Fırlama Gençlik Şiiri - Sedat Erdoğdu

Sedat Erdoğdu
775

ŞİİR


14

TAKİPÇİ

Fırlama Gençlik

FIRLAMA GENÇLİK

Yaprak kımıldamayan bir gündür. Sıcak, hani sabaha kadar dışarıda dolaşsan bıkmazsın dedirten bir gecedir. Yaz gecelerini sevdiği kadar, karanlık ve uzun kış gecelerini hiç sevmemektedir. Soğuk geceler boyu sarılacağı ne bir annesi ne de bir babası olmuştur. Oysa sıcak yaz gecelerinde sere serpe uzanıp, yatmak ne güzeldir...
Yıllarca kaldığı yetimler yurdundan, yaşı on sekizi doldurduğu için ayrılmak zorundadır. Adı Şükran’dır. Bu ismi ona yurtta çalışan çamaşırhane sorumlusu Gülizar anne takmıştır. Çok güzel bir genç kız olmasına rağmen, fazla göz kamaştırıcı bir hayatı olmamış fakat yaşadığı her anın tadını çıkarmaya çalışmıştır. Bununla beraber herkesin fark edemeyeceği bir hüznü gözlerinde taşıdığı söylenir.
Böyle sıcak havalarda çoğu zaman kaldığı yurdun bahçesine iner, oturduğu ahşap bankta gelecekle ilgili hayaller kurar. Belirli bir saatten sonra yurdun kapıları kapanmaktadır. Yaz gecelerinin usanmaz, uslanmaz bekçisidir. Yine dışarıda geçiremeyecekti geceyi. Oysa yarın tamamen özgürdür. Yarın ki geceleri kâbus gibi karanlık ve uçsuz bucaksız olacaktı belki de...
Gelecek günlerine endişe ile bakar olmuştur. Bazen yurt arkadaşları ile kaldığı aynı odada demledikleri kaçak çayla ve içtikleri yasak sigaralarla, sabaha kadar sohbet eder, eğlenirler. Gizlice odaya sokulan bir bira, bazen de renkli bir mecmua, bazen hiç tanımadıkları bir yabancı artist resmi eşlik ederdi kara gecelerine...
Gün ışımaya başlamış ve kendisine kurduğu o büyülü krallık çoktan uykuya çekilmeye başlamıştır. Yaşıtı oda arkadaşları bir hafta önce ayrılıp gitmişlerdir. Tek başına ve çaresiz sabahı beklemektedir. Şimdi hayatın ciddiyetini kavradığı anlardır ve bu gece çok zor olacaktır.
Uyandığında öğlen sularıdır. Daha valiz hazırlanacak, eksikleri tamamlayacaktır. Önünde gurbet, önünde hasret vardır. Pek hislerini dışa vurmaz, çok da etkilenmez. Gözden uzak yaşadığı tek semt, kendi yüreğinde kurduğu şehrin sokaklarıdır. Sahiplenilmek her insan kadar onun da hoşuna gider. Fakat köyde yaşayan ve hiç görmediği akrabaları sahiplenecek midir kendisini acaba? Yıllar sonra anne ve babasını araştırıp öğrenmek istediğinde yurt Müdürü tarafından kendisine söylenilen;
“Kızım sen buraya geldiğinde iki günlük bebektin. Biz de sonradan gazete haberlerinden senin ve ailenin dramını okuduk. Annen on beş yaşındayken köylerindeki yaşlı bir adam tarafından kandırılmış ve ilişkiye girmiş. Annenin sana hamile olduğunu öğrendiklerinde, ailesi bunu herkesten gizlemiş. Annenin seni doğurduğu gün deden ve dedenin babalığı, bu olayı namus meselesi sayıp, anneni boğarak öldürmüşler. Seni de şehrin bir camisinin önüne bırakmışlar. Köydeki çevrelerine, annenin kaçtığı yalanını uydurmuşlar. Olaydan üç yıl sonra anneannen, kocası Hüseyin'in gece rüyasında sayıklamalarından gerçeği öğreniyor ve vicdan azabı duyarak, polislere olanları anlatıyor. Deden ve baban sorguya çekiliyor ve annenin kemiklerini gömdükleri tarladan çıkarıyorlar.
Bu olay gazetelere yansımıştı. Bu haberden yola çıkan Emniyetten gelen yetkililer, o tarihte camiye bırakılan bebeğin senin olduğunu söylediler. Babanın kim olduğunu biliyoruz fakat söyleyemeyiz... Ağır bir travma geçirmenden korktuğumuz için sana söyleyemeyiz. Köye gidince öğrenirsin," der ve elindeki dosyanın içinden çıkardığı adresi bir kâğıda yazarak uzatır;
"Al Şükran kızım, ailenin yaşadığı köy ve köydeki evin adresi bu kâğıtta yazılı. Bizler devletin görevlisiyiz. İmkânlar doğrultusunda seni okuttuk. Çok başarılı bir öğrenci oldun ve liseyi bitirdin. Önünde uzun ve meşakkatli bir hayat yolu var. Yolun açık olsun evladım. Eğer başın sıkışırsa mutlaka uğra, elimizden gelen yardımı yapmaya çalışırız...”
“Sizlere şükran borçluyum Müdür baba... Bizlere yaptığınız güzellikleri hiçbir zaman unutmayacağız. Bizleri kendi evlatlarınız gibi yetiştirdiniz. Allah sizden razı olsun. Hoşça kalın... Verin son kez elinizi öpeyim,” der ve müdür beyin eline sarılarak öper.
Onu uğurlamaya gelen kendinden küçük yurt arkadaşlarının ona ne denli bir mutluluk verdiklerini tahmin etmelerine imkân yoktur. Adresteki köye gitmek için şehrin otobüsüne biner, serbest kaldığı bir gecedir. Yaz günlerinde aşık olduğu, gece bekçisi olduğu geceden şimdi korkar olmuştur. Aslında pek bilmezdir korkuyu ama yalnız başına dışarı çıktığı ilk geceden korkmuştur. Gece aynı değildir çünkü. Şimdi vurmuştur hasretlik can evine, gurbetlik vardır işte... Şimdi zordur dışarıda hayat, zaman nasıl geçecektir?
Otobüste herkes Uyumaktadır fakat uyumazdır ki o... Bakmaktan ve yoldan yorulmuştur, oysa ihanet edemez geceye, onu anlamayanlarla bırakamaz, yalnız bırakamaz geceyi. Ya gece terk etmemiş midir sanki kendisini? Aynı değildir işte!
Saatler geçmek bilmez, dakikalar inadına uzamaktadır. Bu gece de sabah olacak, yine güneş doğacaktır. Şaşırır, ilk defa sabahı arzular ve ilk defa bitmesini ister gecenin...
Adresini aldığı köyün otogarında iner. Yorgundur ama uyumak istemez. Yolda gördüğü bir köylüye evin yerini sorar. Adam ilk defa gördüğü kıza kısık gözlerle bakar;
“Kızım sen nesi oluyon bunların...” Olanları anlatamaz. Bir yalan uydurmak zorunda kalır;
“Ben uzaktan akrabasıyım. Ziyaret edip İzmir'e geri döneceğim...” Adam başını öne arkaya sallar;
“Ha… Eyi, eyi… Sen de bu köydensin o zaman. Bi deyiver gayri, kimin gızısın sen?” diye sorar. Kız konuyu geçiştirmeye çalışır;
“Siz tanımazsınız bey amca. Benim annem çok olmuş buradan şehre göç edeli... Artık evin yerini tarif etsen diyorum... ” Adam başındaki kasketi çıkarır alnındaki teri siler;
“Gızım eve gitsen ne olcek? Evde oturan gimse kalmadı ki gari. Abdulla Efendi ile olu Üsen bir olup, “namusumuzu iki paralık etti” diye kendi gızlarını boğup çukura gömmüşler. Abdulla Efendi hapisteyken öldü. Oğlu Üsen’in garısı Zehra Bacı da üç sene evvel, evde tek başına kanserden öldü gitti... Bunlada mal mülk çok da, yiyen, içen yok anlecen..." der ve etraftaki bahçeleri gösterir;
"Bak şu portakal, limon, mandalin, şefteli bahçeleri hep bunlaan. Mevsimi geldimi, ziyan olmasın deyi önüne gelen köylü topluyor anlecen...”
“Hüseyin beyin kızını hamile bırakan adam kimmiş, siz biliyor musunuz?”
“Valla gastecilerin araştırmasına göre, kızın dedeliği tarafından tecavüze uğradığını deyip duruladı. Abdulla efendi Hüsen'in babalığı olur. Üsen'in babası Kore savaşında ölünce küçük yaşta yetim galdıydı. Anası Abdulla Efendi ile ikinci evliliğini yaptı. Üsen'e kendi oğlu gibi baktı. Çok içki içen, fırlamanın tekiydi. Bi gece nasıl olduysa evde kimse yokken Üsen'in gızına, yani torununa zola tecavüz etmiş. Kız ağzını açıp gonuşmaya galkınca, dedesi olacak adam gokusundan gızın elleni akadan balamış, ağzını bantlamış. Üvey oğlunu gışkırtmış ve birlikte boğmuşlar. Olu Üsen de babalığının bu işi yaptını hapisteyken savcıya vediği dilekçeden örenmiş. Emme iş işten geçtiydi...
Üsen, on beş sene hapiste süründü, aftan çıkınce köye geldi, bi kaç portakal tarlasını sattı İstanbul’a yerleştiydi. Şimdi vicdan azabıyla İstanbul’da yaşıyodu gari... Ne gören var ne duyan. Bi gızları vadı işte onu da boğdu öldüdüle, başka kimseleri galmadı...” Şükran öğrendikleri karşısında dehşete kapılmıştır. İçinden kendi kendine;
"Aman Tanrım bu nasıl bir vahşet, nasıl bir insanlık... Ben şimdi büyükbabamın hem kızı, hem de torununun torunu, dedemin de üvey kardeşiyim... Büyük bir travma yarabbi bu...”
Bir kuşluk vaktinde İzmir körfezine uzanan bakışları, olağan üstü bir harekete dikkat kesilmiştir. Havada keyifsiz martıların çığlıkları kulaklarına değerken, baktığı denizdeki o sabit noktaya ilgisi giderek artmıştır. Bindiği Karşıyaka vapurundan kendini denize atmak ister fakat bunu yapacak cesareti kendinde bulamaz. Köyden ayrılıp İzmir’e geldiğinde gideceği ne bir adres, nede bir yurt vardır. Elinde avucundaki sosyal hizmetlerin verdiği biraz para ile bir otele gidecek, iş arayacaktır.
Bedeni yürümekten iyice yorulmuştur. Konak’a vardığında sahildeki banklardan birine oturur. Saatlerce denizi ve martıları seyre dalar. Yanına elinde paketlerle orta yaşlı bir bayan gelir. Bakışlarını Şükran'ın üzerine diker;
“Evladım yanındaki boş yere oturabilir miyim?” diye sorar. Şükran başını sallar, eliyle buyur der gibi işaret eder;
“Tabi teyzecim, buyurun oturun…” Kadının yorgun olduğu her halinden bellidir;
“Kemeraltı’ndan biraz alışveriş yaptım, çok yoruldum. Hava da sıcak, akşam saatlerinde denizi seyretmek de pek güzel olur…” Biraz havadan sudan konuştuktan sonra kadın Şükran'ın gözlerinin içine bakar;
“Sen nerelisin kızım? Maşallah pek de güzel bir kızsın… Nerede oturuyorsunuz?” diye sorar. Şükran hayatının öz geçmişini kadına anlatır. Şükran anlatırken kadının gözlerinden yaşlar akmaya başlar. Şükran kadına teselli vermek için omzunu sıvazlar;
“İşte gördüğünüz gibi yalnız ve çaresizim…”
Sahile uzanan bakışları tedirgindir. Dalgaların kendine has o periyodik hareketleri, kayaları yalamaktadır. Deniz bakır rengine çalmış, yüzeyi bir halı gibi dalgalanmakta, suyun üzeri kahverengi çürümüş yosunlarla örtülüdür... Bakışları kısa bir anda doğayı analiz ederken gözleri ufka uzanır. Pusludur ufuk. Yoğun su buharı ufku gölgelemiş ve körfezi boylu boyunca sarmıştır. Ufuk belirgin değildir artık...
Yaşlı kadının İçindeki martılar, korktuğunu fark edince havalanırlar. Midesinden boğazına doğru yükselen asitle, adrenaline bağlı olarak yüzünü buruşturur kadın;
“Kızım ben vicdan sahibi bir insanım. Yaşım elli üç oldu. Kocamla birbirimizi çok severek evlendik. Yıllarca tedavi gördük. Her şeyimiz var fakat bir çocuğumuz olmadı. Eşimin ailesi çok üzerime geldiler. Beni hiç istemediler. Ona, "Bırak bu kadını, soyumuz kurumasın başka biriyle evlen çocuk yap…” dediler. Eşim çok insaflı ve çok iyi bir insan. Beni hiç yalnız bırakmadı. Fakat içinde hep bir çocuk özlemi var. Bunu hissediyorum ve çoğu geceler gözyaşlarımı içime akıtıyorum. İşte böyle, Allah kimine çocuk verir camiye bırakır, kiminin de çocuğu olmaz milyarlar harcar çocuk sahibi olamaz… Ne garip değil mi yavrucum?” Şükran kadının dediklerini başıyla onaylar ve kısık bir ses tonuyla;
“İnsanın doğuştan şansı olacak be teyzecim… Ben doğarken ölmüşüm de ağlayanım yok!..” Kadın, Şükran'ın ellerini avuçları arasına alıp, gözlerinin içine tebessümle bakar;
“Madem gidecek bir yerin yok, sana bir teklifim var…” Şaşırmıştır Şükran;
“Neymiş teklifiniz?” diye sorar. Kadın pat diye teklifini sunar;
“Bana kuma ol…” Şükran hiç beklemediği bu teklif karşısında iyice şaşkına döner. Oturduğu yerden ayağa kalkarak, yüksek ses tonuyla;
“Ne? Bana böyle ahlaksız bir teklifi nasıl yaparsınız? Ben de sizi yaşınıza başınıza hürmeten iyi bir insan sanmıştım… Hiç tanımadığım, daha resmini dahi görmediğim bir insanla, nasıl olur?” Kadın oturduğu yerden ayağa kalkarak kızın omzunu sıvazlar;
"Sakin ol kızım. Oturup konuşalım…" der ve elinden tutup banka oturtur;
“Kızım eşim çok iyi, çok merhametli ve dünya yakışıklısı bir adamdır. Biraz önce “Ben doğarken ölmüşüm…” dediniz. Sizi yaşatmaya çalışıyorum. Senden doğacak bebek, ikimizin bebeği olacak. Böylece üç hayat da kurtulmuş olacak. Ne olur bana, dünya gözüyle yardım et… Yalvarıyorum sana, iyi düşün ve kararını öyle ver!”
Şükran başını öne eğer ve çaresizce bir süre düşünür. Gidecek hiçbir yeri yoktur. Yolcu vapurları mavi patiska gibi uzanan Karşıyaka’ya doğru yol alırken, Şükran’ın ayakları bilinmeyen bir yolculuğa doğru hareket etmektedir… Şükran kadına yardım etmek için elindeki paketlerden birkaçını alır, Alsancak’ta oturdukları dairenin kapsından içeri adım atarlar.
Gelecekle ilgili hiçbir şey düşünmek istemiyor gibi, düşüncesini sıfır dereceye indirip nötr düzeye çekmiştir. Bir saati aşkın birbirlerinin geçmiş yaşantıları ile ilgili fikir alışverişinde bulunurlar. Zeliha Hanım kendisine söz verir;
“Seni asla eşimden kıskanmayacağım ve doğacak çocuğumuz bizim yanımızda büyüyecek. Asla seni bırakmayacağıma dair namusum üzerine yemin ediyorum kızım. Fakat bir şartım var, doğacak çocuk beni anne bilsin lütfen, sen de teyzesi olacaksın…” Şükran durumu kabullenmiştir;
“Peki, eşiniz ne diyecek bu olaya?” diye sorar. Kadın tebessümle cevap verir;
“Bana bu olay hakkında yıllarca, "Seni ölene dek bırakmam, çocuk istersen sana kuma getireceğim…” diyerek daha önce şaka yollu takılır dururdu. Şimdi hayalleri gerçek olacak. Karşısında senin gibi güzel birini görüp, heyecandan düşüp bayılmazsa iyi… Sanırım sizi o da çok beğenecek. Hayatımızda büyük değişiklik olacağına şimdiden inanıyorum…”
Evin salonundaki koltuklara oturduklarında pazarda yorulan ayaklarını dinlendirirler ve birlikte bir yorgunluk kahvesi içerler. Kadın Şükran'a evi gezdirir. Nihayet beklenen an gelmiştir. Kapının çalınması ile hareketlenirler… Zeliha Hanım, Şükran'ın gözlerinin içen gülümseyerek bakar;
“Şükran’cım sen oturma odasında bekle, ben eşime olanları anlatayım, sonra salona gelirsin…” Şükran başını öne eğerek fısıldar;
“Tamam, ablacım…” der ve yan taraftaki odaya geçip beklemeye başlar. Heyecandan kalbi sanki yerinden çıkacakmış gibidir.
Zeliha Hanım eşi Nezih Bey'e başından geçen olayları anlatır. Nezih Bey duydukları karşısında sudan çıkmış balığa dönmüştür. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez. Bir yandan da yıllardır çocuk özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Belki hayaline bu sayede kavuşabilecektir. Senelerdir kendisine hem eş, hem anne, hem de ablası gibi davranan Zeliha Hanım'a sarılır ve yanağından büyük bir sevgiyle öper;
"Benim hakikatli karıcığım. Seni çok seviyorum. Bu istediğini de daha büyük mutluluklara adım atmak amacıyla yerine getireceğim. Belki bir oğlum olursa soyumuz devam eder, kızım olursa da Allah'dan derim, mutlu bir hayatımız olur…" der.
Zeliha Hanım yan odaya gidip kızın elinden tutarak salona getirir. Karşısında elli beş yaşında, saçlarına ak düşmüş, zayıf ve oldukça yakışıklı duran Nezih Bey'i gören Şükran’ın gözlerindeki korku uçup gitmiştir sanki. Adamın olgun ve sevgi dolu bakışlarıyla yeniden güçlenir. Kısa sürede kaynaşırlar. Şükran, Nezih Bey'in yaptığı esprilere kahkahalarla gülmeye başlar. O gün hayatında hiç yaşamadığı kadar mutlu olduğunu hisseder. Gecenin geç vaktine kadar salonda birlikte oturan üçlü grubu Zeliha Hanım’ın şefkatli sesi bozar;
“Ben bundan sonra oturma odasında yatacağım. Yatak odasını size devrediyorum… Hadi bakalım şimdi uyku zamanı. Ben yatıyorum, size iyi geceler…” der ve yan odaya geçer. O gece Şükran ve Nezih Bey şehvet dolu aşk saatleri yaşarken, Zeliha Hanım uykusuz gözlerinden ahşap parkeler üstüne, yağmurlar yağdırmaktadır…
Anason kokusuyla tütsülenmiş bir geceyi geride bırakırlar... Gittikçe şehlalaşan bakışlar olmalıdır, yürek burkan türküler eşliğinde. Şiir gibi bir gece, sevda dolu bir gece, ay ışığı şahittir bu üçlü bilmeceye… Her sonun bir başlangıcı vardıysa eğer, bitişin başına gitmelilerdir sessizce… Geldiği meçhul kente geceler esir kampıdır. Geceleri sevgiden, şefkatken, şehvetten izler taşıyan dokunuşlar kondurmalıdır Nezih’e… En önemlisi biriktirdiği dünleri koymalıdır ceplerine. Büyütmek istediği yarınları sunmalıdır elalemin tepkisine… Yoktur içinde hiç pişmanlık, vicdan azabı duymaz… Şefkatli bir dokunmadır şimdi tebessüme… Kutup yıldızının aydınlattığı bu gecede, şükranlarını sunar kaderine…
Yedi aylık hamileyken sancıları tutar... Acil olarak Özel Hastaneye kaldırılır. Şükran erken normal doğum yapar ve 1 kilo 600 gram ağırlığında bir erkek bebek dünyaya getirir... Bebeği kuvöze konulan Şükran’a hemşireler;
“Güle güle büyüt, bir oğlun oldu. Erken fırladı, tam bir fırlama olacak göreceksin… Erken doğum yaptın fakat bebeğin bir ay kuvözde kalması lazım. Korkacak bir durum yok…” diyerek kahkahayla sohbet ederler. Zeliha Hanım mutluluktan havalara uçmuştur, tepsilerle baklavaları hemşirelere, doktorlara dağıtır. Bebeğe bir şey olacak diye üzerine titrer. Doğum öncesi ve doğum sonrası yaşadığı heyecanı, endişeleri ve annelik duyguları alt üst olmuştur.
Olayı iş yerinde öğrenen Nezih Bey heyecanla aracına biner ve Özel hastaneye koşar. Şükran yatakta yatmaktadır, Zeliha Hanım ise yatağın başında Şükran'ın ellerini avuçları arasına almış, manevi desteğini esirgememektedir. Nezih Bey'in geldiğini gören Zeliha Hanım oturduğu sandalyeden kalkarak;
"Müjde bir oğlumuz oldu. Şükran erken doğum yaptı…" der. Nezih Bey Şükran'ın yatağının başucuna gelir, alnına bir öpücük kondurur;
"Bana dünyaları bağışlasan bu kadar mutlu olmazdım…" der. Şükran tebessümle bakar;
"Baba oldun, tebrikler…" der. Nezih etrafına bakınır;
"Oğlum nerede?" diye sorar. Zeliha Hanım gözlerinin içine gülümseyerek bakar;
"Gel benimle, bebek erken doğduğu için bakıma muhtaç. Küvözde…" der ve hemşire nezaretinde bebeklerin yattığı bölüme geçerler. Nezih Bey kuvözün içinde yatan minicik oğluna yaklaştığında ayaklarının tir tir titrediğini hisseder. Yıllardır beklenen özlem nihayet gerçek olmuştur. Sevinç içerisinde hemşireye yüzünü döner;
“Bu şimdi benim oğlum mu?" diye sorar ve ardından;
"Aman tanrım ne heyecan verici bir şey… Parmak çocuk kadar bu… Heyecandan kalbim durmazsa iyidir. Allah'ım bana bu günleri yaşattığın için sana şükürler olsun…” diye ellerini açıp dua eder.
Şükran doğumun ikinci günü hastaneden eve çıkarılır. Bebek ise bir süre hastane gözetimi altında beslenmeye devam eder. Hastaneye her gün gidip bebeği görürler. Bunun dışında Nezih Bey ve Zeliha Hanım Şükran’ın iyileşinceye kadar evden çıkmamasını, kimseyle konuşmamasını isterler. Zira kendi aileleriyle konuşup üzülmesinden, hasta olmasından korkarlar. Çünkü oğluna süt verecektir ve kendini üzerse bu durum bebeğini de olumsuz etkileyecektir. Bebeklerinin bir an önce kendini toplayıp kilo alması için dua etmekten başka bir şey ellerinden gelmez. Aldığı her gram, onları mutlu etmektedir. Bebeğin nefes aldığı her saniye için Allah’a şükrederler ve onun iyi olacağına inanırlar. Nihayet günler sonra bebeğin boyu ve kilosu normale dönmeye başlar. Şükran hastaneden taburcu edilen bebeğini artık kucağına almaya başlamıştır. Nezih Bey'in gözlerinin içine bakar;
“Bebeğimizin adını Alper koyalım… Ben yurtta kalırken “Heidi” dizisindeki Alp dağlarını çok severdim. Hayallerimde bazen o dağlarda koşturur oynardım. Ne dersiniz?” diye sorar. Nezih Bey başıyla onaylar;
“Çok güzel bir isim… Hem Alp Dağları, hem de asker… Oğlumuzun adı Alper olsun…” diye onaylar.
Aradan yıllar geçer. Alper büyümüştür ve Zeliha Hanım'ı öz annesi, Şükran'ı da babasının ikinci hanımı bilir. Alper çok serbest, istediği her şey anında olan bir çocuk olarak yetiştirilmektedir.
Artık büyümüş, liseye gitmektedir. Okulun ilk günüdür. Lisede hem ikinci yılı, hem de ikinci okuludur. Şimdiki özel okuluna, diğer okulunda yakalayamadığı rahatı ve huzuru yakalamak için gelmiştir. Bakışlarında hınzır bir gülümseme vardır. Kendi kendine;
“Hayatımın aşkını belki bu okulda bulurum!..” diye mırıldanır. Yeni okulunda kimseyi tanımıyor olması, canının sıkılması için iyi bir nedendir... İyice bunalmış, dördüncü katın koridorlarında volta atmaktadır...
Alper'i Devlet okulları kabul etmemektedir. Küçüklüğünden beri değiştirdiği kaçıncı özel okuludur bu, kendisi de sayısını unutmuştur. Annesi ve teyzesinin aşırı ilgisinden dolayı çok şımarık yetiştirilmiş, bir dediği iki edilmemiştir. Hiperaktif olmasından dolayı gittiği özel okullarda okul idaresini “illallah” dedirtmiştir...
Konuşmayı seven, akıl ve mantık sistemi devre dışı hareket eden, babası tarafından götürüldüğü psikolog tarafından IQ su yüksek “antisosyal kişilik bozukluğu” tanısı konulan birisidir Alper. Gördüğü her güzel kıza laf atmakta, beğenmediği çocuklara sataşmaktadır. Küçük yaşlarda da çevresini çok rahatsız etmektedir fakat küçük çocuklar dayak yerim korkusuyla ses çıkaramazlar. Sınıflarını çift dikiş geçtiği için sınıf arkadaşları hep kendisinden küçük çocuklardır. Teneffüslerde çevresinde topladığı arkadaşlarını, okulun bahçesinde suça teşvik eder, terör estirir. Okul müdürleri az mı ailesini çağırıp nasihat etmemişlerdir. Ailesi Alper'e daima destek çıkmaktadır;
“Bizim çocuğumuz yapmaz, bizim çocuğumuz terbiyelidir...” diyerek Alper’in yaptıklarına göz yummaktadırlar. Alper evlerinde gayet huzurlu, yaramazlık yapsa bile hoşgörü ile karşılanan, ailesine karşı sevgi ve saygı dolu bir çocuktur. Babasını, annesini ve "teyze" dediği Şükran'ı çok sevmektedir fakat okuluna gittiği zaman tamamen farklı bir frekansa sahip çocuk olup çıkmaktadır. Sınıfına girip oturmaktan başka çaresi yoktur. Koridorda gördüğü bir öğrenciye sorar;
“Hişşt ufaklık, 1-A sınıfını arıyorum nerede?” Onun boylu poslu biri olduğunu gören öğrenci kıkırdamaya başlar;
“Sen daha birinci sınıfta mısın abi? Deve kadar adam, bak ben Lise son sınıfta okuyorum hehehe... Çömezler en alt kata!..” diye cevap verir. Alper kendisiyle aylay eden çocuğa elini tokat atacakmış gibi kaldırır;
“- S..r git len eşşek oğlu eşşek!..” diye bağırır. Çocuk öfkelenir;
“- Ne küfrediyon abi ya... Adresi sordun, alt katta olduğunu söyledik...” der ve dayak yerim korkusuyla yürümeye başlar. Yürürken de arkasına bakmayı ihmal etmez. Alper kaşlarını çatar;
“Bak hala bakıyo... Yürü lan taş arabası...” diyerek çocuğun üzerine yürür. Çocuk uzun boylu Alper’in cüssesinden korkarak kaçmaya başlar.
Alper alt kata iner ve sınıfını bulup içeri girer. İçeri girdiğinde yirmi kişilik sınıf onu yeni bir genç öğretmen zannedip ayağa kalkmışlardır. Alper hınzırca gülümser ve hiç bozuntuya vermeden öğretmen masasına oturur;
“Oturun lütfen... Ben sizin yeni müzik öğretmeninizim, ben ne dersem o olur çocuklar..." der ve adını tahtaya yazar;
"İsmim Alper ÇOKYAKIŞIKLI..."der ve sınıftaki kızlara yüzünü dönüp sorar;
"Öyle değil miyim kızlar?” Sınıftaki kızlar şaşkınlık içinde birbirlerine bakmaya başlarlar. Kızlardan boyluca olanı;
"Hocam hiç göstermiyorsunuz…” der ve gülmeye başlar. Alper şaşırmıştır;
“Maşallah de, tüüü tüü tüüü... Neyi göstermiyom arkadaşım?” diye sorar. Tuğçe isimli kız iki taraftan örgü yapılmış saçının kırmızı kurdelesini oynamaya başlar;
“Yaşınızı, başınızı... Hahaha...” bütün sınıf gülmeye başlar. Tuğçe’nin verdiği cevaba sinirlenir Alper;
“Yaşımı söylemedim ki… Otur bakim terbiyesiz fişheer. Sorduğum sorulara makul ve mantıklı cevap ver! Sana şimdi, "En çok sevdiğin müzik aletinin sesi nedir?" diye sorsam olursun heder...” Tuğçe ellerini birleştirip kafasını sağa sola sallar. Önce heceleyerek;
“- Üf... le me li çalgılardan mı bahsediyorsunuz hocam?” diye sorur. Alper kaşlarını çatar ve kafasını iki yana oynatarak;
“Yok Kanun-i Sultan Sülüman’ın kanunundan bahsediyorum şeker!..” diye cevap verir. Sınıftaki öğrencilerden kahkaha tufanı kopmaya başlar. Tuğçe yüzünü asar;
“Neyse en son cevabım, teneffüs zilinin zil sesini çok severim...” diye cevap verir. Sınıf yine gülmeye başlar. Alper işaret parmağını kızın suratına doğru sallar;
“Seni gidi zilli seni! Ben de vurmalıları sever!..” der, yine öğrenciler kahkaha atmaya başlarlar. Tam bu sırada sınıfa öğretmen girer. Öğretmenin geldiğini anlayan Alper, esas duruşa geçer;
“Hoş geldiniz sayın hocam... Bizler de sessiz bir şekilde sizin gelmenizi bekliyorduk. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Tanıtayım kendimi, ben Alper. Başkanlık sistemi kalktığı için 1-A sınıfının Cumhur başbakanıyım... Konuşan Ergenekoncuları tahtaya yazıyorum!..” diyerek elini uzatır. Öğretmen Musa Bey şaşkınlığını gizleyemez;
“ Evladım okul daha yeni açıldı, maşallah ne çabuk sınıf başkanı seçildin?” diye sorar. Alper kafasını kaşır;
“Demokratik bir seçim, art niyetsiz bir açılım oldu örtmenim," der ve sınıftaki öğrencilere seslenir;
"Öyle değil mi arkadaşlar?” Çocuklar şaşkın şaşkın birbirlerine bakmaya başlarlar... Musa Bey kaşlarını çatıp, arka taraflardaki boş sıralardan birini gösterir;
“Şakayı bırak da geç şu sıraya otur oğlum...” Alper en ön sırada oturan, kısa boylu öğrencinin hırkasından tutarak ayağa kaldırır;
“Kalk artık benim yerimden, yeterince emaneten ön sırada oturdun. Geç artık sen de arka taraftaki yerine arkadaşım...” diyerek arka taraftaki boş sıraya gönderir. En ön sıraya kendisi oturur. Oturduğu sıranın bir arkasındaki Hülya mızmızlanır;
"Hocam önümü tıkadı bu örtmenlik taslayan çocuk, sizi göremiyorum!..” diye sitem eder. Sınıf başlar kahkahayla gülmeye. Alper oturduğu yerden ayağa kalkar;
“Sayın hocam benim gözlerim uzağı seçemez fakat arkamdaki bağyanın önünü tıkadım. Bir sıra arkasına geçip, arkasını da tıkayabilir miyim acaba? Hem bu sıranın genişliği 12 cm2 kısa yapılmış! Demokratik açılımı gerçekleştireyim, İzin var mı örtmenim?” Öğrenciler yeniden kahkaha atmaya başlarlar. Musa Bey sinirli bir tavırla eline kitabı alıp bağırır;
“Geç oğlum sen en arkaya bakim! Allah deve gibi boy vermiş, tutmuş koyvermiş...” der ve Alper'in arka sıraya geçmesini söyler. Alper oturduğu sıradan çıkar, kürsüde duran hocanın önünde eğilerek referans yapar;
“Emriniz başımın üstüne örtmenim... Zaten babam da hep söyler, "savaşta önde gidip telef olma, arkada git olacakları gör…" diye nasihat eder. Babamın sözünü dinleyeceğim ve arka tarafa geçeceğim…" Arka sıralardan birine geçip kollarını iki yana açar;
"Oh... Bööylesi manzara çok güzel. Yaşasın, herkesi arkadan daha net görebiliyorum...” Musa Bey yazı tahtasının önüne geçer;
“Çocuklar öncelikle yeni eğitim ve öğretim yılınız hayırlı, uğurlu olsun. Kendimi tanıtayım, ben Musa PASTIRMA...” Tuğçe seslenir;
“Hocam yoksa Kayserili misiniz? Ben bas-tır-ma-yı çok severim!..” der. Alper ayağa kalkıp yüksek ses tonuyla;
“-Hocam ben de bas-ma-yı severim!..” der. Musa hoca sinirlenir. Tahtanın önündeki tebeşiri eline alıp Alper'in kafasına fırlatır;
“Sus bakayım terbiyesiz... Hiç yakışıyor mu, senin gibi kavak boylu bir öğrencinin ağzına bu tür laflar?” Alper yüzünü asar, sakin bir ses tonuyla;
“Örtmenim çok art niyetlisiniz valla... Ben Nazilli basmasından bahsetmiştim. İzmir’in kavakları, dökülür yaprakları sonra ha! Siz hep bel altı düşünüyorsunuz. Oto sansürünüzü yoklayın biraz der…mişim.” Hani şöyle bir türkü vardır bilmem bilir misiniz? ”Alper başladı türkü çağırmaya;
“Samanlıktan kaldıramadım samanı da Zühtü, ben sana yandım Zühtü... Al basmamı indiremedim ipekten de Zühtü, ben sana kandım Zühtü... Amanın yandım Zühtü, ben sana kandım Zühtü...” Öğretmenin cinleri başında toplanmıştır. Ses tonunu yükseltir;
“Yeter dersi kaynattığınız çocuklar... Bu gün tanışma faslı. Ben Fizik dersinize gireceğim, müzik dersinize değil!.. Okulun ilk günü olduğu için bu gün sizleri hoş görüyle karşılıyorum," der ve sakinleştikten sonra eliyle işaret eder;
"Herkes sırasıyla kendini tanıtsın bakalım...” Çocuklar sırayla kendilerini tanıtırlar.

