FURKAN SURESİ
Sure Furkan ismini 1. ayetinden alıyor.
Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran anlamına geliyor.
Hem ismi fail olarak farığ, yani özünde hakkı batıldan ayırmış, kendi bünyesinde iyi ile kötüyü seçmiş, ayırmış, ayırt etmiş.
Hem de ismi meful olarak iyinin kötüden kendisi ile ayrıldığı, kendisi sayesinde ayrılmış olduğu bir kitap, bir vahiy.
Surenin iniş zamanına gelince, yasin suresi ile fatır suresi arasına yerleştirilmiş. Mekke döneminin 5. yılının sonlarında ya da 6. yılının başlarında inmiş olsa gerektir.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1. Bu ne yüce ne cömerttir ifadeleri Tebareke’nin karşılığı.
Tebâreke fiili, bu kapsamı dolayısıyla Kur’an-ı Kerîm’de sadece Allah için kullanılmıştır.
Bereket, özünde çok olan ve durduğu yerde de mütemadiyen artan hayır demektir. Zaten özünde çok, ama durduğu yerde de biteviye artan, sürekli çoğalan güzellik, hayır demektir bereket. Kalıcı hayır üstelik.
“Kul”dan maksat Hz. Peygamber’dir. “Furkan” Kur’an için kullanılmış olup “hakkı bâtıldan, doğru yolu yanlış yoldan, helâli haramdan ayırıcı bir ölçü” anlamına gelir.
Vahyin Furkan oluşu zaten insana kazandırmak içindir.
O nedenle vahyin Furkan oluşu, rabbin insana olan merhametinin ifadesidir. Yani akla yol gösterir.
2. Peki kötüyü ve iyiyi ben bilemezdim ki diyebilir miydin, işte onu dememen için Furkan olan vahyi sana indirdim. Yani seçemedim Ya rabbi diyemezsin.
Ey insan senin için Allah’ın yarattığı bu eşyayı bile bir yasa üzere yarattı. Ya kendisi için yarattığı sen, insanı ölçüsüz, yani kadersiz mi bıraksın. Burada kader iradedir işte. Yani ey insan eşyaya nasıl statik bir kader tayin etmişse, sana da dinamik bir kader tayin etti. O da verdiği iradedir. İradeyi vermekle; Ya rabbi beni de güneş gibi statik bir kadere tabi tutsaydın sapmazdım, yörüngemden çıkmazdım, dolayısıyla sana asi olmazdım demeyesin ey insan oğlu. Tamam sana kader olarak iradeyi verdim ama seçmeyi verdim ama doğruyu seçmen içinde yol haritası verdim.
Seçebilecek bir aklı inşa eden bir vahiy bir mesaj gönderdi. Çünkü vahiy ilahi bir inşa projesidir. Vahiy Allah’ın insanı inşa etmek için, insanda bir akıl, bir karakter, bir şahsiyet ve bir tasavvur inşa etmek için gönderdiği bir mesaj.
İşte bu noktada vahyin cevabını alacaktır yani insan vahyin çırağı olursa, vahyin okulunda okursa, vahiy ile öğrenirse o zaman hayatı doğru inşa eden bir usta olacaktır.
3. İnsana şu söyleniyor; Birine tanrı olarak tapman için onda bu özellikler bulunacak. Bak, yani bizatihi insanın tabi olduğu yasaların koyucusu olacak. Hayat, ölüm ve yeniden diriliş üzerinde mutlak bir takdir yetkisi olacak. Yoksa bu yetkisi olmayan şeyleri tanrı edinmek, insanın kendi zekâsıyla dalga geçmesidir. Kendi aklını küçümsemesidir.
O tanrılar, hayvandan bile acizdirler. Çünkü bazen hayvan, zararı gidermeye ve fayda sağlamaya güç yetirebilir.
Rabbimizin yüceliğini görüyor musunuz? Her şeyi ortaya koyuyor, her şeyi açıklıyor, Furkan’ı ortaya koyuyor, hakkı da ortaya koyuyor, batılı da açıklıyor, her ikisinin yollarını da açıyor ve insanlara özgürlük veriyor, dileyen dilediğini tercih etsin diyor. Bakın Rabbimiz ne kadar Âdil? Kullarına ne kadar büyük bir özgürlük veriyor değil mi?
4. Mekkeli putperestler, aslında Kur’an-ı Kerim’in hükümlerini kendi batıl inançları, zulme dayanan mevcut düzenleri için zararlı gördüklerinden, onun etkisini değişik yollardan önlemeye çalışıyorlardı. Bu yollardan biri de Resûlullah’ın “birilerinden”, yani o dönemde Mekke’de bulunan birkaç Ehl-i kitap mensubundan da yardım alarak Kur’an’ı kendisinin uydurduğu iddiasıydı.
Aslında bu itirazın arkasında yatan şey vahyin yüceliğini dolaylı yoldan itiraftır. Yani bu öyle el eminde olsan sen önceki hayatında senin bile baş edemeyeceğin bir şey. Bu Kur’an’ın Allah’tan indiğini de kabul etmeyecekseniz eğer, bu sefer geriye hık mık kalıyor tabii. İşte o hık mık bu.
5. Yazdı diyemiyorlar. Çünkü okuma yazma bilmediğini kendilerde biliyorlar. Onun için yazdırdı diyorlar.
Bükre ve Esil "Sabah-akşam" ifadesi, Bu, "sabahleyin kendisine verilen-anlatılan şeyi, o size akşam okuyor-söylüyor. Akşam verilen-anlatılanı da sabah okuyor" demektir.
6. Onun için bu vahyin anlam imkanı1400 yıldır tüketilemedi. Böylesine sonsuzca 1400 yıl olsa yine de tüketilemeyecek. Onun için bu vahiy sembolik bir dilin zirvesiyle indi. Onun için bu vahiy insanlığın tüm hastalıklarına taşıdığı dermanı kendi eczanesinde barındırdığını, bu geçtiğimiz 1400 yıllık süreç içinde defalarca ispat etti.
Onun için bu vahiy inişinden 14 yüz yıl sonra dahi kendisini hiç tanımayan insanlarla bir gün karşılaştığında onların yüreğini bir daha bırakmamacasına kendilerinden aldı.
Arkasına milyonlarca kadın ve erkeği hala dökmeyi, onların zihnini, aklını, tasavvurunu, bilincini inşa etmeyi hala sürdürebildi. İşte bu vahyin neden son vahiy olduğunun cevaplarından sadece bir kaçı bunlar.
7. Neden Melek peygamber istediler? Nedeni belli, çünkü uymaya gönülleri yoktu. Melek göndermiş olsaydı uyacaklar mıydı? Uymayacaklarını yine Kur’an da öğreniyoruz. Yine Kur’an onlara bir başka ayetinde diyor ki; Yeryüzünde salına salına dolaşanlar melekler olsaydı, onlara meleklerden peygamber gönderirdik. (İsra/95) Bu aslında onların kurnazlıklarını açık etmek demektir.
Ama bu ümmet öyle bir peygamber tasavvuruna sahip oldu ki zaman içinde, peygamberini yüceltme bahanesi ile hayattan dışladı. İkisi de sonuçta aynı yere geliyordu. Hayattan dışlamak. Yani o kadar yücesin ki, o kadar ulvisin ki nerde.! Seni izleyemem, seni takip edemem.
8. Hz. Muhammed’in hak peygamber olup olmadığının ölçüsü olarak, onun getirdiği dinin ilkelerinin, insanlığın maddî ve manevi, bireysel ve sosyal sorunlarını çözmeye elverişli olup olmadığını, ihtiyaçlarına cevap verip vermediğini dikkate almaları gerektiği halde onlar, peygamberlik misyonuyla ilgisi olmayan haksız ve yersiz isteklerde bulunmuşlardır.
