla aşıp etkileme evresine varmaktan söz ediyorum.

“Şair” Nerede Durur?

Sanatla sanat olmayan arasındaki en belirgin fark, sanatsal ürünün insan beyni ve ruhunda yarattığı anlamın çokseslilik kazanmasıyla ortaya çıkıyor. Sıradan olandan soyutlanıp, özverili içsel çabalar sonucunda gerçeğin başarıyla “estetize” edilmesiyle… Bir anlamda “hakikat”in bilinç üstüne taşınması da denilebilir buna. Alelâdeden yola çıkıp “derin ve anlamlı” ya doğru açılan kapıdan geçmektir sanat yapmak. Birebir anlatım tarzından ziyade “bire-çokluk” içeren bir üslup yakalayabilmek; aynı zamanda sorgulamak ve sorgulatabilmek… Bunun için, öncelikle bir derdi olmalı sanatçının. Sonra da derdini farklı ve gelişmiş bir dille ifade edebilmeli. “Gündelik” ve “alışılagelmiş” ten yola çıkıp zengin bir dünyaya aralanan kapı eşiğinden maharetle geçebilmeli. “Berzahi” bir yolculuk da denilebilir buna… Gerçeklerden başlayıp, azami sorumluluk da üstlenerek “yazı”nın dolambaçlarında gizli kalmış sırlara doğru çapraşık, zorlu ve dikkatli bir yürüyüş…

Peki, bu süreçte şair nerede durur? Yükümlülükleri nedir? Yol tutkunu gönüllere “bire-çokluk” kapılarını açan, içeriye alınıp da özümsenmiş ve sorunlarına çözüm aranan “dışarı”yı; iç ben’leri, diğer âlemleri gösteren; eşiklerden atlatan ve aynı zamanda karşılık beklemeyen bir emekçi midir şair? Neden olmasın? Bu eylem, bir alandan diğerine gelişigüzel bir geçiş sağlamak değil; yepyeni bir küreye doğru yapılan öznel yolculuklarda hem rehberlik, hem öncülük görevini üstlenmek içindir aslında. Anlatım dilini defalarca ve yeni baştan kurgulayıp, birçok kez yeniden yaratarak…

Farklı bir ülkenin vatandaşıdır şair. Şiir ülkesinin. Bu ülke sıradan kalıpların, put ve fetişlerin yıkıldığı; acının en katmerlisinden çekilip duyarlılığın çok derinlerde, iç dehlizlerde kuvvetle çınladığı bir “ceza sömürgesi “dir. Şair ise “hiç”liğin değerini kavramış, acı çeken-çektiren, yıkıcı-yeniden yapıcı; yaşamdan kopmaksızın haz kadar onun yükünü de taşıyabilen “tek kişilik ordu”… Bir diğer görevi, birikmiş tortuları eşeleyerek üst katmanlara ulaştırmaktır. Bütün denizlere dalan, bütün geçitleri yol edip, bütün odalara girip çıkandır o. Bir yandan geçmişi sorgularken öte yandan gelecekle kavilleşen, henüz yaşanmamışın vaatlerini araştıran kişi… Kapıları açan, kilitleri kıran, odaların içyüzünü anlamaya ve anlatmaya çalışan; insana, yaşama ve doğaya dair tüm sorunları iç dehlizlerine taşıyıp öznel “kaos”unda değişimin hamurunu karan biri… Gerçek bir kalem emekçisi o dehlizlerden ancak “dil” yoluyla dışarı çıkabilir. Gündelik yaşamda ortalıkta dolaşan kişi ise sadece onun insan yanıdır…

(Bu süreçte belirli bir mekân, güç odağı veya zamana ait olması şairi tüketir, çünkü o her zaman ve her yerdedir. Özellikle politika ekseninde dolanan bir kalem bunca yük ve riski, bu yolda çekilen onca zahmeti göze alabilir mi? Aldı diyelim. Uzunca bir süre sırtında taşıyabilir mi?)

