Satrançta bilindiği gibi çeşitli taşlar, bu taşların her birinin de tahta üzerinde belli bir değeri vardır.
Oyun ilerledikçe ve zamanı geldiğinde bu taşlardan birini feda etmek gerektiğinde işlem gerektiğinde en değersiz olandan başlar.
Oyunun yazılı olmayan en basit kuralıdır bu. Aslında kuraldan çok bir görüş, bir tercihtir.
Bu oyunu bilenler tahtanın üzerinde taşların dizilişlerini de bilirler.
Her iki tarafın da iki sıra taşı olur. Ön sıraya çok olmalarına rağmen değerleri en düşük olan taşlar dizilir.
Görece daha değerli olan diğerleri de arka sırada yer alırlar.
Tahta üzerinde bu çok olan taşlara piyon ya da asker denir ve oyuna ilk önce onlar sürülür.
Bu niçin böyle olur? Çünkü oyuncular rakibin gücünü ve hamle yeteneğini bu piyonların hareketleriyle anlamaya çalışırlar.
Tabi bir de tahta üzerinde kendilerine avantajlı bir alan sağlamanın imkânını ararlar ve oyuna hareket getirmeye daha güçlü hamleler için zemin hazırlama girişiminde bulunurlar.
Doğal olarak da duruma göre tercihen ilk önce bu taşlar rakibe verilir, feda edilir.
Eğer oyun kesin olarak kazanılacaksa feda edilebilecek en değerli taş da feda edilebilir tabi ama bu durum çok görünen bir şey değildir.
Satranç sadece bir oyun.
Oyun bitince en değerli olanla en az değerli olan taş aynı kutu içine girerler. Ve o kutunun içinde de hiçbir değere sahip değillerdir.
Oysa hayat bir satranç oyunu değildir.
Buna rağmen satranca da çok benziyor.
Çünkü insan, hayatın akışı içinde tıpkı satrançta olduğu gibi belki de her gün bir şeylerden vazgeçmek, bir şeyleri feda etmek zorunda kalabiliyor.
Ve elbette bu vazgeçişler daha avantajlı bir durum elde etmek için oluyor.
Peki, ama hangimiz bu yürüyüşün bir yerinde durup, neleri hangi oranda feda edebileceğimizi kendimize sormuşuzdur acaba?
Sormuşsak eğer, nasıl cevaplar vermişizdir?
Ve feda ettiklerimizin yerine koyduklarımız bizi ne kadar tatmin etmiştir, etmiş midir? Bu sorular da bir cevaba muhtaçtır.
İnsanın bazı vazgeçişleri tıpkı satrançtaki piyonların feda edilişindeki gibi kolay olabilir. Ama öyleleri de vardır ki bunlardan vazgeçmek hiç de kolay değildir. Buna rağmen gerekli görüldüğünde, mecburiyetler zorladığında, kişi ne kadar istemese de bu fedaları yapmak ihtiyacı hissedebilir.
İsteyerek ya da istemeyerek, her feda ediş insan ruhunda derin izler bırakır. Zaten bu derin izler sebebiyledir ki insan ne kadar kazanırsa kazansın bir türlü tatmin olamaz. Vazgeçtiklerinin yerine koydukları kendisine asla yeterli gelmez.
Daha çok kazanmak için daha çok hırslanır, hırslandıkça daha da kıyıcı olur. Ne kadar çok feda etmişse o kadar çok doyumsuz bir hale gelir ve kendisini kısır bir döngünün içine hapseder gider. Böyle bir kısır döngü aslında insan fıtratına ne kadar da aykırı…
Peki, feda etmeden kazanmanın bir yolu yok mu? Vardır elbette ama diğerine nazaran zor bir yoldur bu yol. Başarı şansı çok daha düşüktür ve sabır ister.
Sabırsa insanoğlunda en az olan şeydir.
Vazgeçmeden, feda etmeden kazanmak mümkün olabileceğine göre tercih bu yönde olmalı değil midir? İnsana yakışan bu yoldur. Kazanmak için feda etmek gerekiyorsa eğer, kişi kazanmamayı yeğlemelidir.
Zor evet ama zor da olsa böyle davranmak insan olmanın gereğidir. Yapabildiğimiz oranda insanlaşır, yapamadığımız oranda insanlıktan uzaklaşırız./ 24.04.98 .
Recep Akıl
Kayıt Tarihi : 10.3.2016 22:46:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!