9. “yoldan çıkma, sapma”nın karşılığı dalâlet, “doğru yolu bulma”nın karşılığı da hidayet kavramlarıdır. Dalâletin asıl anlamı, çölde yolculuk yapanın yolunu kaybetmesi; hidayet de doğru yolu izlemesi veya yolunu kaybetmişken bir rehberin yardımıyla tekrar doğru yolu bulmasıdır.
İşte yukarıdaki sapık bir tasavvurun ürünü olan örnekler. Yani peygamberin kaynağını kabullenmek yerine gördüğü o ihtişamı sihre yormak. Normal dışı bir şeyler var. Normalde izah edemeyeceği bir şeyleri görüyor. İşin ilginci de sihirlenmiş dediği, yine başka surelerde sihirbaz diye iftira ettiği bu insanın daha önceki hayatında olağan üstü hiçbir şeyi görmemiş. Hatta kültürel, entelektüel bir faaliyeti bile yok, okuma yazması da yok. Olağan üstü hiçbir şeyini görmemiş ki örnek veremiyor. Örnek vermeye kalktığında söylediği bir tek şey oluyor. Yani yaptığı sihir ne, nesini gördünüz olağan üstü? Bir tek şey babayı evlattan ayırıyor. Söyleyeceği şey bu. Kur’an’ın gücü bu, vahyin gücü.
Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerini tanrılaştırmalarına karşılık, sanki onlara nazire olarak Müslümanlardan kimi zavallılar da Rasulullah efendimizi yüceltmeye, ona onda olmayan bir kısım İlâhî sıfatlar yüklemeye kalkışıyorlar.
10. Yani onlar senden bunları mı istiyorlar, aslında onlar sana değil Allah’a meydan okur gibiler. Onlar Allah’a inandıklarını söylüyorlar bir de utanmadan. Aslında kendi kendileri ile çelişiyorlar. Nasıl bir Allah’a inanıyorlar ki o Allah’ın bu istediklerini yapamayacağını mı düşünüyorlar.
Bu ayet-i kerimelerin iniş sebebiyle ilgili olarak şöyle bir hâdise nakledilir:
Mekke’de bir grup müşrik toplanıp: “Muhammed’e haber gönderelim, gelsin de kendisiyle konuşalım ki, sonra ona yapacaklarımızda mazur olalım” dediler ve gelmesi için Efendimiz (s.a.s.)’e haber gönderdiler. Peygamberimiz (s.a.s.) yanlarına geldi. Ona:
“- Ey Muhammed! Seni çağırdık ki konuşalım da sonra sana yapacaklarımızda mazur olalım! Eğer bu getirdiğin dava ile mal peşinde isen, toplayıp biriktirdiğimiz malları sana verelim. Eğer şan şeref peşinde isen seni başımıza geçirelim. Eğer kral olmak istiyorsan gel seni kral yapalım” diye tekliflerde bulundular. Allah Resulü (s.a.s.) şöyle cevap verdi:
“- Söylediklerinizin hiçbirine ihtiyacım yok. Bunları ne malınızı istemek, ne aranızda şan ve şeref sahibi olmak, ne de kral olmak için getirdim. Bilakis Allah beni size peygamber gönderdi, bana kitap indirdi ve sizi müjdeleyip uyarmamı emretti. Ben size O’nun dinini tebliğ ettim, size öğüt verdim, nasihatte bulundum. Eğer benim getirdiklerimi kabul edecek olursanız bu, dünya ve âhirette size fayda verecek pek kıymetli bir nasiptir. Reddedecek olursanız, Allah benimle sizin aranızı ayırıncaya kadar Allah’ın takdirine sabredeceğim” buyurdu. Onlar:
“Ey Muhammed! Bu tekliflerimizin hiçbirini kabul etmeyeceksen o takdirde Rabbinden bazı isteklerde bulun. Meselâ melek göndersin de o senin peygamberliğinin gerçek olduğunu bize söylesin. Rabbinden dile, sana bağlar bahçeler, saraylar versin. Çünkü biz senin, tıpkı bizim gibi, geçim derdine düşmüş çarşı pazarda dolaşıp durduğunu görüyoruz. Bunları sana versin ki çarşı pazar dolaşıp çalışmaktan kurtulasın, biz de iddia ettiğin gibi senin gerçekten Rabbinin katında üstün bir merteben olduğunu bilelim” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“- Bu söylediklerinizi yapacak değilim; bu söylediklerinizi Rabbimden isteyecek değilim. Zaten ben bunun için de gönderilmedim. Şunu bilin ki, Allah beni, sizi müjdelemem ve uyarmam için peygamber gönderdi” buyurdu. Bunun üzerine bu ayet-i kerimeler nazil oldu.
2
11. Evet, inkarın psikanalizi yapılıyor adeta bir tek cümlede. İnkarcı psikolojisinin temel problemi budur. Hesap gününe inanmamak. Niçin inanmaz? Çünkü hesap verecek bir hayat yaşamak istemez. Sorumluluk sahibi olmak istemez. Sıkıntıya gelemediği içindir. Hesabını verebilecek bir hayatı yaşamamış olanlar hesap gününe nasıl inansın. Onun içinde razı değil.
Ahiret hakkında anlatılan her şeye “esatirül evvelîn” mantığıyla yaklaşıyorlar onun için. Yani yukarıda “esatirün evvelin” geçmişti 5. ayette. Eskilerin masalları, eskilerin efsaneleri.
12. Kötü akıbetin dehşeti çarpıcı bir dille tasvir ediliyor.
Âyet-i Kerime’de alevli yanan ateşin uğultusu, öfkeli birinin hiddetinden neredeyse kalbinin fırlama noktasına geldiği anda çıkardığı kükreme sesine benzetilmiştir. ”Uğultu" anlamına gelen ”zefir" kelimesi, kaburgalar şişecek kadar nefes alıp verme deyiminden alınmıştır.
13. Hiç kimse ölmedi ki ölümden sonrasını bizzat görmüş olsun. Allah’a ya itimat edecek, teslim olacak ya da kendi kuruntularına teslim olacak, başka çaresi yok ve işte eğer Allah’a teslim olmuş, güveni varsa Allah’ın burada ki vahyine de güvenmeli. Öyle olacak diyor. Artık oraya atıldıklarında yok olmak için yalvaracaklar.
“Sübur” yok oluşu istemek. Ölümü temenni ettirecek bir azabın içindedirler.
14. Evet öyle bir cehennem ki orada asla ölemeyecekler. Orası onların yeri ve yurdudur. Ölümü çağıracaklar, ölüme dâvetiye çıkaracaklar, ölümü temenni edecekler ama ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar ama bir türlü ölemeyecekler.
15. Cennet insan amelinin bedeli değil, insan amelinin ödülüdür.
Cennetin iki özelliği öne çıkarılmıştır: a) Cennet hayatının ve mutluluğunun sonsuz oluşu,
b) Orada bulunanların, diledikleri bütün güzellikleri elde edebilecekleri.
Rabbimiz, dileyen dilediği yolu tercih edebilir. Dileyen cennete gitsin, dileyen cehenneme. Ama eğer aklınız, vicdanınız varsa durup bir düşünün ve karar verin. Cennet mi hayırlı, yoksa cehennem mi?
16. Dünyada diledikleri şeyler geçici. Ama orada kalıcı olacak. Yani fani değil baki olacak.
Allah daha önce söz vermişti. Yani beni tercih eden kullarımı ben de tercih edeceğim. Verdiğim emanete sadakat gösteren kullarımı cennetle ödüllendireceğim diye. İşte o vaat yerine gelmiş olacak.
