Mevsim kış olsa da
Sert esme deli poyraz
Daha da astırma
Gülmeyen yüzünü
Çocuklarım daha çok küçük
Okul yolunda
Sırtları kavi değil
Donar ilikleri
Kararır yüzleri
Çıngışır elleri
Gözlerinden sızan yaşlar
Sızlatır zayıf yüreğimi
Tandır yanmaz boştur tava
Benim gibidir komşularım
Zordur yoksulluk fakirlik
Kim anlar kimin halini
Duy beni deli poyraz
Bu kış da benim gibi
Yolunu şaşırmış insanların
Kırma belini
Zordur bir şey yapamamak
Parasız pulsuz baba olmak
Ev soğuk çocuklar aç
Sert esip dondurma deli poyraz
Çocuklarımın solgun siyah gözleri
Geceleri uyku tutmayan
Yorgun gözlerimin içinde donar.
Ankara, 19 Ocak 2014
Mehmet TuranKayıt Tarihi : 5.9.2014 22:20:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
1966’ yılının kışıydı. O günler, sert poyrazların estiği, karı sağa sola savurduğu tipili kış günleriydi. Kendimi bildiğim ve köy ilkokuluna başladığım o 1960 – 1970’ li çocukluk yıllarımda Orta Anadolu’ nun çoğu köylerinde kıtlık derecesinde yokluk, yoksulluk, fakirlik vardı. Yiyecek yoktu, yakacak yoktu. Üste yoktu, başta yoktu. Okula giderken yırtık olmayan, içine kar dolmayan soğuk kuyu (kara lastik) ayakkabı giymek o ilkokul öğrencisi için lüks bir eşyaya sahip olma ayrıcalığıydı. O tipili, rüzgârlı, çok soğuk, karlı kış günlerinde analarımızın, babalarımızın bulup buluşturup okul sobasında yakmak için bize verdikleri tezek, kerme, çalı, çırpı koltuklarımızın altında evlerimize bir hayli uzakta olan okullarımıza giderdik. Okula giderken çoğu zaman ayağımız kayar, karların üstünde yuvarlanırdık. Her yuvarlanmamızda kalkar karlarının içinde sağa sola dağılan tezekleri, kermeleri, çalıyı çırpıyı tekrar tekrar toplayıp, toparlanıp okulumuzun yolunu tutardık. Her gün, her sabah okula gidişlerimizde aynı şeyleri yaşardık. Evden okula okuldan eve varıncaya kadar küçücük olan elimiz çıgışır, yüzlerimiz soğuktan kapkara kesilir, çenelerimiz birbirine değmez tir tir titrerdik. O yıllarda her evin tek odası olurdu. Kışın orada yenilir, içiliri orada yatılır, kalkınırdı. Akşamları evin odasını aydınlatan tek araç lambaydı. Lamba, fazla gaz yakmasın diye daha ilk akşamda karartılır, yataklara girilirdi. Çünkü kaz, tuz, sabun pahalı nesnelerdi. Babalarımız para bulup alamazdı. Analarımız, babalarımız havanın iyi günlerinde dışarıda kazan kurup, su ısıtarak saçlarını, başlarını, çamaşırlarını kil toprağı ile yıkarlardı. Sabun bulunan evlerde bir kalıp sabun çok büyük bir lükstü. Sabunu ancak biz çocukların banyosunda kullanırlardı. Bir kere sabunlandık mı o yeterdi. Analarımıza göre sabun bitmemeli, uzun süreli dayanmalıydı. Annenin babanın yatağı ayrı olurdu. Odanın bir köşesine serilirdi. Evin en küçüğü olan çocuğu koyunlarına alarak yatarlardı. Üşüyüp hastalanmasın, bizim sıcağımızda yatsın. O daha küçüktür kendini ısıtamaz diye. Diğer kardeşlerin yatağı da anne baba yatağının alt tarafına, ya da yan tarafına serilirdi. O yıllarda hiç olmayan ailenin dört beş çocuğu olurdu. Her çocuk için ayrı bir yatak serilmezdi. İki kardeş bir yatakta başlı, kıçlı olarak yatarlardı. İşte o çok soğuk kış günlerinde soğuk köy odasında bizleri ısıtan ve soğuktan koruyan tek şey, o başlı kıçlı, olarak yattığımız yün yataklarımızdı. Yatağa girdikten hemen sonra başlarımızı yatağın içine çeker bir müddet bu şekilde kalırdık. Bu vaziyet vücudumuzun daha kısa zamanda ısınmasını sağlardı. Çok geçmez vücudumuz ısınca da gözlerimize tatlı bir uyku inerdi. Yorganın altında hava alıp verecek bir yer açar, hemen uykuya daladık. O uyku öyle tatlı olurdu ki sabah olur gözlerimizi daha uykudan açamazdık. O kış günlerinin sabahları yattığımız odanın içinin soğukluğunda hiçbir değişiklik olmazdı. Hatta sabaha karşı daha da soğuk olurdu. Ellerimizi ayaklarımızı dışarı çıkartsak hemen üşürdük. Yataktan hiç çıkmak istemezdik. Ta ki anamızın o soğuktan tandırda pişirerek tereyağlı içi patatesli bulgur pilavı ya da pancar çirterek yaptığı o tatlı pancar yemeğinden ya da kuymak yemeğinden birini getirip önümüze konuncaya kadar. Yediğimiz yemekler hep aynı türden yemeklerdi. O yılların fakirliğinde ya da yoksulluğundan olacak ki analarımızın yemek malzemeleri çok sınırlıydı. Onlar kıtlık görmüş, zorlukların insanlarıydı. Pişirecek malzeme bulamadıkları zaman bile yufka ekmeği sıcak suda ıslatırlar, kuymak yaparlar, üzerine de içinde soğan soldurduğu tavadan tereyağı dökerek buğusu üstünde tüten sıcak bir kuymak yemeği ortaya koyarlardı. İşte o zaman yataktan kalkar yer sofrasında yemeğin kenarına sıralanırdık. Burcu burcu tereyağı kokusunun odayı doldurduğu o kapta hangisi bulunuyorsa pilavın, pancarın, kuymağın üzerine böldüğümüz yufka ekmeği sererek sokum yapar o yemeği büyük bir iştahla yerdik. Hele bir de bu yemeğin yanına gözlerimizi yaşartan, irisinden, büyüğünden bir baş acı soğan bulduk mu değme gitsin yemeğin tadına ve bizim keyfimize… Yemek kabının dibini bile sünnetlediğimizden o kabında bir cimdik bulaşık kalmaz, kap yıkanmış gibi sofradan kalkardı. Karnımız doyunca üşümemiz gider, kendimize gelir akşama kadar bir daha yatağa girmezdik. Sofra ortalıktan kalktıktan sonra anamız yerde serili olan ağır yünden döşekleri yorganları dürer, büker omuzuna kaldırarak götürür, odanın duvarın gömülü yatak yüklüğüne üst üste kayardı. Bizde yastıkları yüklüğe götürür anamıza yardımcı olurduk. İç bitince de yüklüğün perdesi çekilir yataklar perdenin gerisinde kalır, görünmez olurdu. Daldım, yine o zor olan yıllara gittim. Ne zordu o yıllar. Hem de ne çok zor… Şiir, o yıllara atfen o duygulara yazılmıştır.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!