Fuentes: Ölümün Hayatı İçin Bahaneyiz

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Fuentes: Ölümün Hayatı İçin Bahaneyiz

Telaşlı bahar yağmurlarından sonra çöken beklentisizliğin baygın bir kokusu var. Kendiliğinden fışkıran acı kır papatyalarıyla iğdelerin sürprizli buluşmasını anlatıyor sanki. Sükûnetiyle öylesine mahzun bir geceydi. Açık kalmış pencereden sızan rüzgâr, ormanlarda hafif hafif sallanan mavi çamların şarkısını söylüyordu. Gerçekle ilişkimi kanıtlayan parlak ışıklı bilgisayardan yükselen tiz kadın sesi çok eskilerden silik hatıralar taşımıştı odama.

Yıllardır kütüphanemin en ışıklı yerinde ağırladığım yazarın ölüm haberini böyle bir akşamda aldım. Modern hayatın freni patlamış araba misali aniden önüme çıkardığı “ölüm haberleri” beni ikna etmiyor. Hele ki ansızın çekip giden bir yazarsa... Böyle sıkıntılı anlarda yıllardır gittiğim kasabanın “asmalı kahve” hayaline uzanıyorum. Taze sabah sessizliğinde yankılanan ispinozları, çay ocağının camlarda buharlaşan fokurtusunu, uysal kedi sohbetlerini dinlerken ansızın “ölüm anonslarıyla” irkilip hiçbir şey olmamış gibi hayata devam edenlerin trajik yorgunluğunu hatırlıyorum. Köy kahvesinde, cenaze saati duyurusunu dinleyip, çözdüğü bulmacaya dönmeden evvel göçüp gidenleri duayla, selamla uğurlayan köylüler gibi sessizce kabullenmek istiyorum geçici olmanın hüznünü. Ama olmuyor işte, hele ki beni öksüz bırakan sevdiğim bir yazarsa.

Önce biraz durup göğe bakıyorum, sonra toprağa. İkisi arasındaki sonsuz genişlikte insanı anlatmayı, yazıyla anlamayı seven başka bir insan geçti bu diyarlardan, diyorum. Gidip saklandığı yerden çıkarıyorum onları. Omuzlarından tutup kelimelerin ebedi sırrını anlatmaları için sarsıyorum. Her defasında başka bir sürprizle karşılaşıyorum. Bu defa ölüm kendi hikâyesini yazdı. Yıllar evvel okuduğum Kutsal Bölge’nin işaretli sayfalarından kararsız bir kelebek gibi havalanan kâğıt parçası, küçük daireler çizerek kucağıma düştü. Uzun zamandır görmediğim başka bir yazar, yıllar evvel kitabımın arasına gizlediği notun altına, “Lütfen arada bir beni ara” cümlesini ısrarlı tonuyla iliştirivermiş. “Harika, tam Fuentes’lik bir an”, dedim sessizce. O notun yıllardır uykuya yattığı sayfada, altı maviyle çizilmiş kelimeler sabırla beni beklemiş: “Dünyanın gizemi görünmeyen değil görünendir.”


“Yaratmak tek gerçek eylemdir”

Fuentes zamanın katmanlarında kurgunun tanıdık ritminden azade sorumsuzca dolaşmayı, hayatın aritmik sesine zekâsıyla, şiiriyle eşlik etmeyi seven bir yazar. Yaşadığı sürece hayal edilenin hayattan daha iyi, daha kötü ya da daha farklı olduğuna inandığı için, şimdiki ânın hükümranlığından kurtulup yazmayı tercih etti. Birkaç yıl evvel, onun sadece iki ay birlikte olabildiği Jean Seberg’i anlattığı Diana isimli kitabından bahsedip (29 Eylül 2009, Taraf) yazıyı şöyle bitirmişim: “O romandaki Seberg, yazar Fuentes’in kadınıydı. Ve ona göre Jean o kadar güçlüydü ki, dünyanın zaaflarına karşı savunmasız kalmıştı. Sadece bu cümle bile yazarın onu yazma niyetini haklı kılıyor. Onu böyle şehvetle anlatmak isteyecek başka bir yazar tanıyor musunuz? ” Fuentes artık yok, ama var. Bugün ve bundan bir asır sonra isteyen bu soruyu aynı güvenle sorabilir. O, tekrar edilemez hatıralarından, hatalarından süzülenleri edebiyatın diline dönüştürerek Seberg’i ve onun etrafında derinleşen duygularını, korkularını, zaaflarını, aşkını yeniden yaratarak ölümsüzleştirdi çünkü. O kitapta Diana sevgilisi Fuentes’e “Seni gerçek bir devrimci sanıyordum. Yazıyorsun ama bir şey yapmıyorsun. Amerikalı liberallerden bir farkın yok” dediğinde yazar net cevap veriyordu: “Yaratmak yapmaktır, tek gerçek eylemdir. Ölümü hayal etmen için ölmen gerekmez.”