17. Hıristiyanların Hz. İsa’ya yaptıkları gibi bir tasavvur.
Veliler, azizler, alimler, şehitler, her kimlerse o güzel insanlar. Onları toplayıp Allah soracak onlara. Bunlara siz mi emrettiniz. Siz mi bize böyle şeyler yakıştırın. Allah’a ait nitelikleri bize yakıştırın dediniz, yoksa kendileri mi sapıttılar.”
MAİDE 116-117
18. Kur’an yani vahiy aslında insanda olmayan bir bilgiyi insana vermiyor. İnsanda zaten mevcut olup ta insanın üzerini örttüğü bir bilgiyi açıyor. İnsanın özünde olanı açıyor. İnsanı kendisi ile buluşturuyor. Onun için her vahiy zikirdir, yani bir hatırlatmadır.
19. Zulüm bir şeyi yerinden etmektir. Kök manası budur. Hakikati ters çevirmek, hakkı yerinden etmek en büyük zulümdür. Onun için böyle bir mantık aslında varlığa ters bakan bir mantıktır. İnsanın tasavvurunu, bakış açısını yamuklaştırması en büyük zulümlerden biridir. Çünkü küçüğü büyük, büyüğü küçük. Geçiciyi kalıcı, kalıcıyı geçici. Değerliyi değersiz değersizi değerli. Ebediyi fani, faniyi ebedi görür. O zaman dünyaya ahiret muamelesi yapar. Eşyaya ilah muamelesi yapar. Tabii ki ilaha da, haşa, eşya muamelesi yapmaya kalkar. Onun için zulüm aslında bilincin ters dönmesidir.
20. Peygamberlerin görevi insanlık dünyasındaki cevherlerle cürufları birbirinden ayırmaktır. Aslında vahiyler de bunun için gelir. Sadece peygamberler değil herkes, herkesle sınanmaktadır. Bu ayetin verdiği bir öğütte bu aslında. Kimi peygamber seçilerek öyle sınanıyor, kimisi ümmet seçilerek öyle sınanıyor.
“Biz kiminizi kiminiz için imtihan vesilesi yaptık” cümlesi, kendilerini soylu ve üstün gören müşrikler, sıradan kişilerle aynı inancı paylaşmayı reddediyor, güya onların seviyesine düşmediklerini göstermek için inkârda daha da inatlaşmakla kalmayıp diğerlerine eza ve cefa ediyor ve bu suretle kötü bir imtihan vermiş oluyor, Müslümanlar ise onlardan gördükleri hakaretlere, maddî ve mânevî baskılara sabredip Allah’a ve peygambere bağlılıklarını koruyarak iyi bir imtihan vermiş oluyorlardı.
21. Burada da iman etmemek için türlü bahaneler ileri süren müşriklerin bir başka bahanelerine işaret edilmektedir. Ayet, onların inanmamalarının asıl sebebinin, içlerinde taşıdıkları küstahça kibirleri ve davranışlarıyla sergiledikleri zulüm ve taşkınlıkları olduğunu ifşa etmektedir.
Kur’an gibi baki bir mucizeyi görmeyenler, yani görüneni görmeyenler, görünmeyeni görmeye talip oluyorlar. Görünemeyecek, yani insanın gözlerinin görmeye takat getiremeyeceği, buna müsait olmadığı mutlak hakikatleri görmek ister.
22. Eğer şu anda Allah meleklerini göndermiyorsa bilsinler ki onlara merhametinden dolayıdır. Dönüp adam olmaları için, tövbe edip Müslüman olmaları için, yoluna girmeleri için fırsat tanıyor Rabbimiz onlara. O gün; melekleri gördükleri gün, Sizin için azap var, sizin için yokluk var, sizin için kahroluş vardır. Bunun dışında başka bir şey beklemeyin artık.
“Hicran Mehcura” “Her şeyden mahrum olduk!” Bazıları da: “Allahım! Beni koru, bu felâketi benden uzaklaştır!” anlamına geldiği belirtilmiştir.
3
23. Kuşkusuz –inkârcı da olsa– her insanın dünyada yaptığı iyi işler de bulunmaktadır. Fakat bunların Allah katında değer taşıması ve ahirette kurtuluşa vesile olabilmesi için onları yapanların, Allah’ın rızasını gözeterek yapmış olmaları, bunun için de O’na iman etmeleri gerekmektedir.
Çünkü içinde imanın olmadığı bir amel yel vurmuş küle döner. Amellerin ölçüsü imandır. İman olmadan hiçbir amel bir değer ifade etmez. İmansız amel de, amelsiz iman da değerlendirilmeye tabi tutulmayacaktır.
İman, insanı Rabbine bağlayan biricik bağdır. İnsanın davranışlarına değer ve önem kazandıran, insanın kendisine şu evren bütünü içinde yer sağlayan bu bağdır.
HEBA: Bir pencereden güneş ışığı vurduğu zaman içinde uçuştuğu görünen tozdur.
MENSÛR: Saçılmış demektir. Zaten dağınık demek olan heba (zerre) yı bir de bu şekilde nitelemek, onu bir daha saçılmış olarak tasvirdir ki, o zerre hiç görülmez bir hale gelir.
24. Allah’a ve âhiret gününe inanıp iyiliklerini Allah rızasını ve âhiret kurtuluşunu umarak yapanların nail olacakları güzel ortam çok kısa fakat çok kuşatıcı bir ifadeyle, “kalınacak yerlerin en iyisi, dinlenme yerlerinin en güzeli” şeklinde özetlenmektedir.
25. Haberini yalnızca vahiyden alacağımız sahneler bunlar. Başka hiçbir kitabın, hiçbir bilgi kaynağının bize bu konuda bilgi taşıyamayacağı şeyler bunlar.
Şu halde Müslüman için asıl önemli olan, kıyametin nasıl kopacağını merak edip öğrenmek değil, gerçekleşmesinde kuşku bulunmayan âhiret için hazırlıklı olmaktır.
26. Elbette bugün de mülk O’nundur, bugün de saltanat O’nundur, bugün de egemen O’dur. Ama bir farkla ki, bugün O Allah, kendi mülkünde kendisinden başkalarına da mülk yetkisi, saltanat yetkisi veriyor.
Ve bugün Allah’ın tanıdığı bu geçici yetki ve saltanata sahip olan kimseler de sanki Allah’ın mülkünde kendilerinin gerçek sahipliği varmışçasına şımarıp aldanıyorlar. İşte bunun içindir ki Rabbimiz ısrarla kitabının pek çok yerinde öteler âleminde mülkünün hiç ortağı olmadığını vurguluyor.
27. Elleri ısırmak, pişmanlık ifadesidir. Nitekim insanlar, genelde kusurları ve eksikliklerinden dolayı pişmanlık duyduklarında bunu yaparlar. Hem aldanmak, hem umduğunu bulamamak, umut besledikleri umuda muhtaç olduğunu görmek.
28. Çünkü o dost edindiklerim beni zikirden, beni kitaptan uzaklaştırdı, beni vahiyden saptırdı. Halbuki bu kitap bana gelmişti. O filân ve falan kitapla benim arama girerek benim kitabı öğrenmeme, kitabı tanıyıp onunla amel etmeme engel oldu.
Başkalarını önder edinenler, peygamberlerin değil, Nemrutların, firavunların yolunu izleyenler. Ya da beni ahirette falanca kurtaracak diye peşine takıldıkları diğer kimseler. İşte onların hepsi bu ayetlerin kapsamında anlaşılmalı.
29. Şeytan; Şatane, uzak oldu kökünden gelir. Burada insanı vahiyden, vahyin çizgisinden uzaklaştıran kişiler dile getiriliyor ki şeytan olarak insanlar, saptıran insanlardan söz ediliyor.
