Yekpare, ipekten bir kumaş gibi rüzgârla dalgalanan çam ormanlarını seyrederken soğutulmuş kadehten bir yudum alıp uçuşan saçlarımı topladım. Bembeyaz, keten masa örtüsünün üzerinde renkli mücevherler misali parlayan mezeler, inci pembesi balıklar, sürprizli ışık oyunlarıyla eşsiz bir tabloya benzeyen boğaz, hayatın cömertçe bahşettiklerine küserek kendimize nasıl zulmettiğimizi hatırlattı bana.
Ruhum dağınıktı, bilincimden süzülen düşünceler olgunlaşmadan, dile gelmeden silinip yok oluveriyordu. Hangisi daha korkunç, insanın insana ettiği mi yoksa kendine layık gördüğü mü, diyordum kimsenin duyamayacağı ıstıraplı bir fısıltıyla. Küçük kavisli dalgaların arasından yavaş adımlarla yürüyen kaplanlar gibi süzülen şileplerin görüntüsüyle dalgınlaştığımı fark eden arkadaşım sohbete meselenin tam ortasından giriverdi; “Bizimki önce karar veriyor, sonra seviyor. Biliyorsun değil mi? ” Hayatla dalgasını geçiyordu, mutluydu. Gülümsedim, “hepimiz biraz öyle yaparız. İşin fenası sevmeye şuursuzca karar verirken vazgeçmenin o kadar da basit olmadığını anlayamıyoruz” dedim içimden. Sohbetin tadı kaçmasın diye ona kalbimden geçenleri söylemedim. Evden çıkarken okuduğum hiçbir kitaba benzemeyen Malina’yı neden yıllar sonra çantama attığımı da. O harikulade öğle sonrasında biraz gevşek, biraz tedirgin bir hayat muhasebesi yaparken sevme yeteneğinin zarafetini, gücünü, yokluğunun açtığı yaraları cümlelerin arasına sessiz, uzun boşluklar koyarak konuştuk, usul usul...
Eğer bu eşsiz romanın yazarı Bachmann kadar cesur olabilseydim, ona ‘yenilgiyi’ kabullenmemek için çaresizce çırpınan insanın kendini çürüten yalnızlığından bahsederdim. Sonra katı bencillikleriyle içerden sevmenin hakikatini idrak edemeden bu dünyadan geçip gidenlerin hazin hikâyelerini ya da Malina’da olduğu gibi insanın küçücük içine sığdırabildiği kocaman saplantılı aşkların tahrip eden gücünü anlatırdım belki. Yapmadım, bazen insan sadece susup dünyanın güzelliğini seyre dalmak istiyor. Biz de ısıran poyrazla iyice üşüyene kadar öyle yaptık.
İki insan arasındaki ilişkide...
Eve dönünce çalışma odama çekilip kitabımın işaretli sayfalarını karıştırdım biraz. Bachmann’ın koyu diliyle huzursuz eden sesini özlemişim, ilk defa karşılaşmışız gibi kendimi ona teslim ettim. Ve haliyle daha en başında onun bu kitapla ilgili meşhur açıklamasını hatırladım: “Kitabım yayımlandığından bu yana, bana hep faşizmi düşünerek mi yazdığımı sordular. Ve ben dedim ki, hayır, faşizm nerede başlar sorusu üzerinde daha önce düşünmüştüm. Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerinde bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide! ”
Ben birbirini sevmeye çalışan insanlar arasındaki ‘faşizm tehdidinin’ varlığını kolayca kabullenemiyorum galiba. Geçenlerde Nobel aldıktan sonra nedamet getirebilen Grass’la ‘mastürbasyon yapan okurlar, fahişelere benzeyen romanlar’ gibi mevzular hakkında saatlerce fevkalade edebî sohbetlere dalıp, koşullar itibarıyla bazı ödüllü romancılardan daha iyi olduğunu unutmak zorunda kalan yayın müdürümüz faşizmin çekiciliğinden bahsediyordu. Öyledir muhakkak. Ben faşizmin çekiciliğini de, faşizmin başladığı yeri de onlar kadar çıplak ve net bir biçimde dile getiremem herhalde. Tarif etme çabası bile fena halde ürpertiyor beni.
İmkânsız aşkların, savaşın, suçluluğun, karanlığın büyük şairi Bachmann, bir daha hiç kimsenin taklit etmeye cüret edemeyeceği kadar benzersiz bir sesle, kendini insanlığın şiirine adayan şair hüznüyle yazdı faşizmin çekiciliğini. Malina, yazarın bitirebildiği tek romanı ve ‘Ölüm Biçimleri’ başlığı altında yazmayı planladığı bir dizinin başlangıcıydı. Mutlak aşkın romanı diye anılan, bana göre bir insanın çaresizce saplanıp kalmasının, yalnızlığın ıssızlığında kaybolmanın, sevilen insanda ölmenin şiiri olan bu kitabı yazarken ne hissediyordu acaba? Ona bu kitaptan sonra her seferinde yazar Max Frisch ve şair Paul Celan ile yaşadığı paramparça ilişkileri hatırlatanlara parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarası ve alaycı ifadesiyle gülümserken ne düşünüyordu?
