Bu, sosyolojinin (kişinin) : kendi davranışına bir ilişkinlik, bir kabul edilirlik çekimlenmesini temel dayanak noktası olarak referans kılmasıdır. Ve yine tutumunu etnik totem onayı alan meşrulaştırmasıdır. Toplumsal gelişemeyen subjektif yapı, objektif yapı gibi kendisine esas zeminleri benimser ve burada var oluşunu, biçimleyip şekillerdi.
Bu biçimleniş ve ortaya konuş, grubun (kişinin) kendisini anlatma eylemdir. Ve grupların kendilerini ifade etme sanal özgürlüğüdür. Bu bir dinamik gerçekliktir. Ama toplumsal yapıdan giderek kopacak, kişi kişi düzenlemesine kayacak sosyolojidir. Toplumlar halkın bu yapılarını vatandaşlık zemininde kesiştir ve uzlaştırır. Kamusal alanla halkı aktif kılar.
Vatandaşlık bir toplumsal yüküm iken, bir yanı ile de, toplumla halkı buluşturan, halksal yapıyı topluma, toplumsal yapıyı halka, nötr kılan bir baz görevi görür. Yani toplum etnik yapıyı görmez. Yani bu temelle yapılaşma ayrışma eğemenlikleşmeye gitmez. Bunun için vatandaşlık düzleminde çözümünü de üretir.
Toplumun vatandaşları, olay ve konuları kendi halksal zemininde anlar ve yorumlar ancak vatandaşlık ilkesinde bu anlama ve yorumlamalar, toplumsal güç biçiminde uzlaşırlar. Yani tabandaki yaşamla, tepeye doğru, yapı uzlaşır, jonksiyon ara birimle, taban yapı tepeye, toplumsal bir kültürel eğemenlik uzlaşısı, olarak çıkar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...