Teneffüste herkes konuşacak birini bulmuştur. Sert görünümünden ve yaşından dolayı kimse Alper’in yanına yaklaşmamaktadır. Alper sıkılmaya devam ederken hızla yanından geçen Tuğçe’ye çarpar. İlk defa yakından göz göze gelirler. Tuğçe içinden;
“Yakışıklı, uzun boylu, esmer, kahve gözlü ve karizma çocuk. Tam benim tarzım...” diye seslenir. Alper kızın kolundan tutar;
“Bana çarptın, lütfen özür dile!..” Tuğçe elinden kendini kurtarır, alaysı bir tavırla;
“Vov... Haşin erkek, özürs… Görmedik... Hem neden ben senden özür dileyecekmişim ki? Sözümü geri aldım, sen bana çarptın, Zippo..." der ve kafasını iki yana sallayarak;
"Nasıl da öğretmen havalarında sınıfı yemlediniz. Namık Kemal Lisesi’nin müdürü Gargamel gelse, senin öğretmen olduğuna inanırdı doğrusu," der. Alper gülümser, eliyle favorilerini okşar;
"Teşekkür ederim," der. Tuğçe çocuğun gözlerinin içine bakar, diliyle dudağını ıslatır;
"Fakat gerçekten soyadınız kadar yakışıklıymışsınız, söylemezsem çatlardım," deyip elini uzatır;
"Benim ismim Tuğçe, tanıştığımıza memnun oldum bedevi...”
“Ben de memnun oldum, Keçe Tuğçe. İltifatın için teşekkür ederim, sen de fıstık gibi keçisin... Benim gerçek soyadım, "Çokyakışıklı" değil. Sizi nasıl da kafaladım ha? Özür ismim gerçekten Alper...” der. Tuğçe dudaklarını büzüştürür;
“Aman, biz de sanki yedik! Ben de gerçekte zil sesinden nefret ederim doğrusu. En sevdiğim ses; para sesi, su sesi, sarı kanarya sesi!.. Hastasıyım Fener’in...” diye bağırır. Alper kafasını iki yana sallar;
“Ulan ne yaman kızmışsın sen... Sizin feneriniz söndü, takım mahalle takımına döndü. Kuşunuz ötmüyor artık. Ben Galatasaray takımını tutuyorum. "Zıt kutuplar birbirini çekermiş" derler. Tam benim kafa dengimsin usta... Ne düşünüyorsun bu hususta?”
“Senin gerçek yaşın kaç Zippo? ...”
“On dokuz yaşındayım. Ya senin yaş kaç fıstık ezmesi?”
“Boş ver beni, mühim değilim, bu onun hikâyesi. Çok beyazdı kir tutardı, Ömrü kelebek kadardı. Mektupları şişedeyken, bir de bakmış deniz yokmuş. Tek başına dans ederken, mutsuzluktan sarhoşmuş. Daha on yedi on yedi on yedi on yediymiş... Daha on yedi on yedi on yedi on yediymiş...” diye şarkı söylemeye başlar Tuğçe. Alper'in hoşuna gider;
“Hımmm… Sesin de güzelmiş kanarya! Teoman’ın güzel bir şarkısı...”
“Tenk yu verimaç... E sen okula geç kalmışsın bilader biraz konuyu aç... Senin yaşındakiler çoktan liseyi bitirdiler?” Alper yüzünü ekşitir;
“Kafama uygun bir okul bulamadım. Bu yüzden de çok okul değiştirdim, oyalandım...”
“Okulumuzu beğeneceğine inanıyorum... Bak ben çok beğendiğimden, üst üste iki sene sınıfta kalayım dedim... Öğretmenlerim de bana iyice alıştı, lise 1-A-sınıfı zamk gibi üstüme yapıştı!..” Alper gözlerini fal taşı gibi açar;
“Yoksa sen düşündüğüm şey misin?” diye sorar. Tuğçe başını öne arkaya sallar;
”Ne düşünüyorsan, evettt...” diye bağırır. Meraklı bakışlarla Alper;
”Ne soracağımı nasıl anladın? Hayret!..” der. Tuğçe duygusal bir ifadeyle;
”Senin kafanda olduğuma inanamıyorum, anlat bi zahmet...”
”Tamam, sen aklımda dolanan karafatmasın, affedersin sana “şey” dememeliydim...” Tuğçe kaşlarını çatar;
”Bana "haşerat" mı diyorsun? Çok zorlama kendini istersen...” Alper iki elini birleştirip kızın önünde diz çöker;
”Peki... Neden?” diye sorar. Tuğçe sinirli bir ses tonuyla;
“Aklında başka başka şeylerle daha meşgulken… Benle konuşurken ellerin, kaşların, gözlerin dışarıda, yalın ayak dolaşıyor!..” Bu sırada daha önce üst sınıfa geçen iki erkek arkadaşı Tuğçe ile Alper’in samimi konuşmalarına bakıp bakıp kendi aralarında konuşup gülüşmektedirler. Öğrencilerden esmer olanı diğer arkadaşına bakıp;
“Tuğçe bulmuş yine bir yaban kazı, tüylerini yoluyor...” Kumral olan diğer öğrenci gülümser;
“Ulan ne kaz be... Özürlü deve kuşuna benziyor bu çocuk...” Esmer öğrenci arkadaşının sırtına vurur;
“O ne lan öyle?”
“Daha anlamadın mı hıyar, kambur hayvan!..” öğrencilerin kendilerine bakıp laf etmelerine öfkelenen Alper, Tuğçe'ye yüzünü dönüp, çocukları işaret eder;
”Öhö öhö öhööö. Sana bakan şu ufaklıkları dövesim geliyor...” der ve çocuklara doğru yürür, esmer öğrencinin kravatını asılır;
“Bize bakıp bakıp ne gülüyonuz lan siz öyle?” Esmer öğrenci korkar, omuzlarını yukarı kaldırır;
“Valla billa biz gülmedik arkadaş... Tuğçe, bizim geçen seneden sınıf arkadaşımız. Uçuk bir kızdır, çok severiz kendisini...”
Tuğçe seslenir;
“Dur Zippo, ne yapıyorsun? Onlar benim arkadaşlarım. İyi çocuklardır bırak Murat’ın kravatını asılmayı...” deyince Alper çocuğun kravatını bırakır. İki erkek öğrenciye bakar;
“Bundan sonra bana "Alper Abi" deyin lan, gıcık kaptım sizden. Bak aleyhime konuşursanız döverim sizi ha...”
“Tamam, Alper Abi^" der ve elini uzatır;
"Ben Murat," der ve yanındaki arkadaşını işaret eder;
"Bu da sınıf arkadaşım Tayfun... Ver elini sıkışalım, barışalım…" der ve iki çocukla el sıkışır. Tayfun gülümseyerek;
"Hoş geldin okulumuza. Lise son sınıfta okuyorsun galiba?” diye sorar. Alper kaşlarını çatar, elini havaya kaldırır;
“Sana ne oğlum kaçıncı sınıfta olduğuma... Hadi yaylanın yaylanın...” diyerek çocukları kovalar. Onun konuşmalarını uzaktan dinleyen Tuğçe gülerek söylenir;
“Kıskanççççç!..” Alper işaret parmağıyla kendini gösterir;
“Ben… "Hayır değil" tabii canım, kıskancım. Akrep burcumun özelliklerini taşıyorum, vardır kıskacım...” Tuğçe şaşkınlıkla onu dinler;
”Eee?” diye sorar. Alper iki elini yana açar;
”Ne eeee? Tanıyor musun dedik onları? Bak saçmalamıyorum tamam mı? Tanıdığını biliyorum. Sadece, "tanışıyor musunuz?" diye soruyorum. Bu çocuklarla aran nasıl yani?”
”Hımm anlıyorum...”
”Neyi?”
”Boş ver anlamıyorum, ben maça kızıyım...”
”Vay be!.. Ne kızmışsın, olsa olsa papazın kızı olursun sen!..”
”Başlama yine istersen...”
”Peki peki… Haseten aramızda bir husumet oluştu besbelli. Senin yaşın henüz on yedi... On yedi... On yedi...”
”Sevsinler... Kabak benim başıma patladı… Deli.”
”Diğerlerinden farklısın...”
”Farkı fark ettiğin için teşekkürler canım. Bak ben onlar kadar güvenilir ve aklı başında biri değilimdir, uyarıyorum ona göre!..”
”Akıl her daim başımda da kullanacak akıllı nerede?”
”Bak ikide bir laf çarpma bozuluyorum ama.”
”Ne yaparsın çekip gider misin?"
”Aklımı karıştırma!..”
”Mikser olmam gerek...”
”Aptal olduğumu düşünüyorsun değil mi?”
”Şşşt…”
”Tamam, be tamam… İki ucu boklu değnek!.. Ne desem ucu bana dokunuyor...”
”Daha önceleri aklın neredeydi? Ha ha ha... "Evde televizyon seyrediyordu" dermişim... Ne güzel espri, aklımı seveyim...”
”Biraz daha alçak gönüllü olamaz mısın?”
”Niye? Güçlü olan benim, asla alçalamam!..”
“Bir gün tepe taklak, burnun üstü düşersen, görürsün sen gününü!..”
”Evet... Teşekkür ederim...”
”Fırsatım varken gitmeliyim. Teneffüs bitti zil çaldı. Ah, işte kız arkadaşlarım da geliyorlar...”
“Senin kız arkadaşlar da sürüler halinde dolaşıyorlar. Sanırım tuvalete bile sürüler halinde giriyorsunuzdur!”
”Evet tırtıl... Ben derse gidiyorum. Sen girmeyecek misin sınıfa?”
”Kızım senin aklın bir karış havada. Hah ha ha... Espri yaptım espiriii...”
”Of... Teneffüs bitti... Ben derse giriyorum.”
“Hey nereye? Gidiyor musun?”
”Hayır, canım, senden kaçıyorum...”
”Sen şimdi bu işe olmaz mı diyorsun. Son kararın bu mu?"
”Bana çıkma mı teklif ediyorsun? Bir taşla kuş katliamı yaptın. Biraz daha düşünmem lazım...”
Okulun ilk günü çok keyifli geçmiştir. Alper nihayet aradığı huzuru ve mutluluğu bu okulda yakalamıştır. Liseye kadar kızları, kullanılıp atılacak, mıymıntı yaratıklar olarak görüyordur... Birçok kız arkadaşı olmuştur fakat uyumsuz bir yapısı olduğu için terk edilen hep o olmuştur. “Doğru insanı bulmadan çıkmam kimseyle..." Bu kendine verdiği bir sözdür. Nihayet karşısına dişli bir kız çıkmıştır. İlk günden çarpılmış gibidir ona ve okulun ilk haftası çıkma teklifi etmiştir fakat kız nazlanmakta devam etmektedir!
Çok hızlı gelişmektedir her şey. Çoğu zaman sınıfta ansızın arkadan yaklaşıp yanağını sıkması, antika sözler söylemesi, Alper’in ruhunu okşar. Fakat bir türlü “evet...” cevabını alamamıştır. Annesi Zeliha Hanım;
“Oğlum sende büyük değişiklikler görüyorum, çok sevdin bu okulu sanırım?”
“Evet, Anne. Tam istediğim gibi bir okul. Hele bir kız var ki bayıldım, tam aradığım birisi... Kendisini ne yapsam kandıramadım...” Teyzesi Şükran Alper'in sırtını okşar;
“Alpercim şunu sakın unutma; çıkma teklifi olayın en önemli kısımlarından biridir. Sen kızı ne kadar tavlarsan tavla, kızın üzerinde ne kadar büyük bir imaj bırakırsan bırak, kıza doğru yerde, doğru zamanda ve doğru şekilde çıkma teklif edemezsen olay biter aşkım. Bir kere en başta bilmen gereken şey, kızların en büyük korkusu, arkadaşları tarafından alay konusu olmaktır. Buna dikkat et yavrucum...”
“Maşallah teyzecim senin de bilmediğin beş vakit namaz!.. Nerden biliyorsun sen bakim bunları? Annemle sen hayatınızda babamdan başka erkek mi tanıdınız ki! Ben de babam gibi iki karı alacağım, tabi birini zor bulduk da... İkincisine yarabbi şükür derim... Gelin bu gece annemle birlikte sizi 7 kocalı Hürmüz filmine götüreyim de gözünüz koca görsün azıcık...” Zeliha Hanım Alper'in sözlerine kahkahayla güler;
“Tu… Utanmaz, arlanmaz seni... Sen dalganı geç bakalım bizimle. Baban duymasın bu sözleri, adam aşağılık kompleksine girer vallahi...”
“Yetmiş küsür yaşında, o kadar olacak annecim... Hem teyzem destekler babamı, değil mi Teyzecim?"
“Hadi ordan Zıpır çocuk... Sen artık oldun oğlum, seni evlendirelik de bir an önce bizden kurtul...”
“Daha liseyi bitirip Üniversiteye gideceğim...”
“Üniversiteyi yirmi senede ancak bitirirsin, daha düz liseyi bitiremedin be evladım. Yaşıtların seni solladı, yakında askere gidecekler...”
“Daha öncekileri okuldan saymıyorum. Bu kız benim aklıma dank! etti. Benim küçük dünyama renk getirdi. İnan hiçbir kız bugüne kadar beni bu kadar etkileyememişti. Benimle antiromantik, aromatik, çılgın ve bir o kadar da harbi otomatik takılıyor. Daha önceki salak kızları CD ye çektiğim en romantik aşk şarkıları ile kendime çeker, "Bak bu CD, aşkımızı düşünmene yardımcı olacak. Yalnız bu Cd nin bir özelliği var; gece hava karardıktan sonra, yalnız başına gözlerini kapayıp dinlemen lazım. Yoksa hiçbir şey anlayamazsın..." derdim ve kızları kandırırdım. Bu tam bir antiromantik... Gerçekte Tuğçe bunları ne şekilde dinlerse dinlesin anlamayacak bir beyin kapasitesine sahip değil fakat pragmatik, dogmatik... Onun zevkine göre albüm hazırladım, eve gidince beni düşünmesini sağlamak için fakat o ne yaptı? ”Ne lan bu salakça şarkılar, ben bing bang dinlerim,” demesin mi!.." Zeliha Hanım gülümser;
“Ah nerde eski günler be evladım. Baban bana geceler boyu aşk mektupları yazar, zarfın içine kurumuş gül yaprakları koyar postalardı... Şimdi postacıyı görse millet, borç faturaları geliyor diye kapıyı açmaz oldu... Gençler internetten, cep telefonundan mesajlaşıyorlar. Aşklar da çok hızlı yaşanıyor ve hızlı tüketiliyor artık...” Şükran söze girer;
“Ay Zeliha ablacım, valla Nazım Bey bana hiç mektup yazmadı, yatakta hep düşünen adam tribi yaptı. Ama Alpercim bunu sen kızla konuşurken değil de kız senin yanında değilken yapmalısın... Mesela sınıftasınız diyelim. Bu tribi yapmak için en uygun yerler cam kenarlarıdır. Git cam kenarına, ellerini cebine sok ve uzun uzun uzaklara bakınıyormuş numarası yap... En geç 5 dakika sonra kız senin yanına gelip, "Neyin var?" diye soracaktır. Sakın burada bize söylediğin gibi, "Bende kare as, sende ne var?" demeye kalkma... "Bi şeyim yok" de, “ bir önceki akşam sabaha kadar senin hayalinle avundum, çok uykusuzum...” filan de!.. Kızın aklı başından gidecek ve sana bağlanacaktır.
Âşık olduğunu ilk başta sakın belli etme. Belli edersen, kızlar biraz süründürüp, ilişkide her zaman söz sahibi olmak isterler. Sen de trip yaparak kıza, "Tamam yeter artık çektirdiğin, yeterince sürünüyorum, yılanın olup beline dolanayım..." bilinçaltı mesajını vermeye kalkma sakın!..
Kız senin yanındayken minimum konuş ve sonra uffflayıp puflayarak, inanılmaz derecede sıkkın görünme... “Naptın? Bi karar verbildin mi? ' diye sor... Bunu yaparken sakın şeklini bozma ve uzaklara bakmaya devam et... Kız muhtemelen "Cevabım kesinleşmeye başladı ama izin ver de biraz daha düşüneyim..." diyecektir. Bunu duyduktan sonra o kızın senin çıkma teklifini kabul etme ihtimali yüzde yüzdür...
Kıza sadece "Peki biraz daha düşün ama düşündüğün her saniyenin benim için ölümden beter olduğunu aklından çıkartma olur mu?" dersin... Ertesi gün kız yanına gelip "Ben düşündüm de, aslında denemekte fayda var. Bir deneyelim bakalım..." şeklinde bir şeyler zırvalayacaktır. Bunun öz Türkçesi "Evet, kabul ediyorum fakat seni her an bırakabilirim..." demektir.
"Otuz bir gün dene, beğenirsen register edersin, beğenmezsen de beni hayatından uninstall edersin..." tarzı bir espri güzel olmakla birlikte, kızın zekâ seviyesi için gayet anlaşılmazdır. O yüzden böyle espriler yapmaya kalkma!.. Yoksa "Yalan Rüzgarı" dizisindeki yakışıklı gibi kendini imha edersin...” Alper işittikleri karşısında şaşkındır;
“Maşallah Şükran teyzecim, televizyondaki bütün dizileri seyrede seyrede dizikolikbasili oldun. Bu laflarını duyan da seni yedi koca eskitmiş zannedecek valla...”
“Bende pratik yok evladım, teorik olarak bunları bir kenara not et!..” der ve Alper'in sırtını sıvazlar.