“Hazûl” kelimesiyle aynı kökten olan hızlân dinî bir terim olarak, “Allah’ın, kendi buyruklarına karşı gelen insanlardan yardımını kesmesi, onları yapayalnız ve yardımcısız bırakması” anlamına gelir.
30. Vahiy ilahi bire inşa projesidir, evrensel hakikatleri beyan eder zaman ve zemin üstü. Onun için vahye modası geçmiş bir mesaj olarak bakanlar Resul tarafından Allah’a işte böyle şikâyet edilecekler. Sadece böyle bakanlar değil, vahyi hayata taşımayanlar, vahyi okuyup ta, ezberleyip de, yazıp da hayatlarına hakim kılmayanlar da, terk edilmiş bir mesaj gibi algılayanlar içine girecek.
YA RABBİ bu toplum Kur’an ı mahcur bıraktı. Metruk bıraktı değil, metruk bırakmak terk etmektir sırtını dönmek ve onu bırakıp gitmektir, fakat mahcur bırakmak o yanında elinde olduğu halde onu gereken yere koymamak en üs sıraya koymamaktır mahcur bırakmak budur.
31. Tıpkı Nemrut'u Hazret-i İbrahim'e, Firavunu Hazret-i Musa'ya ve Yahudileri Hazret-i İsa'ya düşman ettiği gibi. O halde onların sabrettikleri gibi sabret ki, başardıkları gibi başarasın.
O gün Mekkeli inanmadığı Kuranı reddederken bugünküler inandıkları bir Kur’an’ı arkalarına atıyorlar. Başka kitaplar, başka sistemler, başka yasalar bu kitabın önüne geçmiş. Kur’an unutulmuş, insanlar başka sevdaların peşine düşmüşler. Bunu anlamak mümkün değildir.
32. Kur’an-ı Kerim’i bir bütün halinde indirmeye kadir olan Allah, böyle yapmayıp onu parça parça indirmesinin ve ağır ağır okumasının hikmetini şöyle beyân eder:
Parça parça inen Kur’an’la Resûlullah (s.a.s.)’in kalbine sebât vermek, onu kuvvetlendirmek ve onu cesaretle doldurmak.
Onun ve mü’minlerin inen âyetleri okumasını, ezberlemesini ve anlamasını kolaylaştırmak.
Ortaya çıkan yeni yeni durumlar münasebetiyle gerekli talimatları vermek.
Bunları insanlara peyderpey tebliğ etmesini, ihtiva ettikleri ahkâmı müminlerle birlikte tedricî olarak tatbik etmesini sağlamak.
Fert ve toplum olarak ümmetini terbiye ve tezkiye etmesine; onları ahlâkî, içtimai, iktisadî, siyasî ve askerî yönlerden geliştirmesine yardımcı olmak.
Kur’an’ın, İslâm toplumunun sosyal yapısında inkılâplar yapan öyle hükümleri vardır ki, bunlar birden bire indirilseydi tatbiki güç olurdu. Bu sebeple bu hükümler zamanı gelince indirilmiştir.
Nitekim: “Biz Kur’an’ı insanların zihinlerine ve kalplerine sindire sindire okuyasın diye kısımlara ayırdık ve onu parça parça indirdik” (İsrâ 17/106) ayetinde de Kur’an’ın insanlara yavaş yavaş anlatılması, hükümlerinin tedricen uygulanması için parça parça, ayet ayet indirildiği beyan edilir.
Hem Peygamber (s.a.s.)’in, hem de onun izinden giden müminlerin heyecan ve iştiyaklarını zinde tutarak, tabii bir süreç içinde safha safha İslâm’ı bir bütün halinde anlayıp yaşamalarına en uygun zemini hazırlamak.
33. onlar senin önüne hangi alternatif mesajı koymaya kalkarlarsa kalksınlar unutmamaları gereken tek şey şudur; Biz önüne koymak istedikleri alternatifin en iyisini koyar ve onların getirdiği sahte mesajları gerçeği ile söker atarız.
Kur’an’ın peyderpey inişinin hikmetlerinden birine dikkat çekiyor bu ayet. Birbirini açıklamasıdır. Yani Kur’an Mekkî ayetlerini ve surelerini, Medine’de inmiş ayetlerle sureler açıklar. Kur’an kendi kendisini tefsir eden bir kitaptır.
34. Bu ayet-i kerimede Kur’an düşmanlarının mahşerdeki hallerinden acı bir manzara sunulmaktadır.
“En kötü yer” cehennem, “en kötü yol” da cehenneme götüren yol olarak yorumlanmıştır. Bu ifadeyi mecaz olarak anlamak da mümkündür. Buna göre “en kötü yer” ile inkârcıların Allah katındaki itibarsız ve değersiz konumları, “en kötü yol” ile de onların dünyada iken tutmuş oldukları yanlış ve sapkın yol kastedilmiş olabilir.
4
35. Resulallah teskin ediliyor, teselli ediliyor. Yani düşmanın var, her peygamberin düşmanı vardı. Ama dostun da olacak, yardımcın da olacak. Vezir; Aslında vizr’i alan anlamına, yani yük alan. Yük olan değil, yük alan, yükü paylaşan.
36. Burada şöyle bir nükte var, biz davetçi göndermedikçe bir kavmi helak etmeyiz, ilahi, vahyi gerçeğine bir atıf var. Yani firavunu da o inkar ettikten sonra helak ettik. Biz davet etmeden bir topluma azap göndermeyiz.
37. Sonunda yine kurtulanlar bir gemiye binerek, bir peygamber safında yer alarak, tercihlerini bir peygambere kullanarak kurtulurlarken, helâk olanlar da tufanla boğulup ebediyen yerin dibine batıverdiler, ebediyen cehenneme doğru yollanıverdiler.
İyiler numune-i intisal, kötüler ibreti alemdir.
38. Neden mi? Çünkü onlar da öncekilerin yolunu izlediler. Kim kimin izinden giderse, o, onun akıbetine uğrar. Bunda şaşılacak ne var.
"Ress, etrafı örülmemiş ve onarılmamış kuyudur." Ress halkı putlara tapan bir toplumdu. Allahu teâlâ, onlara Şuayb Peygamberi göndermiş, fakat onlar onu yalanlamışlardı. Bu toplum, birgün Ress'in yani içtikleri ve davarlarını suladıkları kuyularının başında bulunuyorlardı. Bu arada kuyu aniden çökmüş, Allah onları, yurtlarını, davarlarını ve mallarını yerin dibine geçirmiş, böylece hepsi yok olup gitmiştir."
39. Önce her birinin önüne yaşanmış örnekler koyduk, yani tıpkı bizim önümüze konulduğu gibi.
İbret almalarını istemiştir. Rabbimizin insanlığa şefkatinin bir ifadesidir bu. Yarattığı insanın güzel bir akıbetle akıbetlenmesi için rabbimiz akıl vermekle yetinmemiş, irade vermekle yetinmemiş peygamber göndermiş. Bir tanesine de göndermemiş birçok göndermiş, vahiy göndermiş. Yani ardı ardına ona merhametini, rahmetini ifade buyurmuş ve bütün bunlara rağmen insan hala direniyor, inkarda ısrar ediyorsa işte ondan sonra kendi kötü akıbetini kendi elleri ile seçmiş olmaktadır.
40. “Bunlar” zamiri ile Hz. Peygamber’i inkâr eden Arap müşrikleri kastedilmiştir.
“Felâket yağmuruna tutulmuş olan o belde” ise müfessirlere göre Lût kavminin yaşadığı, Ölüdeniz kıyısında eski bir şehir olan Sodom’dur. Araplar kuzeye yaptıkları ticarî yolculukları sırasında bu bölgeden geçerler ve âyetten anlaşıldığına göre muhtemelen bu şehrin azgınlık ve ahlâksızlıkları yüzünden helâk olmuş kavimden kalan harabelerini görürlerdi.
