Eylül ve Poyraz Şiiri - Feride Özmat

Feride Özmat
25

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Eylül ve Poyraz

Dizleri üstüne çökmüş, sahildeki en cılız palmiye ağacının dibini çapalıyordu. Toprak sert ve çatlaktı. Biraz daha devam etse, elindeki küçük çapanın sapı zorlanmaktan neredeyse kırılacaktı. Yine de hızını kesmeden, kararlılıkla, deşmeye devam ediyordu. Kendini durduramıyor; kazdıkça yıllardır birikip duran düş kırıklıklarının acısını çıkartmak istermişçesine, toprağa birbiri ardına darbeler indiriyordu. Hırkası sırtına, atkuyruğu yaparak topladığı saçları ensesine yapışmıştı. Her esintide biraz daha ürperiyordu.

Uzaktan gürültüler duyuldu. Sanki yıllardan sonra birdenbire harekete geçmeye zorlanan paslı makinelerden gelirmiş gibi, etrafa yayılırken insanın yüreğini sıkıştıran, anılar boyu gıcırtılar... Gelen bir kadındı; elleri ikiz pusetinin sapında, sırtı dik, ufka bakarken kendi kendine gülümseyen bir anne. Tekerleklerin gıcırtısı yürüdü, yürüdü; kıyıya ulaştı ve sustu. Bebek sesleri dalga seslerine karıştı.

Annenin şefkatli mırıldanmaları kulağına ulaşıyor; sonra süzülerek yüreğinin tam ortasına taş gibi oturuyordu. O sımsıcak tınılarda yaşamayı istediği ama gerçekleştiremediği öyle şeyler vardı ki, duyduğunda yüzü, zamanın ağır izleri altında ezilip çürümüş sözcükler gibi büzüldü, ufaldı; ufalandı.

“Eylül ve Poyraz! ” dedi, dibini çapaladığı ağacın gövdesine bakarak.

Çocuklarına; bir şubat öğlen sonrasında, doktorun sterilize edilmiş aletlerle rahminden söküp beyaz emaye çanağa attığı ikizlerine koyduğu isimlerdi bunlar. Sevdiği adam evlenmekten ve baba olmaktan korkmamış olsaydı; kendisine ve aşklarına güveni tam olsaydı; yaşamı tüm zorluklarına rağmen göğüslemeye kararlı olsaydı; neredeyse doğacaklardı da... Ama...

Bir an tereddüt etti; sonra hızla doğruldu; adımları birbirine karışarak bebeklere doğru ilerledi ve tam karşılarında durdu. Küçüktü bebekler; iki, en fazla üç aylık...

Biri yüzüne düşen güneşten rahatsız olmuş olmalıydı ki gözlerini sımsıkı yumup alnını kırıştırmış; belki de kimsenin kendisiyle ilgilenmediği düşüncesiyle incecik dudaklarını büzmüştü. Diğeri ise gözleri çizgi filmlerdeki çocuklarınki kadar irileşmiş, merakla, sanki yeni geldiği dünyada olan biteni anlamak, herkesi görmek ve sonsuza kadar zihnine kaydetmek istercesine etrafına bakınıyordu.

Sağ elinde aniden bir acı hissetti. Tırnağı dibinden kırılmış kanıyordu. Parmağını ağzına götürüp avuçlarına doğru akan kanı emdi.

Kanayan sadece parmağı mıydı? Ta derininde, rahminde hiç iyileşmemiş ve hiçbir zaman iyileşmeyecek yaralar yok muydu? Acısını unutamadığı o günden kalma yaralar... Geçmişi uzaklaştırmak istercesine başını silkeledi; sonra dalgalara baktı.

“Acaba beni görebiliyorlar mı? ” diye düşündü; “Onlara sevgiyle baktığımı hissedebiliyorlar mı? ”

Titriyordu. Elini yavaşça uzatıp parmağının ucuyla durmadan kıpırdayan, sanki hayalinde yaşattıklarıyla tango yapmaya çalışan minik çıplak ayaklardan birine dokundu. Pürüzsüzdü. Yalnızca teni değil, yüreği de pürüzsüz ve saftı.

Birden irkildi. Değdiği ten buz gibiydi.