Yine bir okul gününde zil çalınca Alper teyzesinin dediği gibi hareket edip, pencere kenarına geçti ve düşünür gibi yapar. Onu gören Tuğçe yanına yaklaşır;
“Ne o Zippo? Pencerenin kenarına dayanmış, rüzgârın camdan içeri girişindeki sürtünme katsayısını mı hesaplıyorsun?” Alper içinden söylenmeye başlar;
“Hoppala... Bu kız teyzemin söylediği gibi cevap vermedi!..” der ve sonra yavaş sesle;
“Hayır, dün gece uykusuz kaldım sayenizde. Seni düşünmekten gözlerime gram uyku girmez oldu müsaadenizle!..” Tuğçe'nin böyle artistik laflara karnı toktur;
“Kes lan zırvalamayı, uyku hapı mıyım ben mübarek? Ediz Hun’un veremli kızla konuştuğu gibi şapşal şapşal konuşup durma cam kenarında! Kendin ol biraz kendin ol... Nerden öğrendin bu numaraları, bu safsatalı lafları? Yemezler güzelim hayvan terli!..” der ve başlar şarkı söyleyip oynamaya;
”Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin... Ya gel bana sahici sahici, ya da anca gidersin...” şarkıyı dinleyen sınıftaki öğrenciler başlarlar hep birlikte dans etmeye. Alper iyice zıvanadan çıkmıştır;
“Oooof teyzemin verdiği teorik bilgiler, hiç işime yaramayacak anlaşılan," der ve Tuğçe'nin beline elini dolayıp, kendine çeker;
"Küçük dünyama hoş geldin matruşka! Ver patilerini, ikimiz de çok mutlu olacağız inan bana... Cevabın ne senin hadi konuşsana? “
“Hah… Tamam, böylesi daha iyi Zippo... Şimdi geyik yapma bana, al şu patilerimi fazla sıkma!..” dedi ve ellerini Alper’ e uzatır. Alper hemen oracıkta bir kâğıt kalem bulup Tuğçe’den mail adresini, ev ve cep telefonlarının numaralarını ister. Numaraları kâğıda yazarken birden Matematik öğretmeni “yarıçap” lakaplı kısa boylu, kalın gözlüklü Çetin CEVİZ derse girer. Alper'in ayakta dolandığını görünce kaşlarını çatar;
“Sırık... Sen neden ayakta dolanıp duruyorsun? Geçsene yerine oğlum...”
“Tamam, geçiyorum örtmenim. Ufka dalmış, ceviz hesabı yapıyordum!..” Bu sözün üzerine sınıf başlar gülmeye. Öğretmen sinirlenir;
“Gelmeyeyim şimdi yanına, topladığın cevizlerle kafanda bölme işlemi yaparım sonra! Hem sen ayaktayken gel bakayım boyun da uzun, tahtayı sil...” Alper eline silgiyi alıp tahtayı güzel bir temizler;
“Tahtayı sildim örtmenim...”
“Bana iki de bir örtmenim deyip durma! "Hocam" diye hitap et," diye işaret parmağını kaldırarak tembihler. Sonra yüzünü sınıfa çevirip;
"Bu tür uzun boylu insanlar, algılamada güçlük çekiyor olsa gerek arkadaşlar... Krimonolojik açıdan bakarsak, beyinlerine akıl fikir uzun yollardan geçtiğinden dolayı, mantıkiii algıda pek seçici değiller...” öğrenciler kahkahayla gülmeye başlarlar. Bu duruma bozulan Alper altta kalmaz cevap verir;
“Ama örtmenim televizyondaki bir dizide “hocam” diyen çocuğu örtmen “hoca camide... Hoca camide...” diyerek azarlıyordu! Siz yanlış yere geldiniz galiba?”
“Tamam, tahtaya çıkmışken sana bir soru soracağım... Alnının akıyla cevap ver bakalım... Senin elli milyon lira paran var...” Öğretmeni soru sorarken Alper tebeşir tozlarını alnına sürmeye başlar. Sınıf yine gülmeye başlar. Bunu gören yarıçap sinirlenir;
“Oğlum ne yapıyorsun sen?”
“Alnımın akıyla sorunuza cevap veriyorum... Eski parayla mı, yoksa yeni ye te le den sağdan üç sıfırı şutlayayım mı hoccam? Bak sözünüzü dinledim “hoccam” diyorum hoccam...” Nilgün söze girer;
“Hocam Alper arkadaşımız parasının hesabını pek tutamaz. Çok eli açık biridir... Siz ona boş kümeyi sorun, kendisi de boş küme olduğundan bu konuları iyi bilir!..”
“Arkadaşlar dersi kaynatıyorsunuz, bu gidişle fonksiyonları bitiremeyeceğiz...” Alper nazlanarak hocaya bakar;
“Hocam tahtaya çıkınca çok heyecanlanıyorum. Düşünce fonksiyonlarım bozulup sarsılıyor birden, sorduğunuz soruyu algılayamıyorum bu yüzden!..”
“İyi ben de sana not olarak bin üzerinden bin veriyorum... Yalnız sağdan üç sıfır atılacak... Otur yerine boyun kadar 1... Parantez içinde (bir) bunu yaz bir yerine evladım, vakfı cebirden sana upuzun bir bir..." Sınıftaki öğrenciler kahkaha atarak gülmeye başlarlar. Hoca işaret parmağını kaldırarak Alper'e nasihat eder;
"Gözüme girmeye bak evladım gözüme girmeye… Değilse sınıfta kalırsın bak, demedi deme… ” Alper omuzlarını yukarı kaldırır ve ellerini iki yana açar;
“İyi de hocam gözünüzde otuz beşlik rakı şişesinin camından yapılmış gözlük var, nasıl gireceğim gözünüze?” Sınıf yeniden gülmeye başlar. Hoca sinirlenir;
“Sen dalga geçmeye devam et bakalım mitoz bölünme… Karneni eline alınca ben güleceğim senin haline, perişan ahvaline…” Sınıfın en çalışkan öğrencisi Hakan seslenir;
"Hocam böyle boş beleş işleri bir yana bırakıp, artık derse başlasak diyorum. Bu gidişle okulu bırakıp dershaneden diploma alacağım herhalde... Okuldan hiç bir şey öğrenemez oldum..."
"Doğru söylüyorsun evladım. Şimdi sizlere hız sorusuyla ilgili bir problem çözüyorum. Hız eşittir yol bölü zaman. Bu formülü bir kenara not edin. Bu formüle göre size bir soru...
A ve B şehrinden iki araç karşılıklı olarak yola çıkıyorlar. A aracının hızı saatte 220 km, B aracının hızı saatte 260 km. A ve B şehri arasındaki uzaklık 600 km. dir. Bu araçlar Kaç kilometre sonra karşılaşırlar?" diye soru sorar. Kısa bir süre sonra Hıdır parmak kaldırır. Hoca onun parmak kaldırdığını görünce seslenir;
" Evet, sen söyle bakalım Hıdır?"
"Hocam valla bu araçlar, bu hızla ya adliyede, ya hastanede, ya da morgta karşılaşırlar..." Sınıftaki öğrenciler kahkaha atmaya başlarlar. Öğretmen de bu cevaba gülümser. Ellerini iki yana açıp;
"İşte görüyorsunuz çocuklar. Bunun adı Hıdır, verdiği cevap budur. Hıdır, adamı çıldırtır..." der ve zilin çalmasıyla sınıfı terk eder.

Tuğçe ile çıkma olayı, Sırat Köprüsü'nden geçmek kadar zordur. Hiç olmazsa sırat köprüsünden ya geçerseniz sizi kimse tutamaz, ya da düşerseniz olayınız biter gider. Bu yüzden çok dikkatli olması gerekmektedir. Alper gece yatağında ellerini açıp;
“Hay Allah'ım varlığına ve hikmetine sual olunmaz amma, şu Sırat Köprüsü'nü üç şeritli otoban yolu halinde yapsaydın da zorlanmadan geçip gitsem olmaz mıydı? Bu kızı elde etmek için cambazhaneye gidip tel üstünde yürüme kurslarına mı katılmam lazım bilmem ki... Sana inanıyorum, sana güveniyorum. Beni Tuğçe'nin cennetine kabul eyle yarabbi...” diye dua etmeye başlar.
Tuğçe’nin kaprisleri aklını başından almış, cehennem ateşlerinde yanıyordu sanki yüreği... Birinci yarı dönemdeki müzik, resim, beden eğitimi haricindeki diğer derslerinin hepsi zayıftır. Bir internet Cafeden aldığı sahte okul karnesini ailesine gösterdiğinde babası;
“Aferin benim akıllı oğlum. Bak bu okul sana nasıl da yaramış... Geçen gün Muharrem Bey arkadaşımla kahvede konuşuyorduk. Elinde oğluna karne hediyesi olarak aldığı Lise derslerinin CD leri vardı, onun aldığı yerden ben de sana alayım, belki seyredersin dedim. İstersen aç da bir bak, odandaki bilgisayar masasının üstüne bıraktım...”
“Aman baba... Hiç mi işin yok allasen! Alacaksan oyun veya korku filmleri alsaydın bari... Yine de beni düşündüğün için sağ ol...”
Okulların ara dönem tatiline girdiğinin ikinci günüdür. Gökyüzünde lapa lapa kar yağıyordu ve bu yüzden Alper'in canı hiç dışarı çıkmak istemez. Babasının aldığı CD ler gözüne çarpar. İçlerinden Tarih dersini seçer. Eski çağları, dünya uygarlıklarını, Osmanlı imparatorluğunu, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarını izlemeye başlar. İzledikçe merakı iyice artar ve bütün CD leri izlemeye başlar;
“Ulan varya, ben bunları nasıl kaçırmışım anasını satim.... Tarihte ne varsa hepsini anlatıyor, çok güzel savaşlar bunlar...” der ve CD'leri defalarca izler. İlgi alanlarına diğer derslerin Cd leri takılır. İkinci yarıyıl okulların başlaması ile birlikte sınıf arkadaşları ile okulun bahçesinde hasret giderilir.
Ders zilinin çalmasıyla bütün öğrenciler sınıflarına girmeye başlarlar. İşte ne olduysa ikinci dönem olur... Alper kendinden emin bir şekilde sırasına oturur. İlk dersleri tarihtir. Tarih öğretmenleri Fatma DONSUZ sınıfa girer. Ayağa kalkan öğrencilere seslenir;
“Oturun arkadaşlar. İkinci yarıyılınız hayırlı, uğurlu olsun. Devletimiz milletimiz zeval görmesin...” Alper söylenir;
“Amin... Havada çok soğuk don olayları rücu ediyor, donduk hocam donduk... Kaloriferler yanmıyor mu bu okulda ya? Ya Gargamel’e söyleyin donu çözsün veya okulumuz tatil edilsin!..”
“Sen, "Amin" de bakalım çocuğum. İlk dönem karnelerinizi aldınız, çoğunuz dökülüyorsunuz. Ananız, babanız sizleri okusun diye ne masraflar yapıp okula gönderiyor... Şu halinize bakın. Utanın biraz utanın... Aldığı nottan utanmıyor da karşıma geçmiş sırıtarak, “amin” deyip, don çözmekten bahsediyorsun. Donunuzu kendiniz çözün!" Bu söze öğrenciler kahkahayla gülünce Fatma Hanım suratını ekşitir;
"Şey… ne donu be? Bu don mon olaylarıyla kafam karıştırınız benim… Sen önce karnendeki donunu düzelt, terbiyesiz şey…” der. Alper elini havada sallar;
“Geçmişe mazi derler, kurşun yiyene gazi derler hocam... "Düzeltmediğimiz ne malum?" Der… mişim…” Fatma Hanım suratını asar ve bakışlarını Alper'in üstüne diker;
“Ne yani Tarih dersinden günah çıkartmaya mı niyetlisin evladım?”
“Çok sabırsızlanıyorum hocam, kendimi uygulamalı tarihi metod defteri gibi hissediyorum...” sınıf başlar gülmeye... Fatma Hoca sinirlenir;
“Dersi kaynatmayalım yine. Arkadaşlar bu günkü konumuz İslamiyet'ten Önce Orta Asya'da Kurulan Türk Devletleri... Türkler'in İlk Ana Yurdu; Orta Asya' da, batıda Hazar Denizi'nden Doğuda Kingan Dağları'na, Kuzeyde Altay Dağları arasında kalan bölgedir...” Alper parmağını kaldırır. Fatma Hanım onu görünce;
“Yine ne var çoccuuum?” diye sorar. Alper kendinden emin bir şekilde;
“Hocam güneyi unuttunuz! Güneyde Hindukuş ve Karanlık Dağları'na kadar uzanan bölgedir. Bu bölge, coğrafi yapısı ve iklim şartlarının da elverişli olması nedeniyle Türkler tarafından Ana Yurt olarak tercih edilmiştir. Göçebe kültürünün sonucunda şu durumlar ortaya çıkmıştır. Merkezi yapı güçlenememiş, teşkilatçı özellik gelişememiş, mimari ve şehircilik ortaya çıkmamıştır. Bu yüzden ekonomi ve hayvancılığa dayalı kalmış, askeri yapıysa gelişmiştir... Türklerin Orta Asya'dan göç etmenlerinin nedenlerine gelince: Topraklarının tarıma elverişsiz olması, hayvanlar için otlakların yetersiz olması, iklim koşullarının değişmesi nedeniyle kuraklık ve şiddetli kış yaşanması, Türk boyları ve yabancı kavimlerle yapılan mücadelelerdir..." Fatma hoca ve sınıftaki arkadaşları Alper'in konuşmalarını şaşkınlıkla dinlemektedirler. Fatma Hanım şaşkındır;
“Afferin çoccum… Bak çalışınca oluşuyormuş demek ki. Senden hiç beklemezdim doğrusu...”
“Estağfurullah hocam. Okumadım, sadece göz gezdirdim. Ben tarihi okumam tarih yazarım hehehe..” Fatma Hanım kafasını iki yana sallar;
"Bak yine başladı bu çoccuk. Şımarma, şımarma… Yazılı kâğıdında tarih yazıp yazmayacağını göreceğiz bakalım. Bana yine ferman yazma da!..” der ve sınıfa yüzünü çevirip;
"Neyse konuya dönelim. Asya Hun (Büyük Hun) Devleti: Merkez Ötügen olmak üzere Orhun ve Selenga nehirleri çevresinde kuruldu. Tarihte bilinen ilk Türk devletidir. Devletin kurucusu ve ilk hükümdarı Teoman'dır. Çinlilere karşı seferler yaptılar, Çinliler de bu seferleri durdurmak için Çin Seddi'ni yapmak zorunda kalmışlardır. Teoman'ın oğlu Mete Han döneminde; diğer Türk devletlerine de örnek olacak 'onluk sistem' e dayalı ilk düzenli Türk ordusu kuruldu…” Tuğçe söze girer;
“Ay Teoman mı dediniz hocam? Ben Teoman’ın şarkılarıyla büyüdüm. Odamın duvarları onun posterleriyle süslüdür. Yalnız Teoman'ın bir oğlu olduğunu ve ismini de Mete koyduğunu ilk kez sizden duyuyorum. Magazin basını da çuvallamış demek...” der ve ardından;
"Bugün benim doğum günüm, hem üzgünüm hem yastayım, bir bar taburesi üstünde, babamın öldüğü yaştayım…” diye şarkı söylemeye başlar. Alper durumu kurtarmak adına;
“Hocam yıkılışını da ben anlatayım isterseniz… Mete Han'ın ölümünden sonra oğulları ülkeyi iyi yönetemediler. Çin entrikaları ve bu devletle yapılan savaşlar ülkeyi zayıflattı. İpek Yolu'nun Çin kontrolüne geçmesi nedeniyle Hun ekonomisi bozuldu. Artan Çin baskısı nedeniyle ülke iyice zayıflayarak Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldı…” Tuğçe şaşkın şaşkın işaret parmağı ağzında Alper’in konuşmalarını izlemektedir.

Öznur ETYEMEZ hoca derse girmiştir;
"Çocuklar hemen kalem ve silgilerinizi çıkarın, sizi yazılı yapacağım. Kitap ve defterlerinizi masanızdan kaldırarak cam kenarına bırakın bakim... Alper, Hakan ve Sevilay haricinde hepiniz Biyoloji dersinden dökülüyorsunuz... Bakın Alper arkadaşınızı örnek alın. İlk dönem Biyoloji notu bir olmasına rağmen ikinci dönem bütün dersleri on üstü on... Öğretmenler odasında diğer öğretmen arkadaşlarla konuşuyoruz, herkes büyük bir şaşkınlık içerisinde ağzımız açık kalmış onu izliyoruz. Sanki kafasının içine bir çip taktırmış, bütün ders bilgilerini bilgisayar hafızasına yerleştirmiş.
Kırk dokuz yaşıma girdim, hiç böyle bir şey ne duydum, ne de gördüm... Ay valla inanamıyorum, afferin Alper sana evladım, fevkaladenin fevkindesin...” Alper oturduğu sıradan ayağa kalkarak, sağ elini kalbine koyar;
“Size de kırk dokuz kere maşallah hocam... Yaşınızı hiç göstermiyorsunuz, otuz yaşında genç kız gibi duruyorsunuz valla... Arşimentin Yerçekimi kanunu, Ajda gibi size de hiç etki etmişe benzemiyo!..” Öznür Hanım'ın bu sözler çok hoşuna gider;
“Ay mersi... Sözlüden sana 10 verdim..." der ve sınıfa yüzünü döner;
"Sizleri bu dersten kurtarmak için son kez Qizz yapacağım. İlk ders saati yazılı, ikinci ders saatinde Qizlerinizi okuyacağım. Alper sorularıma makul ve mantıklı cevaplar verdiği için Qizden muaf…” Sınıfta homurdanmalar başlar. Seval;
“Ama hocam biz hiç hazırlanmamıştık...” Hoca elini havada sallar;
“Hazırlandığınız zamanları da gördük evladım. Hazırlanıp da sanki düğüne mi gidiyorsunuz?” Aysel söze girer;
“Hocam bitte bize basit sorular sorun... Mesela eşeyli üreme nasıl yapılır, diyet yaparken nelere dikkat etmek gerekir? Sindirim sistemi ile ilgili gerçekler, sigaranın ciğerlerimizle olan gaz alışverişi münasebetleri nelerdir?" Tuğçe ayağa kalkar;
" Sazanların sudaki solunum sistemleri ile ilgili sorular ilgimizi çeker!” der sınıftakiler gülmeye başlar. Öznür Hanım elindeki tokmağı masaya vurur;
“Bırakın benle kafa bulmayı da dağıttığım fotokopilerdeki soruları cevaplandırın bakalım. Kimse kimseye bakmasın! Kopya çeken olursa alırım ayağımın altına, basarım sıfırı, oturur kalırsınız kıçınız üstü...” Şişko Satılmış DÖNEKOĞLU;
“Hocam onları almayın, beni alın ayağınız altına! Sıfır çakın, bir çakın, siz çakın da nasıl çakarsanız çakın fark etmez. Nakavtınız olayım, yıldızları sayayım hocam! Fakat bilirim ki etyemezsiniz, bekâr ve vejetaryensiniz değil mi hocam?”
“Sana ne benim et sevip sevmediğimden ve evli olup olmadığımdan terliksi hayvanat... Otur yerine," diye onu azarlar ve gülüşen kızlara yüzünü çevirir;
"Sizler de yılışıp durmayın kızlar, yazın bakalım cevaplarınızı... Her sorunun cevabı üç dakikadır." Yazılı sorularını cevaplayan Alper'in kâğıdına arkasındaki öğrenci bakmaktadır. Bunu gören Öznür Hoca Alper'i uyarır;
"Hişşşt... Alper, kâğıdına bakıyorlar…" der ve yanına yaklaşıp sırtındaki gömleğinden tutarak onu öğretmen masasına sürükler;
"Sen geç bakalım şöyle evladım, öğretmen masasında otur. Soruları burada daha net cevaplarsın...” Alper Tuğçe'ye göz kırpar;
“Tuğçe de yanıma gelirse geçerim hocam. Ben Tuğçe’siz bir ot gibiyim, onsuz yaşayamam..” Tuğçe küçük Emrah taklidi yaparak başlar şarkı söylemeye;
“Sensiz ben elli alamam, bu sırada hiç kalamam, tek başıma cevaplayamam... Silgi kokunu özledim, kopya yolunu gözledim, götür beni gittiğin yere...” der ve Öğretmene bakışlarını diker;
"Benim hiç annem olmadı, size anne diyebilir miyim hocam?” sınıf gülmeye başlar. Öğretmen sinirlenir. Alper'in sırtına vurur;
“Benimle pazarlık etme de geç şu masaya dedim… Hı...” Öğrencilerden Petek BALCI;
“Hocam söyleseydiniz yazılı olacağını, bugün Biyoloji sınavında giyeceğim gömleğimi ve eteğimi giyerdim. Bütün kopyalıklarım gömleğimin üzerinde asılı kaldı...”
“Ben seni şimdi bir tokatlarım, beş parmağımın kopyası çıkar suratında...” Satılmış atılır söze;
“Ona vurma, bana vur hocam... Sizin vurduğunuz yerde gül biter... Etim, kemiğim size feda olsun, Fetişistiniz olayım...” Hoca dayanamaz iki elinin parmağıyla kulaklarını tıkar ve bağırır;
“Ay yeter artık yeter... Sessizlik istiyorum... Bir iki üç pıt..." der ve sonra düzeltir;
"Aman ne pıtı, tıp… Herkes sussun ve başlasın...” Alper başlar soruları çözmeye;
Birinci soru: Doku nedir? ...
Cevap: Benzer yapılı, özelleşmiş hücre gruplarının oluşturduğu topluluğa, doku denir.
İkinci soru: Sünger, “meristem (bölünür) ” doku nerede bulunur?
Cevap: Büyüme bölgelerinde bulunur.
Üçüncü soru: Dermatojen, gelişerek neyi oluşturur?
Cevap: Epidermisi oluşturur.
Dördüncü soru: Havalandırma parankimasını açıklayınız? ...
Cevap: Su ve bataklık bitkilerinde su ve karbondioksit alış-verişini sağlar. Havayı depolayarak gaz alış-verişini sağlar.
Beşinci soru: Bitkinin aşırı su kaybını önleyen nedir?
Cevap: Kütikula.
Altıncı soru: Hücre içi salgı ne yapar? Örnek veriniz...
Cevap: Böcekçil bitkilerde sindirimi sağlar. Örnek: Portakal, limon.
Yedinci soru: Histoloji neyi inceler?
cevap: Doku bilimini inceler.
Sekizinci soru: Epitel dokunun görevi nedir?
Cevap: Duyu, salgı, emme, koruma görevi yapar.
Dokuzuncu soru: Alyuvarlar ne taşır?
Cevap: Oksijen ve karbondioksit taşır.
Onuncu soru: Yağ dokunun görevleri nelerdir?
Cevap: yağ depo eder, vücut ısısını düzenler, vücuda dayanıklılık sağlar ve enerji verir...” Alper verilen soruları zamanından önce bitirmiştir. Ufak bir kâğıda bazı soruların cevaplarını yazar;
“ Hocam ben bitirdim. Buyurun kâğıdımı,” der ve Hocaya uzatır. Kâğıda göz gezdiren Hoca;
“Aferin Alper, çok hızlısın. Şimdi dışarı çık ve diğer ders saatinde sınıfta ol. Yazılı kâğıtlarınızı okuyup yüzünüze söyleyeceğim...”
“Tamam hocam. Okul çantamdan para alıp, kantine takılacağım müsaadenizle...”
“Peki, al ve hemen çık artık...” Alper çantasına doğru yaklaşırken, yazdığı cevap anahtarını Tuğçe’ye çaktırmadan verir.

