Çocuk, eskiden güzel eğitilirdi
Eti senin, kemiği benim denilirdi
Çocukla beraber, okula gidilirdi
Sevgi ve saygı, hep öğretilirdi
Eskiden her şey, daha çok güzeldi
Uyduruk sevgi yok, gerçek aşk ezeldi
Eğriler, doğruların karşısında düzeldi
Aşkla hesaplaşmalar bile, bir değerdi
Eski günler bir başkaydı, zembiliyle
Pazardan file ile değil, torba ile
Alış verişler yapılırdı, sen bil diye
Şimdi her şey ortada, fakir almasın diye
İster ağa ol, ister paşa ol, hep hat tini bil
Mevki, makam kurtaramaz, cehenneme sokar dil
Hep önde olayım deme, sonra arkana takarlar zil
Musalla taşında olunca, günahını silebiliyorsan sil
Yemek pişirdiğinde, mutlaka komşuna ve çevrene ikram et
O aç iken tok yatan, bizden değildir, bunu tefekkür et
Mangalın kokusuyla hesap olarak yeter, pişirdiğin et
İmana ererek cennete girmek, işte buna daima şükür et
03.04.2012
Fikret GÜRSOY
ARAŞTIRMACI-YAZAR-ŞAİR-RADYO VE TV PROGRAMCISI
İSTANBULDA BULUNAN BÜTÜN ADLİYELERDE DÖRT DALDA
UZMAN BİLİRKİŞİ
Kayıt Tarihi : 3.4.2012 22:34:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
29 Harfte Çocuk Eğitimi A- AKIL VERMEYİN B- BAŞKALARINA BENZEMESİNİ BEKLEMEYİN C- CİDDİYE ALIN Ç- ÇİMLERE BASMASINI SAĞLAYIN D- DENEMESİNE İZİN VERİN E- EMPATİ KURUN F- FİKRİNİ SORUN G- GURUR DUYDUĞUNUZU SÖYLEYİN H- HAYALLERİNİ SORUN I- ISRARCI OLMAYIN İ- İNATLAŞMAYIN J- JEST YAPIN K- KUCAKLAYIN L- 'LÜTFEN'Lİ KONUŞUN M- MODEL OLUN N- NE İSTEDİĞİNİ SORUN O- OYUN OYNAYIN Ö- ÖZÜR DİLEYİN P- PAYLAŞIN R- RİCA EDİN S- SORUMLULUK VERİN Ş- ŞANS VERİN T- TUTARLI OLUN U- UTANDIRMAYIN Ü- ÜZÜNTÜLERİNİ PAYLAŞIN V- VAKİT AYIRIN Y- YÜREKLENDİRİN Z- ZEVKLERİNİ ÖĞRENİN Bir Aşkın Hesaplaşması! Karanlık uzun bir yol, hava serinledi, saate bakmadım, kim bilir kaçtı? Beynimi kemiren düşüncelerden kurtulmam lazımdı. Arabaya atladım, bilinçsizce sürdüm. Sonunda kendimi, ait hissettiğim, ne zaman gelsem huzur dolduğum bu sahil kasabasında buldum. Küçük bir otelin odasındayım. Balkondan, yüreğim kadar karanlık denize bakıyorum. Dalgakıranın ucunda yanıp sönen şu fener de olmasa, uzayda sonsuzluğa bakıyormuş hissi verecek. Neden buradayım? Çünkü aşka yakın durduğumda da uzağım. Yenik düştüm! Siz çaresizlik nedir bilir misiniz? Hani ne yapsanız olmaz, her yolu denersiniz bir yere ulaşmak için ama yürüdüğünüz sokakların hepsi çıkmazdır. Aşamayacağınız duvarlarla örülmüş yol bitimlerinden geri dönersiniz. Umudunuz varsa, başka yollara koşarsınız, oradan olmazsa buradan, bir ışık ararsınız. Sonunda hiçbir yere ulaşmayan caddelerde nefes nefese koşmaktan yorulup, bir kaldırımın kenarına oturursunuz soluklanmak için. Gücünüz tükenmiştir. İşte, ben burada, o kaldırımdayım. Hevesim kursağımda kaldı. Oysa ne büyük hayallerim vardı. Birlikte yaşlanacaktık mesela; sabah kahvaltılarında, “gazeteyi indir de yüzünü göreyim” diye sitem edecektim. Geceler boyu soluksuz sevişmeler yaşayacaktık. Ne zaman dokunsam, öpsem, içim titreyecekti. Hiç bozulmadan sevecektim. Aşkımı parçalamadan, çatlatmadan büyütecektim. En az, ilk gün kadar sevecektim. Zaman geçtikçe azalmayacaktı, tam tersi her uyandığımda yüzüne bakıp, yeniden ve daha çok âşık olacaktım. Beni kızdırdığında, naz yapacaktım. Gelip omzumdan öpecekti bulaşık yıkarken, belimden sarılıp, kulağıma sevdiğini fısıldayacaktı. Gülümseyecektim. Ne kızgınlığım kalacaktı, ne sitemim; kadın olmanın tadını çıkaracaktım. Yoldan topladığı papatyaları getirecekti iş dönüşü, ben de en sevdiği yemeği