Kapıları zorlama ihtiyacını kuvvetle hissettikleri için olsa gerek, pek çok yazar da şiirden medet ummuştur. Düzyazının mantıksal kesinliğinden ve anlamın yazıyla birebir örtüşmesinden uzaklaşmayı seçip şiirin “bire-çok”luğuna sığınmışlardır. Çünkü insana ancak şiirsellik aracılığıyla yepyeni bir kavrama, algılama ve duyumsama yeteneği kazandırabileceklerini düşünmüş, okura eskisinden farklı sezgiler, derin ve duru bir görü armağan etmeyi hayal etmişlerdir.

Böylesi bir serüvende şair, insanın var oluş nedenlerini sorgulayan ve de var oluşu yeniden vaat edendir. Düşüncede çığır açmak gibi zorlayıcı bir görev üstlenir. Öte yandan politika, hem yöneten hem de yönetilenler açısından bakıldığında, çoğunlukla günlük sorunları çözümleme derdindedir. Arada belirgin bir çıkar ve amaç çatışması olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Bu yüzden ne şair ne de yazar, iktidarın veya patronun adamı olamaz. Küçük-büyük, eğri-doğru, güçlü-güçsüz hiçbir iktidarın veya işverenin… Sahici bir yazı adamının etiketi ve bedeli yoktur! Belki de sırf bu sağlam gerekçe yüzünden çoğunlukla yalnızlığı; isyankâr, dik ve muhalif bir duruşu; sözün polenlerini taşıyacak güç olarak da politika veya benzeri bir öğe yerine “poetika”sını seçer. Kışkırtıcı ve radikal bir arayıcıdır o. Üstelik bunu insanı öğütmeyi amaç edinmeksizin ve de sürekli öğütlerle bunaltmaksızın; aksine ona değer vererek, güzele ve umuda yönlendirerek yapmak zorundadır. Dayatmacı biri olmayıp, isyanını kendi içinde taşımayı da bilerek sessizce ayna tutandır o. George Orwell bu gerçeği yıllar önce yazdığı bir makalede (“Neden Yazıyorum? ” – 1946) , “dünyayı belirli bir yöne itme çabası” olarak tarif etmişti. Demem o ki, politikayı mercek altına alacak olan şair (ki yazar için de geçerli bu) politikacıdan, hâkim güçlerden ve kişisel “ego”sunun yıpratıcı baskılarından uzak durmak; aynı zamanda insanı saymak ve kendini onun yerine koyarak anlamak zorunda. Böylelikle fotoğrafı daha net bir şekilde belgeleme şansı elde edebilir. Ayrıca işinin gereği olarak, çoğu zaman hayattan da uzaklaşmak; ona mesafeli bir perspektiften ve hatta tepeden bakmak mecburiyetinde... “Hayatımı verdim, şiirimi aldım.” diyordu ünlü bir şairimiz (İsmet Özel: Akşam Gazetesi, 15 Ocak 2006. Söyleşi: Kürşad Oğuz) Yeri geldiğinde, böyle bir değiş tokuş da yapılabiliyor demek ki. Fiiliyatta çelişkili bir durum söz konusuysa eğer, şiir ve yazı ülkesinin hükümdarlığı bunun hesabını mutlaka soracaktır. Hayatın tam olarak verilmesi gerekip de verilmediği dönemler, ödenmez bir diyet borcu gibi önünde sonunda yazarın karşısına dikilir. Bu demektir ki, özellikle kâğıda düşen gölgenin belleği fazlasıyla kuvvetli. Karşılaştırmaları yapan yine odur.

Yazın sanatı, düşünce özgürlüğüne olan sadakat kadar verilen ödünleri de asla unutmaz, anımsar!