“Evet çocuklar sınav sonuçlarınız maalesef yine tatmin edici değil. Bu kadar kolay sorular sormama rağmen, yirmi kişilik sınıfta Biyoloji dersinden geçen dokuz kişi oldu. Tuğçe aferin sana evladım, son anda yaptığın hamle ile sınıfını bileğinin hakkıyla geçtin… Diğer birkaç kişiyi de ben ite kaka zorlayarak geçirdim…” Tuğçe kirpiklerini titreştirir;
“Teşekkür ederim hocam, çok çalışmıştım dersime. Bileğimin hakkıyla geçeceğim elbette…" Satılmış DÖNEKOĞLU zayıf not almıştır;
“Fakat hocam siz beni sınıfta bırakarak hayata bir an önce atılmamı önlüyor ve beni cezalandırıyorsunuz. İşin bu yanını hiç düşündünüz mü? Bana da zorlamadan geçirseydiniz olmaz mıydı?”
”Tabii düşündüm. Hocanın görevi bilgiyi ölçüp, yeterli olmayanı sınıfta bırakmak değil mi? Hiç çalışanla çalışmayan bir olur mu?" der ve eline aldığı onun cevap kâğıdını havaya kaldırır;
"Şu yazılı kâğıdında “doku nedir?” sorusuna verdiğin cevabı okuyorum: ”Doku dokunmak fiilinin etken şeklidir. Elle doku, dille doku diye ikiye ayrılır. Elimizi sabunlarken elle doku, şeker yerken dille doku oluşur… "Hücre içi salgı ne yapar, Örnek veriniz?" sorusuna verdiğin cevaba bak, ”Hücre içi salgı hücrenin sürtünmeden veya sıcaklardan dolayı salgı atmasını sağlayan şeydir! Örnek vereyim; fantezi kurarken spermlerin vücudumuzdan dışarı atılması veya heyecandan alnımızın terlemesi gibi…” Nerden uydurursun bilmem ki bu cevapları evladım?” Satılmış cevap verir;
“Elimden geleni yapıyorum hocam fakat elimde olmayan sebeplerden dolayı sınav olurken çok heyecanlanıyorum. Sayenizde bazı doku organlarım kat be kat büyüyor. Sanırım başarıyı bu yüzden yakalamıyorum. Oysa okulumu bitirip, bir an önce evlenip, yuva kurmaktı tek istikbalim. Nice hayallerim vardı, bu saatten sonra hepsi tuz buz oldu. Ben şimdi aileme ne söylerim? Babam da yüksek uçak mühendisi olmamı ve yükseklerde süzüle süzüle uçmamı çok isterdi çok…” Hoca elini avanak işareti gibi döndürür;
“Bence senin aklın bir karış havada, sen yüksek astronot filan ol evladım…”
“Hocam çok dokunaklı konuşuyorsunuz, kök hücrelerimin köklerini suluyor sizin güzel sözleriniz!..” Hoca sinirlenir, yüzünü ekşitir;
“Of… Do re mi fa… Şişti kafa… Evet, bu günlük bu kadar yeter çocuklar. Bana müsaade size rast gelsin…” der ve kitaplarını toplayıp sınıfı terk eder.

Okulların kapanmasına az bir zaman kalmıştır. Bütün yazılı notları idareye verilmiştir. Öğrencilerin bazıları devamsızlık haklarını kullanıyor ve okula gelmiyorlardır. Alper sırf Tuğçe’yi görmek için okul ders saatlerini hiç kaçırmaz. Teneffüs saatlerinde bile ara sıra sınıfa girip Tuğçe’ yi kontrol eder. Kendisine olan aşırı ilgi ve alakası Tuğçe’nin çok hoşuna gitse de, Alper’i gerçekten tanıyamamış olmaktan çok korkmaktadır. Alper okulun kapanacağı günün sabahı okula geldiğinde, Tuğçe’yi sınıfın kapısında bir öğrenci ile samimi bir şekilde konuşurken görür. Bunları görmemezliğe gelir ve İyi niyetinden dolayı kötü bir şey düşünmez o an. Tuğçe’nin kendisini görünce eli ayağına dolaşıp saklanmaya çalışması iyice işkillendirmiştir... Alper içten içe söylenir;
Durduk yere kötü bir şey düşünmeyeyim, belki üst sınıftan arkadaşıdır… Fakat daha önce hiç görmedim bu çocuğu hayret!..” der ve Tuğçe’ye hiçbir şey sormaz. Öğlen arası kantine gider. Bir de ne görsün, Tuğçe sabahki gördüğü çocukla birlikte bir masaya oturmuş ellerinde hamburgerler yan masadan kendisine bakıp, kakara kikiri yapmaktadırlar. Bunları bu şekilde görünce çok sinirlenir. Oturduğu masadan kalkar ve onların oturduğu masaya doğru yönelir. Bakışlarını Tuğçe'nin üstüne diker;
“Kim lan bu çocuk, daha önce hiç görmedim okulda?”
“Göremezsin, zira Karşıyaka’da okuyor canım…” Alper bu kez çocuğa laf atar;
“Hey bu saçlar kirpi gibi ne lan böyle, sende hiç utanma yok mu? Baban seni küçükken hiç dövmemiş anlaşılan?" Çocuk alaysı bir tavırla, eliyle favorilerini düzeltir;
”Bırak dede bu işleri, bu saçlar yılın modası… Sana ne benim saçımdan başımdan?” Alper çocukla kavga etmek için bahane aramaktadır. Bu kez kıyafetine dil uzatır;
“Hem sen niye siyah giyinmişsin bakim böyle? Satanist misin nesin sen?” Çocuk ayağa kalkarak bir eliyle Alper'i iteler;
“Yaa dede git başımdan, öğle arası psikopata bağlama beni alla alla. Çattık belaya…” Tuğçe sinirlenir, ikisinin arasına girer. Alper'e bakışlarını diker;
“Alper çekip gider misin lütfen!..”
”Hiç dedeyle dolaşmıyon, hayırsız konsül. Bütün yazılıları sayemde geçtin. İyiliğimin bedeli ihanet mi olacaktı?”
"Ya Alper, lütfen gider misin? Serkan beni almaya gelmiş, okul çıkışı birlikte Karşıyaka’ya gideceğiz…”
”Bu çocukla mı çıkacaksın yani? Şuna bak, o kaşının üstündeki küpe de ne oğlum öyle?
”Ya dede, aksesuar işte, modifiye ettim kendimi...”
”Yazıklar olsun sana Tuğçe, bensiz metro geçiyor mu boğazından?” Tuğçe'nin elinde tuttuğu metro çikolata yarım kalmıştır. Sinirlenir ve elindeki metroyu Alper'in ağzına tıkıştırır;
“Al o zaman sen ye... Gözün kaldı metromda galiba?” İyice sinirlenen Alper masanın üzerinde bulunan ketçap ve mayonezi, Tuğçe ve yanındaki çocuğun suratına sıkar;
“Hey sen manyak mısın birader… Defol git başımızdan be…” Kıyafeti mahvolan Tuğçe, elleriyle üstünü başını silmeye çalışır. Bir yandan da söylenir;
“Ya Alper sen ne yapıyorsun, bu benim teyzemin oğlu Fatih. Annem bu gün Karşıyaka’da, kuzenim beni okul çıkışı almaya geldi. Hayatta seninle çıkmam artık pis Zippo…” Alper yaptığından pişman olmuş ve ne söyleyeceğini bilememiştir;
“Özür dilerim bilader…" diye çocuktan özür diler. Daha sonra yüzünü Tuğçe'ye çevirir;
"E neden akraban olduğunu söylemedin bana? Seni kıskanıyorum anlasana…” Tuğçe kaşlarını çatar;
“Sormadın ki söyleyelik… Her şeye ketçap mayonez oluyorsun kıskanç Zippo…”

Okullar kapanıp yaz tatiline girmiştir. Alper’e kızan Tuğçe bir haftadır ondan gelen telefonlara cevap vermez. Bu sefer Alper onu gizli numaradan arar. Nihayet telefonu düşürmeyi başarmıştır;
“Alo n’aber ikoncan? Hala bana hala kızgın mısın?”
”Sülük gibi yapıştın Alper... Neden gizli numaradan arayıp zırt pırt salakça şarkılar dinletip duruyorsun?”
“Sana dinlettiğim şarkılar bu yılın en romantik aşk şarkıları güzelim...”
“Amann anladık, söyle ne var?”
”Affettin mi beni? Vallah akraban olduğunu bilmiyordum. O gün seni ketçap ve mayonezlemişken ekmek arası tost yapıp yemek isterdim doğrusu...”
“Zor yersin sen beni. Ben kılçığımdır boğazına bir otururum, bir daha çıkaramazsın! Ketçap ve mayonezli gömlekle durumu anneme anlatıncaya kadar akla karayı seçtim... Kuzenim de seni çok avam buldu doğrusu...”
“Avam da neymiş lan, kötü bir şey mi? Eğer kötü şeyse onu döverim...”
“Pis terbiyesiz şey... O benim kuzenim.”
“Bak sana ne diycem. Bu hafta sonu Cumartesi günü birlikte yemek yiyelim ha ne dersin?”
“Hafta sonu ben Kuşadası’nda yazlıktayım canım, gelemem...”
“Ben oraya gelirim, birlikte bir yemek yeriz. Akşama geri dönerim, ne dersin?”
“Peki peki kopyalıkların hatırına kabul ediyorum...” Bu sırada elinde şişlerle örgü ören annesi ve televizyonda dizi izleyen teyzesi, telefonda konuşurken sevinçten havalara uçan Alper’i uzaktan uzağa dikizlemektedirler.
“Yaşasın kabul etti...” Annesi Zeliha Hanım sorar;
“Hayırdır oğlum çok sevinçlisin... Kim, neyi kabul etti?”
“Tuğçe, yemeğe çıkma teklifimi kabul etti.” Şükran Hanım seslenir;
“Oh be... Sonunda çıkacaksınız demek. Nerede buluşuyorsunuz? Tarihi Asansör’de yeni bir lokanta açılmış, çok güzel, oraya götür kızı...”
“Ne asansörü be teyzecim? Kız ve ailesi Kuşadası’nda yazlıktalar. Cumartesi günü babamdan arabanın anahtarını alayım, cebime biraz da harçlık, gazlar giderim. O kadar kız arkadaşım oldu ilk kez yemek faslına çıkacağım. Hep okulunun kantininde sandviç yemiştik, bu biraz farklı olsun istiyorum. Şimdi ben ne yapmalıyım sence? Anlat da senin dahi fikirlerinden yararlanayım azıcık dermişim...”
“Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp. Kızla gideceğiniz yere karar verirken şunlara çok dikkat etmelisin! Birincisi zaten kızın yanında hiç bir şey yiyemezsin. ”Ulan bu garson niye benim manitaya bakıyor? Niye bu restaurantta peçete yok? Bir şey söylesem kızın iştahı kaçar mı acaba? Ağzıma ketçap bulaştı mı?” bunun gibi binlerce soru yemek boyunca beyninde yankılanır durur. Bunun çok doğal bir sonucu olarak panik yaparsın ve korktuğun başına gelir. Ya ağzına ketçap bulaşır, ya da üzerine yemek dökersin. Heyecandan içecek bardağını devirebilirsin dikkat et!.. Bütün bunların sonucunda kız senin daha ilk buluşmada kıçına çitmeyi vurur.
Benim tavsiyem ilk buluşmanızda gidecekseniz fast food bir restauranta gitmek ve hamburgeri ketçapsız ve mayonezsiz yemek senin için en hayırlısı. Kızların hepsi inanılmaz lüks yerleri severler ve hepsinde Avrupa hayranlığı vardır. O yüzden en ideal yer Avrupai bir şekilde dizayn edilmiş bir cafedir. Böyle bir cafede seni en çok rahatsız edecek iki şey vardır. Bunlardan birincisi fiyat listesi... Cafede uzun bir süre baş başa oturup yermek yemek bütün bir haftalığını oraya bırakmak, ikincisi ise etraftaki genç kız ve oğlanlar bakışlarıyla canınızı sıkabilir. Böyle Cafelere gelen kızlar o kadar güzeldir ki kafayı yersin. Sakın ilk çıkmanızda başka kızları kesmeye kalkma ha! Asi dizisindeki Asi gibi bu kızda seni terk ediverir... Yemekten sonra garson geldi "Ne alırdınız?" diye sordu. Sen de mesela kahve söyledin. Kahve geldi ama fincanın yanında şeker yok. Napıcaksın şimdi?”
“Ya Şükran Teyze sen de tv. de 7 gün dergisi gibisin maşallah. Hiçbir diziyi kaçırmıyorsun... Bu kadar kanal var, nasıl takip ediyorsun anlamadım valla? Kahve geldi, yanında şeker yok napacam şimdi? Anlat da öğrenelik bakalım!..”
“Yaşın daha küçük evladım. Bunları harfi harfine uygula, başaracaksın... Kızın yanında garsona, "Hani lan bunun şekeri?" diyemezsin. Masaya bakacaksın, orada özel bir kutu içinde mutlaka şeker vardır. O gün ne giyeceğine çok önceden karar vermelisin. Sonra reklamlardaki centilmen yakışıklı gibi vücuduna bi eau toillete sürmelisin...”
“Aa... Adını hiç duymadım, kokusu güzel mi? ...” Dur kargo ile senin için getirtmiştim der ve kutunun içinden çıkarıp gösterir;
“Bu spreyin kokusunu erkekler alamıyor sadece kızlar alıyormuş... Ayrıca kızları da çok feci azdırıyomuş! Al bu senin. Hoşuna gitti değil mi? Seni gidi fırlama seni... Sakın fazla sürmeyesin!...”
“Tamam, fazla sürmem, ürkütmeyelim kuşları hehehe...” Şükran Hanım anlatmaya devam eder;
”Tüm bunları uyguladıktan sonra olayın pis kısmına gelmiş bulunuyoruz. Cafeye gittiniz. Kapıyı aç, önce kız geçsin! Sonra uygun bir yer bulup oturun. Kızla havadan sudan ilk muhabbeti sen yap. Bu sırada garson çoktan gelmiş olacak. Size büyük ihtimalle Ana Britanica Ansiklopedisi gibi birer menü verecektir. Bu tarz cafelerde en uyuz konu "Ne alacam lan ben şimdi?" sorusudur. İşin püf noktası, bunu da açıklıyorum! Sakın kıza hava atıcam diye bilmediğin bir şey ısmarlama!.. ”Benim Ailem“ dizisindeki oğlan gibi rezil olursun sonra!.."
"Olur, bilmediğim şeyi ısmarlamam…"
"Yemek bitti, mesela Guatemela Kahvesi diye bir şey gördün ve onu istedin diyelim. Direk babalara gelirsin! Çünkü bu kahve filtre kahvedir ve özel bir makineyle birlikte masaya gelir. O makineye beş dakika sonra basıp kahveni fincana koyarsın. Ama eğer biraz fazla basarsan makine fışkırır. Bu da kızın seni terk etmesi için yeterli bir neden. Neymiş?”
“Bilmediğimiz şeyleri söylemiyormuşuz...”
“Ayrıca erkekler tarafından yapılan en büyük aptallıklardan biri de kız bir şey istedikten sonra "Bana da aynısından" demektir. Sakın böyle bir şeye kalkışma. Sen en iyisi menüyü uzun uzun inceledikten sonra çay içmek istediğini söyle! Garson "Ne çayı?" diye sorarsa "Rize çayı" dersin bu hem kızı güldürür hem de Rize çayı çok güzel bir çaydır. Bu tarz cafeler inanılmaz pahalıdır. Yani az önce söylediğin çay bile finalsal açıdan çökertir. O yüzden başka bir şeye özenme. Efendi efendi iç çayını!..”
“Bira içsem olmaz mı be teyze?”
“Heyyt... Dalga geçme benle, sözlerimi harfi harfine dinle!..”
”Siparişinizi verdin, sıra geldi konuşulacak özel konulara. Öncelikle konuşurken sürekli olarak kızın gözlerinin içine bakmalısın! O konuşurken sakın masadaki bir şeylerle oynamaya kalkma. İlk bir kaç dakika geyik yapar, okuldan ve derslerinden bahsedersin... Sonra da o gün neden orada olduğunu kıza açıklarsın...”
“Sahi ben neden orada olacağım sence?”
“Alper yavrucum, ben bunları söyleyemem, babana sor! Yani ondan ne kadar çok hoşlandığından falan bahsedersin. Ama sakın geyiğe verme işi, olayı sulandırırsın. Kız en geç bu dakikalarda sizin ondan önce kaç kızla çıktığınızı soracaktır. Hiç tereddüt etmeden “Üç dört tane arkadaşım oldu fakat gerçek anlamda sizi tek geçerim...” dersin. Kızlar acemi erkekleri hiç sevmez. Kıza "İnan her an, seni düşünüyorum, o güzel gözlerini düşündükçe tarifi imkânsız bir huzur doluyor içime... Hele gülüşün yok mu; karanlık gecelerin soğuk rüzgârlarında donmaktan koruyabilecek tek ateş misali ısıtıyor içimi. Birden hayatım değişti, inan senden önce bu kadar fazla ilişkim olmasına rağmen hiç kimseyi bu kadar sevmedim. Ne olur sen son ol. Diğerleri gibi ihanet etme bu büyük sevgime..." dersin. Bu verdiğim örnekteki gibi palavralar sıralayabilirsin. Kızın gözlerinin içinin parladığının ve git gide sana daha yakın davranmaya başladığının farkına varacaksın. Bu konuşma kızın senin aklından çıkaramamasını sağlayacak olan bir bilinçaltı komutudur. Bütün yerli ve yabancı dizi filmlerde denenmiş, sonuçlarında herhangi bir aksaklığa rastlanmamıştır. Yalnız bu konuşma kızın seni en fazla iki gün düşünmesini sağlar, daha sonra kız bunların hepsini unutur. İleriki günler sık sık tekrarlamalısın. Baya bir konuşup kızın eve gidince de seni düşünmesini sağladıktan sonra artık cafeden ayrılma vakti gelmiştir. İşte olayın en pis tarafı! Nasıl hesap isteyeceksin?”
“Bilmem ki dizi tecrübesi sende. Nasıl isteyecekmişim?” Bu arada Zeliha Hanım pür dikkat konuşulanları dinlemektedir;
“Kız Şükran, bizim herif seni de böyle mi kandırdı yoksa?” der ve kahkaha atarak gülerler. Şükran elini havada sallar;
“Ah nerde... Şu üç günlük dünyada koca mı gördüm Zeliha abla. Bu yaştan sonra Allah korusun, ben kendimi mutlu yuvamıza adamışım... Asla, “Gazap Üzümleri” dizisindeki kötü kadın olamam asla!..”
“Hay sen çok yaşa. Allah senden razı olsun canım Şükrancım. Seni çok seviyoruz...” Alper söze girer;
“Dur be anne... Garson geldi hesap ödenecek. Asıl mesele burada, ne yapacağım sonuçta?”
“Garsonu masaya çağırıp, alçak ses tonuyla, "Hesabı alabilir miyim?" diyeceksin. Kız milleti hesap gelince hemen atlar "Ben vereyim" diye. Sakın bunu ciddiye alma. Kesin trip yapıyordur. Kız milleti gittiğiniz her yere, hesabı sizin ödeyeceğinizi düşünerek gider...”
”Ya Teyzecim bu kadar şeyi gidip kızla cafede bi bardak çay içmek için yapmadık herhalde. Sadede gel sadede... Kumpas nasıl kurulur biraz da ondan bahset filmlerde görmüşsündür!..”
“Sakın Nuri ALÇO metodunu deneme. Demode oldu demode... Şimdi gelelim bu amacını gerçekleştirmek için gereken taktiklere. Öncelikle bilmen gereken şey; senin daha önceden Tan gazetesinin verdiği eklerde ve bilumum porno dergilerindeki forum köşelerinde okuduğun fantezilerin, gerçek hayatla hiçbir alakası olmadığıdır. Bunlar tamamen uydurma şeylerdir. Kız asla ve asla sana kumpas kurup seni eve atmaz. Bunu senin yapman lazım. Kızla sevişmek istiyorsan kızların her zaman için 'Millet görse ne der?' kaygısına sahibi olduklarını kesinlikle aklından çıkarmamalısın.
Bu yüzden daha öncede söylediğim gibi, sakın kızı topluma açık mekânlarda taciz etmeyesin. Kız milletinin en sevdiği şey karşısında ki erkeğin her zaman kendisiyle aynı şekilde düşünüyor olmasıdır. Kızlar entelektüel erkeklere diğerlerinden daha fazla önem verirler. Yani kızları tavlamak için en güzel yol daha öncede belirttiğim gibi bol yalan uydurmaktır. Mesela kızların en zayıf noktalarından biri de psikoloji ve felsefedir. Tavlamak istediğiniz kızla muhabbet ederken, eninde sonunda bu kız size "nelerden hoşlanırsın?" diye bir soru soracaktır. Hiç tereddüt etmeden "Kitap okurum, müzik dinlerim, sinemaya giderim, tarihi yerleri gezerim..." diye cevap verirsin. Bu sözlerinle kızın üzerinde, diğerlerinden çok daha fazla karizmatik bir etki bıraktığını göreceksin. Kız milletinin en sevdiği şey karşısındaki erkeğin her zaman kendisiyle aynı şekilde düşünüyor olmasıdır.
Kızlar entelektüel erkeklere diğerlerinden daha fazla önem verirler. Sadece, derin ve felsefi kitaplar okuduğunu üstüne basa basa söyle. Tabi ki bunları aslında hiç okumuyorsun da... Okuyormuş görünürsün. Kızların okudukları en son kitap genellikle Cin Ali’dir. Ya da en iyi ihtimalle salak ötesi aşk romanları okurlar.
Kızlar başta da söylediğim gibi psikoloji ve felsefe lafını duyar duymaz çok fazla önem vermeye başlarlar. Bu ilgiyi yüze katlayacak bir yöntem daha vardır. Bazı terimler kızlar üzerinde tahmin edebileceğinden daha fazla etki bırakır. Bunları da açıklıyorum...”
“Çok meraklandım çabuk açıkla!..”
“Söze şöyle başlarsın: “Diyalektik materyalizmin tarihsel gelişim sürecinde birçok realisttik ve skolastik yaklaşımla karşılaşılmıştır ve bu yaklaşımların avangart kültür döngüsü içerisinde birçok pozitivisttik akım doğmuştur." diye anlatırsın” Alper bakışlarını fal taşı gibi açar, kaşlarını kaldırır;
”Ne biçim laflar lan bunlar!.. Dur teyze cim bunları bir kâğıda yazmalı ve hemen ezberlemeliyim.” der ve bir kâğıda yazmaya başlar. Şükran anlatmaya devam eder;
”Ayrıca kız bunları duyunca "Evet haklısın, bende çok severim psikolojiyi. Hep psikoloji okurum...” gibi bir tavırla karşılılık verecektir. Tabi ki kız uyduruyordur. Bunu yapan kız artık senin demektir. Çünkü kızlar bunu sadece karşısında ezilmek istemedikleri erkeklere yaparlar...”

