Değerli ANTOLOJİ.COM yetkilileri ve üyeleri, Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) , eserlerinin sizlerle paylaşılması ile hayat bulan ve kalbimde her zaman yerini koruyacak olan dayımdı..
Bugüne kadar O’ nun değerli eserlerini; sevgili dayım İSMET BARLIOĞLU’ nun, büyük bir özveri ve bir o kadar sevgi ile sizlerle paylaştığını biliyorum..
Bundan sonra da ben, dayımın yapmış olduğu bu çalışmaları zamanımın elverdiğince devam ettirerek sizleri yalnız bırakmamaya çalışacağım.
Sevgi ve saygılarımla...
Gökhan HEPARSLAN
ERZURUM YANIYOR
(Tarihi ve Milli Senaryo)
JENERİK SEKANS:1
(Erzurum’ un karlarla örtülü sonsuz tabyaları)
HARİCİ: Gündüz
VAKİT: Akşamüzeri
(Entrodüksiyonla birlikte jenerik prezantasyon başlar. Kamera kontr – plonje durumundadır. İlk gördüğü imaj, bulutlu gökyüzüdür. Bundan sonra kamera, yavaş, yavaş karlı yamaçları göz alabildiğine uzanan karlı tabyaları, mevkiin durumuna göre soldan sağa veya sağdan sola görecek, bu panoramik görüş esnasında, neyle verilen ilahi tarzında ezgili bir fon müziği imajlar üzerine düşürülecek ve aşağıdaki prologu okuyan ağır ve tok sesli spikere refakat edecektir. Kamera, tabyaları dolaşırken resme spikerin ve fon müziğinin sesi düşmeğe başlamıştır.
SPİKER – İhtiyar tarih, eski sahifelerinde, milletlerin kustuğu kızıl kanların lekesini taşıyor... İnsanoğlu, menfaati için zulmediyor, insanoğlu; hakkı ve namusu uğrunda boğazlıyor, boğazlanıyor. Simalar kana bulanmış... Devletler kan içinde yüzüyor. Hak ve hukuk, kudretlinin kılıcında... Talih, zalimin ayaklarına kapanmış. Harp... Kan ve ateş trajedisi! .. Harp! .. Sesinde tayfun kudreti, nefesinde barut kokusu, avuçlarında kan pıhtısı olan azılı canavar. Milletleri harap, milletleri abad eden, bir sağa, bir sola esen talih rüzgarı. Harp! .. İnsanoğlunu parça parça doğrayan makine! ..
(Kamera eski kadrından kurtulur. Fon müziği devam etmektedir. Kamera, tarihi Erzurum şehrinin kış içerisindeki panoramiğine geçerken resme – 1877 – 1878 ERZURUM – yazıları düşer. Spikerin prologuna uyacak olan kamera, adı geçen yerleri bir, bir görecektir.)
SPİKER – 1877 – 1878 Erzurum. Doğu Anadolu’ nun serhad şehri, yiğitlerin harman olduğu kartallar kalesi Erzurum, talihinin kahpeliğine, zamanın gadrine uğramış, medhalinin sağ ve solunda yılan ve kartal motifleri, tavanında binbir usta darbenin izi, kaidelerinden tepesine kadar pırıltılı çinilerle örülmüş muazzam bir san’ at şahikası olan Çifte Minarelerin’ den, tokmağının sesi, dört bir bucaktan duyulan tarihi saati ve Saltukiler’ in usta mimari tarzını benliğinde taşıyan Tepsi Minare’ sine dibindeki asırlar görmüş kale sularından, Üç Kümbetler’ e, Sadrettin Bin Gonavi’ nin türbesi olan Karanlık Kümbet’ ten Cami-i Kebir’ e, Gümüşlü Kümbet’ ten Rabia Hatun Türbesi’ ne, Palandöken Dağları’ nın karlara bürünmüş eteğindeki Seyyit Abdurrahman Gazi’ den Paşa Pınarı’ na, Kars Kapısı’ ndan İstanbul Kapısı’ na kadar işgal edilmiş! ..
Uçsuz, bucaksız seması; beyaz bulutlarla, sarhoş düşman askerlerinin mülevves ve şakırtılı çizmelerinin izini taşıyan zemini de; beyaz karlarla örtülü.
Hafif, hafif yağan kar, izleri örtüyor. Kargalar asırlık kavak ağaçlarının üzerinden yorgun kanatlarla yuvalarına dönüyorlar.
(Kamera yeni kadrına geçerken, yuvalarına dönen kargaları takip eder. Evvela, yücelerden düşen karları, sonra ağaçların en yüksek tepelerini, daha sonra panoramik köy imajını görür. Resme –KÜMBET KÖYÜ- ibaresi düşer. Kamera bu kadrında da spikerin söylediği yerleri takip edecektir.)
SPİKER – Kümbet Köyü. Ağaçlar arasındaki değirmenin berrak suyu buz tutmuş. Ağaçlarda yaprak, bacalarda duman kalmamış. İşte, sırtını karlı tepeye vermiş bir ev. Bahçenin tahta kapısı içeriden kilitli. Evden içeri giriyoruz.
(Kamera, evin penceresine yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır ve pencereden içeri girer. Entrodüksiyon bitmiştir.)
(Zincirleme)
SEKANS: 2
(Karakteristik bir köy oturma odası)
DAHİLİ: Gündüz
VAKİT: Akşama yakın
SALİH – (Başını perdelerin arkasına saklamış, penecereden uzaklara bakmaktadır. Ezgili sesini duyarız) Anne! .. Ne zamandan beridir pencerelerden babamı arıyorum. Neden gelmiyor. Söylesene yoksa düşmanlarla vuruşurken şehit mi oldu?
(Fatma, oturduğu yerden kalkar, oğlunun yanına kadar yürür. Perdeyi yana çakar. Küçüğün yüzünü daha yakından görürüz: Gözlerinden yanaklarına iri gözyaşı damlaları düşmektedir. Fatma, çocuğuna sarılır hıçkırır)
FATMA – Ah oğlum! .. Keşke, ölseydim de, bugünü görmeseydim. Bunları sana söylemeyecektim ama gönül tahammül etmiyor ki! .. Oğlum, yavrum, Salih’ im benim! .. Memiş, dün babana ratlamış, kaçıyormuş. Nereye gittiğini sorunca: “Görmüyor musun, düşman geldi, kapıya dayandı. Artık buralarda durulmaz. Ben İç Anadolu’ ya kaçıyorum.” Demiş. Bizim hizmetkar da: “Ya, oğlun Salih, karın Fatma ve baban Hacı Hamdullah Efendi’ yle ben ne olacağım? ” Diyince baban: “Onlar da başlarının çaresine baksınlar. Azrail zaten babamı dolandırıyordu. Ha düşmanların elinde can vermiş, ha Azrail’ in elinde ikisi de aynı kapıya çıkar. Fatma’ yı (Hıçkırır) dünya evine girdiğimiz günden beri sevmemiştim. Salih’ i benden çok o severdi. O kurtarsın şimdi. Sana gelince Memiş; sen bizim evimizde uzun yıllar hizmetkarlık ettin. Çok iyi bir insansın. Seni düşmanların eline bırakmak istemem. İstersen seni de beraber götüreyim.” Demiş. Hizmetkar: “Ben de seninle kaçarsam evdekiler mahvolurlar. Gelmem.” Diye reddetmiş. (İnler) Kim inanırdı ki, bir yumrukta on kişiyi yere seren İhsan Dadaş, daha düşmanın adını duyar duymaz, evini-barkını bırakıp kaçsın. Of Allahım.. Sen beni affet. (Hıçkırır)
SALİH – Anne neler söylüyorsun? ! .. Dadaşım beni de seni de çok severdi. Bizi bırakıp kaçar mı hiç? Benim atam düşmandan korkar mı?
FATMA – (Kalkar, konsola doğru yürür) Sus! .. Sus da dertlerimi tazeleme benim. O artık senin Dadaşın, senin atan değil! .. Bizi hem Allah’ ın indinde, hem de konu-komşunun yanında rezil-rüsvay etti. Memiş’ in dediğine göre; bir yosmaya gönül vermiş. Onu kurtarmak için bizi feda etmiş, (Ellerini göğe açar) Cenab-ı Hak Teala Hazretleri’ nden dileğim odur ki; o bizi rezil-rüsvay etti Allah’ ım da onun yüzünü iki cihanda kara etsin! ..
SALİH – Anne sus. Gelenler var. Allah rızası için sus! ..
(Salih içeriki odanın kapısına doğru yürürken kamera, tatlı bir dönüşle ayni odanın kapısını görür. Kapı yavaş ve fersiz bir halde açılır. Hacı Hamdullah Efendi yorgun adımlarla girmektedir. Gözleri yaşlıdır. Yüzünde üzüntülü ifadeler vardır. Başını kaldırmadan yürür. Kerevetin uzak tarafına bağdaş kurar.)
DEDE – Salih! .. Benim aslan torunum. Gel, gel! .. Şöyle yanıma gel.
SALİH – (Dedesinin önünde diz çöküp başını kaldırır) Dede niçin ağlıyorsun?
DEDE – (Gülmeye çalışır) Hiç oğul, hiç. İhtiyarlıktan olacak. İçeriki odadan buraya gelinceye kadar yoruldum. Soğuklar başlayınca romatizmalarım tuttu. Belki ondandır. Sen karnını doyurdun mu?
SALİH – Karnım aç değil dede. Bugünlerde hiç acıkmıyorum.
DEDE – Ben de çocukken öyleydim oğul. Üşümezdim. Yorulmazdım. Acıkmazdım. Ama şimdi açlığa ve soğuğa dayanamıyorum. (Gülmeye çalışır) Haydi evledım, git karnını bir doyur bakalım. (Fatma’ ya manalı bakar) Annen bugün yemek pişirmemiş. İçeriki odanın rafında bir parça ekmek var. Onunla idare et. Haydi, haydi, üzme beni. Bak, yine gözlerim yaşarmaya başladı.
(Salih ayağa kalkar, ağır adımlarla odadan çıkarken Fatma, kayın pederi Hacı Hamdullah Efendi’ nin rahat etmesi için sırtına bir minder koyar)
FATMA – Baba, daha ekmeğimiz de kalmadı. Kıyıda-bucakta bir parça un yok. Çocuğu haydi bu günlük kandırdık, ya sonradan ne yapacağız?
(İçeriki odada Salih’ i görmekteyiz: Lokmasını yutamamaktadır. Gözleri yaşlıdır. Pencereden, kararan ovaları seyretmektedir. Beriki odaya dönüyoruz)
DEDE – (Fatma’ nın uzattığı maşrapadan su içmektedir. Yarısında durarak) Üzülme kızım. Allah’ın yazdığı bozulmaz. Takdir-i İlahi ne ise o olur. Ümit, fakirin ekmeğidir. Ekmeğimiz yok ama ümidimiz ve Cenab-ı Hakk’ın her kötüyü iyi edeceğine imanımız var. (Suyunu bitirip maşrapayı uzatır) Buna da “Şükrolsun.” De.
FATMA – Şükrolsun. (konsola doğru yürür.)
DEDE – (Başını kaldırmadan) Çocuğa söyledin mi Dadaş’ının kaçtığını?
FATMA – (Üzgün geri döner) İlle de, “Dadaşım ne zamndan beridir niçin gelmiyor, nereye gitti? ” Diye soruyordu. Yakamı kurtaramayacağımı anladım. Biraz da içim yanmıştı. Dayanamadım. Memiş’ ten duyduklarımı ona da anlattım.
DEDE – (Eliyle dizini döver) Kız, ne yaptın Fatma, ne yaptın? Heke bak! .. (Bir an durur) Ne ise, bir kere ok yaydan çıktı. Feragat sevginin en büyük delilidir. Onun varlığına sahip olmaktan feragat edin ki; eski İhsan’ a beslediğiniz sevgiyi, yeni İhsan’ ın namertliği silip götürmesin. Allahım, ne kötü alınyazım varmış benim! .. Hele bak! .. Besleyip büyüttüğüm, emek verip yetiştirdiğim oğlum, bu kara günümde beni bırakıp kaçtı. Karısını, atasını, yavrusunu düşmanlara terk etti. Namusunu, erkekliğini hiçe saydı. (Hınçla) Kaşki; doğduğun gün, senin kafanı bir yılan kafası gibi ezseydim. Kaşki; senin yerine taş bassaydım bağrıma! .. (Daha üzüntülü)
Dur! .. Ey çarpan kalbim, yeter artık, duuur! ..
Benim İhsan adlı evledım yoktur! ..
Kaçar mı düşmandan bir İhsan Dadaş? ...
Allahım, taş yağdır, üzerime taş! ..
(Hüngür hüngür ağlar)
FATMA – (İnler)
Allahım, ölümüm ne zaman, bildir! ..