Bazen arkadaşlarım sevdiğim yazarları kutsallaştırmamı biraz yadırgıyor. Onlara bu algının yazardan ziyade yazının, insanla çoğalan, derinleşen sırrıyla alakalı olduğunu anlatmakta zorlanıyorum. Hâlbuki hayat ve ölüm kadar basit ve aslında bir o kadar karmaşık. Ve o kadar yüce bir hakikati var yazının, kelamın! “Edebiyat yaşantımın süzgecidir” diyen Fuentes, en sevdiğim romanlarından İnes’in Sezgisi’ne, “Kendi ölümümüz hakkında söyleyecek hiçbir sözümüz olmayacak” çığlığıyla başlıyordu. Kahramanı yaşlı maestro zihninde dönüp duran bu cümleyi yazmaya cesaret edemiyordu. Anlatıcı ironik bir biçimde bundan sonra onun söyleyecek sözü kalmayacağını sanıyordu.


Sezgiyi sanata dönüştürmek

Hâlbuki genç Carlos ilk romanı Aura’dan bu yana yazarların her okurla, her yeni bakış ve yorumla tekrar hayat bulacağına, çoğalacağına, değişeceğine inanıyordu. Yazı sanatı ona göre tek boyutlu değildi. Ünlü bir orkestra şefiyle, yetenekli bir soprano olan İnez’in umutsuz aşkını anlatan bu romanda, Cam Sınır’daki hikâyelerde, zamana meydan okuyan bir aktrisi yazdığı Kutsal Bölge’de, bir gazetecinin son günlerini anlattığı Koca Gringo’da, Meksika’nın yüz yılını bir kadının gözünden aktardığı Laura Diaz’lı Yıllar’da, başyapıtı kabul edilen Terra Nostra’da ve neredeyse bütün eserlerinde bu düşüncenin etrafında konuşan kahramanlar yarattı.

Sevdiği bir yazarın bildiği dünyaya veda ettiğini duyan okur ne yapar bilmiyorum. Benim tesellim, bedenden sonra hafızayı yaşatabilmek için sağlam kökleriyle uçuruma tutunan kambur bir ağaç gibi kelimelerin sihirli gücüne sığınmak. Onlar da ömür boyu bunu hayal ederek yazıya tutunmuyor mu zaten? Fuentes, usta denemeciliğinin donanımıyla ördüğü romanında müzikle eserin kalıcılığını tartışıyordu. Orkestra şefi Atlan-Ferra’nın tutkularından biri Berlioz’un Faust’un Lanetlenmesi’ni sahnelemekti. O eser üzerinden anlatıcı okura yaratım sürecinin kendisiyle sınırlı kalmadığını anlatıyordu aslında: “Yapıt her temsil edilişinde bu etkinliğin içinde doğar ve ölürdü. Her defasında bir sonraki ses ilk ses olur ve yapıt kendi geçmişini sırtlanırdı. Belki de bu yapıtın her durumda dinlenmemiş bir geçmişi olacaktı.” İnes’in Sezgisi’nde Tanrı ve doğa arasındaki yolda yürüyen bir müzisyendi. Diğerlerinde yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, siyasetçiler. Kurguladığı hikâyelerden, röportajlarında söylediklerinden, akıllı denemelerinden anlayabildiğim kadarıyla, Fuentes işe yarar sezginin, içimizdeki gücü ve zayıflığı sanata çevirebileceğine inandı. Galiba ben onun yazı sanatına olan bu sezgisel inancını da sevdim.


“Yazabilirseniz, daha fazlasını istemezsiniz”

Bu yazıya başlamadan evvel gri pelerinli bir bahar akşamında, çocukluğundaki yalnızlıkla okuyarak başa çıktığını anlattığı kısa filme bakıyordum. Seksen yaşını aşmış bu “çocuk adam”, altı yaşının meraklı kara gözleriyle konuşuyor. İki kültürlü bir genç olarak Pardayanlar’dan, Jules Vernes’den, Dumas’dan, Stevenson’dan etkilendiğinden söz ediyor. Yazar olmasına sebep olan ve “benim romanlarımın esas yazarı onlardır” dediği büyükannelerini tarif ederken yüzü aydınlanıyor. Kısa bir süre sonra onlara kavuşacağını biliyor. Romanlarında zamanı bozguna uğratan kurgu tekniğinin tersine, gazetecinin sorularını hayatın düz çizgisi üzerinde sıçrayarak daima ileriye doğru anlatıyor.

Bir sonraki karede, şair olan ağabeyinin 21 yaşında öldüğünü ve babasının ona bu yüzden onun adı olan Carlos’u koyduğunu söylüyor. Bir şikâyeti yok, babasından sanatsal yönünü güçlendiren en iyi öğretmeni olduğunu itiraf ediyor. “Yedi yaşındayken yazar olmak istediğini nasıl anladınız” sorusunu duyunca ince dudakları müstehzi bir tebessümle kıvrılıyor. “Bilmem küvette şarkı söylemek gibi, kendiliğinden geliyor” diyor. Ama yine de o kışkırtıcı bilinçlenme ânını tarif ediyor: “17 yaşındayken Kafka’nın ‘Dönüşüm’ünü okumuştum. Dünya benim etrafımda dönmeye başlamıştı. Edebiyat bunu gösterir. Bunu yazabilirseniz hayattan istediğiniz sadece bu olur, daha fazlasını istemezsiniz zaten.” Bunu o kadar doğal söylüyor ki, iyi ki istediği gibi yazmış, diyorum.