“Alo ben geldim...”
“Şu an neredesin?”
“Güvercin Ada Restoran’ın bahçesinde oturmuş senin gelmeni dört gözle bekliyorum. Fazla bekletme!..” Aradan yarım saatlik bir zaman dilimi geçmiştir. Alper oturduğu masadan aşağı baktığında dar taş merdivenlerinden gelen iki kızı görünce şoka uğrar. Tuğçe yanında başka bir kız arkadaşıyla beraber gelmektedir. Alper bütün planlarını tek kız üzerine kurmuştur fakat planı bozulmuştur. Tuğçe’nin yanında gelen kız arkadaşı yüzeli kiloluk, en az üç kişilik porsiyon etmektedir. Alper içten içe sinirlenir;
“Of ulan teyze, senin planların daha ilk başta yattı yine. Hayat hiç filmlerdeki gibi sevimli gelmiyor bu garibana... Ekonomik bütçelerim alt üst oldu, eyvah!..” diye sitem eder. Alper’i gören Tuğçe el sallar;
“Merhaba Zippo... Biz geldik,” der ve yanındaki kız arkadaşını işaret eder;
“Tanıştırayım, bu en yakın arkadaşım Zuhal... Yazlıklarımız bitişik...” Alper gülümsemeye çalışarak kıza elini uzatır;
“Hoş geldiniz, tanıştığımıza memnun oldum. Ben de Alper.” İçinden konuşur;
”Bilseydim bu yağ tulumunun geleceğini, ben de yanımda kuyruk olarak erkek arkadaşımı getirirdim...” der ve tokalaşır. Tuğçe başını iki yana sallayarak gülümser;
“E... anlat bakalım Alper cim. Ne var ne yok İzmir’de. Sınıflarımızı da geçtik sayende...” Alper eğilip kızın kulağına fısıldar;
“Aslında ben seninle yalnız kalıp, baş başa konuşmak için gelmiştim. Bu ultra arkadaşın biraz denize girip yüzse, bizi yalnız bıraksa diyordum...” Alper’in konuşmasını dinleyen kız;
“Ben yüzme bilmem ki... Hıhıhı...” diye omuzlarını kaldırır. Tuğçe öfkelenir ve Alper’e yüzünü döner;
“Ne o Alper... Masraflar iki kat artacak diye mi korktun? Madem yemek yemek için buralara kadar zahmet ettin, yemeği ben sana ısmarlarım dikiş makinesi!..” Alper oturduğu yerden ayağa kalkar iki elini önüne açar;
“Hiç olur mu öyle şey... Ne yersiniz?” diye sorar.. Tuğçe'nin ses tonu değişir;
“Hah şöyle yola gel... Ben bol ketçap mayonezli bir buçuk döner alayım...” Zuhal;
“Benimkinin içinde soğanı, salçası, yoğurdu bol üç buçuk İskender alayım...” Tuğçe elini yanında oturan Zuhal’in sırtına vurur;
“Şimdi Alper’in götü üç buçuk atıyordur kız... Dört filan alsaydın hahaha...” Zuhal iki elini birleştirir ve gülümser;
“Ay arkadaşım napim, ayıp olmasın diye az söyledim hıhıhı...” Alper içten içe;
“Eyvah dumura uğradım... Ya harçlığım yetmezse?” diye mırıldanır. Garsona bakıp;
“Ben diyetteyim, bir salata alayım...” Garson elindeki kâğıdı işaretler ve yeniden sorar;
“İçecek ne alırdınız?” Alper atılır;
“Çay... Çay alalım lütfen!..” Tuğçe kaşlarını çatar;
“Ulan bu sıcak havada çay mı içilir. Ben, buz gibi bira içerim...” Zuhal de araya girer;
“Ay evet evet… Bana da fıçı bira getir garson bey... Hatta sen fıçıyı getir, biz bardağa doldurur doldurur içeriz hıhıhı...” der. Garson siparişleri alıp orayı terk eder. Kısa süre sonra Tuğçe ve Zuhal gelen yemekleri büyük bir iştahla şapırdata şapırdata yemeye başlarlar...” Tuğçe, yanında oturan Zuhal'e dirsek atar ve seslenir;
“Zuhalcim sen daha doymamışsındır, istersen bir buçuk porsiyon daha söyle. Nasıl olsa beleş...” Tıkınmaya devam eden Zuhal;
"Tamam arkadaşım seni kırcama midemi kırarım daha iyi hıhıhı... Bu kez değişik takılayım,” der ve elini havaya kaldırıp, garsona seslenir;
“Garson bey... Bana bir buçuk kuzu şiş lütfen...” Alper içinden;
”Şişi yedin olum sen. Teyzemin dizilerini dinlersen olacağı bu… Romantik filan olamam doğrusu. Ulan salak kafa bir de sen bu kıza şimdi felsefeden filan mı bahsedecektin, yetti artık...” Tuğçe’nin kolundan tutar;
“Arkadaşın yemeğini yeye dursun. Gel bakiyim sana ne anlatacam... Diyalektik materyalizmin tarihsel gelişim sürecinde birçok realisttik ve skolastik yaklaşımla karşılaşılmıştır ve bu yaklaşımların avangart kültür döngüsü içerisinde birçok pozitivisttik akım doğmuştur...” der ve Tuğçe’yi kolundan asılarak soteye çeker. Tuğçe elini kurtarmaya çalışır;
“Ay ne diyorsun, napıyorsun lan sen Zippo... Gören filan olur. Bırak kolumu ya, canımı acıtıyorsun... Ulan ben senin... ”
Alper dudağını Tuğçe’nin dudağına dayamış, konuşmasına mani olmuştur. Yavaş yavaş Tuğçe’nin saçlarını okşayıp kulağına onu ne kadar çok sevdiğini fısıldar. Sonra elleri ile boynunu okşar. Bu sırada, kulağına onunla ne kadar mutlu olduğunu söyler. Bu sırada yılların abazanı bünyesi azarak, vücudundaki bütün kan aynı yere toplandığından dolayı, beynine kan gitmez ve hiçbir şey düşünemez olmuştur. Tuğçe nazlanır;
“Yapma lütfen, hişşt fazla ileri gitme Zippo ben bakireyim...”
"Anılar stokladım sana, dört yıla sığmaz Lise öyküleri yaymak için yıllara. Ahşap çerçeveli bir masalı anlatmak için gelecek kuşaklara. Sayfalarca şiir biriktirdim, bir gün yeniden okuman için. Kahır mektuplarımı sildim, sitemli sözlerimi yırttım, sorgulu yorumlarımı boşluğa savurdum ve bir sevda günlüğünün kapaklarını kilitledim. Yeni baştan merhabanın tıktıklarına kapımı araladım. Ruhumun coşkularını hesapladıkça sonu görünmez karalamalarla dolacaktır atık kutun. Dipnotlarımdaki bekleyişleri günlüğüne iğneledikçe susmayacaktır yürek sesim. Ben her anının ölümsüz slâytlarından bir gösteri derledim kendime. Sen yapışkan notlarla ve hayali somurtuşlarla çiğnerken kaldırımları yüreğindeki adamın sevda oyununa kayıtsız bakıyorsun. Aşk iki kişilik bir temsil gülüm, anladıklarını kulağıma fısıldamıyorsun… Geçip giden dört koca yıl ve sana olan dört yıllık sevdam… Doğrumuzun bizi sürüklediği hayal ırmaklarına bir yelkenli saldım, aşkı taşısınlar diye deniz uğramayan kentlerine. Senin renklerinle boyadım güvertesini, en sevdiğin şiirlerimden ismini verdim şaşırmayasın diye. Sen uykuların göbek taşlarında pak çığlıklar atarken, ben dumanlı dağlarda sevdana gözcülük yapıyordum. Eşkıya kurşunlar yedim göğsüme, yıkılmadım. Rüzgâr değdi yarama aman demedim, kangren sevinçlerle seni, seni bekledim Liseli aşkım benim… Seninle baş başa gezdiğimiz yerler, gittiğimiz dershaneler, Matematik, Fizik, Kimya DVD ler… Bitmeyen umutlarla örülü bir zaman ufosuyla düşeceğim birazdan yollara. Senin ülkenden teğet geçip umulmadık yönlere vuracağım sevda rotamı. Sessizliğin kıyılarından martılara el sallayacak, hızla dönen zaman saatleriyle uykularından dörtnala geçeceğim. Bir tarafı sevda, kalanı aşk olan bu sevgi ülkesinde her konakladığım yerde sana özlem dizeleri yazacak, senin gününe güzellikler katacağım. Çiğ düşer az sonra gözlerine ve bölünmüş uykularla dönersin terli yatağında. Meçhul bir düşün son karesini unutmamak için yeniden yumarsın uykulara gözlerini. Dışarıda kesik bir siren sesi, karşı evden ağrılı bir bebeğin memeye yeltenmesi, balkonda yıldızlara derdini döken bir adam, ara ara ekranlara düşen tüketilmeye kurgulu birkaç reklâm. Avluda karanlıkla dans eden gece sancısı, meyhaneden gelen ‘sen ağlama’ şarkısı, gece tufan yeri, gece sensiz gülüm, dayanılmaz bir yürek ağrısı. Alper babasına seslenir;
“Babacım Tuğçe İngiltere’ye dil kursuna gidecek bu yaz. Bende gitmek istiyorum…”
“Tamam, oğlum. Bir çaresine bakarız…” Alper uyumak için odasına çekildiğinde Zeliha Hanım ve Şükran Hanım salonda konuşmaktadırlar;
“Bey, durumumuzun müsait olmadığını neden söylemedin Alper’e? İş ortağın Ahmet Bey'e kefil olmasaydın bunlar başımıza gelmeyecekti. Bütün mallarımızı kaybettik, yakında banka kredilerini ödeyemezsek, oturduğumuz evimiz de elden gidecek. Biz bu yaştan sonra ne yaparız?”
“Off hanım sus, bu dünyada kimseye güvenim kalmadı artık. ”Güvenme malına, mülküne, bir kıvılcım yeter!..” sözü ne kadar da doğruymuş…” Şükran hanım söze girer;
“Canını sıkma bey, ben çalışır hepimize bakarım. Hem Alper’de Denizli’de üniversiteyi kazandı. Okur bize bakar ilerde. Elimdeki bilezikleri yarın bozduracağım ve onu İngiltere’ye yollayacağım…” Zeliha Hanım;
“Hani onu okula gönderecek para Şükrancım. Yandık bittik, kül olduk biz…”
Bütün bu konuşulanlara Alper istemeden kulak misafiri olmuştur. Gözyaşları içerisinde salona girer;
“Baba… Canım babacım, annecim ve teyze cim. Bu olanlardan hiç haberim yoktu. Neden durumumuzu bana söylemediniz? Ben bu kadar insafsız biri miyim? Asla gidemem. Ne İngiltere ne de Üniversite… Çalışıp para kazanmam, size bakmam lazım bundan sonra…”
“Asla olmaz oğlum… Sen tahsil hayatına devam edeceksin. Bir hal çaresine bakarız…”
Gazeteler Nedim Bey'in fabrikasının içralık olduğundan, malını mülkünü kaybettiğini yazmıştır. O günden sonra durumu öğrenen Tuğçe’nin ailesi Alper’i dışlamışlardır. Tuğçe’nin babası;
“Benim çulsuza verilecek kızım yok!..” der ve başka bir şey demez. Tuğçe bu duruma ister istemez çok üzülür. Alper İngiltere’ye giden Tuğçe’yi arar;
“Alo aşkım nasılsın?”
“İyiyim sevgilim sen nasılsın?”
“Senin hasretin varken bu şehirde yaşanmaz ki… Artık Müslüm Baba takılıyorum…”
“Aynı okul ve aynı şehri yazdığımız iyi oldu. Babamın inadına ayrılmayacağız… Denizli Üniversitesi mimarlık fakültesinde buluşmayı dört gözle bekliyorum sevgilim…”
“E hadi artık sende tatilini bir an önce bitirip İngiltere’den çabuk gel, okula kayıt tarihini kaçırmayalım…” Tuğçe ve Alper geçmişe sünger çekip büyük bir atılım yaparak birlikte Denizli Pamukkale Üniversitesini kazandılar. İzmir’de o kadar okul olmasına rağmen, İkisinin de istediği ailelerinden uzakta, başka bir şehirde hayatın anlamını kavramaktır. Bu fikir ilk Tuğçe’den çıkmıştır, Alper’de severek kabul eder.
“Arkadaşlar hadi kantine geçelim. Yeni gelen üniversiteli kızların gözü açılmadan, güzel serçelerden kendimize arkadaş seçelim. Ne dersiniz çocuklar...”
“İyi fikir lan Cuma. Kafan basıyor lan senin eksantrik... Senin kıza n’oldu?”
“Yaz tatilinde birini bulup nişanlanmış. Artık benimle çıkamayacakmış şutladı.”
“Olum bunlar her naneyi yerler yerler, nişanlanınca namus timsali kesilirler başımıza...”
“Boş ver zaten bayatlamıştı... Şu cam kenarındaki masa güzel, geçelim arkadaşlar...”Masaya oturan üç kafadar arkadaş etrafı kolaçan etmeye başladı. Üniversiteye yeni başlayan gençler ürkekçe etraftaki masaları süzüyorlardı. Eski öğrenciler ise çoktan gruplar halinde toplanmış, çay ve kahveler eşliğinde gülerek tatil anılarını anlatıyorlardı. Cuma, Tuğçe’nin oturduğu yöne gözlerini dikti;
“O kız beni kesiyo olum siz bakmayın!.. “ Oktay;
“Ne seni kesmesi avanakspor, sana baktığı bile yok...”
“Abi, kızın manitası var mı acaba... Valla göz ucuyla bakıyo abi, dur şuna bi Clark çekeyim...” dedi ve üniversiteli genç, sallana salana Tuğçe’ye yanaştı. Avucuna tükürdü ve eliyle saçlarının yan taraflarına Clark çeker;
“Affedersiniz bayan, yanınız boşsa oturabilir miyim?”
“Babamın malı değil ya, oturacaksan otur köstebek...”
“Yenisiniz galiba?”
“Evet, bu gün okulda ilk günüm. Etrafı tanımaya çalışıyorum...”
“Hangi bölüm?”
“Mimarlık ve Mühendislik...”
“Ben de aynı bölümdeyim fakat ben üçüncü sınıftayım... Denizli’nin en varlıklı ailelerinden birinin oğluyum. Üstü açık Mercedes’im var. Canın sıkılırsa Çil horoz heykelinin etrafında iki tur attırır, Pamukkale’yi görmediyseniz gezdiririm. Bundan sonra derslerinize de yardımcı olabilirim...” Bu sırada Cuma’nın arkadaşları Selim ve Oktay iddiaya girmişlerdir. Oktay;
“Gel öğle yemeğine iddiasına bu kız kabul etmeyecek...” Selim;
“Tamam, lan ver elini, bence çoktan kabul edecek...” derlerken, elinde çay tepsisi ile çay ocağından gelen Alper masaya gelir ve Tuğçe’ye seslenir;
“- Tanışıyor musunuz?”
“- Yo… Hayır, daha yeni tanıştık. Aynı bölümden bir öğrenci fakat bizden üst sınıfta. Adı da Cuma...” Cuma söylenir;
“Şey arkadaş mı, yoksa şey şeyşey mi? ...”
“Ne diyon lan sen hıyar... Sensin şey...” der ve Cuma’nın sırtındaki gömleğinden tutarak oturduğu yerden kaldırır;
”Ufak ufak al voltanı da çık aradan hadiiii...” Olayı seyreden Cuma’nın arkadaşları gülmeye başlarlar. Okan;
”Aferin Cuma? Sayende öle yemeyi kazandım...” Cuma;
”Abi, kızın çam yarması gibi manitası varmış, ben nerden bileyim!..” Oktay;
”Olum kız hoş da, sana gelmeyeceği alnında yazıyo...” Cuma;
”Bendeki arabayı bir görse var ya... Her kız peşimde...” Selim;
”Oğlum çok zenginsiniz anladık. Kızlar, gizem yapan erkeklere bayılır... Ver bir sigara da tellendirelim. Ben sigara dumanıyla kız tavlarım...”
”Al olum otlakçı...” sigarayı yakan Selim, dumanını kalp şeklinde halkalar halinde çıkarmaya başlar. Bunu gören bir kız yanına yaklaşır ve hayranlıkla dumanların yükselişini seyre dalar;
“Ay ne güzel kalpler çıkarıyorsunuz...” demeye kalmaz Selim cebinden çıkardığı mendili, el çabukluğu marifetle çiçek haline getirip kıza sunar;
“Bu güzel çiçeği kabul eder misiniz güzel bayan...” der ve önünde referans yapar.
”Benimle çay içmeye ne dersiniz?”
“Memnuniyetle...”
“Öyleyse gir koluma...”
Kız Selim’ in koluna girer ve birlikte başka bir masaya giderlerken Selim arkasına dönerek, arkadaşlarına göz kırpar. Cuma sinirlenir;
“Ulan şu yavşak bile kızı aldı götürdü, biz yine yaya kaldık anlaşılan. Ben de sihirbazlık kursuna gitcem anasını sattığımın...” der ve sinirli bir şekilde kantini terk eder. Alper;
“Nasıl kız yurduna yerleşebildin mi?”
“Evet, babamla birlikte geldik ve özel bir kız öğrenci yurduna yerleştirdi... Benim odam tek kişilik, içinde banyo, wc, televizyon ve buzdolabı var. Yemekleri aşağıda yemek salonunda yiyecekmişiz. Baya bi masraflı olcek yani... Sen ne yaptın?”
“Ben de devlet yurduna yerleştim. Odamız beş kişilik, gel de ders çalış... Televizyon sadece yemekhanede var ve yüzlerce kişi aynı kanalı izlemek zorunda kalacağız. Çok sıkıcı bir durum yani. Malum ekonomimiz sarsıntıda, durumları biliyosun...”
“E... Ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Bir iş bulup akşamları çalışıp, gündüzleri okumayı düşünüyorum...”
“Babam senle konuşmamı yasakladı ve sen de bunu biliyosun... “O çocukla konuştuğunu duyarsam bacaklarını kırarım, Okuldan alırım. Benim damadım asil ve varlıklı bir ailenin oğlu olmalı...” diyor da başka bir şey demiyor. Kuşadası’nda gördüğün en yakın arkadaşım Zuhal vardı ya hani tanıyorsun...”
“E... Ne olmuş o şişko patetes çuvalına?”
“Babam onun ağabeyi var ünlü iş adamı, sosyete delikanlısı... İsmi de Gudbettin PIRASA... Onunla evlenmemi istiyor...”
“Her gün pırasa yersin... Adam da kardeşi Zuhal gibiyse altında ezilirsin!..”
“Bırak dalgayı, ben pırasa sevmem, karnabahar severim... Düşünebiliyor musun soyadım olacak Tuğçe PIRASA... Hahaha... Netcez şimdi?”
“Yatcaz şimdi...”
“Nasıl yani?”
“Senin gömleğini ve uzun eteklerinden birini giyip, birlikte kız yurduna girecez... Öğrenciler yeni geldiği için görevliler bu gecelik kimseyi tanımazlar. Uzun bir peruk bulmam lazım...”
“Ben sana ayarlarım... Hadi gel bu gece özgür takılalım aşkım. Fakat ben bakireyim hala, bunu unutma!..”
“Önce derin bir nefes... Bir, iki, üç, puff… Olmadı vay hain. Evet, beynim bir hain!.. Dışarıdakilerle işbirliği yapıyor. Tek söz sahibi kendisi olsun istiyor. Eminim sevdiğimin aklını da o çelmiştir benden intikam almak istiyor. Bundan sonra daha dikkatli olmalıyım. Durun bir dakika!.. Zil sustu, gittiler galiba... Sessizliğimi bozmayacağım hademeler gelebilirler. Hatta oldukça sessiz olmalıyım. Aklıma da güvenmiyorum çünkü. O da bir işler çeviriyor şu sıralar biliyorum... Hatıralarımı saklıyor benden zaman zaman, bildiklerimi unutturuyor, insanları tanımamışlıktan geliyor. Fark etmediğimi sanıyor zavallı aklım. Hah!.. Ama ben her şeyin farkındayım. İyi gidiyorum iyi. Kıpırdamadığım için düş görüyorum sanıyor ukala. Yoksa sessizce düşündüklerimin gerçek olduğunu bir bilse, kesin deli olduğuma hükmedecek.
Bayağı bir süredir huylanıyordu zaten. Aman dikkat ayaklarım, yürürken temkinli olmalıyım. Hatta bir şey hissetmeyeyim en iyisi. İkisi hiç anlaşamazlar zaten. Durup dururken kavga çıkmasın yine. Üff hislerimin kibirli bulduğu aklımla, aklımın aşağıladığı hislerimin vukuatlarından bıktım? ... Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de vicdan karakolu her daim nöbetçi. Şimdi ikisi de kelepçeli bir şekilde, verilecek kararı bekliyor orda. Şaşırmayın burası kişisel bir sevda cumhuriyeti!.. Burada yasama, yürütme, yargı bu şekilde işliyor, sadece hangisini kimin yürüteceği belli olmuyor. Üstelik benim oy verme hakkım da yok. Adalet istiyorum!.. Soğuk aklımla, yüzsüz hislerim orada bekleye dursunlar, ben bu arada hissizleşmenin verdiği garip huzurun tadını çıkarayım.
Yatmak gibisi yok. Ne renkli bir hayat ama!.. Saatlerdir burada kıpırdamadan oturduğum halde çok eğleniyorum… Yok yahu ne eğlenmesi yoruldum aslında bu koşuşturmacadan… Hii... Neredeyse hareket ediyordum. Allah korusun! Oyununuza gelmeyeceğim işte. En çok ellerimi seviyorum biliyor musunuz? Çünkü en çok onların yararı oldu bana. Canlarım benim. Bakın nasıl da söz dinliyorlar ve hiç kıpırdamıyorlar… Hele şu hengâme bir bitsin sıcak sudan soğuk suya sokmayacağım ellerimi... Canım portakal yemek istiyor!..”

