FATIR SURESİ
Mushaftaki sıralamada 35, iniş sırasına göre 43, suredir. Furkan suresinden sonra, Meryem suresinden önce Mekke’de inmiştir. Mekke döneminin orta periyoduna yerleştirebiliriz sureyi.
Fatır; Yaratmak, yaratmaya başlamak, yarıp ortaya çıkarmak kök fiilinden türetilmiş olan bu kelime, Allah’ın muhteşem yaratışını ifade eder.
Konusu: Allah’ın yaratıcılığı, O’ndan başka tanrı bulunmadığı ve şirkin çarpık düşüncelere dayalı bir zihniyet ve tutum olduğu, Hz. Muhammed’in önceki peygamberler gibi Allah katından mesaj getirmiş hak peygamber olduğu, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceği ve dünyadaki amellerin karşılığının ahirette mutlaka görüleceği açıklanmakta, Cenabı Allah’ın kudretinin delillerinden örnekler verilmektedir.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1. “Fâtır” kök anlamı yaratmak, yoktan var etmek, bir şeyi yapmada ilk olmak, icat etmektir. Yokluğu yarıp oradan varlığı çıkaran, gökleri ve yeri yani tüm kâinatı, daha önce bir benzeri olmaksızın, yoktan var eden; dünyayı yarattığı gibi ahireti de yaratacak olan demektir.
Yüce Allah, evreni ve evrendeki bütün varlıkları ilk olarak yaratması, her varlığa aslî (fıtrî) özelliklerini vermesi sebebiyle kendi zâtını “fâtır” olarak nitelemiştir.
“Melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan” şeklinde çevrilen kısmını “ikişer, üçer, dörder kanatlı melekleri elçiler kılan” şeklinde de tercüme etmek mümkündür.
Büyük ve küçük melekler, vahyi iletmek, Allah’ın kulları ve evren ile ilgili emirlerini yerine getirmek gibi görevleri sebebiyle O’nun elçileridir.
“Kanatlar” şeklinde çevrilen ecniha kelimesi (tekili: cenâh), bir şeyin kol, kanat gibi cüzlerini veya yönlerini ifade eder. Kanat kelimesinin bu âyette ve Hz. Peygamber’in bazı hadislerinde hakikat anlamında mı yoksa meleklerin engelleri süratle ve kolayca aşma gücüne sahip olduklarını ifade etmek üzere, mecaz yollu mu kullanılmış olduğunu kesin olarak ortaya koyan bir delil bulunmamaktadır. Hakikat anlamında kullanılmış olsa da bunun mahiyet ve biçimini Allah bilir.
Ayetin devamında Allah Teâlâ’nın yaratma veya yaratılmışlarda dilediği arttırmayı yapma gücüne sahip olduğunun belirtilmesi ve Hz. Peygamber’in Cebrâil’i altı yüz kanatlı olarak gördüğüne dair rivayet bu anlayışı destekleyen delillerdendir.
Ayette, bir yandan meleklere inanmanın İslâm’ın iman esasları arasında önemli bir yer tuttuğuna, diğer yandan da onları yaratan ve görevlendirenin yüce Allah olduğuna, yani bu inancın Allah’a ortak koşma sınırına vardırılmaması gerektiğine dikkat çekilmektedir.
Böylece –özellikle Araplar arasında yaygın bulunan– bazı putları melekleri sembolize eden, melekleri de insanları Allah’a yaklaştırmada aracılık eden varlıklar olarak görme telakkisi eleştirilmiş olmaktadır. Burada şöyle bir inceliğe işaret edildiği söylenebilir.
Melek inancına sahip olan kimse, kendisini iyiliğe çağıran her sese kulak verir; çünkü bunun meleğin sesi olduğuna, –5 ve 6. âyetlerde belirtildiği üzere– kötülüğe çağıran sesin de şeytana ait olduğuna inanır.
“O dilediği kadar fazlasını da yaratır” cümlesi, “O yarattıklarında dilediği arttırmayı yapar” şeklinde de anlaşılmıştır. Bazı müfessirler bu ifadeyi, Allah Teâlâ’nın meleklerin kanatlarını dilediği kadar arttırabileceği şeklinde açıklamışlardır. Bazılarına göre şöyle denmektedir: Evrende gördüğünüz mükemmel düzen ve denge ilâhî kudretin son sınırı gibi düşünülmemelidir. Allah dilerse müşahede veya tesbit ettiğiniz güzellik ve mükemmelliklerin, akıl, güç, ilim, sanat gibi imkân ve donanımların daha nicelerini yaratır. Bunu nasıl yapar diye sormanın elbette lüzumu yoktur, isterse yapar.
2. Hayat bu ayetin en güzel tefsiri dostlar. yaşadığınız zamanlara bir bakın, bu ayetin tecellisini göreceksiniz. Zımnen ayetin söylediği eğer önünüzün açılmasını istiyorsanız, birilerinin gözüne bakmayın, Allah’a dönün, korkmayın. Yürü kulum derse sizi durduracak bir engel koyamazlar. O’nun yürü dediğini durduracak bir güç yoktur. Onun için Allah’a yönelin ve önünüzü açmasını O’ndan isteyin, tıpkı Resulallah gibi “Ey kapıları açan Allah’ım bizim önümüze de hayırlı kapılar aç”. Duasını siz de sık sık tekrar edin.
O halde Allah’tan başkasından bir şey istemeye veya öyle bir beklenti içine girmeye gerek yoktur. Böyle bir düşünce şirktir ve asılsızdır. Bu bakımdan İbni Abbas (r.a.)’ın naklettiği şu nebevî düstur ne kadar mühimdir: “Bir gün Peygamber (s.a.s.)’in terkisinde bulunuyordum. Bana: «Yavrucuğum, sana bazı kaideler öğreteyim» dedi ve şöyle buyurdu: «Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın rızasını her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir.»
“El Aziz”. Aziz, iradesine, kudretine karşı gelinmek ihtimali yok, hiçbir kayıt ve şartın tesiri altında bulunmayan, hiçbir kanun ile kayıtlı olmayan, istediği harikayı yapan yenilmez galip olandır.
Ayetin akışı içerisinde, böyle şu tavsiyeleri yapmasan, şu sözleri tutmasan, bu vahyi kulak ardı etsen ne olur? Ne mi olur? Bir düşün, Allah’a hiçbir şey olmaz. El Aziz in ima ettiği budur. Olursa size olur. Size kesinlikle olur. Allah’tan mahrum kalırsınız. Yol kılavuzunuz yok olur, haritanız olmaz. Pusulanız şaşar, rotanızı kaybedersiniz. Daha ne olsun.
“El Hakim” Allah’ı yanlış anlama ihtimali olan bağlamlarda gelir, hikmetini kavrayamasanız da, hikmetini bilemeseniz de bir şeyi unutmayın. Allah hikmetsiz iş yapmaz. Yani O El Hakimdir. Sebepsiz, nedensiz, amaçsız iş olsun diye iş yapmaz. El Hakimi gördüğünüzde bu imayı anlayacaksınız.