Sonuç olarak, içerideki aynalardan yansıyan “bin yüz”e rağmen, sanatçıya biçilen libas daima “tek-yüzlülük” olmalıdır diye yineliyorum… Devamlılık ve iç tutarlılık da içeren; gelişen-dönüşen-evrimleşen; moda akımlarına ve dönemsel politik rüzgârlara kesinlikle alet olmayan; sancılarının açığa çıkardığı yüksek gerilimi bu süreçte en doğru ve insana en yakın biçimde değerlendirmeyi becerebilen bir tür “tek-yüzlülük”…

Üstelik yazar/şair kişi, sahip olduğu “tek yüz”ü hem hayatı hem de kalemiyle daima onurlandırmak, özenle beslemek ve kişisel aynasında onun dürüstlüğünü sürekli olarak sınamak mecburiyetinde…

…ki “Garp Cephesi”nde değişen bir şey olmasın!

(HAYAL Dergisi – Temmuz 2006 - Sayı 18)

Naime Erlaçin
Kayıt Tarihi : 6.9.2006 12:49:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Akın Akça
    Akın Akça

    'Kurallara gözü kapalı uyulduğu takdirde yukarıda sözünü ettiğim onca eylem sırasında harcanan çaba boşa gider. Havaya uçar. “Olmazsa olmaz” olarak kabul edilen tarafsızlığa halel gelir. Bilincin retinasına leke düşer. Körleşiriz. Yapay koşullarda rehin kalır, düşünceyi ifade etme konusunda fukaralaşır, hatta yazarken eli titreyen korkak bireylere dönüşebiliriz ki kalemi ağlatandır bu! '

    '(Bazıları ise özgürlükçü düşünceye gerçekten inanmış olup, bundan ödün vermeyen kişilerdir. Bu uğurda, hiç yakınmaksızın her türlü cefaya özveriyle katlanır ve bildikleri gibi yazmaya devam ederler. '
    -
    'Politika, yazınsal yaşamı dolaylı da olsa, her zaman güçlü bir biçimde etkilemiş ve ortaya konulan eserlere daima damgasını vurmuştur. Ancak şair/yazarın politikadan etkilenmemek gibi bir mecburiyeti olduğunu düşünüyorum. Aksine, onu etkilemek ve yönlendirmek gibi bir mecburiyeti var! '

    -
    çıkar'a karşı göğsünü siper edendir evet, sanatçı.

    bu öyle güzel bir yazı ki..
    değerli..
    ellerine yüreğine gözlerine sağlık naime abla
    yürek dolusu sevgiler

    gene gene gelip okumalı

    'O halde “özgür şiir”, “özgür şair”le mümkündür ancak'

    Cevap Yaz
  • Nilgün Aras
    Nilgün Aras

    Son derece güçlü bir içerik, son derece güçlü ifadelerle desteklenmiş. Ne diyorsa o.
    Onun aklı karışık olmadığı için, bizim de değil okurken.
    Onun bakışı bulanık olmadığı için, bir duruluk geliyor bizim bakışımıza da.

    Bir çok kez gelip yeniden yeniden okumalı.

    Daha önce kendi benlerimizi, yüzlerimizi ziyaret ettikten, onları birer birer saydıktan sonra. Bir çeşit sınıf yoklaması. Kaçı her gün bizimle, kaçı sıraların ardına saklanmış, kaçı devamsız.

    İçlerinden kaçı özgürlüğü anlıyor, kaçı düşman, kaçı tutkun ona.
    İçlerinden kaçı, bir tarihte edindiği ve arada sırada dostlarına gösterebileceği bir ödül heykelciği sanıyor onu.