“Vıdı vıdıvıdı... Arkadaşım sus da dersini dikkatlice dinle, konuşacaksan çık dışarı!..”
“Girmedi yazcak mısınız hocam? Yazmayacaksanız yoklama kağıdına imzamı atıp çıkayım!..”
”Benimle pazarlık etmeye kalkma, bak şimdi sana bi giydiririm, bi daha çıkaramazsın... Sallanma, hadi çık dışarı!..”
”Niye tek ben çıkıyormuşum hocam? Ben deli miyim ki tek başıma konuşuyorum. Tuğçe’de benle konuşuyordu, o da çıkarsa çıkarım...”
”Çık ulan Zürafa... Fırlatacam şimdi elimdeki cephaneyi (tebeşiri) kafana!.. Tuğçe yerinde sayıyor, sen tek çıkıyorsun!..”
”Arkadaşlar el bombası kimdeydi?” İnsaf YILDIRIM;
“Al alper, top sende...” dedi ve basket topunu yıldırım gibi fırlattı. Alper;
“Teneffüs zili çalınca fazla sallanmayın çöp kutusuna (potaya) gelin arkadaşlar... Ben potaya tek tek atayım bari. Sağ olun hocam görüşürüz byby...” Kadir SUSKUN uzun saçlarını yana atar;
”Hocam ben konuşmuyodum gerçi ama yok yazmayacaksanız ben de çıkayım, canım basket oynamak istiyo!..”
“Bas git len zibidi...”
Yapı Bilgisi dersine giren Profesör Kibar ZORBA’nın gözleri şehla bakıyordu;
“Dersimize devam edelim arkadaşlar. Nerde kalmıştık?”
“Duvarlarda kalmıştık hocam...”
“Evet duvarlar... Delikli tuğla duvarlar, yığma tuğla duvarlar, briket duvarlar, demirli perde duvarlar, taş duvarlar... Hişşt sen!..” Hocanın kendisine baktığını zanneden Fatih ayağa kalkar;
”Ben?“
“Sen değil, sol en arkada, kulakları küpeli, oturduğu yerde uyuyan vatandaşa sesleniyorum!..” Arka sıralarda uyuyan Dünya'yı yan sandalyede oturan Edenbulur YILMAZ dürter;
“Uyuma ooolum hoca sana sesleniyooo...”
“Ben mi? Allah’ından bul!..”
”Evet sen, kalk bakiim ayağa!..”
”Başşım gözzüm üstüne hocam... Evet, sizi dikkatle dinliyorum!..”
”Niye dersi asıyorsun bakiim sen?” Dünya MALIDÜZDÜR, eğlenmek için salağa yatar;
“İdam cezası kaldırıldı, İmralı’daki de yeyip, içip, yatıyo hocam!..” profesör bu cevaba çok sinirlenmiştir;
“Bak bakiim arkadaşların ne yapıyor?” Öğrenciler anlatılanları defterlerine yazmaktadırlar. Dünya sınıfa şöyle bir göz gezdirir ve gayet lakayıt;
“Loto kuponu (karne) için ön hazırlık yapıyorlar...”
”Sen de çık bakalım dışarı!..” Dünya tekrar sınıfa bakarak;
”Yoksa mizan terazisi mi hocam?”
”Çık dışarııııı... Disipline verecem seni!..”
”İyi ama ne yaptım ki ben? Hem benim mazeretim var...”
“Neymiş mazeretin?”
“Asabiyim ben!..”
”Kes traşı... Tamam gel tahtaya ne anlattığımı anlat o zaman...” Dünya içinden söylenir;
“Offf yandın olum sen, cankurtaran çalsa da çıksak dışarı...” Saatine bakar ders zilinin çalmasına beş dakika vardır;
“Hocam beş dakika düşünme payı istiyorum...” Beş dakika düşünür ve zil çalar;
“Evet, arkadaşım vaktin doldu söyle bakalım?”
“Hocam zil çaldı!..”
“Olum düz duvar gibi bakma yüzüme de anlat şu duvarları artık!..”
“Şey hocam, duvarlar... Berlin duvarı, Filistin duvarı, ağlama duvarı, işeme duvarı, taş duvarlar ve Han Duvarları... Taş duvarlar da kendi arasında, yontma taş ve cilalı taş olmak üzere ikiye ayrılır. Hapishane duvarlarını yontma taş duvar türüne örnek gösterebiliriz... Mahkumlar taşları yontup yontup delik açıp kaçıyorlar... Duvar demişken aklıma “Duvara Karşı“ filmi geldi. Ne güzeldi o yataktaki mastürbasyon sahnesi!.. Filmi seyrettiniz mi hocam?” Sınıf başlar gülmeye. Hoca sinirlenir;
“Yetti çocuklar, papyon gibi gülüp durmayın sizler de!.. Olum sen tezek bilir misin?”
“Evet hocam, büyükbaş hayvanlarının boklarıyla samanın karıştırılarak elde edilmesinden oluşan bir ahşap duvar yalıtım malzemesidir... Isı izolasyonu bakımından, zengin bir katkı maddesidir...”
“Ulan mal... Aferin boktan şeylerden nasıl da anlıyorsun. İşte seni onun gibi tahta duvara bir yapıştırırım, ıspatulayla bile zor kazırlar!.. Saman beyinli dışkı maddesi...”
Alper Üniversiteye adım attığında, başlamıştır hayaller kurmaya. Uslu uslu derslerine girecek, okulunu aksatmayacaktır. Kulüplere filan üye olup cv’sini zenginleştirecek, çalışıp okulunu bitirecektir. Tuğçe ile ciddi bir ilişki yaşamayı ve hatta nişan takıp evlenmeyi düşünüyordur. Lise’de yeterince yaramazlık yapmışlardır zaten. Muhtelif “homeparty” lere son verip, düzenli bir öğrencilik hayatı sürdürmek ister.
Babasının iflasından dolayı ailesinden para istemeye utanır. Bu yüzden bir inşaat bürosunda akşamları proje çizim işlerinde çalışmaya başlar. Öğrenci yurdu kapılarını saat 24.00’da kapatmadan, yatmadan yatmaya gider. Bütün bu sıkıntı ve uykusuz kalmalara rağmen, derslerinde oldukça başarılı bir öğrencidir. Bazen hocalarına takılmadan duramaz. Öğretmenler de kendisini ve derslerini yakinen bildiklerinden dolayı, onun yaptığı şakaları fazla ciddiye almazlar.
Üniversite ikinci sınıfın son zamanlarında ailesinden gelen bir telefonla yıkılır. Okulundan izin alıp evlerine gittiğinde önce imamın dua sesini duyar, sonra da salonda zemin üzerinde babasının beyaz kefen içine sarılmış cesedini görür. Annesi Zeliha ve teyzesi Şükran gözyaşları içerisinde kalmış onun eve gelmesini beklemektedirler.
Oturdukları ev icra yoluyla satılmış daha birkaç ay evvel Buca’daki kiralık, bu bahçeli eve taşınmışlardır. Son yıllarda emekli üç kuruş maaşıyla geçinmeye çalışırlar. Evin içerisi öldüğünü duyan komşularıyla dolmuştur. Alper’in geldiğini gören annesi;
“Oğlum babanın sıkıntılara kalbi daha fazla dayanamadı, hakkın rahmetine kavuştu...” Alper babasını son kez görmek için kefenini kaldırır ve soğumuş alnına öpücük kondurur...”
“Nerden nereye... O kadar varlık içinden, çektiği sıkıntılara kalbi dayanamadı babacığın. Hayat ne acı!..”
Camide kılınan cenaze namazından sonra babasını toprağa veren Alper, birkaç gün evde kalıp, sınavlarına yetişmek için okula geri dönmek zorundadır. Annesi Zeliha Hanım;
“Oğlum var git, sen üzülme. Bu yaştan sonra yapacak bir şey yok. Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı...” Şükran Hanım;
“Oğlum bir ihtiyacın olursa söyle… Yemez içmez sana göndeririz, sen bizim her şeyimizsin. Sen olmadan asla yaşayamayız...”

Statik dersi hocası Sanayi HOROZ hoca bağırır;
“Hey Hızır... Sen eline bakıp bakıp ne yapıyorsun yine bakim?”
“Elimden geleni yapıyorum hocam. Avucumdan ilham alıyorum!..”
“Ben şimdi yanına gelirsem ilhamı gösteririm sana. Kaç yıldır Statikten kalıyorsun veremedin bir türlü. Sen bu okuldayken şimdi senle bu sınava girenler daha ortaokulda okuyorlardı. Senin adın Hızır, çok hınzır çıktın a evladım... Kopyalık yazsan da, Hızır Reis gelse de boş...”
“Bana ince bi ayar veremediniz be hocam. Sayenizde sınıfta çakacağım yine... Bana 'mi' den sesleniniz… Size bir şarkı söyleyeyim isterseniz?”
“Senin akordun bu bölüme tutmuyor evladım. İstersen yeniden sınava gir, müzisyen filan ol. Sana göre değil bu meslek. Sana ancak sahneler yakışır...” Hocanın bu sözü hoşuna giden Hızır MORDALGA başlar şarkı söylemeye;
“Ömrümüzün son demi, sonbaharıdır artık...” Mukaddes ÇALIŞYE;
“Hocam susturun şu konçertoyu, konsantrasyonum bozuluyor. Sınav sorularına kendimi adapte edemiyorum...” Hızır kaşlarını çatar;
“Bedavadan konser veriyorum size, ilerde meşhur olursam daha çok... ararsınız beni. Para verip bilet alır girersiniz konserlerime. Yok öyle arkadaş hatırına beleş meleş bilet filan...” diye sitem eder.

Sokakta bir kedi, pati adımlarıyla ıslak ve yorgun yürümektedir. Üstelik kara… Kediayaklarının yağmur suyuna ve yürümeye özlem duyan yüreğe değişidir... Islak ve buğulanmış bir camın ardında bir çift mahzun göz bakmaktadır… Yağmur sel olup sokağı süpürmekte, sokak başındaki ağaçlar yağmur coşkusuyla özledikleri koyu yeşili bulmanın keyfine varmıştır ve Alper yüzünü cama dayamış dışarıyı seyretmektedir.
Nar çiçeği hatıralar gelip geçer gözlerinin önünden. Yağmur gibi duyguları, hayalleri, bakışları ıslak ve serin anıları… Meğer yağmurlu bir günde, tepeden tırnağa kadar ıslanma özlemini, nazlı bir kuş gibi içinde beslemektedir de bundan haberi yoktur. Ne var ki kuş kanatsız, kuş zeminsiz, kuş ayak dokunuşlarıyla yağmura hasrettir… Yurdun bahçesinde narçiçeği, masumca sokağa ve yağmura dönüktür bakışları. Bir insanın bir de çiçeğin seyre dalan ortak kaderidir bu…
Bu kaderi dar bir odanın camı kenarında ellerini kollarını bağlayan delice yağmurdur. Çocukça yüreğinde damla damla hüzün biriktirir. Alper çocukluğunu düşünmüştür ki az önce yağmurun bereketine açtığı yüreği, çorak bir tarla gibi verimsiz kalmıştır. Oda kapısının açılıp kapanmasından sonra uzanmış olduğu yerde gözlerinden bir iki damla gözyaşı yanaklarından süzülerek yere akmış, bu gözyaşları babasının ardından dökülen çaresizliğin hasret damlalarıdır. Ne bulut, ne yağmur, ne de kuş Alper’in yarasına neşter vurmuş, bu seferki bir-kaç damla gözyaşı onu hayal âleminde, çağrışımlar dünyasında hasrete ve üzüntüye gark etmeye yeten babasının hayal çağrışımlarıdır.
Çağrışımlar bir silsile halinde onun ruh halinin karakteristik dünyasında yer almıştır. En ufak bir şey onu farklı olaylara götürebilmektedir. Erkek öğrenciler yurduna kendisini ziyarete gelen okul arkadaşı Halim HARAP’ın sesiyle kendine gelebilir;
”Yeter Alper üzüldüğün be koçum, ölenle ölünmüyor. Toplan artık biraz da kendine gel. Hadi bizim bekârhaneye gel bu gece bira içelim, eğlenelim... Şöyle bağıra çağıra İbo dinler, Müslüm açarız rahat rahat. Balık alırsın kızartır yeriz… He ne dersin?”
“Olum geçen seferki gibi ev sahibin duymasın sonra hepimizi evden kovar!..” Halim HARAP;
“Bizim yaşlı Cadaloz kızının yanına gitti, korkma bir ay evine gelmez. Üst kat boş anlayacağın, çekinmeden gelebilirsin... Abi benim katkı payı daha yatmadı, halim harap bu günlerde boğazda tık yok... Ev benden, masraflar senden tamam mı?”
“Tamam, ulen, adıyla müstesna herif... Yalnız sen manitanı getir, ben de Tuğçe’yi getireceğim…”
Alper Tuğçe ile buluştuğunda başına gelen olayları anlatır;
“Ah be kahpe dünya… Öyle meddücezirle hayatım oldu ki içine düştüğüm… Bazen içime çekildim, bazen de benden habersiz olduğunu bile bile kıyılarına sığındım durmadan… Mavi bildiğim gökyüzü, siyaha bürünüp karartıyordu beni, sana dair beslediğim hayallerimi yıkıyordu rüzgârlar… Gözlerin olanca hararetiyle ısıtırken yüreğimi, düşlerim donuyordu mevsimin en sensiz zamanlarında… Emek verdiğim, senden bile kıskandığım, sana söyleyemediğim umutlarım soluyor Tuğçe… Korkuyorum babandan… Dün Peşime takılan bir adam beni tehdit etti. ”Tuğçe’yi bırakacaksın, bu senin son şansın. Bırakmazsan kızın peşini, aniden bir kazaya kurban gidersin…” diye söyledi ve çekip gitti…” der. Tuğçe anlatılanları dinlediğinde korkuya kapılır;
“Alper sevgilim, sensizliğin ağırlığıyla, enkaza dönen hıçkırıklarımın sessizliğiyle arkandan bile bakmaya utanıyorum artık… Tutunduğum sen, tutuştuğum acılarımı da benden çalarak gidiyorsun ardına bakmadan… Sen giderken, seninle beraber bende gidiyorum bilinmezlere… Hadi kaldıralım kadehleri şerefimize…” der. Alper’in gözlerinde mahzunluğun ve çaresizliğin ifadesi okunmaktadır;
”Zemherinin ortasında, sonbahar kırıntısı olan zamanlardan dökülüyorum bir bir… Dilimin ucuna gelip de söyleyemediklerimi haykırıyorum ilaç dedikleri zamanın kalbine… Ve içimdeki sana… Her defasında söyleyemediklerim boğazımda dizilirken, dilinin ucuna gelip de söyleyememenin acısını bilemezsin sen… Ahh cesaretten yoksun kalbim ahh… Bazen kendime de kızmıyor değilim hani… Madem tutsağısın sevdanın, madem zincirlerini kıramıyorsun, bırak kelimeleri özgürce, söyle söyleyebildiklerini… Ondan sonra o düşünsün diyorum kendi kendime… İnat etme diyorum, çarp suratına aşkın kutsallığını, inkâr edecekse etsin, kırılacaksa kırılsın, ben zaten yaşayan bir ölüyüm, öldürecekse sinesinde öldürsün diyorum defalarca…” Halim HARAP iki sevdalının konuşmalarını dinledikçe kahrolur ve elini masaya vurur;
“Sen sağır kesildikçe sessizliklerine, sende gidersin bilinmezlere… Kimmiş olum seni tehdit edecek sersem. Biz varız bugünden bugüne arkanda kapı gibi arkadaşım… Dur sana şimdi bi bira daha açayım anasını satayım, yanında İbo’dan şarkı…” der ve pikapa kaset koyar. Ardından mutfaktaki kız arkadaşına seslenir;
“Güler daha balıklar kızarmadı mı? Açlığımızdan öldük ya…” Güler mutfaktan seslenir;
“İbo’dan çevir balıkları yanmasın şarkısını çal sevgilim… Merak etme yurt kapıları kapanmadan yemeğimizi de yer, içkilerimizi de içeriz alimallah… Haydi, neşelenin biraz, bu ne böyle cenaze havası gibi konuşuyorsunuz…” Alper, Tuğçe’nin ellerine tutunur;
”Ben böyle kurudukça, sessizliğim soldukça, kelimelerim sustukça, ne sen benden haberin olacak, ne de ben sensizliğinle iflah olacağım… Biliyorum ki… Hali pür melalimi söylersem sana beni öldürecek, söylemezsem ben öleceğim… Çünkü sensizliğinle yaşadığım hayatı, yine seninle başlıyor ve yeniden temize çekiyorum... Her zamanki gibi kan ağlasa da içim, yine de beni bana ihbar ederek gidiyorum…”

Okulda sıradan bir yazılı günüdür. Hoca Güçlü’nün avucunun içine bakıp kâğıtta yazılanları okuduğunu görünce, yanına yaklaşır ve kaşlarını çatar;
“O elindeki kâğıt ne, yoksa kopya mı çekiyorsun sen?” der ve avucuna uzanır. Trabzonlu Güçlü KUVVETLİ;
“Yok be hocam vallahi bilcilerimi tazeliyorum da!..”
“İyi yuttum, ben de alışveriş listesi zannetmiştim zaten…”
“Hocam haçan siz üniversitede oçurçen hiç copyaçekmedinuz mi?”
”Kopya çekiyorsan çaktırmadan çek arkadaşım, konuşma da önündekiyle ilgilen!..”
“Aman hocam, çok ayıptır da!..”
“Çabuk o elindeki kopya kâğıdını masa üstüne bırak ve kalk ellerini tahtaya yasla... Hamsi kafalı…”
”Oldu olacak mecik de çekelum istersen hocam!.. Allah’um ha sen bizi öğretmenlerin gazabından, notların zayıfliğundan, karnenin faciasundan, kopya ile yakalanma corcusundan curtarasun yarabbim...”Sınıf toplu olarak bağırır;
“Amin…”
”Sus... Kim konuşuyo arkada?”
”Ben konuşuyorum hocam!..”
”Sınavda ne konuşuyosun Alper?”
”Bu düzeni bozuk dünyanın temelinin çöktüğünü, ileride buzulların erimesiyle dünyanın sular altında kalacağını, bunun çaresi olarak da su üstüne yapılan yapıların önem kazandığını anlatıyordum hocam...”
“Kopya vermek yasak, herkes suyun yolunu kendi bulsun, yardım etmek yok!.. Önüne dön sende çabuk!..”
“Sen esmer güzeli kız, sınav zamanı sakız çiynemek yasak çıkar ağzından şu baklayı bakim,” der ve düzeltir;
“Aman… ne baklası be, sakızı demek istedim. Kızım sen keçi misin geviş getirip duruyosun? Aynı zamanda fiziksel olarak varsın sınıfta, ama aklen yok gibi görünüyosun!..”
“Fakat hocam… Sakız çiynerken hafızam yerine geliyor!..”
“İyi o zaman geviş getirmeye devam et!.. Su içmek, çikolata yemek serbest…” der ve cep telefonu ile uğraşan bir öğrenciyi uyarır;
“Kızım sen de kapat bakalım o cep telefonunu… A yüz kere söyledik cep telefonu yasak diye!..”
“Tamam hocam… Hocam sekizinci soruyu anlayamadım, biraz daha açar mısınız?”
“Herkes her şeyi anlasa sınavın anlamı kalmazdı. Otur evladım…”
“Tamam, hocam anladım…”
“Hişt olum sen… Camdan dışarı bakacağına vize sorularını cevapla…”
“Kusura bakmayın hocam dalmışım…”
“Bana dalacaksın bana, evladım! ...”
“Ne zaman hocam?”
“Haylaz çocuk, Şeytan diyor tut bacağından camdan aşağı at şunları…” Bu sırada arka sıralardaki iki öğrenci kendi aralarında konuşmaktadır. Rüştü DÜZER;
“Olum bu Su Yapıları hocası betonarme gibi kadın Allah’ıma, sekiz şiddetinde deprem olsa bana mısın demez…” der demez konuştuklarını duyan Gülhanım ELLERGEZER hoca arkaya doğru ilerlerken ayağı takılıp yere düşer. Sınıf başlar gülmeye, Rüştü DÜZER;
“Hocam, takıldığınız yer olursa sorabilirsiniz!..” der Ve hocanın yardımına koşarak yerden kaldırır. Gülhanım Hoca;
“Teşekkür ederim, çok naziksin yerine geçebilirsin…” Rahime İŞER isimli kız öğrenci parmak kaldırır;
“Hocam tuvalete gidebilir miyim?”
“Neden?”
“Makyaj tazelemek için değil herhalde hocam, çok sıkıştım da ondan yani…”
“Yumurta kapıya dayandı değil mi? Sınav salonundan dışarı çıkarsan içeri geri dönüş yok. Kapı açık arkanı dön ve çık!..”
“Ama hocam ya sınıfta kalırsam…”
“Oh ne kadar güzel. Ya kal, ya da çık... Bir şey kaybetmiş sayılmazsın. Daha yaşın genç bu sene sınıfta kalır, seneye ortalamanı yükseltirsin. Ben de bir kere sınıf tekrarı yapmıştım, çok faydalıdır… Hem doya doya abdest alırsın!..” Aradan yarım saat geçer ve zil çalmıştır;
“Evet, çocuklar herkes kalemi kâğıdı bıraksın, çıkmak isteyen teneffüse çıkabilir. Ben kalanlara doğru şıkları okuyorum…” der ve elindeki kâğıdı okumaya başlar;
“Söylüyoruuuum... Bir Ceyhan’ın C si, iki Ayhaaan, üç Beyhaaan, dört Elvaan, beş yine Ceyhaan, altı yine Ceyhaan, yedi Beyhaan, sekiz Dağhan’ın D’si…” arka sıradaki çocuklardan biri yellenir gibi ağzından ses çıkarır;
“Gazmaaan…”
“Alo… Aman tertip can tertip, hasrete katlan tertip... Bugünler çabuk geçer lo, düşünme aslan tertip…” Koca Hüseyin Efe, çoktandır arayıp sorduğun yok? Bir aradın İstanbul’dayken, Şimdi İzmir’e yakınlaştın, hiç arayıp sormaz oldun? Seni cepten kaç kez aradıysam düşüremedim. Sonra yeni telefon numaranı da tesadüfen yolda karşılaştığım, bizim koğuşta kalan Dalavere Mahmut’tan aldım. Piç Mehmet’den duyduğuma göre çek senet işleriyle uğraşıp, Ege’de terör estiriyormuşsun efem!..”
“Alo… Behçet senmin len? Nassın kısa devre akedeş? Aradına çok sevindim. Hapisten çıktıktan sona, bildin gibi bizim kovuşta yatan ve benden önce tahliye olan, kumarhane sahibi Sunay’ın yanına takılıvedimdi. Adam sülük gibi yapıştı. Baktım olcee yok, “bu alem bana göre değil” dedim, Atça’ya geri dönüvedim. Anamdan ve bubalığımdan kalan arazilerimi gödün ve biliyon. Bir kısmını hapisten çıkınca sana satmıştım ya hani, işte geri kalanları işletiveriyom. Tabi bu arada gariban ve yetimlerin hakkını da koruveyon gari. Adaletin geciktiği yede onlara yardımcı oluvemeye çalışıyon senin anleceğin... Sen nasılsın arazi mafyası akedeşim? Benim arazilere göz diktin demi sen, fakat asla satmam...”
“Yok be tertip, seni bağ bahçe işi için aramadım. Benim başım bir gençle dertte. Kızımın yakasına yapışmış bir türlü bırakmıyor. Duyduğuma göre adamların varmış, onlara söyle de bu çocuğu iyi bi benzetsinler. Geçen gün peşine adam taktım ve uyardım. Fakat gencin umursadığı yok. Kızımı yine rahatsız ediyor ve peşini bırakmıyor... Kızım okuyup burada sosyeteden zengin bir iş adamı arkadaşımın oğluyla evlenecek. Fakat bu çocuk kızımın beynini sulandırıyor...”
“Kimmiş len bu çocuk, adını, adresini ve de bizim çocuklaa söyleverem piç kurusunu okşasınlar az biraz. Sağlam mı, sakat mı istesin devrem?”
“Sadece dersini versinler şimdilik. Sağ ol bunun karşılığı olarak adamlarına gereken miktar neyse öderim...”
“İyi… iyi, Aydın-Atça taraflana yolun düşese gel bir mangal yakar, Buca hapishanesi günlerini yad ederiz akedeş... Bizim kovuştan gariban Hakkı ve ailesini de yanıma aldım. Onlar alt katta kalıyor ve benim bütün ev ve bağ bahçe işlerime yardımcı oluyolar. Seni görünce sevinecek...”
“Ben şimdi sana çocuğun adresini vereyim, yaz bir tarafa. Denizli Pamukkale Üniversitesi Mimarlık ve Mühendislik 2.sınıf öğrencisi Alper GÜNEBAKAN. Kendisi yurtta kalıyor, kızımla aynı sınıfta okuyor. Zaten Denizli’ye gidersem, yolumun üstüsün hiç uğramaz olur muyum Efem?”
Bu şehrin karanlık bir yüzü vardır. Tarçın kokar gecenin saçları. Çıkmaz sokaklar çoğaltır acıları ve yedeğinde saklar kalp kırıklıklarını... Diyeti ödenmemiş bir yaz akşamıdır. Sıcak denirdi adına, dalında pişerdi mor salkımları... Eskisi kadar hicazların da artık hükmü kalmamıştı. Şimdi nereye koyduysan ara da bul o uçurumları, yeniden oku ve yak yazdığın bütün mektupları... Herkesin bir akşamı vardır ve bir de sevda masalı... Aşk biraz yorulmaktır, hüznü sona bırakılır.
Okulun son günleridir. Alper okuldan çıkmış çalıştığı iş yerine gitmek üzere yola düşmüştür. Kendisini takip eden araçtan haberi olmadan Tuğçe ile vedalaşıp okuldan uzaklaşır. Yanına yaklaşan siyah renkli bir taksiden inen üç genç adamdan biri silahını cebinden çıkarır ve Alper’in sırtına dayar;
“Senin adın Alper mi kardeş?”
“Evet, benim ne istiyorsunuz?”
“Sesini çıkarmadan bin şu arabaya, konuşursan dağıtırım beynini. Hadi len geç arabaya!..” Alper’i arabaya bindiren üç kişi Hüseyin Efe’nin karşısına getirirler;
“İşte Hüseyin Efem, istediniz çocuğu alıp getirdik. Döv de dövelik, söv de sövelik anlecen...” Alper şehir eşkıyalarına kaşlarını çatar ve Efe’ye yüzünü çevirir ve yüksek ses tonuyla;
“Efe olduğunuz söyleniyor. Ben Efeleri dürüst ve aklı başında bilirdim. Bu sıfatınızı bir an önce değiştirin, size hiç yakışmıyor...” der. Hüseyin Efe sinirlenir;
“Şunceze bak len bana akıl mı veriyo gari, dövün len şunu...” Hüseyin Efe’nin adamları Alper’in üzerine çullanırlar ve vurmaya başlarlar. Alper’in yüzü gözü kan içinde kalıncaya kadar döverler. Alper dayak yer fakat yıkılmaz. Efe’nin gözlerinin içine öfkeyle bakar;
“Hiç adil değilsin bay Efe, elleri arkadan bağlı adamı herkes döver. ”Efenin götü başı oynamaz...” derler amma; senin maşallah her yanın zil takmış şıkır şıkır oynuyor...” diye alay eder. Hüseyin Efe oturduğu koltuktan ayağa kalkar ve yumruğunu sıkıp havaya kaldırır;
“Ulen olum sus, bak döverin seni gari!.. Bak Behçet benim akedeşimdir. Onun kızının beynini sulandırıyomuşun. Kıza askıntı olmayı bırak len...” der ve karın boşluğuna iki yumruk atar;
“Bi kelime da edesen gebetir ölünü çukura gömeriz gari… Atın şu köpeği dışarı!..” diye bağırır. Adamları elleri arkadan bağlı Alper’i eşşek sudan gelinceye kadar dövüp, boşlukta bir araziye atarlar. Giderken de tembihlemeyi ihmal etmezler;
“Sakın polise filan gitmeye kalkma, bi dahaki sefere buradan ölün çıkar!..”
Okulun son günüdür. Okul müdürü öğrencileri bahçede toplamış veda konuşması yapmaktadır;
“Benim iyi öğrencilerim… Bir öğretim yılını daha geride bıraktık. Okullarını bitirenler için hayat yeniden başlıyor, bitiremeyenler için finaller devam edecek. Bense Öğretmenliğimin 40. yılını yaşıyorum. Büyük zaman dilimlerinden nerdeyse bir yüzyılın yarısı. Cumhuriyetimizin kurulduğu acı günler içinden geldim. Atatürk’ün gösterdiği yolda ilerledim. Bu yapıya öğretmen yönümle, yönetici yönümle, sanatçı yönümle küçük taşlar koydum. Bunlar arasında bilgi, düşünce, duygu ve en önemlisi inanç yapılarına harç kattığım sizler de varsınız...” Bu sırada Tuğçe yavaş sesle arkadaşına dert yanmaktadır;
“Alper’den haber yok... Telefonu da kapalı, nerde lan bu çocuk okula gelmedi? Çok merak ediyorum doğrusu!..” Arkadaşı cevap verir;
“Sınıfını geçti nasıl olsa, belki İzmir’e gitmiştir...” Hüzünlüdür Tuğçe;
“Yok be anacım, bana haber vermeden gitmezdi...” Okul müdürü konuşmasına devam eder;
“Değerli öğrenciler, burası benim son okulum, sizler de son öğrencilerim, değerli hocalarınız da son öğretmen arkadaşlarımdır. Demek istiyorum ki, 40 yılın özü, sonu hiç unutulmayacak olanı sizlersiniz... Anılarınız, hayalleriniz, gözlerimden ve yüreğimden hiç silinmeyecek!.. Bilimde, sanatta, memleket kaderinde söz sahibi, büyük hizmetler sahibi binlerce öğrencimin heykelleşen son görüntüleri, son kıymetli emanetleri sizlersiniz. Sizleri son durağıma kadar gönlümde taşıyacağım...
Vatan sizin oldukça, siz de varsınız. Ona karşı mert, çalışkan ve doğru olunuz... Çağımız bilgi çağı, teknik çağı, yüksek kültürler çağıdır. Öğrenimde amacınız sadece bir yukarı sınıfa geçme değil, sadece bir diplomaya sahip olma değildir. Asıl amacınız geçerli, etkili, faydalı ve sizi her toplumda, her işte ön planda tutacak üstün bir kültür ve yeteneğe sahip bulunma olmalıdır. Ülkelerin nüfusu arttıkça, ülkemizin nüfusu arttıkça buna daha da çok ihtiyaç duyulacaktır. Bunu da akıldan çıkarmayınız...
Okulunuzu, öğretmenlerinizi seviniz. Büyük başarılarınız ancak bu el ve gönül birliğinden doğar. Ailenizi seviniz. Ailesiz mutlu olmak mümkün değildir. Onların emeğini, sevgisini, dileklerini iyi değerlendiriniz. Aileler sağlam, yuvalar mutlu olmazsa; Vatan zayıf düşer, millet sevgi gücünü kaybeder.
Tanrı’nın size ve güzel yurdumuza bağışladığı nimetlere, şükürler olsun deyiniz. Az bulursanız, bu toprakları daha verimli, daha sevimli yapmak için biraz da sizler gayret gösteriniz. Eksikleri varsa tamamlayınız. Yani sizlere de iş düştüğünü biliniz. Yurdumuz buna her yönden elverişli ve lâyıktır. Böylece yaşamayı, tabiatı, dünyayı daha güzel ve daha sevimli bulursunuz. İnsanları, insanlığı seviniz. Dünya artık çok küçülmüştür. En uzak ülkeler bile birbirleriyle kapı komşu gibi mesafeleri kısaltmışlar, yakınlaşmışlardır. Komşular dost geçinmelidir. Birbirlerinin zararına davranış içine girmedikçe birbirlerinden sevgilerini esirgememelidirler... Artık bu son konuşmamda sizlere veda ediyor ve emekli hayatıma merhaba diyorum... Hoşça kalın sevgili çocuklar, iyi tatiller...”