3. Zımnen söylediği gerçek şu. Haneye değil, hanenin sahibine teşekkür et. Öyle değil mi. Eğer size bir ziyafet çekilmişse bir hanede duvarlara mı teşekkür edersiniz. Ekmeğe değil, ekmeğin sahibine teşekkür edin. Teşekkür kulluktur. Kulluk teşekkürdür.
Rızık veren O olsun, doyuran O olsun, yaratan O olsun, hayatınız O’ndan olsun, sonra da kalkıp böyle bir Allah’a değil de başkalarına kulluk yapın. Yakışıyor mu bu size?
Bir ansanıza, bir zikretsenize Rabbinizin size olan nimetlerini. Hayat nimeti, varlık nimeti, vahiy nimeti, Risalet nimeti, Kur’an nimeti, ilim nimeti, akıl nimeti, göz nimeti, kulak nimeti, anlayış, kavrayış nimeti, yeme içme, hava, su nimeti ve daha sayılamayacak kadar nimetler… Peki acaba nimeti anmak ne demektir? Nimeti nasıl zikredeceğiz? Nimeti anmak, nimeti zikretmek demek onu, onun sahibi olan Allah’ın istediği gibi kullanmaktır. Nimeti hatırlamak nimetin vericisini hatırlamak demektir. Nimeti anmak, nimetin sahibini anmak, nimetin sahibini ve o sahibin istediklerini hatırlamak demektir.
4. Yani rahat ol, sıkılma, bundan dolayı kendini suçlama. Sen sadece tebliğ et, görevini yap, Allah’a vereceğin hesabını düşün ve gerisine karışma. Yani Allah’ın yarattığı varlıklar gibi insanoğlu da çeşit çeşittir, rengarenktir ve bu renkler tek renge hiçbir zaman inmeyecektir. İma surenin genelinde vurgulanan bu hakikat aslında.
5. “El hayatüd dünya” hem yakın hayat, hem alçak hayat anlamına gelir, peşin hayat anlamına da zımnen gelir. Dünya Züleyha’dır ey insanoğlu. Siz ise Yusuf’sunuz. Gömleğinize bakın, sakın, sakın gömleğiniz önden yırtılmasın. Dünya ile girdiğiniz ilişkide dikkatli olun.
”Ğarur" (aldatıcı), mübalağa kipi olup şeytanın bir adı olmuştur. Çünkü şeytanın aldatmasının bir sınırı yoktur, o çok aldatıcıdır.
"Ğarûr: insanı aldatan mal, makam, şehvettir." Bu kelime ”şeytan" diye tefsir edilmiştir, acıdır. Aynı zamanda bu kelime ”dünya" olarak da deniyor ki, dünya aldatır, zarar verir: ”Pek aldatıcı olan şeytan: Allah ile aldatmak; Sen yap, günahın benim boynuma. Bu da Allah ile aldatmaktır. Allah ile aldatmak; Ya..! nasıl olsa affeder..! Bu da Allah ile aldatmaktır. Allah hakkında yamuk düşüncelere kapılmak. Allah hakkında ki tasavvurunuzun yamulması. Allah’ın rahmetini istismar etmeye kalkmak, kötü kullanmaya kalkmak. Bu da insanın kendi yamuk düşüncelerinin kendini aldatması. Allah ile kendini aldatmanın bir başka türü.
6. Birçok kültürde, bir çok inanç sisteminde şeytan tasavvuru Allah’ın negatifi olarak görülür. Yani kötülük ilahı. Hayır, böyle bir şey yok. Şeytan Allah’ın asi bir kuludur, asi bir yaratığıdır.
Şeytanın kullandığı güç? İnsanın ona transfer ettiği güçtür. İradenizden ne kadar transfer ederseniz onu size karşı bir kurşun olarak kullanır, odur. Aynı zamanda demiştim şeytan tasavvurunu inşa ediyor. Razi, şeytanın hezimeti, insanın azimetine bağlıdır der. Çok hoşuma gittiği için kelimeleri yerinde bırakarak aynen Türkçeye taşıdım. Şeytanın hezimeti, insanın azimetine bağlıdır. Yani şeytanın yenilgisi insanın direncine bağlıdır.
7. 8. Suyu getirenle testiyi kıranın akıbeti bir olur mu? Bunu soruyor. Biri şeytanın kılavuzluğunu kabullenmiş, diğeri nebinin kılavuzluğunu.
Peki bu ikisinin varacağı yer nasıl aynı olur, ikisi aynı yöne gitmiyor ki, ikisi aynı haritayı takip etmiyor ki, ikisi aynı rotayı izlemiyor ki. Dolayısıyla kötü ve iyi hiçbir zaman aynı akıbete sahip olmaz. İyinin hayatını yaşayıp ta kötü akıbet olmaz. Kötünün hayatını yaşayıp ta iyi akıbet olmaz. Buradan buraya atlayabiliriz, bunu düşünebiliriz.
Kötülüğün güzel bir paketle sunulmasından söz ediyor bu ibare aynı zamanda. Kötülüğün süslenip püslenip albenili ve cazip hale getirilmesi. Zehri altın tasla sunmak zehri zehir olmaktan çıkarır mı, aksine zehri daha tehlikeli yapar. Günahın insana verdiği lezzet, zevk, zehrin sunulduğu altın tastan başka bir şey değildir.
Yüce Allah’ın, kulun hiçbir katkısı olmadan onu sapkınlığa ve dolayısıyla cehenneme itmesi O’nun engin hikmetiyle bağdaşmaz. Allah’ın bir kimseyi dalalette bırakması, kendisine verilen akıl yeteneğini ve irade gücünü kötüye kullanmakta ısrar etmesi sebebiyle onu tercihiyle ve sonuçlarıyla baş başa bırakması demektir. Birçok âyet ve hadiste yer alan açıklamaların ışığında, bu tür ifadelerin, Allah’ın mutlak iradesine bir gönderme yapma veya dini tebliğle görevli olanların başkalarını hidayete eriştirmekle yükümlü olmadıklarını ve zaten buna güçlerinin yetmeyeceğini belirtme amacı taşıdığı anlaşılmaktadır.
2
9. Allah’ın kudret ve azametini kavrayanlar için hiç de yadırganacak bir şey olmadığını anlatan bir örnek verilmektedir. Rüzgârların oluşturulması, onların bulutları harekete geçirmesi, bulutların yağmura dönüşmesi, yağmurun kurumuş toprağı canlandırması şeklinde sıralanan ve ilim, hikmet, kudret gerektiren bu olaylar dizisi üzerinde birazcık düşünmek, bunları gerçekleştiren gücün sahibi için insanları öldükten sonra diriltmenin kolaylığını anlamaya yetecektir.