pişirecektim. Günün dedikodusunu yapacaktık sofrada, kitap okuyacaktık sonra koltuğa yayılıp; serin bir bahar akşamında battaniyeyi paylaşacaktık. Ezan okunuyor. Bu gece de sabaha ulaşmak üzere fark etmeden. Kaç paket sigara, kaç hesaplaşma ve ne kadar gözyaşı sığabiliyor bir geceye, hayret! Güneşin kaybolduğu zamanlarda daha çok acı sıkışıyor gökyüzüne. Geceyi bu yüzden seviyorum, kollarında kim bilir benim gibi kaç kahretmiş saklıyor? Gözümden dökülen yaşlar klavyenin tuşlarını ıslatıyor. Bir sigara daha yaktım. Dumanını içime çektikçe sona yaklaşıyorum. Düşünüyorum, acaba şu sigara denen illet, kalbe aşktan fazla mı zarar veriyor? Bırakacaktım ama vazgeçtim. Ne de olsa yüreğimi daha çok kavuran bir şeyin tiryakisiyim, aşkın! Buradan döndüğümde elimde bir kararım olmalı, ne yapacağım? Sabredip, emek verip, biraz daha aşk dilenciliği yaparak susmalı mıyım? Dayanırsam, düzelir mi? Çok çabalıyorum, bir adım bile ileri gidemiyorum. Tükeniyorum, hevesim sönüyor. Oysa her sabah tazelenmiş bir aşkla açıyorum telefonu, yine günaydın diyorum sevinçle ama olmadığında olmuyor işte! Özlemlerim bile soldu. Belki de ikimiz aynı aşka bakmıyoruzdur. Bu yürek hesaplaşması, ayrılmaktan da zor. Bitirmek ağrıma gidiyor. Böyle koyu bir aşkla doluyken yüreğim; ilgisizlikten, kırılmaktan, yoksunluktan kirlenmesi zoruma gidiyor. Göz kapaklarım ağırlaştı. Sızıp kalmak istiyorum, belki de hiç uyanmamak. Kim bilir bu yorgun kalp taşımaz bir günü daha? Bunca sarsıntıdan sonra, hala bir karar veremedim, gidecek miyim, kalacak mıyım? Bu aşk kitabının yazarı nerede yahu? Aklımla kalbim arasındaki hesaplaşma bitmedi hala. Bitecek gibi de durmuyor. Şu çok sevdiğim filmde, kahramanın söylediği gibi basit aslında:“Aşkın muhasebe defteri yok. Alacağın varsa, kalbine yazacaksın! ” Eskiden, '' Kendi yaptığın iyiliği unut, sana yapılan iyiliği unutma '' telkini ile çocuklar terbiye edilirdi. Anneler çocuklarına arkadaşları imrenmesin diye sokakta yemiş yememeyi öğretirdi. Bir arkadaşım, Çocuklarından biri sokakta oynarken, ekmek üzerine yağ ve reçel sürmesini istemiş. Arkadaşım, '' Yiyemeyen de vardır '' diyerek çocuğunun isteğini geri çevirdiğini anlatmıştı. Eski insanlar belki alamayan vardır diye başkalarını da düşünürdü. Bugün ise reklamlarda çocuklar en çok isteyecekleri şeyleri görüyor. Televizyon reklamları, sürekli almayı teşvik ediyor. Kim bilir kaç anne baba çocuklarına onları alamamanın ıstırabını yaşıyor. Başkalarının duygularını hiç önemsemiyoruz. Hâlbuki edep, hiç kimseyi üzüntüye sevk etmemektir Geçmiş yıllarda, başkasını imrendirmemek için o kadar itina gösterilirdi ki eve alınan yiyecekler kese kâğıdına konulur, zembille taşınırdı. '' Zembil '' kelimesinin '' Sen bil'' den kinaye olarak söylendiği anlatılırdı. Yani içindekini sadece sen biliyorsun. Göstererek teşhir etmiyorsun. '' Zembil '' yoksa evin erkeği, kese kâğıdını, büyücek bir mendile sarar, evine öyle götürürdü. Her halükarda saklamak ve gizlemek esastı. Şimdi, şeffaf naylon torbada turfanda meyveleri taşırken alamayanları pek hatırlamadığımız hayat; sadece haz almak değil, merhamet, paylaşmak ve şefkat üzerine kurulmuştur. Köyün ağasıydı, dededen, babadan kalma bir zenginlikti onunki. Malları da, namı da ata yadigârıydı. Varsın olsun. Ona göre, sorun yoktu. Zira onu köyün bir numaralı adamı yapmaya yetecek kadar malı da vardı, namı da... Ağa demek, bir bakıma, köyün padişahı demekti. Sözünün üstüne