Alper eve gittiğinde Şükran Hanım onun suratının halini görünce panik içindedir. Meraklı gözlerle sorar;
“Oğlum bu suratının hali ne? Kim yaptı sana bunu?”
“Ya boş ver be anne bi şey yok…” Şükran Hanım ecza kutusuna koşar. Eline aldığı bir pamukla Alper’in suratındaki kanları alkolle temizlemeye başlar;
“Alper cim kim yaptı oğlum ne olur anlat bize? Senin kılına dokunanın canına okurum. Sen bizim her şeyimizsin. Ne olur anlat…” diye yalvarır. Alper suskun kalmaya devam eder;
“Yok bi şey dedim. Artık bana soru sorup durmayın. Bu günden sonra okul filan da yok artık. Kimseyi görmek istemiyorum, beni rahat bırakın…”der ve bu sırada cep telefonu çalmaya başlar. Israrla arayan numara Tuğçe’nin numarasıdır. Alper telefonu açar, öfkeli bir ses tonuyla;
“Ne var söyle?” diye sorar. Tuğçe hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşır;
“Sevgilim neredesin seni aramadığımız yer kalmadı. Sabahtan beri telefona ulaşamadım, neden kapalı tutuyorsun?”
“İzmir’e eve geldim. Artık Denizli’ye dönmeyeceğim. Burada kendime iş bulup çalışacağım. Bir başkasına âşık oldum, seni de terk ediyorum. Sen de bundan sonra kendine başkasını bul…”
“Alper sen kafayı mı yedin Zippo… Hani okul bitince evlenecektik ulen?” Alper kahkaha atar;
“Ne evlenmesi be kızım. Sen kendine başka bir enayi bul...” diye söylenir.
“Alper… Bu sen olamazsın. Hayır, hayır mümkünü yok. Son kararın mı bu?”
“Evet, son kararım tabi, başka birini seviyorum hem ben…” der ve telefonu kızın suratına kapatır.
Bu sözleri duyan Tuğçe yıkılmıştır. Alper’in telefon konuşmalarını duyan Zeliha Hanım;
“Oğlum sen bu kızı hani çok seviyordun?” Şükran Alper’in karşısına dikilir, öfkeli bir ses tonuyla;
“Verdiğim taktikler haram olsun!.. Kolayca pes etmeyecektin...”
“Keser misiniz sesinizi lütfen. Ben odama geçiyorum uyumak istiyorum…” Zeliha Hanım oğlunun sırtını okşar;
“Oğlum nedir bu halin, neler oldu anlatmayacak mısın?” Alper başını öne eğer ve odasına çekilir.
Alper o gece hiç uyuyamamış, sabahı zor etmiştir. Güneş doğunca odasının kapısını Zeliha Hanım çalar;
“Oğlum kahvaltı hazır…”
“Canım bi şey yemek istemiyor anne, siz yiyin…”
Alper iki gündür odasına kendini kilitler, kapıyı açmaz ve yemek yemez. Şükran bu duruma çok üzülür;
“Zeliha abla var bu çocukta bi şeyler. Şunu ikna edelim de anlatsın ne olduğunu…” Zeliha Hanım;
“Dur kız şuna kalp krizi geçiriyor numarası yapalım. Bak hemen kapıyı açacaktır. Sen de oyunu bozma sakın, gerçekmiş gibi beni kurtarmaya çalış tamam mı?”
“İyi fikir kız tamam ablacım…” Kısa süre sonra Şükran bağırmaya başlar;
“İmdat… Yetişin Zeliha ablam kalp krizi geçiriyor… Dur ablacım ölme, nefes al kendine gel biraz…” der ve Alper’in kapısının önünde yüksek sesle bağırmaya devam eder;
“Alper, çabuk yetiş oğlum, anneni kaybediyoruz…” Acı ve feryat seslerini duyan Alper kapıyı açar ve hemen yerde nefes nefese kalan Zeliha Hanım’ın yardımına koşar;
“Eyvah… Hemen acil servise telefon edeyim… Anne, annecim sakın ölme, bizi terk edip gitme anne…” Şükran hemen kalkıp mutfağa yönelir;
“Dur şuradan soğan kesip burnuna tutalım belki kendine gelir…” der ve soğanı kesip burnuna tutar. Numara yapan Zeliha Hanım kendine gelmeye başlar. Gözlerini aralar;
“Oğlum Alper… Tut elimi evladım, sakın bizi bırakma…”
“Bırakmam sizi anne…”
“Söz mü?”
“Söz anne...” Şükran hanım atılır;
“Bize her şeyi anlatacan mı? Bak anlatmazsan annen ölür gider senin yüzünden evladım, hadi anlat…”
Alper başına gelen olayları ailesine anlatır. Anlatılanları sessiz sessiz dinleyen Şükran;
“Ah bu parasızlığın gözü kör olsun. Oğlum ben yapacağımı biliyorum… Babamdan kalan çok büyük tarlalar var, aslında hiç elimi dahi sürmek istemezdim amma şimdi senin için Atça’ya gideceğim ve hakkımı sonuna kadar arayacağım. Bana birkaç gün müsaade edin Aydın’a gitmem gerekiyor…” der. Onun sözlerinden kimse bir şey anlamaz. Zeliha Hanım’ın onun gitmesine izin vermekten başka şansı yoktur. Şükran Hanım, o gece hazırlıklarını yapar ve sabah erkenden otogara gider.
Unutalı çok zaman geçmiştir üstünden. Henüz omuzlarından sıyrılmamıştır o küstah anılar, alaylı gülüşleri vardır kimseli çocukların. Bir yanda hâkim geceler, bir yanda tanıksız kimsesizler… Avazı çıkmaz bir türlü, çıkamazdı da yediği tokat gecelerinde...
Şükran köyüne doğru yol alırken ağaçlar ıslanmaktadır içine akıttığı gözyaşlarında. Umuda dair yazabileceği hiçbir şey yoktur günlük defterlerine… Gençliğinden kalma sayfaları gizlemektedir sürekli, ruhunun çekmecelerinde. Gecelere yıldız kondurdukça, şehri kararır çocuksu gözlerinde. Bir küçük mutluluk gülüşüne denk düşer yanağından ellerine... Kendinden önce ölülerine ağlar. Oysa onlar öldüklerine sevinmektedir, onlar gökyüzünde birer buluta yerleşmiş kendisini izliyorlardır belki de... Hayatı öğretirken Alper’e, kalleş bir pusuda vurmuşlardır gariplik sevdasını... İçinden seslenir Şükran;
“Yüzünü göremediğim sevgili annecim, beyaz gömleğinde duruyor mu hala kan izlerin?”
Yol kenarında otobüsten indiğinde, Atça yorgun ve bir o kadar kirlidir… Kalanlara gülümsemektedir bilgece, yine de kurtaramaz kendi faili belli ölülerini. Oturur Atça girişindeki bir banka, konuşur kendi kendine;
“Siz hiç kalabalıkta ağladınız mı? Gözlerinize bir yumak oturur da ipliği süzülmeden tutuverirsiniz içinizde. Hani yüreğiniz sızlar ya çaresizce işte tam da o sızının ortasına bir hançer sokulur ve oyulursunuz yok olana dek... Yine de yaşarsınız lanet ederek, çünkü henüz ağlamak vardır yazgınızda temmuza beş kala...”
Sonra oturduğu banktan kalkar ve yıllar önce uğradığında kimsenin olmadığı evlerine doğru yürür. Yürürken gördüğü uçsuz bucaksız narenciye bahçelerinde kendisinin de hakkı olduğunu düşünür. Artık oğlu için, yüzünü görmeden boğdukları annesinin hakkını alma için sonuna dek mücadele etmekte kararlıdır. Eve yaklaştığında ağaçtan bir şeftali koparır. Bağ ve bahçe işlerinden sorumlu Kâhya Hakkı onu görünce seslenir;
“Hey gadeş… Ağaçladan şeftali kopamak yasak. Va get yoluna…” Şükran elindeki çantayı omzuma asar, iki elini beline dayar ve kaşlarını çatar;
“Nereye gidiyor muşum… Hem siz de kimsiniz?”
“Ben Üsen beyin kâhyasıyım…”
“Ben de keyfimin kâhyasıyım. Bu arazilerde benim de hakkım var. Hakkımı almaya geldim…” der. Kahya şaşkınlıkla kadını inceler;
“Sen de kimsin, nerden hakkın oluyomuş? Burala hep Üsen Ağamın arazileri, va git işine…”
“Hüseyin Bey sanırım İstanbul’daydı değil mi?”
“Geldi geldi… Efe ağam birazdan gelir…” Şükran şaşkınlığını gizleyemez;
“Ne… Çıktı mı ortaya?” der ve İçinden seslenir;
“İyi ki bulundu, bulunmasaydı mirastan pay sahibi olmak için uğraş dur!..” derken bu sırada Hüseyin Bey adamları ile eve gelir ve arabasından iner. Ayağında Efe çizmeleri, efe donu ve kasketiyle Şükran’ ı görünce;
“Hoş geldin bağyan kimi aradınız?” diye sorar. Şükran parmağını dudağına götürür ve onun gözlerinin içine bakar;
“Size bir bilmecem var, bilirseniz kim olduğumu ve kimi aradığımı anlarsınız!”
“E hadi sor sor…”
“Ben büyükbabamın öz kızıyım, dedemin de üvey kardeşiyim. Öyle ise ben kimim? ...”
“Du gızım du… Kafamı karıştıdın…” Hüseyin Bey şaşırmış olayları çözmeye çalışmaktadır. Kendi öz kızını üvey babası ile birlikte boğup çukura attığı anılar canlanır, birden gözlerinden yaşlar akmaya başlar. Şükran nefret dolu gözlerle tekrarlar;
“Madem bilemediniz, size başka bir soru; Torunun torunuyum, hem de onun çocuğuyum…” Adamları şaşkın şaşkın konuşmaları izlemektedir. İçlerinden bir tanesi;
“Efem kovalım mı bu garıyı?” diye sorar. Efe eliyle adamlarını geri iter. Kendi kendine düşünür;
“Doğru mu acaba? Hayır, küçük bir oyundu bu belki sadece...” Hüseyin Efe sadece ağlamaz, hayatı ağlatır… Menderes’e döker içinin acılarını, giden günlerine umutsuzca bakar. Akşam güneşi renk değiştirmiş, kızıla döndürmektedir ümitleri… Susmamalıdır, susarsa yaşamındaki anlam kaybolup gidecektir... Ne bir tren vardır şimdi yüküne katılacağı ne de bir yol... Akşam güneşi belki onu anlar, açar ruhunun sesini sonuna dek... Kulağına gelen küçük dalga sesleri üzerine bir vedayı giydirir... Eli kolu bağlanmış bir harman yeli gibi, eser, gürler;
“Sen benim küçük torunum musun?” Şükran gözyaşları içerisinde başını sallar;
“Size nasıl hitap etmeliyim dede mi, abi mi?”
“Çok haklısın gızım, ne desem bilmem gari. Bi cahillik ettim, bubalığa uydum ve günahsız yavrumun kanına girdim. Yuvam dağıldı, yıllarca hapislede yattım, garım ben hapisteyken öldü. Vicdan azabıyla kıvrandım... kıvrandım… Allah bubalığımın ve benim günahlarımı affetsin. Çok utanıyom yaptığımdan çok…” der ve eliyle gözyaşlarını siler. Bakışlarını Şükran’ın gözlerinin içine diker;
“Senin adın ne gızım? Beni nasıl buldun da buralara gada geldin?”
“Benim hiç aile albümüm olmadı, yetimhanede büyüdüm. On sekiz yaşımı doldurup yurttan çıkıncaya kadar, bir ailem olduğunu dahi bilmiyordum. Keşke her şey normal olsaydı da size kızmasaydım.
Bir ev vardı düşlerimde, sırmalı perdelerin ardından sokağı izlemenin keyfi girerdi araya… Babam yüzüme baba gibi bakardı bu evde!.. Baktığım her fotoğraf biraz şarap tadında, biraz da rakı kederindeydi... Birer birer yitirdiklerim gülümserdi, resimlerden gözyaşlarıma… Hayatın kimseyi beklemediğini, daha o zamanlardan anlamıştım nedense... Aşk bir gelin fotoğrafında, henüz tam bahar çağında, yok olmuştu sararan sayfalarımda. Yaşım on sekizdi, ismim Şükran’dı, kadersiz ve kimsesizdim… Yaşam elbette kimi zaman da mutluluk bırakıyordu avuçlarıma, yoksa hiç çekilir miydi?
Tam ölmeyi arzularken, yaşlı bir adam düştü şansıma, kuma gittim. Çok sevdim ve sevildim. Bir oğlum oldu adını Alper koydum. Gözlerinizi belki gökyüzüne kapatırsınız ama deniz o müthiş güzelliğiyle kirpiklerinizden süzülüverir yüreğinize… Çok kere denize karşı oturup, geceyi bekledim. Kimse görmeden hüzünlerimi sularına bırakmanın, tuhaf bir rehaveti vardı gözlerimde. Arınmış bir şekilde yürüyordum o küçük eve... Sen kendi acılarında kavrulurken ben gözyaşlarımın tuzunu içiyordum aşk yerine…
Bir adamın ellerinde kimi zaman çocuk, kimi zaman kadın, kimi zaman anne oluyordum. Bu müthiş tezat ayaklarıma kara sular indiriyordu. Sonra halkalanmış gözlerimi merhemlerle kapatarak soluğu oğlumun kollarında alıyordum. Böylece devriliyordu zaman umutlarımın devrilişi kadar...
Oğlum beni teyze bildi ve hala öyle biliyor. Her şeyimiz vardı, bir şerefsiz uğruna kül oldubitti… Şimdi evlendiğim adamın karısı Zeliha ablam, ben ve oğlum emekli maaşına talim ediyoruz. Oğlum için geldim. Sevdiği kızın babası oğlum fakir diyerek ret ediyor oğlumu istemiyor. En son çare olarak annemin hakkını almaya geldim. Eğer kabul etmezseniz DNA tespiti isteyeceğim ve babamın mezarını açtırıp, kemik testi yaptıracağım. Sonuna kadar sizinle mücadele etmeye hazırım.
Siz bana babalık yapamadınız fakat ben oğluma annelik nasıl olurmuş göstereceğim. Onun göz göre göre ölmesi değil, yaşaması için ben gurursuzca ölmeye hazırım…”
Beklenmedik bir telefonla Menderes Nehri sularını sele dönüştürür. Hüseyin Bey telefona cevap verir;
“Alo buyur devre…” Arayan Tuğçe’nin babasıdır;
“Ulan Koca Hüseyin Efe, senin elinden bir uçan, bir de kaçan kurtulur. Çocuğun gözünü bir korkutmuşsun, pir korkutmuşsun. Korkusundan ne kızımı arıyor ne de eve yaklaşıyor. Kızım nihayet evlenmeye razı oldu. Yarın nişan yapıyoruz, haftaya da düğünümüz var, gelmezsen külahları değişirirz…”
“Sevindim Behçet devrem… Düğün nerdeyse tabi ki de gelirim. Heç gelmez olu muyum? Senin kız benim de kızım sayılı… Şu an torunum gedi, onunla konuşuyon hadi görüşürüz, kendine iyi bak…” Behçet Bey şaşkın bir ses tonuyla;
“Hani senin kimsen kalmamıştı hayatta, bu torun da nerden çıktı? Ha düğün Haftaya Pazar günü gece saat 20.00 da Karşıyaka Düğün Salonunda olacak mutlaka gelesin ha!..”
“Tamam devrem gelcem. Görüşürüz…” Sonra Şükran’a döner;
“Kusura bakma gızım. Mahpus akedeşim. Kızının düğünü vamış, davet ediyodu da…”
“Sorumun cevabı değil…”
“Kızım senden ve torunumdan başka kimim va ki… Vicdanen zaten rahatsızım. Bana inanmeyosan istesen yarın tapuya gidelik, bütün malları sana devredem… Yok yok yarın hemen nüfus idaresine gidiyoz gereken soyadını alcen, mahkeme yoluyla mı olu, nasıl olu bilmem gari. Seni bundan keri bi yere bırakmam… Affet ne olu beni...” der ve ağlayarak yalvaran gözlerle kollarını açar. Şükran bu sözler üzerine daha fazla dayanamaz ve ona sarılır.
“Bundan sonra bana “baba” de kızım… E… Torunumu ne zaman getircen yanıma gari?”
“Şimdi otobüse biner gider getiririm, yalnız benim annesi olduğumu bilmiyor. Kuma gittiğim Zeliha ablamı annesi biliyor. Sakın ona bu konu hakkında bir şey söylemeyin. Hemen şimdi İzmir’e geri döner getiririm görürsün. O benim köye aile ziyaretine gittiğimi sanıyor…”
“Du kızım İzmir otobüsle bi buçuk saat sürer, benim şöföle birlikte gidin torunumu çabuk görmek isteyon çok çabuk alın gelin. Onun sevdiği kızı kaçırmazsam namerdim…Bizim malımız, kızın yedi sülalesini satın alır valla…”
09 plakalı siyah jeep yolda hızla ilerlerken, Şükran aracın arkasına oturmuş sisli mazisine pencereden seyre dalar gider. Çok bekletmişti kader, hiç vakti zamanında gelmemiştir. Acaba şimdi yetişecek midir mutluluklar kendine doğru? Yolunu yitirmiş yolcu gibi, sürgünlere uğurlar hislerini. Bir adım ötesi dul bir yaşamdır, göğsü talan bahçelerin, ham incirlerini toplamaktadır elleri, karanlıklar süt doldurur memelerini... Güneşli günlerde kaybetmiştir gölgesini, hep o umutsuz hüzzam şarkılar demlenir dudağında, kanatlanıp uçar gökyüzüne bütün sevinçleri. Şoför kahya Hakkı böler düşüncelerini;
“Hüseyin beyimin torunu omanıza çok sevindim evlat. Ben de kaza kurşunuyla birini vurdum yıllarca hapiste yattım. Hapiste bana deden baktı. Çok iyi yüreklidir Efem. Bi gızı olmuş, daha da çocuğu omamış. Bubasının da tek oluymuş, babası ölünce ona bubalığı olcek adam bakmış. Nası oduda tek çocuklana bu suçu işledile, anlamak mümkün değil gari... Şeytan bubalığı çelmiş olcek akıllanı... Efem gariban mahkumlara da çok yadım ededi. Allah Ondan razı olsun, bütün ihtiyaçlamızı karşıleyo…
Beyimiz yıllaca çok acı çekti. Hapiste bile doru dürüst uyuyamıyodu. Üvey Bubasının kışkırtmasıyla kendi kızını boğup gömmesi, kendi gızına tecavüz edenin, üvey bubasının çıkması acısını bi kat daha atırdı. Gızı belki gonuşacadı emme, bubalığı olacak adam gızın ağzını bantlamış, elleni arkadan bağlamışmış...” Şükran’ın gözlerinden yaşlar damlar;
“Nedir bu kadınların kaderi? Zavallı annecimin, küçük bir serçe gibi kolunu kanadını kırdılar. Keşke hiç gelmeseydim dünyaya, keşke bu acıları duyup yaşamasaydım keşke annem...”
“Sus gızım, ağlama atık. Ölenle ölünmüyo, sen de yıllaca az acılar çekmedin be gızım. Sen masum günahsız bi sabisin. Bundan keri kendinin ve oğlunun hayatını gutamaya bak! Otuduğunuz ev İzmir’in neresinde gızım?”
“Buca’da, otobandan gidersek daha çabuk varırız. Şimdi Alper ve Zeliha ablam geri döndüğümü görünce çok şaşıracaklar. Ben Atça’da birkaç gün kalıp, geri geleceğimi söylemiştim...”Bir buçuk saatlik yolun ardından nihayet araç bahçeli evin önünde durur. Bahçede çamaşırları seren Zeliha Hanım, lüks arabadan inen Şükran’ı karşısında görünce şaşırır;
“Şükran hayırdır? Bu kadar erken beklemiyorduk seni. Ne oldu bir durum mu var, bu araçtaki adam da kim?”
“Geç içeri Zeliha ablacım. Korkulacak ve heyecanlanacak bir durum yok, merak etme...” Hakkı Bey seslenir;
“Gızım, ben aracın içinde sizi beklerin. Hazırlanınca habe verisiniz gari...”
“Hakkı Bey, heyecandan sizi unutmuşum, içeri geçin size bi kahve yapacağım...” Zeliha Hanım seslenir;
“Ne oluyor Şükran, kim bu elin adamı? Akraban filan mı yoksa?”
“Bizim Atça’daki evin kâhyası Hakkı Bey. Alper nerde? Çabuk hazırlanın sizi Atça’ya götürmeye geldim. Buldum Zeliha ablacım, sonunda dedemi buldum. Onu geçmişte yaşanan olaylardan dolayı Allah’a havale ettim. Takdiri ilahi adalet yüce Allah’ımındır. E Alper yok ortalarda nereye gitti?”
“İki saat kadar önce Kordon’a doğru dolaşmaya çıkmıştı. Dolaşsın biraz hava alsın çocuk. Kaç gündür üzüntüsünden yaprak gibi sararıp soldu evladım...”
“Sen hazırlan hemen, ben Alper’i cebinden arayayım...” Alper teyzesi Şükran’dan gelen telefonu duyunca açar;
“Alo Teyze cim vardın mı köyüne? Aradığına çok sevindim...”
“Alper ben İzmir’e geri döndüm. Yıllarca aradığım dedeme kavuştum sonunda. Dedem illa seni görüp sana sarılmak istiyor... Ben taksiyle sizi almaya geldim. Çabuk Belediye otobüsüne atla, eve gel...” der ve hemen ardından;
“Yok yok vazgeçtim, şimdi sen neredesin?”
“Konak vapur iskelesindeyim, Karşıyaka’ya geçecektim...”
“Hiçbir yere kıpırdama arabayla gelip seni oradan alacağız. Daha fazla sabredemem tamam mı canım...”
“Ben gelmesem olmaz mı ya? Of... Nereden çıkarırsın böyle ansızın gezmeleri...”
“Hatırımı kırma Alper cim. Bak gel çok seveceksin. Her yer bağ bahçe, kuzuları seversin. Ben senin için o kadar yolu teptim ve geri geldim, seni alıp gitmeden şurdan şuraya gitmem. Taklitlerimden ve taktiklerimden sakınınız!..”
“Eh tamam be teyze, biraz köy havası iyi gelir doğrusu... Konak’a gelince cepten ararsınız, ben yola doğru çıkarım...” Şükran araç Konak’a yaklaştığında telefonla geldiklerini bildirir. Alper yola çıkar. Onu gören Şükran seslenir;
“Hah tamam, Yol kenarında bizi bekliyor, sen arabayı sağa çek ben sesleneyim...” Araba kaldırıma doğru yanaşır, Şükran camı açıp bağırır;
“Alper... Alper... Biz buradayız canım, çabuk gel, seni almaya geldik canım...” Hakkı Bey yol kenarına arabayı çeker ve araçtan inerek ön kapıyı açar;
“Buyu geç, öne otu olum. Bu araba sizin sayılı. Hoş gedin deyek gari...” Alper şaşkınlık içinde teyzesine seslenir;
“Şükran teyze noluyor ya... Yanlış yere mi park ettik acaba, bu lüks jeep de kimin?”
“Babamın oğlum babamın...”
“Yok dedenin!..”
“Öyle de sayılır Alpercim... Dedenin…” Aracın arka koltuğundan başını uzatan Zeliha Hanım seslenir;
“Kız Şükran sen yine bi dolaplar çeviriyorsun amma hadi hayırlısı diyelim. Gelin ata binmiş ya nasip demiş...”
Umutlar da yeşermektedir gece olmadan, bir iç çekişe vakit kalmadan, kendine bir el kapısı aramaktadır, sıcak sarı temmuzdur bakışlardaki zaman. Bu şehir zor gelir, tomurcuklar kendini efkâra verir, başka yollarda kaybedecek vakit yoktur, yaşamak dediğin ya hep ya da hiçtir...
Kısa bir yolculuktan sonra köydeki eve gelirler. Hakkı Bey arabayı bahçeye çeker ve önden koşarak eve girer;
“Hüsen Efem misafirlerin gedi...” diye bağırır. Hüseyin Bey koşarak merdivenlerden aşağı indiğinde bir de ne görsün!.. Karşısında duran delikanlı, adamlarına dayak attırdığı kendi öz torunundan başkası değildir. Uğradığı şokun etkisi uzun süre devam eder. Alper’de oldukça şaşkın bir vaziyette yerinde donup kalmıştır. Öfkeli bir ses tonuyla;
“Şükran teyzecim bu bir oyun mu? Neden geldin bu adamın yanına. Neden beni dövdükleri için bu Efe bozmalarından özür diledin... Derhal terk ediyoruz bu evi, derhal...” der ve arkasını dönüp gitmeye kalkar. Şükran arkasından yetişerek kolundan tutar;
“Ne diyorsun sen Alper evladım. Bu adam benim yıllardır görmediğim dedem... Bu evden bir yere gitmiyoruz bu ev artık bizim de evimiz sayılır...”
“Ne? Bu adam senin deden mi? Beni Tuğçe’den ayırmak için adamlarına beni öldüresiye dövdüren bir adamın evinde kalamam. Sen kalabilirsin fakat ben asla bu evde kalmam. Eğer sen kalırsan, seni de hayatımdan silip atıyorum bundan böyle,” der ve Zeliha Hanım’ın karşısına dikilir;
“Yürü anne gidiyoruz...” der ve annesinin kolundan çekiştirmeye başlar. Zeliha Hanım dayanamaz;
“Dur oğlum, bir yere gitmiyorsun. Şükran senin teyzen değil, seni doğuran kadın, öz annen... Bu karşında duran adam da öz be öz senin büyükbaban...” Alper ikinci bir şokun etkisindedir, kafası allak bullak olmuştur
“Aman Allah’ım bu doğru olamaz... Doğru mu Şükran teyze?”
“Hayır, Alper, sen ikimizin de oğlusun. Biz ikimiz de seni çok seviyoruz. Rahmetli babamız sağ olsaydı da her acıyı, her çileyi çekmeye devam etseydik. Şimdi yukarıdan bizi seyredip sevinç içinde gülüyordur belki de baban... Senin varlığın üç kişinin hayatını kurtardı. Şimdi dördüncü kişinin hayatı senin ellerinde. Ne olur dedeni affet oğlum... Ne yaptıysa bilmeden yapmıştır...” Hüseyin Efe söze girer;
“Affet beni cesu yürekli torunum. Sende biraz asilik vadı emme çok da hoşuma gitmişti senin bu tavıların. Yenildin fakat ezilmedin. Sana yumruk attığım vakit elim uyuşmuştu. Ulen ben bu eli satıla kesmez miyim şimdi, yazıkla osun sana nası vudu bu eller?
Çok pişmanım olum. Affet beni… Ge seni bi öpeyim gari...” der ve sarılır. Alper de affeder. Alper yıllarca babasının ikinci karısı olarak bildiği ve Şükran teyze diye seslendiği insanın kendi öz annesi olmasının şaşkınlığı içerisinde Şükran’ın sevgi ve şefkat dolu bakışlarına göz gezdirir. Yedikleri yemeğin ardından Zeliha Hanım bütün gerçekleri başından sonuna kadar Alper’e anlatır. Alper gerçekleri öğrendiği zaman daha bir sıkı Şükran’a sarılır;
“Hayatımızda değişen bir şey yok. İkiniz de benim annemsiniz. Sadece piyangodan bir dede sahibi oldum işte o kadar...” der. Hüseyin Bey;
“Ulen Behçet devre, ben sana yapıcemi biliyom gari. Kızını zola evlendiriyo, haftaya düğünü va Karşıyaka’da. Ben adamlarımla düğüne gide, kızı kaçırıp buraya getirmez miyim? Siz keyfinize bakın çocukla...” Alper işittikleri karşısında heyecanlanır;
“Ne? Tuğçe o yağ tulumuyla evlenmeyi kabul mu etti yoksa? Ulan bu paranın gözü kör olsun. İnsana her naneyi yediriyor!..” Efe torununun sırtını sıvazlar;
“Yakışıklı torunum sendeki para kimsede yok. Bak şu gödüğün uçsuz bucaksız bağ bahçelerin hepsi senin gari. Sen okulunu biti, ne evler kurcez görcesin...”
Düğün gecesi gelen konuklar, yavaş yavaş salonu doldurmaktadırlar. Tuğçe gelinliğini giymiş, görümcesi olacak Zuhal ile birlikte makyaj odasında heyecan içinde nikâh anını beklemektedir. Nişanlısı Gudbettin kapıyı yarı aralayıp seslenir;
“Hani de neredeymiş benim Ayparçam?”
“Yarısı incir ağacının altında!..”
“Bayılırım incir yemeye?”
“Sen şimdiden ayvayı yedin elma şekerim!..” Görümce Zuhal seslenir;
“Off şu yakışıklılığa bak, hormonal Elvis’e dönmüşsün be abicim hıııhııı...”
“Ayparçam, eğer ki benle evlenmeseydin, bu platonik aşk acısından az daha ölmek üzereydim. Sıkıntıdan kendimi ha bire boğaza verdim sayende. Ye babam ye... Ye babam ye...” Tuğçe alaycı bir ses tonuyla;
“Bu kilolar sana ağır abi süsü veriyor Gudbettin’cim... Yalnız bu papyon sana hiç gitmemiş, boyuna ve kafatasına göre çok medium kalıyor. Hani neredeyse “At başına konmuş sinek” gibi duruyor. Hemen değiştir şu taktığın papyonunu elma şekerim...”
“Sen iste, estetik olur tipimi bile değiştiririm Ayparçam benim...” Zuhal söze girer;
“Abi... Yaş pastayı bir görsen tam on dört katlı. Yeme de yanında yat. Tuğce sakın unutma kız, yaş pasta üstündeki damat milka çikolatasından, bana sakla... Ha... dur kız ayakkabının altına da imzamı atayım unutmadan, adettendir. Düğünde belki bir koca bulurum…” Tuğçe seslenir;
“İmzadan konu açılmışken bak Gudbettin, evlilik sözleşmesine aşağıdaki maddeleri de ekledim...
Madde bir; evlendikten sonra da okuluma devam edeceğim. Madde iki; Nikâh masasının altından ayağıma filan basayım deme sakın, ayağım çok hassastır kırılır. Madde üç; Evlendiğimiz gece ayrı ayrı yataklarda yatacağız, zayıflayıp tığ gibi delikanlı oluncaya kadar elin elime değmeyecek ve horlama sesi is-te-mi-yo-rum... Son ve en önemli madde; Olmaz ya... Hani ilerde boşanma gündeme gelirse, kan parası olaraktan mal varlığımızın yüzde yetmişi, takılan takıların tamamı benim!.. Bu şartlar altında, tamam mı devam mı?” Zuhal devreye girer;
“Ya n’apıyorsun Tuğçe, canını mı alacaksın yakışıklı abimin ya? Evlendikten sonra edilen mallar, Fiftififti olsun bari!..”
“Sen karışma fettan görümce arkadaşım...” Damat adayı ellerini ovuşturur;
“Okey canım, sana kurban olsun bu Rüknettin... Sen at de, bütün yemekleri boğazdan aşağı atar, sonra bütün ağır hislerimle kendimi boğazın derin, serin sularına bırakırım!..”
“Kurban bayramında büyükbaş canlı kesim hayvan yerine, seni öneririm dermişim... Ay Gudbettin cim çok espritüelsin!..”
”Bizim büyükbaşlar yavaş yavaş ön masaları doldurdular Ayparçam, daha hazırlığın bitmedi mi? Bak bizim şarkımız çalmaya başladı...”
“Heyecan bende hararet yaptı, çişim geldi. Dur son kez tuvalete gidip işeyeyim...” Zuhal seslenir;
“Tuğçe işerken makyajına filan dikkat et, çişinle birlikte akmasın, tamam mı canım?” Damat başını titretir;
“Çabuk işe Ay parçam, seni sükut içinde beklerim...”
Kapıda Hüseyin Bey ve adamlarını gören Behçet Bey;
“O... Hoş geldin devrem. Gözlerim yolda kaldı, seni bekliyordum...”
“Hoş buduk devre. Bunla da benim adamla... Düğüne neşe katmaya gedik...”
“Gelin size en güzel masalardan birini ayırdım. Buyurun şöyle geçin...” Hüseyin Bey ve adamları en ön masalardan birine otururlar. Hüseyin Efe;
“Torunum hadi göste kendini gari, hemen kızın yanına git ve ona sevdiğini söyle. Şu takma bıyıkta sana pek yakıştı olum doğrusu... Seni kız bile tanımaz bu gidişle. Aşada şöfö sizi bekliyo olacak. Al kaçır kızı Atça’ya ardından biz de gelecez...” Tuğçe’nin tuvalete girdiğini gören Alper, arkasından gizlice içeri girer ve birden elleriyle kızın ağzını kapar. Tuğçe önce karşısında yabancı bir adam görünce korkusundan gözleri fal taşı gibi açılır. Alper bıyığını ve takma saçını çıkarınca şaşkınlığı bir kat daha artar. Alper bağırmasına fırsat vermez;
“Ulan hayırsız kız, Kamber’siz düğün mü olur? Hani lan benim davetiyem? ...”
“Sen yeni sevgilinle gönlünü oyala Zippo...”
“Öyle birisi yok. Baban senden vazgeçmem için adamlar tutup beni öldüresiye dövdürdü. Ne yapabilirdim ki? Benim gibi fakir, gariban birini kocalığa kabul ediyorsan eğer, ver elini...”
“Bir şartla sana veririm!..”
“Yine başladın, neymiş şartın?”
“Evlilik şartnamesinde “iki çocuktan fazla istemem!..” maddesi yazdıracağım... Vücudumun şekli şemali bozulmasın...”
“Tamam, sözleşmeyi tatlıya bağlatırız!.. Çıkar şu gelinliği, giy şu getirdiğim elbiseyi, çabuk buradan gidiyoruz...”
”Nereye?”
“Köye kaçırıyorum, annemler seni bekliyor...”