Risaletin rüzgarı vahiy rahmetiyle yüklü bulutları sürükleyip, çöle dönmüş çorak gönülleri cennet gibi bir imana kavuşturursa bu ancak böyle anlatılır. Burada ki bulut, rüzgar, yağmur, çorak toprak yeşillenme, hep peygamber vahiy, davet, iman ile açıklanmalıdır. Zaten simgesel bir dil kullanılarak vahyin çölü nasıl yemyeşil bir cennete çevirdiği anlatılıyor. Çöl gibi yürekleri nasıl cennete çevirdiği anlatılır.
10. Yani mü’minler de Resul de itibarı, şerefi Allah’tan alırlar. Dolayısıyla şeref ve onurun kaynağı O dur. Gerisi sahte ve yalandır. O’na yakınlığınız oranında şeref kazanırsınız, O’na uzaklığınız oranında da şerefinizi kaybedersiniz. Çünkü Allah’a kul olmak, kula kul olmamanın tek garantisidir. Eşyaya kul olmamanın tek garantisidir. Nefsine kul olmamanın tek garantisidir. Nefsine kul olacak, şerefli olacak öyle mi? Kula kul olacak, onurlu olacak öyle mi? Kula kul olanda onur kalır mı? İnsanlık onuru kalır mı? Eşyaya kul olanda hele, servete, şöhrete, makama kul olanda. Bütün bunların garantisi Allah’tır, Allah’a kul olmaktır.
Evet, bütün güzel sözler O’na yükselir. Sesi değil sözü yükseltin diyor bu ayet. Sesinizi değil sözünüzün kalitesini yükseltin. Sözünüzün kalitesini yükseltirseniz, sesinizi yükseltmekten daha etkili olur. Sözün itibarını eylem korur diyor aynı zamanda. Yani sözünüzle eyleminiz çelişmesin. Eğer sözüm O’na yükselsin diyorsanız sözünüzden iki tane kanat takın uçursun. Dua, dua onun için fiili duaya dönüşmeli ki iki kanatlı bir kuş gibi menziline uçsun.
11. Bunun 3 anlamı var.
1 – Kur’an’ın neresinde gelirse gelsin birincisi elementer kökene bir atıftır. Yani insanın elementer kökeni topraktır. Doğa da tabiatta ne kadar element varsa insanda da aynen o kadar element vardır.
2 – Biyolojik bağımlılığına atıftır. Bakın ne yiyor olursanız olun topraktan beslenirsiniz. İster karbon hidratlar cinsinden olsun, ister protein cinsinden olsun. Hayvansal gıdalar da yine toprağa aittir. O oradan alır, siz ondan alırsınız. Yani biyolojik varlığınız toprağa bağımlıdır.
3 – Embriyolojik varlık, yani anne karnında ki gelişim süreci yine toprağa bağlıdır. Yani anneden beslenir cenin ama, anne de yine topraktan beslenir. Her halükarda burada; Ey insan bağımlısın, kendi kendine yetme iddiası da nereden çıktı. Topraktan bile bağımsızlaşamazken sen Allah’tan nasıl bağımsız olursun. Hadise bu.
12. “Ve ma yestevil bahran” burada bir parantez açmak gerek. O’nun benzerler arasında farklılıklar yaratması da zor değildir. Ne gibi? Birbirine benzer gibi görünen iki su kütlesi içinden bakınca aynı olmayabilir, dışından bakınca aynı gibi durur.
“Meracelbahreyni yeltekıyan, “Beynehüma berzahun lâ yebğıyan. (Rahman19/20) ayetini hemen hatırlamamız gerekiyor. Evet, iki denizin birleştiği yer. İki deniz birleşmiş, fakat su birbirine karışmıyor. Sanki ikisinin arasında bir duvar var, bir engel var gibi. Ünlü deniz bilimci Captain Cousteau su araştırmaları sırasında gerçekten çok tipik özellikler veren ve çok derin farklılıklar barındıran iki su kütlesinin Cebeli Tarık’ta özellikle birbirine kavuştuğunu fakat, sanki arada bir duvar varmış gibi birbirine girmediğini keşfeder. Bu keşfini ünlü Fransız bilim adamı ve mühtedi Morris Ponce’ ye açtığında ki Müslüman olmuştu Morris Ponce, o da bir şey mi der Morris Ponce sen bunu yeni mi keşfettin. Kur’an bunu 1.400 yıl önce keşfetmiş ve söylemiş. Sen çok geç kalmışsın. Ve bu ayeti okur, gerçekten o da dehşete düşer. Gerçek olduğunu görünce gerçekten hayrette kalır.
İki tür su örneğine iman ile küfür veya mümin ile kâfir arasında bir mukayese yapılması için yer verildiği tarzında bir yorum da yapmış bazı alimlerimiz.
“Yeziydü fiyl halkı ma yeşa” Eşyanın görüntüsü ile mahiyeti arasındaki farka dikkat çekiyor. Meselâ ikisinde de taze et bulunmakta, ikisinden de süs eşyası çıkarılabilmektedir. Hurma ağacı misali.
İnci, kabuklu yumuşakçalar sınıfındaki hayvanların vücutlarından elde edilir.
Mercan, bitkisel özellikler de taşıyan bir deniz hayvanıdır.
Birçok ayette belirtildiği üzere insanlara büyük yararlar sağlayan gemilerin sularda yüzdürülmesi de Allah’ın koyduğu yasalar sayesinde gerçekleşmektedir.
13. İş ve dış deliller, hepsi Allah’ı gösteriyor. Hepsi Allah’ı işaret ediyor. O’nun birliğine varlığına ve varlığa müdahalesine işaret ediyor. Güneş gündüzün ay gecenin alameti, ayeti. Küfrün varlığını imanın lehine çevirebilirsin ey insan.
Tabii şu Güneşi ve ayı Allah senin için yarattı, yeryüzünde hayat devam etsin diye. Yani bir amacı var. Peki, bu varlığın en şereflisi olan insanın bir yaratılış amacı olmasın mı? Aynı zamanda bu soruyu sorduruyor.
“Kıtmir” hurma çekirdeğinin zarına denilir. Hurma çekirdeğinin zarı ne kadar tutar. Yani gerçekte mülk O’na aittir, mülkiyet iddiası insanın kof bir iddiadır.
14. Allah insan ilişkisinde dolaylılık istemiyor rabbimiz. Şirkin en büyük yaralarından biri araya birilerini sokmak. Allah insan ilişkisi dolaysız olsun istiyor rabbimiz, dolaysız ilişki. “Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verid”. (Kaf/16) değil mi ki ben kuluma şah damarından daha yakınım buyuruyor. O zaman bu şah damarınızdan daha yakın olanı çok uzakta sanma cehaletinden başka nedir ki.