Nasıl bir temele dayanıyor inkarcı mantığın inkarı? Ahirette hesap vermemek üzerine dayanıyor. Yani sorumluluktan kaçıyor. Sorumlu bir hayat yaşamak istemiyor. Hesabı verilmiş bir hayattan kaçıyor İnkarcı. Aslında inkarcının derdi bu. hesabını vermeyeceği bir hayat yaşamak, hesapsız bir hayat yaşamak. Sınırsız ve sorumsuz bir hayat yaşamak.
41. a) Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’e tahkîr gözüyle bakıyorlar, fakirliği ve yetimliği sebebiyle onu küçümsüyorlardı. Onun gerçek değerini, kadir ve kıymetini bilmiyorlardı.
b) Efendimize Güvenilir Muhammed diyorlardı ve güveniyorlardı. Aslında burada onların itirazı Resulallah’ın insaniyetine değil, insan türünü küçümsüyorlardı. Melek olmalı değil miydi deyişleri bu yüzdendi. Yani Allah’a elçi olsa olsa melekler olur, insanlar Allah’a elçi olamaz demek aslında insan Allah’a muhatap olamaz demekti. Bu insanı küçümsemektir. Bu insanın kadrini kıymetini bilmemektir. Allah’ın yanındaki insanın değerini yok saymaktır.
42. Tasavvur ters dönerse hidayet sapma, sapma hidayet anlamına gelir. Eğer bir insan ters bakarsa; Hakk batıl, batıl Hakk. Siyah beyaz, beyaz siyah gibi görünür. İşte burada ifade edilen şey aslında ters dönmüş bir tasavvurun eşyayı ters görmesi, hakikati ters görmesi yoksa nasıl direnebilirler. Aslında direnç önce insanın iç dünyasının ters dönmesiyle başlıyor. Yani inkar önce tasavvurda, akılda başlıyor. Orada başlayan inkar eyleme yansıyor o kadar.
Amuda kalkarak bakıyorlardı varlığa ve hakikate, o zaman ayakları üzerine dikilecekler. Yani tasavvurları yerine gelecek fakat tabii iş işten geçmiş olacak.
43. Bir insan düşün ki tanrısı tutkusu olsun, tutkusuna tapıyor, arzusuna tapıyor o insan. Ona kul olmuş, onun önünde eğiliyor sadece. Böyle bir insan ne yapmazdı ki. Böyle bir insan Allah’a isyan etmez mi? Böyle bir insan vahyi reddetmez mi, böyle bir insan bu ilahi imkanı elinin tersiyle itmez mi? İşte bu tip böyle bir tip.
Heva, hakikate ne doğrudan ne dolaylı hiçbir nispeti olmayan referans demek. Tutku ve arzuyu hakikatin makamına oturtmak. Eşyanın aslında ters döndürülmesidir bu. Çünkü insan kendi egosunu putlaştırmıştır.
“Efeente tekûnü aleyhi vekila” Soru gerçekten insanın tüylerini diken diken eden bir soru. Böyle birinin sorumluluğunu kim üstlenebilir ki. Tutkusunun kölesi kulu olmuş birine kimse vekil ve kefil olamaz. Çünkü böyle birinin ilkesi olmaz. Böyle biri yüz karasıdır.
44. Vahiy, içgüdüleriyle hareket edenlerin akli ve kalbi yetilerinin köreleceğini ve sonuçta bunun da insanlıktan çıkma anlamına geleceğini ifade ediyor.
Bu ayet bir önceki ayetle birlikte mütalaa edilmeli mutlaka. Yani içgüdüsünü tutkusunu tanrı edinen tip aslında aklını ve yüreğini devre dışı bırakmış, kendini insan eden taraflarını kendi öz elleriyle yok etmiş ve kendisini sürüleştirmiş, sürü güdüsüne teslim olmuş, yığınların içine, arasına teslim olmuş bir tiptir. Bu tip sürü güdüsüyle hareket eder. Yani koyun gibi. Bir tutam otun arkasına bin koyunluk bir sürüyü çekmek mümkündür. Hiç sormazlar nereye gidiyoruz, nereden geliyoruz, kimin ardına düştük, bu bir tutam ot bize yeter mi? Bunun arkasından çok ucuz değil mi diye sormazlar. Bunu sorabilecek akıl zaten vahye teslim olur.
5
45. Burada kıssadan hisse almamız isteniyor. Gölge olması için bir asıl olması lazım değil mi. Bir şeyin gölgesi olur. O şey olmadan gölgesi de olmaz. O şeyi kaldırın gölgesi de kalkmış olur. Bu alemi bir gölge bil. Lafzı mananın gölgesi bil. Lafızdan manaya git. Eserden müessire git. Sanattan sanatkara git, görünen den görünmeyene git. Mamulden ustaya git.
Yani o gölge aşırı sıcak bir ortamda insana sunulmuş bir merhamet, bir rahmet sığınağıdır.
Birincisi; varlık âlemi bir gölge gibidir. Bir müddet var olur, sonra yok olur. Yok olan şeyler Allah’a döner. Bu, her şeyin aynen gölge gibi Allah’tan gelip Allah’a döndüğünü göstermektedir.
İkincisi; gölge tevhidin açık bir delilidir. Onu hareket ettiren bir tek ilâhî kudret vardır ve onun o kudrete boyun eğmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Onun emriyle uzamakta, kısalmakta, yok olmakta ve bu durum her gün tekerrür etmektedir. Aslında bu haliyle gölge, kulun Allah’a nasıl teslimiyet göstereceğinin açık bir sembolüdür.
Üçüncüsü; nasıl gölge hep aynı durumda kalmıyorsa, aynı şekilde dünya üzerinde enine boyuna yayılmış görünen küfür ve şirk gölgesi de İslâm güneşi yükseldikçe dürülüp kısalacaktır. Fakat Allah Teâlâ her şeyi belli sebeplere ve kanunlara bağlayıp ani değişimler meydana getirmediğinden, özlenen bu hayırlı neticeye ulaşmak da gayret, cihat, sabır ve tahammül istemektedir.
46. Göstergeyi doğru okursak gösterileni görürüz. İbrahim gözü ile bakarsan yıldıza, aya, güneşe Allah’ı görürsün. Nereden baktığın önemli. Doğru yerden bakanlar doğru görürler. Allah’ın gör dediği yerden bakanlar hakikati görürler. Şeytanın gör dediği yerden bakanlarsa elbette şeytanın gösterdiğini görürler.
47. Gölgenin hallerinin beyanından hemen sonra yeryüzünün gölgesi sayılan gecenin hükümlerinin beyan edilmesi, üslubun son derece güzel bir inceliğidir.
Dünya, karanlığı ile bir elbiseyi andıran geceye bürünür. Geceleyin hareket kesilir, canlılık durur. İnsanlar ve tüm hayvan türleri uykuya çekilir. Uyku aynı zamanda duygu, düşünce ve bilincin donuklaşmasıdır. Bu yüzden uyku bir dinlenme fırsatıdır.
Neden gece gündüz sabah geldi burada, çünkü her 24 saat hayat ölüm ve kıyamete bir atıftır. Gündüz hayata, gece ölüme ertesi sabah ise yeniden dirilişe bir atıf. Eğer aklı başında ise insanın her 24 saatte hayatı ölümü ve kıyameti görür ve ibret alır.