    Cevap Yaz
  • Ahmet Ayaz
    Ahmet Ayaz

    Yazınızı özenle okudum
    .Şair Ahmet Ayaz gurubuna
    üye olmanızı bekliyoruz.
    Selam ve sayğılarımla...
    Ahmet Ayaz

    Cevap Yaz
  • Suat Seymen
    Suat Seymen

    Edebiyatla politikanın buluştuğu ülkeye doğru bir gezintiye çıkalım bugün. Şair ve yazarın nerede durduğuna ve durması gerektiğine yakından bakalım. Hatta külleri eşeleyelim biraz…

    Geçenlerde bir arkadaşım gençlik yıllarımı hatırlattı. Mektubunda beni kast ederek “Garp Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok” derken değişmediğimi söylemek istiyordu. Yaşayan her canlı gibi ben de değişiyordum elbette. Ancak aslım aynı kalıyordu. Temelim ve kilit taşlarım yerli yerinde durmakla beraber ben değişiyordum. Hepimiz için geçerlidir bu. Bazen iyiye ve güzele doğru değişir, dönüşüme uğrarız. Keşke daha sık değişebilsek! Özümüzü korurken daha hızlı gelişebilsek; içimizdeki “ben”leri çoğaltabilsek… Bir yandan yaşadığımız nesnel dünyadan sağlıklı beslenip, öte yandan onun yapı taşlarına yepyeni tanımlar getirerek, yaşamsal niteliklere azımsanmayacak bir katkıda bulunabilsek ne iyi olurdu…

    Bu süreçte, pek çok unsurun yanı sıra okumanın büyük yararı olduğunu düşünüyorum. Özellikle genç yaşta okumaya başlamanın. Okuma alışkanlığı edinmenin ötesinde, okumayla bir derdi olmanın… Yaşamımın rotası böyle çizildiği ve sonra da aynı doğrultuda sürdürdüğüm için konuya bu pencereden bakıyor olabilirim pekâlâ. Yine de soruyorum kendime: Eğer Erich Maria Remarqué ‘ı bundan neredeyse yarım yüzyıl evvel tanımamış olsaydım, “Garp Cephesi” bana bir şey ifade eder miydi? Veya savaşa bakışım nasıl olurdu? Taraf tutar mıydım, suçlar mıydım, suçluluk duygusuna kapılır mıydım? İnsanlık için tahrip gücü fevkalade yüksek olan bu felaketi nasıl değerlendirirdim?

    Planlı bir biçimde, hemen her şeyi okuyordum. Bir gün fark ettim ki savaşa ilişkin eserlerin pek çoğunda “taraf tutan-önyargılı” bir bakış açısı vardı. Okumaya başladığımda tarafsızsam bile, kitabı bitirdiğimde bir cephenin fanatik taraftarına dönüşüyordum. Yanlıştı bu! Üstelik de özgür düşünceyi kısıtlayan, yönlendiren bir yanlış… Remarqué ise taraf tutmuyor ve soruna insanoğlunun kalbindeki mercekten bakıyordu. Kimin kazanıp, kimin kaybettiği pek de önemli değildi. Kaybeden daima insandı çünkü. Henüz çok genç sayılabilecek yaştaki bireylerin çocukluklarını, ama aslında masumiyetlerini; yetişkinlerin ise geleceğe dönük umutlarını, düş ve hayallerini yitirişlerini belgeliyordu. Sadece belgelemekle kalmıyor, gelecek kuşaklar için vahşi bir ormanda adeta elleriyle yol açıyordu. Bense sadece okuyarak farkına varıyor, tarihsel gelişmeleri kendimce değerlendiriyor ve düşünüyordum.

    (Okumak, zamanın hasadından geçerek bir değirmende una dönüşmeye benziyor. Kişisel unlar ise birbirinden oldukça farklı… Her birimiz, emeklerimiz doğrultusunda kendi unumuzu yoğurur ve sonra da düşünce hamurunun kıvamını tutturmaya çalışırız. Bazılarımız büyük olasılıkla yazar. Artık anlıyorum ki, niteliksiz bir unla girişilen bu eylemde hamur tutturulmuyor ne yazık ki… Ne de ekmek pişirilebiliyor…)


    Okumak… Düşünmek… Yazmak Eylemi…

    Bunlar birbirlerine sıkı sıkıya bağlıydılar. Müthiş bir okuma açlığı içerisindeydim. Okumazsam düşünemez; düşünmesem kendimi oluşturamaz ve yazamazdım. Hiç yaşamadığını, onun yerine hep okuduğunu söyleyen Jorge Luis Borges ‘e “kitabı ve körlüğü aynı anda bağışlayan” bir tanrının evreninde konuktuk ne de olsa… O halde bize verilmiş olan zamanı iyi değerlendirmek lazımdı. Yazarlar çağlar boyu söyleyerek (“söz”lenerek) ve düşüncenin söz”lenmesini sağlayarak anlatmışlardı bize. Söylerken araç olarak yazı ve dili kullanmışlardı. Müzisyen müziğini, ressam ise renkleri ve desenini... Tüm sanatçılar kendilerini ifade etmenin bir yolunu bulmuştu. Hepsi de önünde sonunda evrene gölgesini bırakmayı başardı. Böylece rengârenk, uzun-kısa, sivri-yumuşak, ağlayan-gülen, anlamlı-anlamsız bin bir çeşit düşünce düştü payımıza. Kimini aldık; kimini boşluğa savurup attık ama her zaman bir şeyleri seçip koynumuzda sakladık. Sonra da yazdık… Düşünceye “evet”; kayıtsız şartsız-sınırsız itaate ise “hayır” dedik mi peki? Herhangi bir düşüncenin peşinden körü körüne gitmek bizleri pekâlâ kısırlaştırabilirdi de, çünkü böyle durumlarda sanatçı bizim yerimize karar vermiş oluyordu. Sorgulamaksızın kabullenmek veya taklit ederek yinelemek, kişiyi ancak bir uçurum kenarına kadar taşırdı. Uçurumun ötesinde ise yol yoktur! Üstelik herhangi bir sanat adamının bayrağını elimizde tutarken köleleşebilir, “kulüp-dernek-parti” üyelerine dönüşebilir; büyük olasılıkla cemaatleşebilirdik. Bu olasılık her zaman mevcuttur ve ciddi anlamda bir kısırlaşma yaratabilir. Özgürlükten ödün verilerek kazanılan kısır mevziide, iradeyi yitirmiş olarak dikilip kalmak ise yazarın gerçek işlevinin sekteye uğramış olma halini tarif eder bir durumdur.

    Yazar açısından bakıldığında, bu saptama gelinen noktayı düşünsel anlamda açıklamaya yetmez. Kısacası “özgürlük yitimi”nin tek sorun olmadığını söylemeye çalışıyorum… Grupların siyasetleri de vardır. Yapılanmaları ve amaçları gereği hem “çok yüzlü”, hem de yönlendirici ve “güdücü”dürler. “Gruplar” derken oldukça geniş bir yelpazeden söz ediyorum. Bunlar iktidar sahibi kişiler, iktidarın onaylayıcı, uygulayıcı veya teşvikçileri olabilecekleri gibi pekâlâ kendi kurdukları “seçkinci ve hiyerarşik” düzende kurallar ve tabular koyan küçük kümeleşmeler de olabilirler. Grupsal zeminde, kurallar panosuna kişinin düşüncelerine pranga vuran zorunluluk şartları asabilirler. Demek ki özgürlük yitiminden sonra kişisel olarak verilen diğer ödünlere geliyor sıra. Kurallara gözü kapalı uyulduğu takdirde yukarıda sözünü ettiğim onca eylem sırasında harcanan çaba boşa gider. Havaya uçar. “Olmazsa olmaz” olarak kabul edilen tarafsızlığa halel gelir. Bilincin retinasına leke düşer. Körleşiriz. Yapay koşullarda rehin kalır, düşünceyi ifade etme konusunda fukaralaşır, hatta yazarken eli titreyen korkak bireylere dönüşebiliriz ki kalemi ağlatandır bu!

    (Bazıları ise özgürlükçü düşünceye gerçekten inanmış olup, bundan ödün vermeyen kişilerdir. Bu uğurda, hiç yakınmaksızın her türlü cefaya özveriyle katlanır ve bildikleri gibi yazmaya devam ederler. Onlara bir sözüm yok…)


    Politika ve Şair/Yazar

    Politika, yazınsal yaşamı dolaylı da olsa, her zaman güçlü bir biçimde etkilemiş ve ortaya konulan eserlere daima damgasını vurmuştur. Ancak şair/yazarın politikadan etkilenmemek gibi bir mecburiyeti olduğunu düşünüyorum. Aksine, onu etkilemek ve yönlendirmek gibi bir mecburiyeti var! “Etkileme-etkilenme” sözcüklerini biraz açmak lazım. Derin duyumsama, sorumluluk taşıma, sorgulama ve dolaylı bir biçimde de olsa çözüm önerilerinde bulunmak elbette ki yazarın hakkı ve aynı zamanda görevi. Ama bu etkileşim süreci politikanın yazar üzerinde bir tür baskı ve hâkimiyet kurmasına neden oluyorsa; onu güderek ve yönlendirerek bir çeşit araç gibi kullanılmasına yol açıyorsa, burada vahim bir yanlışlık var demektir! Politikanın dönemsel ve de zemini oldukça kaygan bir düzen, hatta ne yazık ki çoğunlukla uygulandığı biçimde, “çıkar”a dayalı bir örgütlenme biçimi olduğunu; sanatçının ise doğası itibariyle bu düzeni eleştirerek karşı çıkmak gibi bir görevi olduğunu varsayarsak eğer, çelişki kendiliğinden ortaya çıkıyor zaten. Sanatçı politikacının hizmetkârı değildir ve olmamalıdır! Kendi içinde gelişebilecek, onu yanıltacak ve yolundan şaşırtabilecek kişisel iktidarın bile! Özellikle de şair… Arif Damar “şiiri hiçbir güç tutsak edemez! ” diyordu. O halde “özgür şiir”, “özgür şair”le mümkündür ancak. Aynı cümleyi, “özgür kalem, özgür beyinle mümkündür” şeklinde genişletmek sanırım yanlış olmaz. Oysaki birilerine hizmet etmek, düşüncenin yazıya lekesiz - tarafsızca ve önyargısız olarak yansıtılmasından uzak düşmek; yazının onurundan ödün vermek demektir. Anlam ve düşüncenin dokunulmazlığından feragat etmektir bu. Durulması gereken yegâne cephe şairin büyük emekler sarf ederek, zahmetli arayışlar sonucunda bilgi ve sezgiyi de kullanarak ulaştığı; azami sorumluluk taşıyan kişisel “poetik” bilinci olmalıdır. Şiirin farklı güçler etkisinde kalmayıp kendini yazdırdığı ve şairin sıra dışı, manifestocu kimliğini de oluşturan bir mevziidir bu. Dolayısıyla “gelgeç” ve “günlük” heveslerin adamı değildir şair. Ne de yazar kişi… Peki, bu önermeyi hayata geçirmek mümkün mü? Şüphesiz evet! Sanatın toprağı ve bitki örtüsü buna fazlasıyla müsait. Aşka tamamen teslim olduğunda bile onu “tek kişilik” hale getirebilen kişi değil de kimdir şair? Sevgiliden uzak durmayı becerebiliyorsa eğer, “makro iktidar” a ve diğer kişisel zaaflara karşı durmayı da öğrenebilmeli. Ki bu süreç, Michel Foucault ‘nun işaret ettiği gibi, “mikro iktidar” mekanizmalarına karşı “yazıcılıkla” sınanmayı ve “içindeki tutkuların köleliğinden kurtularak” özgürlük kavramını yeniden değerlendirmeyi de içerir.