Hiçbir muhabir, hiçbir iletişim organı, hiçbir medya Allah’ın verdiği yerden haber veremez. Ahiretten mesela. Kim bize haber verecek Allah’tan başka. İşte biz bazı konularda, ki bazı konular hayati konular. İnsanın nereden gelip nereye gittiği, ruhun ebedi mazisi ve ebedi istikbali hakkında Allah’tan başka kimseden haber alamayız. Ölüm ötesi konusunda alternatif bir haber kaynağımız yok. Allah, vahiy tek haber kaynağımız. Onun verdiği haberi başka hiçbir kaynak veremediği için güvenmek zorundayız.
”Habîr: gizli haberler kendisinden uzak olmayan, dünyada ve ruhlar âleminde cereyan eden her şeyi, hareket halinde veya duran her bir zerreyi bilen ve bütün bunlardan haberdar olan kimse demektir."
15. İlahi emir ve yasakları anlamanın en kestirme yöntemi kimin çıkarı var sorusudur. Allah’ın emir ve yasaklarından kimin çıkarı var. Allah bensiz yapar, ya ben Allahsız yapar mıyım? Allah’ım bana emretmekle, bunu yap şunu yapma demekle ne çıkarı var? Bu soruyu sorup cevabını vermek lazım. Peki çıkarı olan tek taraf var o kim? İnsan.
Gani; zengin, kendi varlığıyla yetinip başkasına muhtaç olmayan, müstağni anlamına gelir.
Hamd, Hamid; Herkesin ihtiyacını karşılar, fakat kendisi hiçbir kimseye muhtaç olmaz. Kafirin de mü’minin de ihtiyacını karşılar. Onun için küfür bağışlanmaz bir suç çünkü her şeyini Allah’a muhtaç ama hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi davranıyor. Bu dehşet bir şey.
16. Bu aslında bir tehdit. Tarihte birçok kez gerçekleşmiş bir tehdit bu. Okuyun Medine’nin tarihini, okuyun Kûfe’nin tarihini, Okuyun Bağdat’ın, okuyun Şam’ın, okuyun Endülüs’ün ve okuyun Osmanlının tarihini. Bu ayetin nasıl tecelli ettiğini o zaman görürsünüz.
Allah’ın minnet altına almaya kalkışan her davranış bu ayetin duvarına çarpar. Asıl biz Allah’a minnettarız. Allah, Müslüman olduğumuz için bize minnettar değil. Yemünnune aleyke en eslemu.. (Hucurat/17) Müslüman oldular diye seni minnet altına mı almaya kalkıyorlar. Allah Allah..! Soruya bakın. kul lâ temünnu ‘aleyye İslâmeküm. (Hucurat/17) De ki Müslüman oldunuz diye beni minnet altına almaya kalkmayın. belillâhu yemünnü aleyküm en hedaküm lil’iyman…(Hucurat/17) Bilakis siz, size hidayet verdiği için, sizi imana erdirdiği için Allah’a minnet edin. Daha ne desin Kur’an, daha ne desin.
17. El-Aziz: şeref ve onur sahibi, mağlup edilmeyen ve mağlup edilmesi mümkün olmayan, daima galip gelen sonsuz izzet sahibi demektir. El-Aziz Esmasının anlamı ise hakiki ve mutlak suret ile üstünlük sahibi, mağlup edilme olasılığı kesinlikle mümkün olmayan, sonsuz izzet, azamet, şeref ve onur sahibi.
18. Sorumluluğun bireyselliği hatırlatılıyor. Akıl ve iradeye atıf yapılıyor aslında. İnsan özgürlüğünü tescil ediyor ayet. Hepiniz sorumluluğunuzu boynunuzda taşıyorsunuz.
VİZR: Ağırlık, ağır yük, ağır günah, vebal demektir. Burada günahın cezasının ağırlığı demektir. Herkes kendi günahından sorumlu olur, kendi günahının cezasını çeker.
Batı dünyası cezaların şahsîliği ilkesine ancak yakın zamanlarda ulaşabilmiştir; buna karşılık, birçok ayette değişik vesilelerle ifade edilen bu esas ilk dönemlerden itibaren İslâm âlimlerinin hukuk tefekkürünü etkilemiştir.
Kur’an’ın inmeye başladığı sıralarda Mekke toplumunda, suçlu, dost ve yakınları yardımıyla cezalandırılmaktan kurtulabiliyordu; bu duruma bakarak bazı müşrikler de –âhiret hayatı gerçek olsa bile– dünyadaki gibi kendilerine şefaat edecekler sayesinde kurtuluşa ereceklerini ileri sürüyorlardı.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, âyetin hiçbir kimsenin kendisi istese dahi başkasının günahını üstlenmeye ve onu sorumluluktan kurtarmaya gücünün yetmeyeceğini bildirmesidir. Başkalarını saptıranların hem kendi sapkınlıklarının hem de onları kötü yola itmelerinin vebalini çekmeleri ise ayrı bir konudur, bu durumda iradesini kullanmadığı için doğru yolu bırakıp kötülük işleyenlerin kendi veballeri ortadan kalkmış olmaz.
Ayetin sonunda Resûlullah’ın uyarılarının kimlere fayda vereceği belirtilmekte ve samimi müminlerin iki temel özelliğine değinilmektedir. 1. Görmediği halde Allah’tan korkma yani O’na içtenlikle tam bir teslimiyet içinde iman etme, O’na karşı gelmekten kaçınma, bu hususta bir sorumluluk ve kaygı taşıma; 2. Namazı özenle kılma yani imanını davranışlarına yansıtma, O’na kulluk görevlerini ihmal etmeme.
Tezkiye, bir Müslüman’ın yirmi dört saatlik hayatını Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine göre yaşamasıdır. Böyle yaşayan kişi hayatını temizlemiş demektir.
19. 20. 21. 22. Bu karşılaştırmalı örneklerin olumlu olanları hakkı, imanı, iman sahiplerini ve kavuşacakları güzellikleri; olumsuz olanları da batılı, inkârcılığı, inkârcıları ve kötü akıbetlerini temsil etmektedir.
Bu konudaki yorumları şöyle özetlemek mümkündür: Müminin tuttuğu yol sağlam, ufku ve basireti açık, niyet ve iradesi güçlü, yaptıkları kalıcı ve yarayışlıdır; kâfir ise ölüden farksızdır, basireti kapalı, kalbi kararmış, yaptıkları anlam kazanamamış ve boşa gitmiştir
Kâfirlik ile körlük, karanlık, kavurucu sıcaklık ve ölüm arasında sıkı ilişki vardır. Aynı şekilde müminlik ile aydınlık, görebilirlik, gölge ve hayat arasında da sıkı ilişki vardır.
İman kalbe, organlara, duyu organlarına yansıyan bir aydınlıktır. Nesnelerin, değer yargılarının, olayların içyüzlerini ortaya koyan, bunlar arasındaki ilişkileri, bağları, görecelikleri ve boyutları açığa çıkaran bir aydınlıktır. Mümin bu aydınlıkla, bu yüce Allah'ın ışığı ile bakar da o saydığımız gerçekleri görür, onlarla ilgi kurar. Bu ışık sayesinde ne yolunu şaşırır ne de adımlarında tökezler.