48. Kur’an da rüzgar nerede geçiyorsa, rüzgar, rahmet, yağmur metaforu mutlaka vahye bir ima içerir. Rüzgar yağmurun habercisidir ya, böyle ortalığı kasıp kavuran bir rüzgar geldiğinde arkadan yağmur geleceğini anlarsınız. Mekke, Medine’nin habercisidir. Özelde Resulallah’a bu acı, bu kasırgalı günler, arkadan gelen yağmurun, Medine’nin habercisidir. Bu elemli, bu kederli günler, yıllar, arkadan gelecek büyük iktidarın, nübüvvet devletinin habercisidir.
49. Burada da buyrulduğu gibi vahiy ile ölü gönülleri, ölü toplumları, ölü yürekleri canlandırırız. Aslında Kur’an da geçen bir insanı öldürmek tüm insanlığı öldürmüş gibidir.
ve men ahyâhâ fe ke ennemâ ahyen nâse cemîa. (Maide/32) bir kişiyi dirilten de tüm insanlığı diriltmiş gibidir.
50. Tezekkür: öğüt almak, düşünmek. İbâ: direnmek. Küfür: nimete nankörlük etmek.
Yukarıdan beri güneşi gölgeyi, yağmuru, rüzgârı hatırlayın. Bütün bunları yan yana koyun. Neden? Allah eşyayı bile amaçsız yaratmadığı sonucuna ulaşırsa insan, arkasından şu cümle gelmeli değil mi? Ya benim gibi mahlûkatın, yaratılmışların şereflisi, değerlisi bir varlığı amaçsız yaratmış olabilir mi? İşte bu soruyu sormamızı istiyor.
51. Ama bunu yapmadık. “Fahvel hitaptan” onu anlıyoruz, sözün gelişinden. Tüm bir insanlığa bir tek peygamber gönderdik.
Mekke’den dalga dalga tüm dünyaya yayılacak ve herkes onun elçiliğini kabul etmek, onunla hidâyete ulaşmak zorunda kalacaklardır. Ve O şanlı elçi bu dünyadan ayrıldıktan sonra da onun elçiliğini, onun dâvet misyonunu da onun yolunun yolcuları olan Müslümanlar üstleneceklerdir. Müslümanlar ondan aldıkları mesajı her karyeye, her şehre, her ülkeye adım adım yayacaklar, duyuracaklardır.
52. Cihad-ı Kebiyr; Büyük cihad, Mekke döneminin 5 ve 6. yıllarlında hangi büyük cihad dan söz ediyor olabilir Kur’an? El kaldırmanın dahi yasak olduğu bir dönem düşmana. Elbette bu büyük cihad Kur’an ile yapılan cihad. Vahyi insanların yüreğine götürmek için olanca gücünü sarf etmektir en büyük cihat.
Ey nebi, ey peygamber, öyle çaba göster ki her kavme ayrı peygamber göndermiş olsaydık bütünü ne kadar çaba gösterecek idiyse sen o kadar çaba göster.
Ey bu vahye muhatap olupta vahyin hitabını kabul etmiş olan İslam ümmeti, ümmeti Muhammed, siz de öyle çaba gösterin ki yer yüzüne bu çabanız yetsin. Yeryüzünün hidayeti için bu çabanız referans olsun.
53. Günümüzde deniz araştırmalarının açıkça kanıtladığı üzere bazı denizlerde tatlı su ile tuzlu suyun karışmadığı görülmekte, bu iki su kütlesinin arasında “bir engel, aşılmaz bir perde” bulunmakta; bilimin bu yeni keşfinin Kur’an tarafından çok açık ifadelerle ortaya konması Kur’an’ın açık bir mucizesidir.
Mekke de olduğu gibi mümin ve kafirler aynı kentte yaşadığı halde birbirine karışmayan iki hayat tarzı. İki tasavvur, iki akıl ve inanç sistemine işaret ediyor. Yani adeta küfür, acı ve tuzlu, yani kandırmayan su. Küfre saplanmış insanlar. Öbür tarafta da iman ehli. Tatlı su gibi insanın yüreğini serinleten, yanmış yüreklere bir merhamet gibi düşen tatlı su.
54. Burada, insanlar arasındaki nesep ve sıhriyet bağının da ilâhî kudretin bir delili olarak gösterilmesi ve hemen ardından Allah’ın üstün kudretinin hatırlatılması da son derece anlamlıdır. Çünkü bu, insanın uygarlık kuran bir varlık oluşuna işaret eder. Nitekim uygarlık önce nesep ve sıhriyet ilişkisiyle başlar. Allah sayısız psikolojik, sosyal, ekonomik ilişkilerin de temeli olan bu iki bağdan insanlığı mahrum bıraksaydı insanın diğer hayvanlardan farkı kalmazdı.
Yani bütün bu çeşitliliği takdir eden rabbindir. Bu çeşitliliği sonsuza kadar yok etmek mümkün değildir. Yani küfür de olacak imanda. Bu hep olacak. Ama aslolan senin tercihini hangisi uğruna kullandığındır.
55. Burada ki zarardan bahis, aslında insanlar bazen Allah dışı varlıklara kulluk ederken, mesela cin gibi görünmeyen varlıklara onlardan korktukları için, bana zarar verebilir diye korktukları için kulluk edebilirler. Allah’a verecekleri nitelikleri O’ndan alıp başkasına vermeye kalkmalarıdır.
Yani kafir rabbine sırt çevirendir diyor, kafirin tanımını yapıyor Kur’an.
6
56. Yapılan savaşlar ne oluyor denilirse: Savaş, davetin özgürce yürütülmesini önleyen maddi engellerin kaldırılması, mü'minlerin inançlarından dolayı baskı altında tutulmalarına engel olunması için bir araçtı.
57. Vermeyi dilemeseydi, dilemeyi vermezdi. Onun için dileyen kimsenin hidayetini diler. Dileyen kimsenin de dalaletini diler. Yani sen dalaleti dilersen O da senin için senin dileğini diler. Çünkü iradeyi veren O’dur, O aslında irade vermekle senin dileğine hürmet göstereceğini ifade buyurmuştur.
Ne güzel bir tavır değil mi? İnsanlığa rahmet olacak, insanlığa en büyük imam olacak, onların kurtuluşu için bir ömür çırpınacak ama onlardan hiçbir beklentisi olmayacak. Biz de çevremize karşı böyle olalım. Bizim de sadece hedefimiz insanların kurtuluşu olsun. Yaptığımız hizmetlerin karşılığında insanlardan bir teşekkür beklentimiz bile olmasın.
İslam’da "Giriş vergisi" yoktur. Dinin sınırlarını öğrenmek, kutsanmak ya da dine kabul edilmek için bir bedel ödemek söz konusu değildir.
58. Yukarıdaki ayetlerle birleştirirsek; Sen görevini yap. Uyarı görevini yap. Uyar ve müjdele. Ötesini Allah’a bırak. İnsanların suç defterini tutacak olan Allah’tır, neyi affedip neyi affetmeyeceğini bilen de yine Allah’tır.
59. Bu vahyin muhatabı olan insan haydi isteyeceğin ne varsa o her şeyden haberdar olandan iste. Çünkü se e le kökü hem istedi, hem sordu anlamına birlikte gelir.
60. Bu ukalalığın, küstahlığın iğrenç bir tablosudur. Bu tablo, burada peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- yönelik küstahlıklarına, dil uzatmalarına bayalığını vurgulamak için gözler önüne seriliyor. Bir kere onlar Rabb'lerine karşı gereken saygıyı göstermiyorlar, O'nun yüce zatı hakkında böylesine yakışıksız sözler sarf edebiliyorlar.
Eğer hayatlarına müdahil bir Rahman inancına inanırlarsa o zaman sorumlu tutulacaklarını, her şeyden hesap vereceklerini biliyorlar, bir ahiretin de olması lazım. İşte onlar uzak bir tanrı inancını, yakın bir Allah inancına tercih ediyorlar. Onun içinde nefretlerinin artmasına neden oluyor Allah’a Rahman denilmesi. Çünkü o zaman keyiflerine göre yaşayamayacaklar, yani o zaman kendi yasalarını tutku ve arzularının emrine veremeyecekler. Tutku ve arzularını tanrı edinemeyecekler, Allah’ın emir ve yasaklarına göre yaşamak durumunda kalacaklar. İşte bu da onların işine gelmiyor.
61. Gökyüzüne serpiştirilen “burçlar”; astronomi dilinde “yıldız kümeleri” veya “galaksiler”, onlar arasında bir ışık kaynağı halinde durmadan yanıp duran güneş ve güneşten aldığı ışığı yansıtarak geceleyin dünyayı aydınlatan ay Allah Teâlâ’nın en büyük yücelik ve cömertlik tecellilerindendir.
62. Rabbimizin bize lütfettiği bu nimetlerine şükretmemiz, hayatımızı sadece O’nun için yaşamamız isteniyor. Ayetleriyle şereflenmemizi istiyor Rabbimiz. Ayetlerinden nasip almamızı ve kendisini sürekli gündeme almamızı istiyor.
TEZEKKÜR: Bu rahmet eserlerini ve sanat delillerini düşünerek kendi noksanını ve yüce yaratıcısını kuvvet ve kudretini anlamak
ŞÜKÜR: O Rahman'a kulluk görevini yerine getirmek. Şükür üç çeşittir: Nimeti düşünmekten ibaret olan kalbin şükrü, nimeti övmek ve sena etmekten ibaret dilin şükrü ve gereği kadar nimetin karşılığını vermekten ibaret olan diğer organların şükrüdür.
63. Hevn; Hayat yürüyüşünde Kur’an’ın her alanda savunduğu dengeli tavrı ifade eder. Ne zillet ve acziyet, ne küstahlık ve kibir. Dengeye davet ediyor. Hevn bu dengenin adıdır işte.
Kendini bilmeyen muhatap alınmaz. Çünkü cahille neyi paylaşacaksın. Bilmiyor, bilmediğini de bilmiyor. Sizden de hakikati dinlemeye de tahammülü yok. Bu durumda selâm deyip geçmekten başka çareniz yok.
64. Bu ayetlerin Mekke’de 5. ve 6. yıllarda muhtemelen indiğini düşünürsek Medine’nin önce yüreklerde kurulduğunu anlarız. Medine kurulmadan önce, hicret olmadan önce yüreklerde Mekke’de kuruldu. MÜZZEMMİL 1-7
65. “Onlar ki” diye başlayan ve 8 yerde 8 ayrı öğüt veren bu surenin son ayetleri ideal bir müminin tarifini yapıyor aynı zamanda. İşte burada ideal bir müminde ahiret ve akıbet kaygısı sürekli olmalı. Yani sonum ne olacak. Meçhul akıbetin kaygısını sürekli yüreğinde taşımalı. Bu sahibine sorumluluk bilinci kazandırır, hesap verme şuuru kazandırır.
66. Sanki cehennem herkesin önüne serilmiş, tüm insanlığın yolunu kesmiş, kollarını uzatmış, ağzını açmış, uzak-yakın herkesi yakalayıp yutacakmış gibi duruyor. Onlar cehennemi görmemişler ama cehennemin varlığına inanıyor; Kur’an-ı Kerim’in tasvir ettiği şekliyle cehennemi zihinlerinde canlandırıyor ve onun azabından âlemlerin merhametli Rabbine sığınıyorlar.
7
67. “İsraf” kelime olarak herhangi bir şeyde haddini aşmaktır. İnfakta İsraf ise, yapılan harcamalarda Allah’ın kulları için mübah kıldığı sınırı aşmaktır. “İktar”, Allah’ın emrettiği sınırın altında bir harcama yapmak, “kıvâm” ise bu iki aşırı uç ortasında mutedil bir yol tutmaktır.
Her bir ferdin ve toplumun, sahip bulunduğu imkân ve kazanca göre bu derecelerden koruması gereken bir sınırı vardır. Şu halde ne zaruret, ne ihtiyaç ve ne de güzellik için olmayan, faydasız, zararlı, meşru olmayan yönlere yapılan harcama herkes için bir İsraf olduğu gibi, insanların ihtiyacı karşısında fazla yiyip içmek de güzel karşılanmaz, hatta israf sınırına girmiş olur. İyilik ve yarar sağlayan şeylere harcamak ise boşa harcamak değil, üretmek olacağından israf sayılmaz. İşte Rahman’ın kulları faydasız ve hayırsız yere sarf etmezler, hakkını da kısmazlar, ikisi arası bir yolda yürürler.
İSRA 29
Zira savurganlık kişiyi, toplumu ve malı bozar. Eli sıkılık ise hem sahibinin hem de çevresindeki toplumun bu maldan yararlanmasına engel olur, malı hapseder. Halbuki mal içtimai hizmetler için kullanılması gereken bir araçtır. Gerek savurganlık gerekse eli sıkılık hem sosyal hayatta hem de ekonomik alanda büyük sarsıntılara, karışıklıklara sebep olur. Malı hapsetmek krizlere yol açtığı gibi, sınırsız ve hesapsız bir şekilde serbest bırakmak da içinden çıkılmaz sıkıntılara yol açar. Bunun yanı sıra kalplerin ve ahlâkın da bozulma riski artar.
68. Bu ayet müminin temel ilkesi tevhide dikkat çekiyor. Şirkten titizlikle sakınma. Korku umut ve sevginin merkezine yalnızca Allah’ı yerleştirme.
Can ve ırza saldırmama, insanın maddi ve manevi dokunulmazlığına halel getirmeme emri bu. Maddi dokunulmazlığı canı, manevi, yani onur ve izzeti ise namusudur. Bu ikisine yönelmiş tecavüz aslında canına yönelmiş tecavüz neyse, namusuna yönelmiş tecavüz de ona benzer bir saldırıdır.
69. Bu büyük günahları işleyenlere verilecek azabın “kat kat olması”yla ilgili şu izahlar yapılabilir:
Onun cezası hiç bitmeyecek ve tekrarlana tekrarlana devam edecektir.
Küfür, şirk ve Allah’ı tanımama günahlarına ek olarak cana kıyma, zina ve diğer günahları da işlemiş olanlar, isyanları ve her bir günahları karşılığında tekrar tekrar cezalandırılacaklardır. Büyük-küçük tüm günahları için sorguya çekilecekler ve bunlardan hiç biri bağışlanmayacaktır. Sözgelimi her bir cana kıyma ve her bir zina eylemi için ayrı bir ceza söz konusu olacaktır.
Onların azaplarına ilâhî muhabbet ve rızadan ayrı kalma pişmanlığı, hicran ateşi, ebedi nimetlerden devamlı mahrum kalma ıstırabı eklenerek azapları katmerleşecektir.
70. Tevbe, kulun bir vicdan muhasebesi neticesinde duyduğu pişmanlığın ardından inkâr ve isyandan, her türlü kötülükten gönüllü bir vazgeçişi ve ona bir daha dönmeme kararlılığını ifade eder. Kur’an birçok ayette, bu şekildeki bir dönüşü son derece değerli bulur; –işlenen kötülükten dolayı pişmanlık duyup sağlam bir iradeyle vazgeçmeye karar verilmesi, ilgili kötülüğün tamamen terk edilmesi ve ona bir daha asla dönülmemesi şartıyla– inkâr, şirk gibi en büyük günahlar da dahil olmak üzere bütün batıl inanç, düşünce, kötü duygu ve davranışlar için yapılan tövbelerin makbul ve bunun, tövbe yapanın o günahtan dolayı günahlarını affettirmeye yeterli olduğunu bildirir.
Böylelerinin kötü gidişatını iyi gidişata tebdil edecek. Kim böyleleri? Allah’a yönelen, suçunu itiraf eden, haddini bilen. Yoksa melek olan değil. Günahsız kul değil tevbe eden, O’na yönelen, değer üreten kul istiyor. Rabbimizin insan tanımı. Çünkü insan elbette hata ve nisyandır. Ama hatasını savunursa İblisleşir, hatasını itiraf eder, özür dilerse adam olur, Ademleşir.
71. Tevbe etmenin kuralı ve şartı da şu şekilde belirleniyor. "Kim tevbe eder de arkasından iyi amel işlerse o kimse kararlı bir pişmanlıkla Allah'a yönelmiş olur"
Tevbe etmek; pişman olmakla, günahtan vazgeçmekle başlar; tevbenin gerçek olduğunu, içten olduğunu kanıtlayan salih amelle sonuçlanır. Salih amel, aynı zamanda günahtan vazgeçmekle ruhta meydana gelen boşluğu dolduran pozitif bir karşılıktır.
Çünkü günah bir ameldir, bir harekettir. Bu yüzden yerini karşıt bir hareketle doldurmak gerekir. Aksi taktirde günahtan vazgeçtikten sonra meydana gelen boşluğu hisseden ruh, bu etkiyle hatalara sürüklenir. Bu da Kur'anın olağanüstü eğitim sisteminin gözalıcı belirtisidir. Hiç kuşkusuz bu sistem insan psikolojisine ilişkin derin bilgiye dayanmaktadır. Yaratıcıdan daha iyi kim bilebilir yarattıklarını? O yücedir, eksikliklerden münezzehtir.
72. ”Zûr" yalan sözdür. Başka bir ifade ile zûr, aslı olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermek üzere yaldızlı ifadede bulunmaktır.
LAĞIV, faydasız veya zararlı olduğundan terk edilip ortadan kaldırılması bir görev olan lüzumsuz şeyler demektir ki, dilimizde lağviyyat (boş söz ve işler) diye anılır.
Bunun anlamı, her türlü ve her çeşit yalanın söz konusu olduğu bir mecliste, bir ortamda bulunmaktan kaçınmak, bu tür meclisleri ve ortamları görmeye yanaşmamaktır.
Aynı şekilde onlar ruhlarını ve ideallerini boş ve anlamsız uğraşılardan da korurlar: "Kötülükler ile karşılaştıklarında yanlarından onurlarına toz kondurmadan geçip giderler." Böyle şeylerle ilgilenmezler, bu tür şeylere kulak vererek ruhlarını kirletmezler. Böyle şeylere katılmak bir yana, görmekten, yakınından geçmekten bile kaçınırlar, onurlarını korurlar. Çünkü mü'minin boş ve gereksiz şeylerden çok daha önemli isleri vardır. Onun kendini eğlenceye, oyuna vermesini gerektirecek kadar boş vakti yoktur. Onun inancı, davası, kişisel yükümlülükleri ve hayattaki sorumlulukları yeterince kendisini uğraştırmaktadır.
73. Kur’an, insanların din ve dünya hayatları, bireysel ve toplumsal davranışları için bir hidayet rehberidir; insanın inanç, duygu, düşünce ve eylem dünyasını doğru, erdemli ve insanca bir yapıya kavuşturmasını sağlayan, ruhunu ve hayatını aydınlatan, zenginleştiren ilkeler, değerler sistemidir. Bu da öncelikle Kur’an’dan yararlanma niyetine, azim ve iradesine, bu husustaki içtenliğe; ikinci olarak da onun doğru okunması, doğru anlaşılması için zorunlu olan bilgi donanımına, kültürel birikime sahip olmayı gerektirir. Bunlardan ilki Kur’an’dan yararlanmanın ahlâkî şartı, ikincisi de zihnî şartıdır. Bu şartlardan ikisini de taşımayanların Kur’an’ı okuyup dinlemeleri âyette körlerin ve sağırların durumuna benzetilmiştir.
Çok, çok dikkat çekici bir ayet. Gerçekten daha önce Allah’ın mesajını inkar edenleri ele aldı. Burada ise Allah’ın mesajını inkar etmeyip hatta onu kucaklayıp, onu baş üstüne koyup fakat anlamaya ve yaşamaya gelince göz ardı eden sakat mantığa, yamuk mantığa sesleniyor. İyi bir mümin bunu yapmaz.
Kur’an a karşı saygı gösterisi yaptıkları halde onu anlama ve hayata geçirme konusunda samimi davranmayan kimselere sesleniyor.
Kur’an hayat kitabı değil de sanki sadece ölülere okunup ta duvara asılan, tören günlerinde üç öpücük kondurulup ta, “seninle işimiz buraya kadar.” diye adeta azıtılmış bir kedi muamelesi yapılan bir mesaj değildir. Kur’an kendi ifadesi ile ölü ruhları dirilten ilahi bir mesajdır. Kur’an ilahi bir inşa projesidir.
74. Yüz karası yürek yarası eşler değil, yüz karası nesiller değil göz aydınlığı olan eşler ve nesiller. İyilikte önderlik istemek Kur’an ın bir tavsiyesidir. İyilere lokomotif olmak. Yani vagon olmayı istemeyiniz iyiliğe lokomotif olunuz. Birilerinin başlatmasını beklemeyiniz iyiliği, siz iyiliği bizzat başlatınız. Bu, bu anlama gelir.
“Bizi sana saygı ve itaatte kararlı olanlara (muttakilere) öncü yap” cümlesi, takvâ kavramı kapsamında, burada zikredilen ve zikredilmeyen bütün güzellikler için geçerli bir dileği içermektedir. Müminin hedefi, öncelikle ruh dünyasını Allah’ın iradesine uygun inançlarla, doğru düşünceler ve güzel duygularla, ahlâkî erdemlerle donatmaktır. Bu şekilde iç dünyasını zenginleştiren insan, eylemlerini de Allah’a saygı ve O’nun huzurunda bulunduğu bilinci ve sorumluluğu içinde gerçekleştirme çabası içinde olur. Asıl dindarlık da budur; bunun dışındaki dindarlık gösterileri ise nifaktır, riyadır veya boş slogandır. İşte belirtilen anlamdaki gerçek dindarlığın Kur’an’daki adı takvadır.
75. Bundan önce sekiz ayette vasıflan belirtilen o mutlu ve kutlu insanların üstün amelleri beyan edildikten sonra burada da onların ahiretteki ebedî saadeti anlatılmaktadır. Müslümanca bir hayata direnmelerine karşılık, Allah’ın istediği bir hayata dayanmalarına karşılık cennetin en yüksek dereceleri, saraylar, köşkler var, makamlar var, cennet nimetleri vardır.
76. İşte 63. Ayetten beri özellikleri anlatılan Rahmanın kullarının mükafatları da böyledir.
77. Allah’tan isteyin ey insanoğlu, Allah’tan iste, istemen yetersiz olduğunu bilmendir. Eğer gereği gibi istersen sadece istediğin verilmekle kalmayacak, Allah katında ki hatırın da yükselecektir. Çünkü Allah’ın sınırsız büyüklüğünü bilenler ister ondan. Kendi küçüklüğünü bilenler ister. Kendi yetersizliğini ve onun yeterliliğini bilenler ister. Aslında ibadet tümüyle bir duadır. Aslında hayat dua makamıdır.
Rabbim kendisine yürekten dua eden ve duası itibarını Allah katında artıran saygın ve sevgili kullarından kılsın.
“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”
Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.
Kayıt Tarihi : 16.10.2023 22:34:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!