Daha geçenlerde bir arkadaşıma söylüyordum. Yazıyı kalple seven insanı görüntü yaralıyor. Hayatının önemli dönemeçlerini, onu yazar yapan, tökezlediğinde güç verenleri, kaderinin gizli koridorlarını kendi sesinden dinlerken, uzanıp ona dokunmak, gittiği yerde yalnız hissetmesin, üşümesin diye elini tutmak istedim. Karın boşluğunda yaşayan kuşlar kekeme oldu. Yine de kapatamadım, hayranlıkla merak karışımı içimi kamaştıran bir duyguyla izledim sonuna kadar. Sıradan sorulara sadece kendisi olarak cevap veriyordu ve bence onu benzersiz kılan o dik ve sağlam duruşuydu. Yazının bizimle başlamadığını, tarihin hafızasında, dilinde ve hayal gücünde büyük zincirin küçücük bir halkası olduğumuzu söylemesi pek orijinal değildi belki, ama geleneğin içindeki “yeniyi” keşfetmemiz gerektiğini söylerken yüzünün aldığı ifade, o romanları nasıl ve niçin yazmak istediğini açıkça gösteriyordu.


Hayat hakkında unuttuklarımız...

“Yazmak şişenin içine mesajı koyup denize bırakmaktır, o şişeyi kim bulup çıkarırsa kitabın kaderini o belirler”, dedi. O bunları anlatırken gökler huysuz bir ihtiyar gibi gürledi. Camları hiddetle döven kristal dolu topları sardunyalarımı dövüyordu. Tam da o anda, “Yapmak isteyip de yapamadığınız bir şey kaldı mı” sorusuna, Fuentes “Evet ama bunu size söyleyemem” dediği sırada elektrikler kesildi. Kısacık bir şimşek çakımı süresince gök kubbe gümüşi bir kılıçla yarıldı. Sonra o âna kadar ona dair biriktirdiğim her şey, görüntüsü, sesi, muzip bakışları, kelimeleri hızla batan bir gemi gibi sessizce karanlık sulara gömüldü. Çocukluğumun yalnız gecelerindeki gibi ürperdim. Mum ışığında bir sigara yakıp karşı tepelerde göz kırpan ışıkları seyrettim biraz. Kahramanının tavsiye ettiği gibi geleceği ardımda bırakmak istedim. Hafızayla unutmanın tam ortasındaki “şimdiki zamanda” onu düşündüm. Yaşlı orkestra şefi Gabriel, yıllarca tutkuyla sevdiği İnez’le konuşur gibi sayıklıyordu: “Yaşamımız, amacı ölümün varlığı olan gelip geçici bir dönemeçtir. Biz ölümün hayatı için birer bahaneyiz. Yaşam hakkında unuttuğumuz her şeye varlık kazandıran ölümdür.”

O röportajda, “Nasıl hatırlanmak isterdiniz”, sorusuna Fuentes, “Nasıl bir dünyada hatırlanmak isterdim, sorusu daha doğru geliyor bana. Diktatörlerin rezilliğiyle değil” diye cevap veriyordu: “İnsanların unutulması utanç vericidir. Büyük sanatçılar, yazarlar, belki devlet adamları da hatırlanır ama insanların çoğu sonsuza kadar kaybolurlar. Bu çok üzücüdür. Biz yazarlar gerçeği hikâyelere benzetmek için geçmişi kurgu karakterlerle hatırlamaya, yeniden yaratmaya çalışırız. Don Kişot ve Anna Karenina hep yaşayacak, bundan eminim.”

Aura’yı, Aremio Cruz’u, Laura Diaz’ı; Pedro’yu, Gringo’yu, Gabrel’i ve diğerlerini hatırlayacaklar mı bilmiyorum ama Diana’yı hatırlayacaklarını sanıyorum. En azından umut ediyorum. Sadece “Yalnız avlanan tanrıçayı”, başka bir yazarın karısı olan ünlü bir oyuncuyu, Seberg’i şehvetle anlattığı için değil. O kitapta, “Yazacak zamanım kalmazsa diye ödüm kopuyor. Yazmak benim tutkum. Her yazar sınırlı bir zamanla doğmuştur. Yazı yazmak için oturduğunuz anda ölüme karşı savaşmaya başlıyorsunuz” cümlelerini inanarak yazdığı için kalacak.

(Kendim ve Ötekiler, Carlos Fuentes, Can Yayınları, Çev. Şemsa Yeğin)
(İnes’in Sezgisi, Carlos Fuentes, Can Yayınları, Çev. Pınar Savaş)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 14:54:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan