Eser 2 Şiiri - İbrahim Şahin 2

İbrahim Şahin 2
532

ŞİİR


24

TAKİPÇİ

Eser 2

NE MUTLU TÜRK GENÇLİĞİ’NE

Aylardan Mart, soğuk demire işleyen cinsten…. Toprak hendek hendek oyuk. Her toprak parçası bir cephe. Eli silah tutan koşuyor cepheye, adı Mehmet, daha adı konulmamış nicesi.. Silah bulan silahıyla, bulamayan, taş sopasıyla..Kiminin ayağında çarık, kimi yalın ayak…
Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir titriyor… Titrek el tetikte. Seriliyor her teltikte düşman yere. Düşüyor arkaya yorgunluktan bir asker geri, adı şehit. Anbean kurşun, dağılıyor beden; kol bacak, adı şehit. Doluyor her oyuk, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna.

Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları…

Bir şehit, bir şehit daha… Her şehit Mehmet Akif’e yazdırıyor ilk dizelerini, ‘’ Bir hilal uğruna Yarap ne güneşler batıyor.’’

Yer gök inliyor, yer gökte top, tüfek yankısı… Top tüfek yankısı dövüyor komutanın emrini, komutanın emri dövüyor top tüfek yankısını ‘’ Ya istiklal Ya ölüm! ’’…

Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
Kurşun metelik. Bayrağı tutan son Mehmetçik cepte, bir komutan cepte. Son mehmetçik bayrağı dikiyor tepeye. Son mehmetçik, Mehmet Akif’in yüreğinde ‘’ Korkma sönmez buşafaklarda yüzen alsancak/Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak’’ dizeliriyle yer edinir.
Arif Nihat son dizelerini yazar,
‘’Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye
Yattığı toprak belli
Tuttuğu bayrak belli
Kim demiş meçhul asker diye’’

Günler ayları, aylar yılları kovalar. Dalgalanan bayrak her geçen gün yedi düveli çıklgına çevirir. Ağızlarında aynı cümle, ‘’ O bayrak ineceek! ’’ Yedi düvel tek yürek, yedi düvel tek bilek. Yedi düvel ortak karar alır, ‘’ Dört cepheden Anadolu işgal edilecek, taş üstüne taş, dalgalanan tek bayrak bırakılmayacak.’’

Yedi düvel yedi cephe Anadolu işgal… Anadolu panik, Anadolu şaşkın...

Mehmet Akif’in yüreğinde,
‘’ Doğacaktır sana vaad ettiği günler hakkın
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın’’ dizeleri filizlenir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün dudaklarından’’Geldikleri gibi giderler.’’ sözü bir ok, bir mermi ucu gözükür..

Yıllar yılları kovalar...Aylardan Ağustos, hava sıcak mı sıcak, Kasıp kavuruyor sıcak. Toprak hendek hendek yarılı… Koşuyor cepheye Çanakkale’den sağ kalan gazisi, genci- ihtiyarı. Koşuyor cepheye yeni yetişen eli silah tutan tüyü bitmemişler.
Doluyor her hendek, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna. Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.

3O Ağustos şafağı, şafağı saran ‘’Zafer Güneşi’’ cihana bedel. Cihanın şanı, cihanın süsü. Tepelerde dalgalanır bayrak. Ve ‘’Geldikleri gibi giderler.’’
Mehmet Akif son dizelerini yazar,
‘’Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal! ’’

Komutan, ününe ün katan komutan, Mustafa Kemal Atatürk; emri değiştirir,’’ Ya istiklal ya istiklal! ’’

Mustafa Kemal Atatürk, Ankara yolunda…

Mustafa Kemal Ankara’da, 29 Ekim’de Zafer güneşini taçlandırırır. İstiklalin adını koyar. Adı; ’’Cumhuriyet.’’

Doksan iki yıl, Türk Gençliği, aynı duygularla aynı cümleleri tekrarladılar,’’ Ne mutlu Türk Gençliği’ne, o bayrağı tutan birler, bugün binler miyonlar… Ne mutlu Türk Geçliğine Cumhuriyet gibi bir yüce değerin emanetçisi, bekçisi. Ne mutlu Türk gençliğine, yıllar önce Şehitler Tepesi’ne dikilen bayrağın gölgesinde barınır, Cumhuriyet Güneşi’nde aydınlanır. Ufuklara aydınlık bakar.’’’

‘’’Ne mutlu Türk Gençliği’ne o bayrağı taşır elden ele.’’

‘’’Ne mutlu Türk Gençliği’ne doksan iki yıldır aynı marşı söyler.’’

‘’Dalganan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal’’

2
ŞEHİDİN İLK DAMLASI VATANINA SON DAMLASI OCAĞINA DÜŞER

Salih’in evi alışıla gelmiş günlerden farklı bir gün yaşıyordu. Salih’in büyük oğlu, küçük oğlu Can’nı öpmüyor, Can’la oynamıyordu. Abisi Can’nın tanıdığı tanımadığı büyüklerin elini öpüyordu, abisini büyükler öpüyordu. Abisini annesi öptü. Annesi hıçkıra hıçkıra ağlıyor, dönüp dönüp abisine sarılıyor. Abisi, annesinin elini öpüyor. Abisi, babasının elini öpüyor, babası abisini. Abisi Can’ı öpüyor. Can şaşkın.. Abisi. ‘’Hoşcakalın.’’ diyor. El sallıyor. Abisi gözden kayboluyor.

Anne, ağlamaya devam ediyor. Baba sesizliğe bürünmüş, bakışlar durgun. Eş dost akraba,’’ Allah kavuştursun.’’ diyor. ‘’Sayılı gün tez biter.’’ diyor. ‘’Allah sağ salim dönüşünü nasip etsin.’’ diyor. Annesi soruyor, ‘’Kınalı kuzum sağ salim döner mi? diyor. Eş- dost, ‘’ İnşallah.’’ diyor.

Can, olan biteni anlamaya calışıyor. Kulaklarında büyüklerin sözleri yankılanıyor. Sözler peş peşe, ‘’ İnşallah, şaş Allah, sağ sağ, salim, salime, selim….’’, ‘’Kınalı kuzu.’’ İyi de evde kınalı kuzu yok. Can’ın bildiği bir tek miyav var.
Komşular dağılmış evde ağlayan bir anne, şaşkın Can, evin duvarı ile bütünleşmiş bir baba..

Can, babasının kucağına oturuyor, gözlerini babasının gözlerine dikiyor. Baba tepkisiz. Can sorar,
- Baba, annem niçin ağlıyor?
- Oğlum abini askere yolladık.
- Askerlik kötü bi şey mi?
- İyi bir şey oğlum.
- Annem niye ağlıyo?
- Annen sevinçten ağlıyor.
- Abim ev karanlık olunca evimize gelmeyecek mi?
- Gelmeyecek oğlum.
- Sabah olunca gelecek.
- Sabahta gelmeyecek oğlum.
Can’da bir hıçkırık, bir hıçkırık… Annesinin ağlamasını bastırdı. Anne sustu. Anne sordu,
- Niye ağlıyorsun benim bir tek yağrum.
- Abi getdi, beni payka kim götürecek, kim oyuncak alacag, ben kime abi diyecem?
- Gelecek oğlum gelecek.
- Ne zaman?
- Askerliği bitince yavrum.
Can’da göz damlaları durur, yüzde kalanları kolu ile siler. Ağlama yerini tireyen sözcüklere hecelere bırakmıştır. Can, babaya döner, soruları peş peşe hecelerle sorar,
- Aa- as- as, aske, askerlik ne?
- Oğlum, askerlik, bir çocuğun büyümesi erkek olmasıdır. Bak, abin büyüdü, asker oldu, sen de büyüyeceksin, asker olacaksın.
- Ben büyecem mi, asker olicem mi?
- Büyeceksin, asker olacaksın oğlum.
- Ben çook mama yeyecem, çook büyicem, asker olup abiye gidecem.
Anne devreye girer, Can’a ‘’Ben sana mama yediriyim çabuk büyü, Mamayı yer uyursan çabuk büyürsün’’ diyor.

Can uykuda… Can derin rüyalarda yüzüyor... Can asker elbisesi giyor. Can silahını tutuyor… Can çığlık atıyor, ‘’ Silah, boyumdan böyük! Silah ağır, galddıramıyom! ’’ Çığlık seslerine annesi uyanıyor. Ne de olsa anne… Öpüyor, okşuyor… Can derin uykuda… Can derin rüyada…. Can asker… Can koşuyor.. Can çığlık atıyor, ‘’Düşman gacma! ’’

Sabah, can kahvaltıda… Yemediklerini yiyor… Yiyor, yiyor… Annesi,
- Oğlum yavaş ye, boğazına tıkılacak.
- Çok yiyecem, yiyecem yicem. Böyicem, asger olicem.
Can, bahçede, sokakta. Tek başina askercilik oynor. Birini bulursa hemen,
- Benle asgercilig oynin mi?
Derse ki arkadaşı ‘’Oynayalım.’’ Can,
- Sen düşman ol, ben asger. Sen gac, ben seni yakaliyim.
Ola ki arkadaşı, ‘’ Ben asker olacağım. ‘’ Can kabul ediyor. Maksat askercilik oynamak.

Artık Can’ın tek oyunu askercilik. Tek rüyası askerlik. Can asker olacak.

Babası, Can’a asker elbisesi alıyor. Can elbiseleri giydi. Can’da sevinç tarifsiz. Çok geçmeden Can’dan ilk soru geliyor,
- Baba, hani benim silagim? Silagsiz asger oliy mi?
Baba bilİyor, silahsız asker olmaz, baba biliyor silah ölüm. Baba Can’ın dünyasında oyuncak da olsa silah olsun istemiyor.
Can soruyor,
- Hani benim silagim?
Babası,’’ Silah düşmana kullanılır, burda düşman yok. Silahı asker olunca sana verirler, hele sen bir büyü.’’
- Çok yemek yiyicem, büyicem.
Günler geçiyor. Can yiyor, Can büyor. Can soruyor, baba cevaplıyor.

Can askercilik oynuyor. Annenin gözü televizyonda, kulağı şehit haberlerinde. Her şehit haberinde gözünün önüne kınalı kuzusu gelir. Her şehit haberinde yatak odasına çekilir, çığlığını içine atar, gözyaşını yanaklarında süzer.

Anne yerinden fırlar,’’Allah kahretsin yine şehit, yine şehit! ’’ Can, babaya sorar,
-Şehit nedir?
Baba, çaresiz. Sözcükler boğazında düğümlenir. Can, sorar,
- Şehit kime denir?
Baba tane tane anlatır,
- Askerde vatan uğruna (bir türlü ‘’ölen’’ sözü çıkmaz ağzından)
- Her asker şehit midir?
- Değildir oğlum. Sadece ölen şehittir.
Artık her şehit haberinde bir asker öldüğünü Can da anlamaya başlamıştır. Her şehit haberinde, babasının bakışlarındaki değişikliği, annesinin gözündeki yaşları anlamaya başlamıştır. Kısacası abisinin ölüm korku tohumları Can’ın yüreğine de serpilmiştir.

Can’ın’’Aasker olacağım.’’ çığlıklarına bir yenisi eklenmiştir. ‘’Abimi ben koruyacağım. Abim ölmeyecek.’’
Can’ın soruları değişmiştir,
- Abim ne zaman gelecek?
- Az kaldı oğlum.

…………………..

Günler geçmiş, ‘’Ne zaman? ’’ sorularının yerini kaç gün kaldı? ’’ Soruları almıştır.

Günler azalmış azalmış… Günler bir rakamına düşmüştür. Her açılan kapıda yüreklere‘’ Abi geldi.’’ beklentisi çöreklenmiştir.
Akşam çalan telefon, sayılan bütün günleri sele verdi. Telefonda abi diyor ki ‘’Teskere bıraktım. Onbaşı oldum.’’ Babanın yalvarmaları, annenin çığlıkları fayda etmedi.
Anne ağlıyor, Can soruyor,
- Abi şehit mi oldi?
Baba cevaplıyor.’’ Şehit olmadı, onbaşı oldu.’’ Can soruyor,
- On başli mi oldi, başi kesildi?
- Oğlum onbaşı komutan. Abi askerliği bitirdi komutan oldu.
- Ben asker olunca on başli olicem mi?
- Sen binbaşı olacaksın.
- Bin başli bin gişinin gomutani, on başli on gişinin, ben binbaşli olicem.

Can, oyun oynamyor. Can ‘ Gomitanlar oyun oynamaz.’’ diyor.

Annenin gözü telefizyonda, kulağı şehit haberlerinde...

Annenin gözünde eksilmeyen gözyaşları… Can’da bitmeyen teselliler,’’Ben bin başli olicem, abimi goriyecem.’’
………….

Can okulda…
Can artık. Binbaşı diyebiliyor. ‘’ Okuyacağım, binbaşı olacağım.’’ diyebiliyor.

Can’ın ‘’Binbaşı olacağım.’’ deyişi bir gün sürmüştü. Akşam eve geldiğinde abisinin şehit haberi geldiğini öğrendi. Ev mahşer yeri…
Can annesinin ağladığını her gün görmüştü. Babasının ağladığını ilk defa. Babası hem ağlıyor, hem haykırıyor,’’Ben öldüm! ’’ Can karşılık veriyor. ‘’Baba sen ölmedin, abim öldü.’’
Baba,
- Şehidin ilk damlası vatanına, son damlası ocağına düşer. O damla beni her gün öldürür. ‘’ Şehit bir gün, analar babalar her nefes ölür.’’ ‘’ Ben öldüm, ben öldüm...’’
Can kendi kendine’’ Abi öldü, baba öldü. Anne öldü. Ben daha yaşıyor muyum? ’’
Sahi Can yaşıyor mu?
Sahi yaşayan bedenler kaç ölü taşır can bedenlerde?

3

SEVİNÇ GÖZYAŞLARIM YALNIZ DEĞİL

Aylardan Ekim. Okul açılalı nerdeyse iki ay oldu olacak. Sınıftaki birbirimize yabancı bakışlar gitmiş yerine kanka bakışları gelmişti. Nerdeyse ‘’ Ben kül yutmam.’’ diyebilecek derecede disiplinli öğretmenin dersinde bile kaş gözle, parmak ucu gösterişlerle, parmak sallayışlarla, kırk dakikayı bölmeden sohbeti dolu dolu, koyulaştırabiliyorduk. Enstrümental edasıyla vücutumuzun bütün uzuvlarını kullanabiliyorduk. Kulak öğretmende, elin biri arkadaşımızın omuzunda, öbürü başka bir arkadaşın sırtında; gözün biri sol çapraz, öbürü sağ çapraz…

Tatlı gülüşler, tatlı bakışlar bir anda açılan kapı ile buza kesti… Ders edebiyat. Ders aynı, dersin öğretmeni aynı. Dersin öğretmeninin sınıfa bakışı farklı. Her bakış nerdeyse bütün sınıfı göz merceğinde hapsedecek. Sınıfın bütün bakışları öğretmene odak. Şaşkınlık; bu değişikliğin sebebi ne diye. Meraklar öğretmenin ağzından çıkacak ilk sözde… Öğretmenin ağzından ilk söz çıktı, ‘’ Bugün edebiyat dersi işlemeyeceğiz.’’ Sınıfın bir olan şaşkınlığı, bin oldu. Mülaim aşk gazelleri okuyan öğretmen gitmiş, yerine kahraman edaları ile kükreyen biri gelmişti. Öğretmen esip gürlüyor,
- Arkadaşlar, biliyorsunuz bu hafta Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayacağız. Ben sizlere bugünün kıymetini bilmeniz için, bugünlere nasıl gelindi onu anlatacağım. Yurdumuz Kurtuluş Savaşı’ndan yıllar yıllar önce; bölünmeye, işgal edilmeye başlanmıştı.
Öğretmen Balkanlar’dan başlıyor bölünmeyi anlatmaya, iniyor Arap Yarımadası’na. Geçiyor Adalar’a. Adanın - Sınıfta her sıra bir ada- birinden birine zıplıyor.
Öğretmeni hep edebiyat öğretmeni bilmiştik. Tarihe olan ilgisi, geniş bilgisi bizi şaşrttı.
Derste öğretmenin gözüne girmeye çalışanlar atılıyor sahneye,
- Çanakkale Savaşı…
- I. Dünya Savaşı….
Öğretmen aldırmıyor, sözünü böldürmüyor, kendinden emin tavrıyla sürdürüyor,
- Balkan Savaşları’na inin inin! Diyor.
- İndik öğretmenim.
Öğretmen, enine boyuna anlatıyor, Balkan Savaşları’nı.. Ömer Seyfetin’i soruyor,
- Bildik.
- Okuduk diyenler.
Öğretmen, ‘’Okuduklarınız yetmez. Ben size bilmediklerinizi, okumadıklarınızı anlatacağım diyor. Millî Mücadele’yi Ömer Seyfettin başlattı.’’
Sınıfın öğretmenin tarih bilgisine olan hayranlığı bir anda sönüyor.. Gülüşmeler başlıyor… Alaya alma girişimleri başlıyor,
- Öğretmenim, Ömer Seyfettin Mareşal miydi?
Öğretmen, gayet sakin, kendinden emin, ‘’ Mareşal değildi ama üsteğmendi.’’
- Öğretmenim, savaşa üsteğmenler mi karar verir?
Öğretmen anlamıştır, soran öğrencinin üsteğmenle mareşal arasındaki farkı bildiğini, sorunun alaycı soruluşunu. Sakinliğini bozmadan, bilgisine gölge düşürmeden cevabını vermeyi sürdürür.
-Evladım, Millî Mücadele’yi Ömer Seyfettin başlatmıştır. Ömer Seyfettin başlatmıştır ama kılıcıyla değil. Millî Mücadele’yi başlatmak için kılıcını bırakmıştır hatta silahını da.
Sınıfta bir gülme… ‘’Don Kişot’’ diyenler..
Öğretmenin tavrında değişiklik yok. Aynı sakinlik aynı bilgelik,
Ömer Seyfettin Don Kişot gibi ata binerek de Millî Mücadele’yi başlatmadı.
- Ama öğretmenim başlatsın, zil çalacak.
Öğretmen anlatıyor,
- Ömer Seyfettin, Millî Mücadele’yi kalemi ile başlatı. Sonra Üsteğmen rütbesiyle ordudan istifa ederek ayrıldı. Genç Kalemler Dergisi’nde ‘’ Yeni Lisan makelesi ile Türkçe’nin bayrağını dalgalandırdı. İşte o bayrak bizi dalga dalga, adım kurtuluşa götürdür. Dalga dalga, adım adım bugünlere getirdi.
Öğretmen, derginin Millî Mücadele’deki rolünü, Millî Edebiyat’taki rolünü üstüne basa basa anlatıyor.
Sınıfın alaycı girişimleri bir anda bitiyor. Yüzlerde bir suçluluk duygusu, bir mahçubiyet..
Öğretmen sakin, öğretmen bilge… Öğretmen dakik. Öğretmen ‘’Savaşı başlatsın.’’ diyen arkadaşımıza,
- Birinci ders savaşı başlattık, ikinci ders bitireceğiz diyor ve zil çalıyor. Öğretmen sınıftan çıkıyor. Sınıf, ilk defa sınıfta. Sınıftan çıkan tek kişi, yok. Kimi mahçubiyetinin şoku altında, kimi mahçubiyetini bastırma adına espriler yapıyor,
- Kemalciğim, üsteğmen mi büyük, mareşal mi?
- Kemalciğim, Don Kişot ata mı bindi, eşeğe mi?
İkinci dersin başlaması ile hepimiz kendimizi savaşın içinde bulduk. Öğretmen tüm cepheleri sayıyor, saymakla yetmiyor betimliyor… Alay, tabur, bölük, manga sayıyor da sayıyor. Nerde ise isim isim sayacak. Askerin elbisesine, matarasındaki suyuna, susuzluğuna, karavanada çıkan, çıkacak yemeğe sayıyor da sayıyor… Şehitlerin çetelesini tutuyor. Edebiyat derslerinde öğretmenimiz dramatizeyi yazdırrıp anlatırken böyle değildi.
Emirler veriyor’’ Hücum! ’’ çıkartığı top sesleri top sesinden biraz daha sahice. Sesten bazı arkadaşların başlarını sıraya koyduklarını, sıranın altına saklandıklarını söylersem durum daha anlaşılır kılınacak. ‘’Güm, Güm, gümmm! ’’ ‘’Gitti on kişi, bin kişi.’’ ‘’ Bayrak göndere! ’’
‘’ Çanakkale Geçilmez.’’
‘’İstanbul işgal altında’’
‘’Geldikleri gibi giderler’’
‘’Savaşacağız’’
‘’Silah yok’’
‘’ Silah bulunur’’

Samsun- Erzurm- Amasya -Sivas…

İnönü, Dumlupınar, Sakarya derken arkasından 29 Ekim’de Cumhuriyet’i ilan ettik.

Savaş bitti, biz bittik. Kendimi öğrenim hayatımın tamamından daha yorgun hissettim. Deyim yerinde ise öldük öldük dirildik.. İlk defa bir dersi yaşayarak böylesine beynimize kazıdık, ruhumuza yamadık.
Öğretmen savaşı kazanmış edasına bürünüp sınıfa döndü,
- Ben bu sınıftan bir tekinizin, bu yılki kutlamalar için anlattıklarımı yansıtabilecek, dinleyenlere bugünlere nasıl gelindi, yarınlara nasıl bakılması gerektiği vurgusunu verebileceğine inanıyor, inanmakla kalmıyor bekliyorum.
Öğretmenin sözünü duyanlar, öğretmenle göz göze gelmekten kaçındı, çoğu başını sıraya dayadı.
Öğretmen, yine bizi şaşırttı. İlerleyen yaşına rağmen çevikliği ile neden nasıl niçin olduğunu anlamamıza fırsat vermeden masasının üzerine zıpladı. Gözleri ile bizleri süzdü,
- Arkadaşlar, sözlü yapmıyoruz, sıranın altlarında saklanmanıza gerek yok. Bu özgüven ister, gönül ister. Vatan sevgisi rica minnetle olmaz.
Öğretmenin masadaki duruşu, derste anlattıkları birden gözümün önüne Atatürk’ün Kocatepede’ki anıtını getirdi ve aklıma Nazım Hikmet’in dizelerini… Kendimi tutamadım haykırdım,
- Öğretmenim, Kuvâyı Milliye’den bir dörtlük okuabilir miyim?
Kuvâyı Milliye sözünü duyan öğretmenimin yüz çehresi birden bire değişti. Gülümseyen tavır, okşayan sesiyle,
- Oku kızım.
Ben başladım okumaya,
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...

Benim susmamla öğretmen başladı;

Dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...
~ Nazım Hikmet RAN ~

Öğretmen, şiirini okuyup bitirdiğinde göz göze geldik. Bakışını değiştirmeden yanıma kadar geldi, kısık bir sesle ‘’ Görkem, bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ dedi.
Zil çaldı, öğretmen gitti. Öğretmen gitti, nerdeyse aklımdan bütün anlattıkları gitti. Tek kalan,‘’ Görkem, bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ Tek söz, durmadan tekrarlıyor. Nerdeyse tutunmaya destek bulsa Görkem de gidecek, yazı tek başına kalacak. ‘’ Bu yazıyı Görkem yazacak.’’

Akşam eve geldiğimde ilk iş yaşadıklarıımı babama anlatmak oldu. Babamın cevabı tek ve netti. ‘’ Kızım, öğretmenin senin yazacağına inanmasa öyle söylemezdi.’’
Beynimde tekrarlayan söz iki oldu, ‘’ Kızım, öğretmenin senin yazacağına inanmasa öyle söylemezdi, Görkem bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ Söz iki.. Söz iki ayakları üzerinde durabiliyordu. Durabiliyordu, kararlı, ısrarcı hem de dimdik… Görkem yorgun, Görkem, şaşkın… Görkem çaresiz.. Görkem’in çaresizliği yazmamak gibi bir çaresi yoktu. Görkem yazacaktı. Görkem’in aklına birden öğretmenin anlattıkları geliyor bir bir… Görkem alıyor kalemi eline, öğretmenin anlattıklarını yazıyor, ara veriyor, tarih kitaplarını seriyor yere… İnternet sayfalarını açıyor kapatıyor... Görkem tarıyor, sayfa sayfa. Okuyor, okuyor.. Okuyor notlar alıyor… Görkem sanırsınız LYS YGS, KPSS sınavına hazırlanıyor. Bu azim, bu hırs açıkta kalmayacağının göstergesi.
Görkem yazıyor. Görkem, yazısına son şeklini babası ile birlikte veriyor ve yazı son şeklini alıyor,

NEMUTLU TÜRKÜM DİYENE
Aylardan Mart, soğuk demir işleyen cinsten…. Toprak hendek hendek oyuk. Her toprak parçası bir cephe. Eli silah tutan koşuyor cepheye, adı Mehmet, daha adı konulmamış nicesi.. Silah bulan silahıyla, bulamayan, taşı sopasıyla..Kiminin ayağında çarık, kimi yalın ayak…
Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir… Titrek el tetik. Seriliyor her teltikte düşman yere. Düşüyor arkaya yorgunluktan bir asker geri, adı şehit. Anbean kurşun, dağılıyor beden; kol bacak, adı şehit. Doluyor her oyuk, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna.

Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları…

Bir şehit, bir şehit daha… Her şehit Mehmet Akif’e yazdırıyor ilk dizelerini, ‘’ Bir hilal uğruna yarap ne güneşler batıyor.’’

Yer gök inliyor, yer gökte top, tüfek yankısı… Top tüfek yankısı dövüyor komutanın emrini, komutanın emri dövüyor top tüfek yankısını ‘’ Ya istiklal Ya ölüm! ’’’

Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
Kurşun metelik. Bayrağı tutan son Mehmetçik cepte, bir komutan cepte. Son mehmetçik bayrağı dikiyor tepeye. Son mehmetçik, Mehmet Akif’e yazdırır‘’ Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak/Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak’’ dizelirini.
Arif Nihat son dizelerinii yazar,
‘’Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye
Yattığı toprak belli
Tuttuğu bayrak belli
Kim demiş meçhul asker diye’’
…………

Aylardan Ağustos, hava sıcak mı sıcak, Kasıp kavuruyor sıcak. Toprak hendek hendek yarılı… Koşuyor cepheye Çanakkale’den sağ kalan gazisi, genci ihtiyarı. Koşuyor cepheye yeni yetişen eli silah tutan tüyü bitmemişler.
Doluyor her hendek, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna. Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
Mehmet Akif, dizelerini yazar,
Doğacaktır sana vaad ettiği günler hakkın
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın

3O Ağustos şafağı, şafağı saran ‘’Zafer Güneşi’’, cihana bedel. Cihanın şanı, cihanın süsü. Tepelerde dalgalanır bayrak.
Mehmet Akif son dizelerini yazar,
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Komutan, ününe ün katan komutan, Mustafa Kemal Atatürk, emri değiştirir’’ Ya istiklal ya istiklal! ’’

Mustafa Kemal Atatürk, Ankara yolunda…

Mustafa Kemal Ankara’da, 29 Ekim’de Zafer Güneşi’’ni taçlandırırır. İstiklalin adını koyar. Adı; ’’Cumhuriyet’’

Ne mutlu Türk gençliğine, o bayrağı tutan birler, bugün binler miyonlar… Nemutlu Türk Geçliğine Cumhuriyet gibi bir yüce değerin emanetçisi, bekçisi. Ne mutlu Türk gençliğine yıllar önce Şehitler Tepesi’ne dikilen bayrağın gölgesinde barınır, Cumhuriyet güneşinde aydınlanır. Ufuklara aydınlık bakar.
Ne mutlu Türk gençliğine o bayrağı taşır elden ele.
Ne mutlu Türk gençliğine aynı coşkuyla yıllardır aynı mrşı söyler,
‘’Dalganan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal’’

29 EKİM
Tören alanı dolmuş, konuşma sırası bana gelmişti. Başladım yazdıklarımı okumaya başta biraz heyecan… ‘’Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir… Titrek el tetik’’ cümlesini okurken ellerimin titrediğini farkettim.
‘’Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları… ‘’ Cümlesini okurken, arkadaşlarımla, öğretmenlerimle göz göze geldim, birçoğunun gözlerinden damlaların süzüldüğünü gördüm. Gözümü okuduğum satırlara dördürdüğümde farkında olmadan kendi gözlerimden de dökülen gözyaşlarımın satırlarda nokta virgül oluşturduğunu, oluşturmaya devam ettiğini görüyordum.
Konuşmamın sık sık kesilen alkış seslerinde gözyaşlarımın yıkadığı yüzümde gülücükler…Damlalar yerini sevinç tomurcuklarına bırakmıştı.
…………………………………..
Çehrem ebemkuşağı. Kalbim fırtınalı..
Konuşmam bittiğinde, inliyordu alkış sesi… Alkış seslerinin içinde yankıyan ‘’Görkem! , Görkem! ’’ sesleri…
Fırtınayla gelen gözyaşlarım damladıkça artıyordu kalbimde esen fırtına…
Gözlerimden dökülen sevinç gözyaşları soruyordu bana ‘’ Aynı sevinç gözyaşlarını kurtuluşa tanık kaç ’ Mehmetçik’ dökmüştür? ‘’
Bense kendi kendime soruyordum, ‘’ Ömer Seyfettin dökseydi bu sevinç gözyaşlarını, nasıl anlatırdı? . ’’
Tek bildiğim mavi bulutlarda beliren siluette gülümsüyordu mavi gözlerde Atatürk.
4 VİCDANIMIZ NE DİYOR ACABA
Gülçin, sekizinci sınıf öğrencisi. Gülçin, okul öncesi yedi yılını, okul dönemi sekiz yılını babasının görevi nedeniyle sürekli değişik kasabalarda, değişik ilçelerde geçirdi. Kurulan arkadaşlık ilişkileri… Yıkılan arkadaşlık ilişkileri… Sürekli yeni ortamlara alışma mücadelesi…
Gülçin, evin tek kızı. Babasının, annesinin gözbebeği. Annesinin, babasının gelecek umudu. Gülçin’nin yedi yıllık süreçte gösterdiği başarı, annesinin babasının umudunu arttırdıkça arttırdı.
Gülçin’nin babasının tayini, İstanbul’a çıkmıştı. Gülçin, ilk defa eski arkadaşlarından ayrıldığına üzülmemişti. Babasının tayini İstanbul’a çıkmıştı. İstanbul; ‘’ her gün filmlerde izlediği İstanbul. Her gün haberlerde izlediği İstanbul.’’ İstanbul’u tanıyacak, İstanbul’da yeni yeni arkadaşlıklar edinecekti. İstanbullu olacaktı.
Gülçin,İstanbul’da, yeni sınıfına başladı. Birinci gün uzaktan izledi sınıftaki yaşıtlarını. Yaşıtları, birbirleri ile şakalaşıyor, kahkahalar atıyor. Gülçin arkada sessiz..
İkinci gün, üçüncü gün, yaşıtlarında şakalar, kahkahalar…. Gülçin’de sessizlik…
Geçen günler, başlayan haftalar, sınıfta şakalar, kahkahalar… Gülçin’de içe kapanış, kahkahalardan kaçış….
İlerleyen haftalarda Gülçin’e sataşmalar… ‘’ Dilini yutmuş, espriden ne anlar? Mal. Köyden indim şehire...)
Sınıf,kahkaha makinesi... Gülçin hariç, otuz dokuz kişi, aynı anda gülebiliyor, çığlık atabiliyor.Her kahkahanın sonunda Gülçin’e Ferda’dan aşağılayıcı bir söz daha..
Gülçin, ilk ayın bitiminde Ferda’ya karşılık verdi. Bütün sınıfta bir kahkaha’’ Mallar ne zaman konuşmayı öğrenmiş? Gülçin, ‘’ Yeter! ’’ çığlığı ile birlikte elini Ferda’nın ağzına götürdü.
Gülçin, disiplinde. Gülçin’e uyarı.
Aylar ilerliyor. Sınavların birincileri bitiyor, ikinciler, üçüncüler… Sınıfta Kahkaha, Gülçin disiplinde..
Dönemin sonu geliyor. Gülçin’in karnesinde birler.. Annesinin, babasının hiç görmediği ‘’Bir’’ler… Annesinin, babasının hiç alışık olmadığı ‘’Bir’’ler…
Gülçin, sınıfta dışlanan, aşağılanan. Gülçin, evde aşağılanan…
Gülçin, hırçınlaştıkça hırçınlaşıyor. Gülçin, sınıfın eşkiyası. Gülçin, her gün disiplinde. Çantası sınıfta…
‘’Masal bu ya’’ olmayıp gerçek.
Bir gün Türkçe dersinde sınıftaki kahkahalar, bir an sessizliğe, şaşkınlığa bürünmüştü. Türkçe öğretmeni,‘’ Adalet’’ konulu yarışmaya Gülçin’in katılmasını istiyordu. İlk itiraz Gülçin’den geldi:
- Yarışmaya katılmak Ferda’nın hakkıdır öğretmenim.
Sınıf sessiz, Ferda şaşkın…
Öğretmen, ‘’Dikkat ettiyseniz, Gülçin dedim.’’
Sınıf sessiz, sınıf şaşkın… Gülçin telaşlı.. Gülçin, saniyesinde üç ayda, beş ayda sınıfta olanları düşündü. Evde olanları düşündü. Yarışmaya katılmasa sınıfta olacakları düşündü, evde olacakları düşündü. Düşündü, düşünmek bile istemedi. Olacaklar korkutucuydu…
Gülçin, sessizce ‘’ Siz bilirsiniz, öğretmenim.’’diyebildi.

Gülçin, eve gider gitmez başladı yazmaya. Yazdı sildi, yazdı sildi.. Gülçin yazısını tamamladı, yattı. Gülçinin uykuları kaçtı. Uyandı, yazdıklarını sildi, yazdı… Uyudu. Uyandı, sildi yazdı... Uyumadı, sabaha kadar tekrar tekrar okudu. Yazısı tamamdı. İlk ders, ilk defa, Gülçin, sınıfa karşı, bir yazı okucyaktı. Okuyacaktı hem de kendi yazdığı yazıyı.
Ertesi gün ilk ders, Gülçin yazısını okumaya başladı. Gülçin’in ilk cümlesinde – Vicdanımızın sesini dinliyor muyuz? - başlar öne eğimiye başladı. Başlar öne eğildi, Gülçin okumasını sürdürdü. Beyinlerde bir yandan Gülçin’in okudukları, bir yandan vicdanların sesi yankılanıyordu. Vicdanların sesi arttıkça artıyordu. Artıyordu çünkü Gülçin okumasını bitirmişti.
Başlar ağırdan ağıra kalktı. Vicdanlar sesisini alkışlara bıraktı. Alkış görülmemiş cinsten… Bir süre sonra alıkışlar yerini sessizliğe bıraktı.
Gülçin, öğretmene; ‘’ Öğretmenim, yarışmaya katılmak Ferda arkadaşımızın hakkıydı, izin verirseniz yazıyı Ferda arkadaşımız adına gönderelim.’’
Sınıf sessiz, Ferda şaşkın… Ferda’nın öne eğilen başında gözlerinden akan iki damla gözyaşı…
Sınıfın sessizliğini, öğretmenin bir cümlesi bozdu, ‘’ Neymiş? Adaleti önce vicdanımızda aramalıyımışız.’’

İBRAHİM ŞAHİN

İbrahim Şahin 2
Kayıt Tarihi : 13.12.2015 20:41:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


123

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İbrahim Şahin 2