‘Tabanca sesi olmasını isterdim’
Kitabı Türkçeye çeviren Ahmet Cemal, Malina için, “hiçbir zaman iki kişinin paylaşamayacağı, cinselliğin çok ötesinde, ancak iç dünyaların yoğunluğunda yaşanabilen bir aşkın romanı” diyor. Hakikaten bu romanda olay neredeyse hiç yok. Anlatıcı kadın, tutkuyla bağlandığı İvan’ı ve gerçek bir karakter olup olmadığı bile aslında pek belli olmayan Malina’yı, vaktiyle Nazilerle işbirliği yapmış babasını duyguları kristalize ederek, zihninden akıp giden düşünceleri kimi zaman parçalayarak, bazen sayıklayarak, kendisini defalarca bıçaklayarak basit, sade ama aynı zamanda politik de olabilen sert bir dille anlatıyor okura. Romanı okuyanlar bilir, akıllı edebiyata, zekice tasarlanmış kurgu oyunlarına, itinayla çizilmiş karakterlerle pek tenezzül etmemiş Bachmann. Önemli Alman yazarları biraraya getiren Gruppe 47’ye katılıp şiirleriyle grubun ‘ilk hanımefendisi’ seçilmesi boşuna değil. Malina’yı bir kadının ‘iç dökmesi’ diye eleştirenlere de romanında jilet kesiği gibi kanatan cümlelerle cevap veriyor: “İvan’ın karşısında hiçbir şey başaramıyorum. Çok göründüğün gibisin diyor, İvan, insan her an seni nasılsan, öyle görebiliyor, oynasana, bir rol yap bana! Ama İvan’a ne rol yapabilirim ki? Dün bir daha telefon etmediği için, bana sigara almayı unuttuğu için, ne sigarası içtiğimi hâlâ bilmediği için onu suçlamaya yönelik ilk girişimim bir gülümsemeyle noktalanıyor... Yalnızca, adı İvan olan sevincime ve yaşamıma tutup şöyle diyemiyorum: Sen, yalınız sen, sevincin ve hayatın ta kendisisin! Söyleyemiyorum, çünkü aksi takdirde İvan’ı daha çabuk yitirebilirim. Demek ki İvan’ın vakti yok ve ahize buz gibi, plastik değil, maden ve yukarıya, şakağıma doğru kayıyor, çünkü İvan’ın telefonu kapatışını duyuyorum ve ben, bu sesin bir tabanca sesi olmasını isterdim, kısa, çarçabuk, bitsin diye”. Bachmann, faşizmin başladığı yerleri buna benzer anları derinleştirerek, karanlık kuyuların içinden acımasızca anlatıyor işte...
İnsanlar özgür olacak...
Malina, o koyu sesine rağmen ütopik bakışıyla iyimser olabilmenin izlerini taşıyan bir roman aynı zamanda. Anlatıcı bir yerde, “Bir gün gelecek, insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar... Bir gün gelecek insanlar özgür olacaklar. Kendi özgürlük kavramları karşısında özgür olacaklar” diyor. Ve topuma dair bunları söylerken hayat denen bu tuhaf maceranın içinde okuru kişisel özgürlüğün kıymetini de yeniden hatırlamaya davet ediyor.
Bachmann kendisine, “her erkek ve her kadın âşık olabilir mi” diye soranlara, “hayır, çünkü aşk, bir sanat eseridir” demiş. Malina’nın zor hazmedilmesine rağmen neden kalıcı bir roman olduğunu düşünürken cevabın bir parçasını bu cümlenin içinde buldum. Hakikaten bazılarının sevme yeteneğine sahip olmadığını, bu korkunç zaaf yüzünden her daim bir maskeyle dolaşmak zorunda kaldıklarını düşündüm. Sevemeyenler, ‘beni böyle seveceksin’i kabul ettirmek isteyenlerin faşist baskısıyla ezilenler, sevip de gösteremeyenler için, hepimiz için biraz üzüldüm.
İnanmazsam yazamam...
Yazar ölmeden önce yaptığı bir söyleşide, “özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Belki de gelmeyecek çünkü onu hep yıktılar. Gelmeyecek ama inanmazsam geleceğine, artık yazamam” demiş. Bir gün geleceğine inandığı şeye inanmaktan vazgeçtiği gün Bachmann’ı Roma’daki evinde sigarasıyla çıkan yangından kalanların arasında buldular. Bir sürü uyku hapı almıştı, artık sadece uyumak istiyordu sanırım.
Ben faşizmin iki insan arasında başladığı o gönül kırıcı yeri kabullenmek istemiyorum ama söylediği gibi orada başlıyorsa orada da bitebileceğine inanıyorum. Bir gün her manada özgürleşmeye inanmadan sadece yazmak değil yaşamak da mümkün değil çünkü. Sevmenin koşullarını nazikçe dayatanları siz de bir düşünün isterseniz. Gazeteyi usulca indirin aşağıya şimdi, etrafınıza bakın. Muhtemelen çok uzakta değiller. Gördünüz mü, faşizm tam da orada devam ediyor işte...
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:34:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!