söz gelmezdi. Hele bir gelsin; getiren ya anında özür diler, ya derhal karşısından kalkardı. Hele kalkmasın; başkaları kaldırırdı. Hele kaldırmasınlar; ağa yapacağını bilirdi. Önünde yürüyen de olmazdı, ardından konuşan da. “Ağa”ydı bugüne bugün. Köy küçüktü gerçi, ama ağa büyük adamdı. Her şey iyi hoştu da, ağanın ağzının tadını kaçıran bir sorun vardı. O da hallolsa, hiçbir sorun kalmayacaktı. Ağa, köyün imamından yana dertliydi. Gerçi kendisinin namaz-niyazla fazlaca işi yoktu. Allah'ını bildiğini, çok sevdiğini söyler; “Yalnız, Allah'la kul arasına girmeye gerek yok” diye eklerdi. Namaz, onunla Allah'ı arasında bir meseleydi. Yine de, köyün camisine hiç uğramamak olmazdı. “Gâvur değiliz herhalde.” Ağa, her Cuma günü en yeni giysilerini giyer, abdestini alır, etrafına toplananların önüne düşer, caminin yolunu tutardı. Yolda beride görenler selam verir, cami kapısında ise köylüler ona yol açarlardı. O da selamları karşılar, kendisine açılan yoldan gururlu bir eda ile ilerler ve en ön safa kurulurdu. Bu arada, kendi safındakilerden bir adım ileride durmayı da unutmazdı. Buraya kadar sorun çıkmazdı da, sorun bundan sonra başlardı. Zira hutbesini bitirir bitirmez minberden inen imam, kalabalığı yara yara öne doğru ilerler, tam da ağanın önüne yerleşirdi. Her Cuma tekrar tekrar yaşanan bu durum ağayı elbette memnun etmiyordu. Ağalık otoritesini rencide eden bu durum, ağa kadar, oğlunun da canını sıkıyor olmalıydı ki, bir keresinde, “Niye babamın önüne geçiyorsun? ” diye çıkışmıştı imama. İmam oğlunun bu densizliğini ağaya açınca, ağa da ağzındaki baklayı çıkarmadan rahat etmemişti. “Oğlan yanlış yapmış imam efendi, ama sen de fazla önümde duruyorsun. Bu işi düzeltmek lâzım.” Bu görüşmenin üstünden çok zaman geçmeden, sorun, hiçbir ilave sorun çıkmadan çözülüverdi. Ağa, en sonunda, muradına erdi. Artık en öndeydi, üstelik hiç itiraz eden de yoktu. İmam dâhil. İmam, “Er kişi niyetine! ” diyerek cenaze namazına çoktan başlamıştı bile... Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmektedir. Düğün günü çok koyun ve inek kesilir. Et kokuları mahalleyi sarar. Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın, dört yetimiyle yaşamaktadır. Hepsi de günlerdir açtırlar. Kadıncağız, düğün evinin kapısını çalıp, 'ateş' ister. Ancak maksadı başkadır. “Belki yemek verirler” diye gitmiştir. Adam, kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez. Kadıncağız, bir daha gidip 'ateş' ister. Yine eli boş döner. Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez, bu defa acır kadına. Hallerini anlamak için dehlize iner ve dayar kulağını bitişik evin duvarına ve dinler. Yetimcik, annesine yalvarıyor: — Anneciğim, ne olur bir daha git. Belki bu sefer bir şey verirler. Kadın ağlamaklıdır: - Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum. Adam bunu duyar. Kalbi sızlar. Güzel bir 'Sofra' hazırlatıp, gönderir evlerine. Ve dehlize inip, dinler yine. Yetimlerin en küçüğü dua ediyor: - Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et! Onu imanla şereflendir! Ardından; - Âmiiiin! Sesleri yükselir. O anda, kalbi döner ateşperestin. Ve 'Şehâdet'i getirip imanla şereflenir. Nitekim Sadaka, belâyı önler. Ama dua, kaderi değiştirir! Buyurmuştur büyüklerimiz Dua almaya bakın. Sevgili Allahım,

Bu güzel siirinizi ve emeginizi 10 puanimla kutluyorum.
Selamlar.
Şiirlerinizin hikayeleride çok güzel..
Tebriklerimle..Esen kalın..
TÜM YORUMLAR (8)