İman, gören bir gözdür. O doğru ve isabetli olarak görür; ne yanılır ve ne de gördüklerini birbirine karıştırır. Sahibinin aydınlık, güven ve endişesizlik içinde yol almasını sağlar.
İman, serin bir gölgedir. İnsanın içini serinletir, kalbini meltem gibi okşar. Kuşkunun, endişenin, şaşkınlığın, karanlık, kılavuzsuz çöl sıcağına karşı bir gölgedir.
İman hayattır. Kalpleri ve duyguları canlandırır. Niyetlere ve yönelişlere dinamizm kazandırır. Bunun yanı sıra o yapıcı, verimli ve amacı belirli bir harekettir. Sönüklüğe, pörsümüşlüğe, pısırıklığa düşmez. Boşuna emek ve zaman kaybetmez.
Kâfirlik ise körlüktür. Kalp körlüğüdür, gerçeğin kanıtlarını görememe körlüğüdür. Evrenin içyüzünü, evrenin çeşitli kesimleri arasındaki ilişkilerin mahiyetini; değer yargılarının, kişilerin, olayların ve nesnelerin özünü görememe körlüğüdür.
Kâfirlik karanlık, hatta üst üste binmiş katmanlardan oluşmuş karanlıklardır. İnsanlar iman ışığından uzaklaşınca çeşitli karanlıkların içine düşerler. Bu karanlıklar içinde herhangi bir objeyi seçmek son derece zor olur.
Kâfirlik kavurucu bir sıcaklıktır. Şaşkınlık, endişe, amaçsızlık, geçmişe ve geleceğe ilişkin güvensizlik korları ile kalbi dağlar. Son durağı ise cehennem ateşidir, orada çekilecek olan kavurucu azaptır.
Kafirlik ölümdür, vicdanın ölümüdür. Asıl hayatın kaynağından kopmaktır. Amaca ulaştıran yoldan ayrı düşmektir. Hayatın akışını etkileyen, enerjilerini gerçek kaynaklarından alan tepkilere, reaksiyonlara güç yetirememektir.
Müminlik ile kâfirliğin özellikleri ayrı, görecekleri karşılıklar ayrıdır. Yüce Allah katında asla bir olmazlar.
“Gören” kelimesi mümini, “kör” kelimesi kâfiri, “aydınlık” imanı, “karanlıklar” küfrü, “gölge” rahatlığı ve huzuru, “sıcak” sıkıntıyı ve yakıcı ateşi, “diriler” müminleri, “ölüler” kâfirleri anlatmak için kullanılmıştır. Zira mümin önündeki açık yolu (dünya hayatından sonra yeni bir hayatın başlayacağını) görmekte, inkârcı ise bunu görmemektedir. Ama unutulmamalıdır ki kişinin görme duyusu ne kadar keskin olursa olsun, ışık olmazsa bir şey göremez. İşte iman ışık demektir ki gören kişinin önünü aydınlatır, küfür ise karanlığı temsil ettiğinden kâfirin hakikati görmesine engeldir.
22. ayetin son cümlesinde, getirilen bütün kanıtları görmezden gelen ve inatla inkârcılığını sürdürenler kabirlerdekilere yani ölülere benzetilmiştir. Bu benzetmedeki maksat, inkârcıların Resûlullah’ın bildirdiklerine kulaklarını tamamen tıkamış olduklarıdır.
İslam tarihinden bir misal. Amir Bin Füheyre, Bir’i Maune de tuzağa düşürülüp şehit edilen 40 kişilik kafilenin başındaydı. Onu öldüren katil Cebbar anlatıyor. “Onu ben öldürdüm” diyor. Öldürürken şöyle dedi “legat füztû vallahi.” Vallahi işte şimdi kazandım.” Ve Cebbar soruyor; Ben öldürenim o ölen nasıl o kazanıyor? Nasıl o kazanmış oluyor.
Cebbara göre müşrik tasavvura göre kendisi kazandı. Çünkü onun tasavvurunda hayat tek, hayatın bir tek mertebesi var o da bu. Ama Amir onun baktığı yerden bakmıyor. Amirin tasavvurunda hayatın mertebeleri çok ve hayatın bu mertebesi en küçük ve en düşük mertebesi. Onun için hayatın yüksek mertebesini kazandığını söylüyor o. Fakat karşısında ki onu anlamıyor. Kur’an ın inşa ettiği bir tasavvur işte hayata böyle bakıyor, farklı bakıyor. Herkesin ölüm dediğine o hayat diyor. Herkesin diri dediğine o ölü diyor.
23. Doğrudan hitap Resulallah’a döndü ve eğer hidayet senin elinde olsaydı tamamdı. İstediğini hidayete erdirirdin. Fakat böyle değil. Yani hidayet tek taraflı bir şey değil. Hidayet sadece hidayet verenin katıldığı bir şey değil, hidayetinin muhatabının da katıldığı bir şey. Çift taraflı bir şey, enteraktif bir şey, hidayete layık olacak ki hidayete ulaşsın. Kendisi isteyecek ki ona hidayet verilsin. Kapıyı vuracak ki kapı açılsın. Talep edecek ki kavuşabilsin. Yürüyecek ki varabilsin.
Hidayet işte böylesine çift taraflı bir şey. Eğer böyle olmasaydı Peygamber Nuh, kafir oğlu Kenan için hidayet verici olurdu. Eğer böyle olmasaydı Peygamber İbrahim putperest babasına hidayet iletirdi, verirdi. Eğer böyle olmasaydı Peygamber Lût eşine ve kızlarına hidayet verirdi. Onları hidayete ulaştırırdı. Hidayet öncelikle insanın iradesiyle talebine bağlı. Öncelikle insanın duasına bağlı, yönelişine bağlı, tercihine bağlı. Yani hiçbir hidayet muhatabının iradesini yok saymaz, atlamaz, görmezden gelmez.
Biz de bunu kendimize görev bileceğiz. Allah’ın emriyle insanları uyaracağız. Allah’ın ayetlerini insanlara duyuracağız. “Gelin Allah’ın istediği imana, gelin Allah’ın istediği hayata,” diyeceğiz. “Değilse cehennem var, cenneti kaybetmek var,” diyeceğiz. “Eğer Müslüman’ca bir hayat yaşarsanız dünyada mutluluk, dünyada kurtuluş, ahirette kurtuluş var,” diyeceğiz. Uyandıracağız insanları. Ama unutmayacağız ki, bizim görevimiz burada bitiyor. İnsanlar isterlerse bu uyarılarla adam olurlar, Allah’ın istediği yola girerler, isterlerse kendilerini cehennemin, ateşin mahkûmu ederler.
24. Bu sadece peygamberlikle dar anlamda sınırlı değil. Peygamberlerden sonra da risalet mirasını nesil nesil taşıyan onların varisleri, yani alimler, davetçiler de belki bu kapsama girerler.