    Şair gündelik siyasadan etkilenmeye başlayıp kalemini uygulayıcıların güdümüne sunduğunda öncelikle kalıcılığını yitirir; sonra özgürlüğünü ve güvenirliliğini. Çağımızın “sürü toplumları”nda giderek yaygınlaşan uymacılara (“konformist”) dönüşür. Özgül ağırlığı sıfıra iner. Sıklıkla değişen moda akımları gibi tükenir gider… Elbette siyasi tercihleri, büyük olasılıkla ideolojisi, dünya görüşü, hayata ve insana dair kesinleşmiş-belirginleşmiş politik ve felsefi dayanakları olacaktır. Anlatmaya çalıştığım başka bir şey: Politikada bilindiği gibi, “çok yüzlülük” hâkim... Önceki yazılarımda yazarın bin yüzlü olması gerektiğini sıkça vurgulamıştım. Orada tamamen farklı, ayırıcı bir özellikten söz ediyordum. Aynı anda tek beden ve ruhta çok sayıda “ben” barındırmaktı bu. Üstelik böyle bir durum yazıya yeni başlayan yetenekli gençlerce çoğu kez “parçalanmış kişilikli olma hali”; diğer bir deyişle “şizofrenik” eğilimlerle bağdaştırılır. Hastalıklı bir ruh durumu olarak yorumlanır. Uzunca bir süre içlerindeki “ben”lerden adeta korkarlar. (Bu, ayrıca tartışılması gereken diğer bir yanlıştır kanımca.) Yukarıda söz edilen iki tür “çok yüzlülük” arasında dikkatlice bir ayırım yapmak lazım... Birincisi (politik) , günlük ihtiyaçlara göre esen-estirilen; genellikle de yıkıcı bir rüzgârken, diğeri yazarın sözünü güçlendirmeye yarayan; etkileme alanı ve duyumsama katsayısını artıran, çok sayıda “ben”i kendi içinde bir arada tutarak üretimsel niteliğini yükselten bir öğedir. İkincisi, özgür ve özgün bir tür çok yönlülük- çok seslilik olup politik anlamdaki çok yüzlülükten olabildiğince mesafeli durur.

    Sözün özü şu ki, sanatsal bağlamda “bin yüzlü” olmak gerekirken, politik açıdan bakıldığında bir veya birçok maske edinmek, bizlere yaramaz diyorum! Düşünce kaypaklığına yol açar… Bizlere yaramayan ise, düşünce ortamına hiç yaramaz! Oysa düşünce, olumlu ya da olumsuz bir biçimde insana “yansıyan-yansıtılan-etkileyen”; diğer bir deyişle “yeniden kuran - yeniden doğuran” dır. Yazınsal düşünce yaratıcılığı, yalnızca bir dil savaşı olmayıp aynı zamanda bir tür özgürlük savaşıdır. O halde çözüm, politikanın zorbalığından ve “hegemonya”sından kurtulup; olabildiğince özgür iç yolculuklar ve önceden edinilmiş birikimler aracılığıyla, hem yaşamsal gerçekliği sanatsal dile başarıyla aktarıp hem de özgün düşünceyi var etmekte yatıyor. Etkilenme evresini başarıyla aşıp etkileme evresine varmaktan söz ediyorum.


    “Şair” Nerede Durur?

    Sanatla sanat olmayan arasındaki en belirgin fark, sanatsal ürünün insan beyni ve ruhunda yarattığı anlamın çokseslilik kazanmasıyla ortaya çıkıyor. Sıradan olandan soyutlanıp, özverili içsel çabalar sonucunda gerçeğin başarıyla “estetize” edilmesiyle… Bir anlamda “hakikat”in bilinç üstüne taşınması da denilebilir buna. Alelâdeden yola çıkıp “derin ve anlamlı” ya doğru açılan kapıdan geçmektir sanat yapmak

    tebrikler...

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (4)

Naime Erlaçin