“Seni hiç unutmadım ki sevgilim. Bak sen seviyorsun diye yeniden şiir yazmaya başladım. Kitaplarını kimseye vermedim, hepsi aynı düzen içinde duruyor, düzenli acılarım kadar… Biliyor musun elektrikler kesildiğinde yine aynı şeyi yapıyordum, hasretine üç mum dikiyordum. Sen yoktun ama piyanodaki parmakların eşlik ediyordu kalbimin sesine... En sevdiğin bing banglar çalıyordu kasetlerimde. Sonra hani perdeleri açardın ya ay ışığı girsin de korkmayalım diye, yine perdeleri açıyordum ama bu kez karanlıktan korkmadan... Sen beni benden önce keşfetmiştin. Yanımdaydın ya her saniye, şımarıklığım ondan olsa gerek hayatın tuzunu fazla kaçırıyordum. Öyle erdemli bir yolculuktu ki kimi zaman nasıl yetişirim diye düşünüyordum. Ya bu tren kaçarsa, ya bu gemi unutursa beni? Binlerce sorularımla uyuyordum ki düşlerimde elimi tuttuğun zaman yeniyordum korkularımı...”
“Sensiz söndü ışıklar, Körfez eski renginde değildi, yosunlara sarılmıştı balıklar. Demiryoluna koştum yoktun, limana geldim ter içinde yolcular da yoktu. Yalnızdım, üşüdüm ve bir banka öylesine oturdum. Belki yürüyorsundur diye bekledim Kordonboyu’nda… Yüzümdeki meltem saçlarımı dağıtıyordu, düzeltme derdinde değildim. Hava sıcaktı, Temmuzun tam ortası... Yapraklar yeşil, bank sarıydı; üzerine bıraktığım not ise bembeyazdı…”
“Artık yeni bir sayfa açtım, bundan böyle kendi kanatlarınla uçacaksın ve bil ki seni hala çok seviyorum… Biliyorum bu notu alınca ağlayacaksın, belki de aşırı sevgimden bunalıp pişmanlık duyacaksın…”
“Asla… Asla demem. Pişmanlık duymam Zippo…” Bu sırada düğün salonunda Tuğçe’nin tuvaletten çıkmasını bekleyen Rüknettin, kardeşine yüzünü döner;
“Ya Zuhal bu kızın çişi daha bitmedi mi? Bekleye bekleye kalas olduk be ağabeycim, bi koşu bak gel istersen…”
Koşarak giden ve tuvaletin kapısını kapalı olduğunu gören Zuhal seslenir;
“Tuğçe hadi çık artık. Nikah memurunuz da geldi sizi bekliyor canım…” der ve beklemeye başlar. İçeriden ses gelmeyince;
“Tuğçe seslensene arkadaşım…” Yine ses çıkmayınca kapıya bir tekme atan Zuhal, beyaz gelinliği klozetin üzerinde görünce başlar bağırmaya;
“Gelin kaçmış… Eyvah Tuğçe gelinliği çıkarıp kaçmış. Yetişin imdat… Rüknettin ağabeycim koş kızı elden kaçırdın. İnsan yaş pastayı keser, ondan sonra kaçardı… Salak şey!..”
Sese koşan düğün sahipleri Tuğçe’nin kaçtığını anlayınca panik içerisinde gelen konuklara durumu anlatmaya çalışırlar. Olayı öğrenen Behçet Bey hızla Hüseyin Bey’in masasına yönelir;
“Devrem kızımı muhakkak o serseri çocuk kaçırmıştır. Polise haber vermeden bu işi ancak sen çözersin arkadaşım. Bana yardımcı ol, bu çocuğun ölüsünü istiyorum bu sefer. Sana ne istersen vereceğim. Namusumuz iki paralık oldu. Derhal bul kızımı, bana yardımcı ol devrem…”
“Tamam, usta. Heyecanlanma… Sana yadımcı olurum len, sen heç merak etme. Şimdi bize müsaade aslan devrem benim. Yarın saa alo derim gari, geli kızını alısın.”
“Yarına bırakma, hemen bul devrem…”
Hüseyin Bey Atça’ya geldiğinde evde şenlik havası yaşanmaktadır. Tuğçe kahve demlemiş gelenlere kahve sunar. Şükran ve Zeliha Hanım mutluluktan havalara uçmaktadırlar. Alper gülümseyerek Tuğçe’nin gözlerinin içine bakar;
“Sevgilim öp dedenin elini!..”
“Ver elini öpeyim dedecim…”
“Hayatıma reng gattınız. Aferin çocukla. Tuğçe kızım bak şimdi babanı arıyom telefonda…” Telefonun tuşlarına gider parmakları. Behçet Bey;
“Ne oldu devrem, buldun mu kızımı?”
“Buldum buldum… Şu an kızın tam gaşımda, onu kaçıran çocukta yanımda…”
“Gebertin atın şu pisliği bir an önce devrem…”
“Sen hanımını da al ve Atça’ya benim eve gel bakem len… Kızını gaçımışken kendi öz torunumla evlendiriverem gari. Senle devre değil miyiz? Para istesen alası var devrem…”
“Hemen yola çıkıyorum, sosyeteye rezil olduk zaten… Ya Efe ne diyorsun ne torunu, dalga mı geçiyorsun?”
“Yangından gaçaken doluya tutuluvedin gari sen!..”
Hızla Atça’ ya gelen Behçet Bey ve karısını Hüseyin Efe karşılar. Kollarını iki yana açar ve sarılarak kulağına fısıldar;
“Benim torunuma gızını aldım. İstediğin bahçeleri de, senin adına gelinime başlık parası vercem gari…” der ve sırtına vurarak;
“Tamam de len, ve şu elini…”
“Olmaz… Kızım istemeden nasıl zorla evlendirirsin Efe?”
“Sen nasıl evlendirirsen öyle…”
“Kızım nerde, o çocuğa ne oldu?” Tuğçe ve Alper elele gelirler;
“Biz buradayız…” Behçet Bey beklemediği anda Alper’i karşısında görünce gözlerini fal taşı gibi açar;
“Yanındaki çocuk o serseri değil mi?” diye sorar. Hüseyin Efe iki gencin arasına girer, omuzlarına el atar;
“Benim yılladı görmediğim öz be öz torunum, bundan böyle işte bütün bu gödüğün arazilerin tek sahibi...” der. Sonra elini uzatır;
“Bak sa şimdi, “vedin mi kızını?” diye icapeten soruyom. Zaten vesen de vemesen de, aldım kızını… He de gitsin!..” der. Behçet Bey ve karısı birbirine bakarlar, Behçet Bey elini uzatır;
“He Efem…”
Davul zurna çalmaya başlar…

Sedat Erdoğdu
Kayıt Tarihi : 23.6.2020 20:55:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Sedat Erdoğdu