Risaleti ulaştırmak, aslında risaletin kendilerine iletildiği insanların risalete olan teşekkür borcudur. Hidayet sadece muhatabını hidayete ulaştırmakla, ya da muhatabında nakes bulmakla, yankı bulmakla yetinmez. Hidayete ulaşmış olmak o hidayeti başkalarıyla paylaşmayı gerektirir. Yani size nasıl taşındıysa sizin de başkalarına taşıyarak şükrünü eda etmeniz gerekir.
25. Senden önce de kendilerine apaçık deliller, belgeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberleri de yalanlamışlardı. Allah yasaları değişmez.
"Beyyinat" sözcüğü sayıca çok olan değişik türden deliller demektir. Müşriklerin istedikleri ya da peygamberlerin meydan okuma amacı ile ortaya koydukları olağanüstü olaylar, gösterdikleri mucizeler de bu kavramın kapsamına girer.
"Zubur" sözcüğü çeşitli öğütler, yönlendirmeler, yükümlülükler ve direktifler içeren kitaplaşmamış kutsal sayfalar anlamına gelir.
"Kitab-ı Munir" deyimi ile en yaygın yoruma göre, Hz. Musa'ya indirilen Tevrat kastedilmiştir. Eski milletler bütün bu açık kanıtları, kutsal sayfaları ve ışık saçan Kitab'ı yalanlamışlardı.
26. Tanımamazlık nasıl olurmuş görsünler. Yani felaket sizin Allah’ı tanımamanız değil, asıl felaket Allah’ın sizi tanımaması. Felaket sizin Allah’ı inkarınız değil, asıl felaket Allah’ın sizi inkarı. Allah sizi tanımazdan gelirse, görmezden gelirse, göz ardı ederse işte felaket o, işte kıyamet o. İşte en büyük azap ve gazap o. Onun için tehdit cümlesi ile bitiyor. Görsünler bakalım inkar nasıl olurmuş.
4
27. Evrensel gösteri, gökten yere su indirilmesi olgusu ile başlıyor. Sonra rengârenk meyvelerin yetiştirilmesine dikkatler çevriliyor. Gösteri renk ağırlıklı olduğu için meyvelerin sadece renklerinden söz ediliyor. Okuyoruz. O su aracılığı ile türlü türlü renkte meyvalar yetiştirdik."
Meyve renkleri, orijinal bir renk görüntüsü sunar. Bu renklerin sadece bir bölümünü gelmiş-geçmiş bütün ressamlar bir araya gelseler meydana getiremezler. Hiçbir meyve türünün rengi başka bir meyve türünün rengi ile aynı değildir.
Meyveleri n renklerinden dağlara geçiliyor. Bu geçiş ilk bakışta tuhaf görünebilir. Fakat temel ilginin renk araştırması olduğu hatırlanınca doğal ve anlamlı olduğu anlaşılır. Çünkü taşların, kayaların renkleri ile meyvaların renkleri arasında ilginç bir benzerlik vardır. Hatta bu benzerlik onların türleri, çeşitleri arasında bile görülür.
Dağlar aynı zamanda madenlerin depolarıdır. Buralarda demir, bakır, altın, gümüş, krom, çinko, kurşun, fosfat, kalay, uranyum, bor, kömür ve benzeri maden yatakları yer almaktadır. Bu madenlerin bulunduğu yataklar da rengârenktir.
28. Ayette geçen "devab" sözcüğü, yine ayette yer alan ve "enam" sözcüğünden daha geniş kapsamlıdır. Başka bir deyimle "dabbe" her tür hayvan, buna karşılık "enam" deve, sığır, koyun, keçi gibi çiftlik hayvanları demektir. Çiftlik hayvanlarının ayrıca anılmalarının sebebi, bunların insanların yakınında yaşamaları, evcil olmalarıdır. Hayvan renkleri de tıpkı meyve ve taş renkleri gibi son derece güzeldir.
“İnnAllâhe ‘Aziyzün Ğafûr” yani eğer bunun zıddına bir şey yapacaksanız Allah’ın bundan zarar görmeyeceğinden emin olabilirsiniz. Aziz ismi geldiğinde eğer bu söylenilenleri yapmazsanız, kaybedecek olan Allah değildir, sizsiniz mesajı var.
Siz ya yanlış bilirsiniz, ya doğru. Yanlış bilirseniz yanlış bilginizin bilgi objeniz üzerinde hiçbir etkisi yoktur. O sizin yanlışınızdan etkilenmez, sadece siz yanlış bilmiş olursunuz. Bunu Allah’ı bilmeye getirelim, en büyük bilgiye, marifetullaha. Eğer Allah’ı yanlış tanırsanız bundan zarar görecek olan Allah değildir, sizsiniz, biziz, insanoğludur.
29. Allah’a karşı esas duruşlarını koruyanlar genel itibarıyla Namazla inşa olmak, dirilmek.
İman ve hakiki ilimden sonra;
Birincisi; Allah’ın son kitabı olan Kur’an-ı Kerim’i hakkını vererek okumak, onu bu şekilde okumaya devam etmek; hükümlerini öğrenip onunla amel etmek.
İkincisi; namazı dosdoğru kılmak. Namaz diğer ibadetlerin özü ve tacı mesâbesinde olup, dosdoğru kılındığı takdirde kulu her türlü çirkin işler ve kötülüklerden korur. Ankebut 45
Üçüncüsü; Allah’ın verdiği rızıklardan yine O’nun yolunda gizli ve açık harcamak. Bu da kulun insanlara ve topluma karşı vazifelerinin esasını teşkil eder.
İnfak edecek, Allah yoluna harcayacak bir mü’minin iki dünyası, iki dünyalı bir tasavvuru olmalıdır. Bu dünyadan verince öbür dünyada kaldığını, orada kendini beklediğini, orada kendini bekleyen bir servete dönüştüğünü, ebedi ve kalıcı bir servete dönüştüğünü bilmesi ve inanması gerekir.
Allah’a güvendir infak. Aynı zamanda emanet bilincidir. Yoksulun kendine verilmiş olan, tevdi edilmiş olan payını sahibine iade etmektir. Bakalım kendine tevdi için verilmiş olan payın üstüne mi yatacak, yoksa sahibine mi verecek işte budur, bir sınamadır ve servetin imtihan olması, fitne olmasının gerekçesi de budur.
30. “İnneHU Ğafûrun Şekûr” O sınırsız bağışlayandır, şükre tarifsiz bir karşılık verendir.
Bir mümin hayatının tümünde Allah’ı görmediği halde O’nu görüyormuşçasına, Allah’ın huzurunda olduğunun şuurunda bulunur, her anının Allah’ın kontrolü altında olduğunu bilir ve böylece yaptıklarını Allah için yapar, yaptıklarının tümünü Allah’a lâyık olarak yapmaya çalışır, hayatını Allah için yaşamaya çalışırsa onun için hüsna vardır. Rabbinin kendisi için hazırladığı, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı cennetler ve o cennetler içinde akla ve hayale gelmedik nimetler vardır.