“Üşümüşler.” dedi.

Anne telaşla çantasından minik çoraplar çıkarıp dört ayağa da giydirdi. Tenleri ısındı; bebekler sakinleşti. Korunduklarını, gözetildiklerini anlamış gibi, dünyaya gülümseyerek baktılar.

Anneye adlarını sordu. “Eylül ve Poyraz” dedi kadın.

Ne yapsa, hatıralar belleğine üşüşmekten vazgeçmiyordu.

O meşum günden hatırladığı birkaç andan biri, bembeyaz örtülü masaya uzanması ve sağ koluna morfin yapılırken kapkara uçurumun dibine koşar adım yuvarlanması; diğeriyse sevdiğinin mırıldandığı şefkatli sözcükleri başka bir âlemden geliyormuşçasına derinlerden duyarak gözlerini dünyaya yeniden açmasıydı.

Sonraki yıllarda Beyoğlu caddesinden her geçişinde, aklı hep doktorun temiz ve düzenli muayenehanesinde bıraktığı bebeklerine giderdi; ikizlerine... Ve işte o an hem rahmi, hem de memeleri sızlardı.

“Kucağıma alabilir miyim? ” diyecekti; diyemedi. Sesi boğazında, iki eli de uzandığı boşlukta kalakaldı. Sanki bir kerecik dokunsa, bir daha hiç bırakamayacaktı. Kollarının arasına alsa, kokularını içine çekse, onları hemen sahiplenecek, annelerine geri vermeye kıyamayacak ve alıp götürecekti gençliğine.

“Eylül ve Poyraz! ” dedi, yeniden iç yolculuğuna çıkarak...

İkizleri doğmuş olsaydı şu an kaç yaşında olacaklardı? On beş? Yirmi? Belki biri kendisi gibi dili ve kalemi edebiyata yatkın, diğeri babası gibi yakışıklı, akıllı ve onurlu olacaktı. Büyük aşkların meyvesi olan çocuklar mutlaka mutlu bireyler olurdu. Ailesindeki büyükler hep böyle söylerdi ya... Biliyordu; yaşama şansları olsaydı ikisi de kendileriyle ve dünyayla barışık olacaktı. Ama...

Düşünmekten vazgeçmeliydi. Unutmalıydı. Unutmak için yıllardır gösterdiği çabanın daha da fazlasını harcamalıydı şimdi. Hem zaten her şey bitmemiş, gidenler çoktan gitmemiş miydi?

Bebeklerden biri ağlamaya başladı. Acıkmış olmalıydı. Anne onu kucağına aldı; dikkatle ve şefkatle... Ufacık dudakların aceleyle uzandığı meme başları kabarmıştı. Sütle dolduğu ve bebekleri beslemeye hazır olduğu belliydi.

Kadın ürkek ve utangaç gözlerle çevreye baktı. Dalgalara, rüzgâra, palmiye ağacına; parkın içinden geçip şehrin ışıklarına uzanan ıssız patikaya baktı. Sonra puset, geldiği gibi gıcırdayarak akşama doğru hızla uzaklaştı.

Yıllar önce, kendi memelerinin nasıl da sütle dolduğunu, nasıl da mavi damarlarla kaplandığını anımsadı; aynaya bakıp hayaller kurarak her bir damarı parmağıyla okşadığını...

Dalgın gözlerle çevreye baktı. Dalgalara, rüzgâra, palmiye ağacına; parkın içinden geçip şehrin ışıklarına uzanan ıssız patikaya baktı. Sonra kendine... Kupkuruydu; teni hissizdi, yüreği de... Yıllardır inceden sızlayan sadece rahmi ve memeleriydi.

Bulutlar geçip gitti. Saat yedi kırk beşti.

Sapı neredeyse kırılmış olan çapa orada, o kısmen kabartılmış toprakta, ta ki eylül gelip poyraz tekrar kükreyene dek bir sonraki hayali mi bekleyecekti?


Her şeye KARŞIN Dergisi / Ekim Kasım 2007

Yanlış Zaman Hikâyeleri
Hayal Yayınları - Şubat 2008

Feride Özmat
Kayıt Tarihi : 21.11.2007 23:28:00
Feride Özmat