Allah rızası ve âhiret ümidiyle yapılan bu ameller, asla iflas ve zarar etme ihtimali olmayan bir ticarettir. Bu ticaretin kârı ise, Allah tarafından tastamam, hatta fazlasıyla verilecek olan ebedî mükâfat olacaktır.
31. Kendisinden önce gelmiş olan vahiylerin doğrusunu yanlışından ayırt edici bir sağlama kitabıdır son vahiy. Son vahyin önceki vahiylerden onayladığı kabul edilir, onaylamadığı kabul edilmez. Yani Kur’an vahyi önceki vahiylerin doğrusunu yanlışından ayıracak bir sağlama yöntemidir aynı zamanda.
32. Miras kılmak, Varis Olmak: Hz. Peygamberin risalet sorumluluğu vefatıyla ümmetine geçmiştir. Delili Kur’an da Hz. peygamber için zikredilen her fazilet ve ödülün ayrıca da bu ümmet için zikredilmesidir. Bireysel olmaktan çıkıp toplumsal risalete dönüşmüştür Resulallah’tan sonra risalet mirası.
A. İmran suresi 104; “Veltekün minküm ümmetün yed’une ilel hayri ve ye’murune Bil ma’rufi ve yenhevne anil münker.” içinizden hayra çağıran, iyiliği emreden kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun ayetini hatırlayalım.
Müfessirlerin çoğunluğu “kitap”tan maksadın Kur’an-ı Kerim ve “mirasçı kılınanlardan” maksadın da müminler olduğu kanaatindedirler. Buna göre ayette zikri geçen üç grup insan da hep müminlerdir. Allah’ın, kendilerine peygamberler aracılığı ile kitabını göndermek için seçtiği kulların tamamı ondan eşit derecede yararlanmıyorlar.
Bununla beraber ayette ظَالِمٌ (zâlim), مُقْتَصِدٌۚ (muktesid), سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ (sâbikun fi’l-hayrât) şeklinde zikredilen üç grup hakkında şu farklı yorumlar yapılmıştır:
Zâlim, günahları ağır basan; muktesid, günahları ile sevapları eşit olan; sâbık ise sevapları daha çok olandır.
Zâlim, dışı içinden daha hayırlı olan; muktesid, içi ve dışı denk olan; sâbık, içi daha hayırlı olandır.
Zâlim, büyük günahları olan; muktesid, küçük günahları bulunan; sâbık, günahsız olandır.
Zâlim, hesaba çekildikten sonra cehenneme atılan; muktesid, hesaptan sonra cennete giren; sâbık, her hangi bir hesaba çekilmeden cennete girendir.
Zâlim, günahta ısrar eden; muktesid, pişman olup tevbe eden; sâbık, tevbesi makbul olandır.
Zâlim, Kur’an’a inandığı halde onunla amel etmeyen; muktesid aynı zamanda onunla amel eden; sâbık ise Kur’an’a inanıp onunla amel eden ayrıca insanlara Kur’an’ın emirlerini açıklayarak onların da amel etmesine vesile olan kimsedir.
5
33. Dünyada ki gönüllü mahrumiyetlerinin, sıkıntı ve eziyetlerin ahiretteki karşılığı olarak. Altın künyeler, bilezikler, inciler, ipekler, tabii ki bunlar kendi dünyamızda kendi bilincimize indirilmiş şekli. Yoksa bütünüyle bir gayb olan ahirette ki havsalamızın almayacağı nimetler bu kelimelerle ifade edilemeyecek kadar bize uzak, ama bizim dünyamızdan en çok bunlarla anlayabiliriz. Onun için de bunlarla anlatılıyor.
Rabbimiz kendilerini okşarcasına ince, yumuşak elbiseler giydirecek. Bu elbiseler, bu takılar onları âdeta kuşatan, saran, mutluluk elbiseleri olacaktır. Cenneti kuşanacaklar, cennetteki ebedî hayatı kuşanacaklar. İşte yarın bu birinciler bunları hak edecekler.
34. Dünya hayatı, sürekli nimetler ve kalıcı mutluluk yanında bitimsiz bir üzüntü, tükenmez bir tasa kaynağıdır. Çünkü bu hayatta insan her zaman gelecek kaygısı ile ve çözüm isteyen problemlerin sıkıntıları ile yüzyüzedir. Ayrıca mahşer gününe ilişkin gelecek endişesi başlı başına büyük bir endişe sebebidir.
Korkularımız, endişelerimiz vardı. Acaba Rabbimizi razı edebildik mi? Acaba Rabbimizin istediği kulluğu gerçekleştirebildik mi, acaba cenneti hak edebildik mi? Diye. Hep bir sıkıntı, bir endişe, bir tedirginlik içindeydik. Elhamdülillah ki, Rabbimiz tüm bu hüzünlerimizi giderdi. Artık korkularımız, endişelerimiz kalmadı. Rabbimiz küçük küçük kulluklarımızı büyük büyük kabul buyurdu ve işte bizi cennetine koydu.
35. Cennet bedel değil ödüldür, lütfuyla diyor ya ayet. Sizden hiç kimse diyordu efendimiz bir hadisinde cenneti amellerin karşılığı olarak elde edemez. O Allah’ın size olan bir rahm4eti ve lûtfudur. Ya Resulallah sen de mi diye sormuştu dinleyenler. Evet, ben de. diye buyurmuştu. Onun için ..sevaben min indillâh. (A.İmran/195) Allah’tan bir ödül olarak cennet verilecek buyrulur.
Bu rahatlıktan insan sıkılmaz mı sorusunun cevabıdır. Rabbimiz bu muhtemel sorunun geleceğini elbette biliyordu ki, işte burada onun cevabı geliyor. Hayır asla usanma ve sıkılma olmayacak.
36. İzin verilmez ki ölsünler, ölebilsinler. Yani ölmek isteyecekler, toprak olmak, yok olmak isteyecekler, bu ölüm öyle bir ölüm, buna Kur’an dilinde “sübûr” denilir. Fakat bunu beceremeyecekler. Dahası azapları kısmen dahi hafifletilmez. Ölümü değil ölümleri çağırsanız nafile.
37. Ahiret sahnelerine yer veren bu ve benzeri Ayetlerde, dünyada iken yapılan uyarıları hafife alan inkârcıların kötü akıbetle karşılaştıklarında kendilerine yeni bir fırsat verilmesi için çırpınmaları tasvir edilir ve bu feryatların hiçbir yarar sağlamayacağı vurgulanır üstteki ayetle beraber okursak.
38. Hem içinizde ki enfüsi sırlarınızı bilir, hem de kainattaki afaki sırları bilir. Dolayısıyla Allah’tan bir şey kaçıramazsınız.
39. Halife, ardıl, vekil, kefil. Yeryüzünde ama. Bu önemli, bu sınırlıyor. Yaratılış amacına uygun bir hayatı inşa için halife kıldık. Yani yeryüzünün halifesi.
Bu hayatı inşa sorumluluğudur. Keramet sahibisin ey insanoğlu, sorumsuzluk yapma. Sorumsuzluk küfür, nankörlüktür. İlahi misafir hanenin konuğusun ey insanoğlu. Size zimmetlendi bu misafirhane, zimmet suçu işleme. Misafir olduğun yeri kırıp dökme, mahvetme. Zararını yine siz çekersiniz. Aslında anlamamız gereken bu.
40. İnsan yolcu, hayat yolculuk, ömür yol. Yolcu ya sahih bir harita, pusula ve kılavuzla yol alır, ya da evet, ya da yolda kalır, dolaşır, yol almaz. Eğer pusulanız yanlış yolu gösteriyorsa, haritanız yanlışsa, kılavuzunuz yamuksa her halde buna yol alma denmez, yolda kalma denir.
Bunu nasıl yapar? Kendini bilmeyen yapar. Kendini bilmemesidir zulüm. Onun için haddini bilmeyen kendini bilmez. Kendini bilmeyen kendine zulmetmiştir. Tabii kendini bilmeyeni takip eden elbette aldanır. Eğer kendini bilmiyorsa rabbini de bilmiyor, yani parmağın nereyi gösterdiğini görmüyorsa, parmağın gösterdiği yere de bakmıyor demektir. Onun için kendini bilmek Allah karşısında ki zayıflığını, yetersizliğini, eşya karşısında ki üstünlüğünü, şerefini ve onurunu bilmektir. Kula kul olmamak, Allah’a kul olmaktan geçer.
Müşriklerin Allah’tan başka taptıkları putların, kesinlikle tapılmaya değer bir yönleri yoktur. Çünkü:
Yeryüzünde onların yarattığı hiçbir şey yoktur. Tüm varlıklar gibi, o putlar da Allah’ın yaratığıdır. Yaratılmış olan ise ilâh olamaz.
Onların, göklerin yaratılıp devam ettirilmesinde de Allah ile hiçbir ortaklıkları yoktur. Çünkü ne Allah Teâlâ’nın böyle bir şeye ihtiyacı vardır, ne de onların Allah’a yardım edebilecek bir güçleri vardır.
Allah Teâlâ o müşriklere, taptıkları putların Allah’a ortak olduğunu söyleyen bir kitap da indirmemiştir. Ellerinde böyle yazılı bir belgeleri de yoktur. Demek ki müşriklerin ellerinde, şirk davalarında doğru olduklarını kanıtlayacak ne aklî ne de naklî hiçbir delilleri bulunmamaktadır. Sadece onlar yalan ve dolanla birbirlerini aldatmaktadırlar.
41. Allah ihmal etmez, yani görmezden gelmez. Ama imhal eder, mühlet verir, süre tanır, fırsat verir. Yoksa bu ihmal anlamına gelmez. Onun içinde rabbimizin insana olan şefkat ve merhameti, sevgisi, onun kendinse dönüp dönüp ihanet eden, her şeyi kendisine borçlu olduğu halde, hatta inkar ettiği dili bile kendisine borçlu olduğu halde dönüp bir daha inkar eden insana açtığı ömürlük kredidir bu aslında. Bu krediyi bütünüyle çar çur edenin başka ne istemeye hakkı vardır.
Allah Halimdir. Kullarının isyanlarına hemen ceza vermiyor. Kullarına mühlet tanıyor, işlediklerinden ötürü hemen defterlerini dürmüyor. Allah Gafûr’dur, bağışlar, hataları örter.
42. Resulullah gönderilmeden önce kitap ehli, kendi Peygamberlerini yalanlamışlardı. Bunun üzerine Kureyş'liler şöyle demişlerdi: "Allah, yahudilere ve hıristiyanlara lanet eylesin; onlara Peygamberler geldiler; fakat onlar, Peygamberlerin yalanladılar. Vallahi, eğer gerçekten bize bir Peygamber gelse, mutlak ve muhakkak biz, yahudilerden de, hıristiyanlardan da ve diğer her hangi bir ümmetten de daha çok hidayete geleceğiz."
Şarta bağlı her iman samimiyetsizdir. Şarta bağlıysa bir iman, şöyle yaparsa iman eder, böyle olursa iyi Müslüman olurum. Peygamber döneminde gelseydim bak sen ben nasıl iyi bir Müslüman olacaktım. Veya eğer bana şunu şunu şunu verirsen Allah’ım sana iyi bir kul olurum. Bütün bu şartlara bağlı olan inanç, samimiyetsizdir. Onun için iman samimiyettir. İman özünde samimiyettir.
43. İmanı ret haddini bilmezliktir aslında küstahlaşmadır. İmansızlık için getirilecek her açıklama bir tuzaktır. Kişinin kendisine karşı kurduğu bir tuzak. Belki burada ki mekr den onu anlamak lazım.
Sünnetullah, orijinal ifadesi ile Allah’ın adeti. Biz sünnet-i Nebi’yi biliriz de, peygamberin sünnetini, Allah’ın sünneti olduğunu pek hatırlamayız. Oysa Allah’ın sünneti var. Yani bu ilahi uygulama, ilahi gelenek. Yasa olmuş ilahi gelenek.
İnnAllâhe lâ yuğayyiru ma Bi kavmin hatta yuğayyiru ma Bi enfüsihim. (Ra’d/11) hiç şüphe yok ki Allah bir topluluk, o topluluğu oluşturan bireyler kendilerini değiştirmedikçe Allah o toplumun halini değiştirmez. Evet, yani toplumsal değişme, bireysel değişmeden geçer. Bu da bir yasa.
44. Yeryüzünde dolaşmayı öneren, emreden bu ayetler aslında geçmiş uygarlıkların akıbetini görmeye davet eder. Yani onların kalıntılarına bakıp içinde yaşadıkları zamanın süper güçlerinin de gelecekte onların akıbetini beklediğini görsünler. Onun için eğer geçmiştekiler bu akıbete uğramışlarsa, gelecektekileri o akıbete uğramaktan koruyacak şey ne olabilir.
45. Allah’ın rahmetine gönderme yapan bir ayet. İlahi merhametin ifadesi bu. İnkar ettiği dili dahi O’na borçlu olanların Allah’a savaş açmış haline rağmen, Allah’ın süre tanıması şefkat ve sevgisinin göstergesi değil de nedir. ..ketebe Rabbüküm alâ nefsiHİr rahme.. (En’am/54) O kendisi için rahmeti, merhameti ilke edindi.
Eğer şu anda tüm bu isyanlarına rağmen yeryüzü insanlığını Rabbimiz helâk etmiyorsa, anlıyoruz ki kendileri için tayin edilmiş bir ecel var da ondan dolayıymış.
Kayıt Tarihi : 12.12.2023 20:50:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!