Artık bu hayatım, hayat değildir! .. (Ağlar)
(Odanın avluya bakan kapısı yavaşça açılır. Kamera, kapıyı önce, aşağıdan görünce bir çift, mahmuzları pırıl, pırıl, siyah, körüklü çizmeye rastlar. Yavaş, yavaş ve vertikal bir yükselişle çizmeden yukarı çıkmaya başlar. Evvela; boz renkli bir güngörmez şalvar, sonra sımsıkı sarılmış orta halli bir kuşak, serhadlık, altında işlik daha sonra siyah palabıyıkların vahşileştirdiği, sol sol yanağında derin bir yara izi olan Memiş’ in esmer yüzü görülür. Adamın başında Ahmediyesiz püsküllü bir fes vardır. Fon müziği şiddetlenince Memiş kameraya doğru yürümeye başlar. Yaklaştıkça sadece korkunç gözleri detay plan halinde görülür)
MEMİŞ – Ne o, Efendi Hazretleri, ağlıyor musunuz?
(Fatma, yüzünde beliren nefret hissiyle içeriki odaya yürür.)
MEMİŞ – (Fatma’ nın arkasından bakıp derin bir iç geçirdikten sonra devamla) Ağlıyoryorsunuz öyle ya. Hele bak şu işe! .. Bir zamanlar bir omuz dayayışta kapıları yıkan, yürüdüğü zaman ayaklarının altındaki toprakları çökerten Hacı Hamdullah Efendi ağlıyor ha? ! ..
(Gevşek adımlarla yürür) Biliyor musunuz Hacı Efendi, hiç de çocuklar gibi ağlamak yakışmıyor size. (Alaylı) Düşman şehire girmiş diye insan böyle üzer mi kendini? ! .. Yoksa; o güvendiğiniz maneviyatınız da kudret ve kuvvetiniz gibi hiçe mi indi?
DEDE – Hiç. Hiç, izahı mümkün olmayan en büyük muammadır. Maneviyata gelince; o, her zaman maddiyata galebe çalar. Bir Türk’ ün ihtiyarda olsa, Növhozel ve Viyana Kaleleri’ ne baş eğdiren o acı kuvvetin, hiçbir zaman kaybetmeyeceğini, sana göstereyim de bak! ..
(Hacı Hamdullah, yaklaşıp elini uzatan Memiş’ in kolunu kavrar kavramaz, bir hamlede bağırtarak, haykırtarak kırarcasına büker. Memiş, kuyruğu ezilmiş kedi gibi kolunu ovuşturarak geriye kaçar.)
MEMİŞ – Aaah! ..
DEDE – Bizde, senin gibi kendini bilmez kabadayıların bileklerini böyle bir tutuşta kıvırana “ihtiyar” derler.
MEMİŞ – (inleyerek) Of, kolum ağrıyor. Kolumu kırdınız galiba. Evet ihtiyarlığın sizi kuvvetten düşürmediği anlaşılıyor.
DEDE – (Mütebessim) Kırılmamıştır. Ben, incitecek kadar büktüm Memiş.
MEMİŞ – Parmaklarınız kerpeten gibi kuvvetli! .. (Koluna bakar) Uf, çatlamış olsa gerek. Çok sağlam yapılısınız. Hele şu İhsan Dadaş da kaçmamış olsaydı; sizi toplar deviremezdi.
(Dede derin bir üzüntüyle ayağa kalkar. Yorgun adımlarla artık tamamen kararmaya başlayan pencerelerden birine doğru ilerler. Ellerini pencerenin alt kenarına dayayıp belini doğrultarak nemli gözlerle uzaklara bakar. Memiş, kavlı çakmakla konsol üzerindeki petrol lambasının camını çıkararak fitilini alevler, şişesini takar. Oda biraz daha aydınlanır.)
DEDE – Ah Memiş. Derdim çok derin... Yaralarımı deşme yine. Benim, senelerin bükemediği bileğimi bir hayırsız evlat büktü. Ben ne yapmış ne etmişim ki; Cenab-ı Hak böyle cezalandırdı beni? ... (inler) Ya Rabb’ im! .. Yeter bunca ezildiğim, ezme beni daha.
MEMİŞ – (Sırtını pencereye dayar) Hacı Efendi, ağlamayın böyle çocuk gibi. Biraz kendinizi toplayın. Hem kolumu kırdınız, hem de ağlıyorsunuz. Şaşılacak şey. (Yalancı bir samimiyetle) O kaçtıysa; ben varım. Beni bu kadar besleyip büyüttünüz. İhsan Dadaş’ ın yapmadıklarını ben size kat be kat yapmaya çalışacağım! ..
DEDE – (Yüzünü döner) Berhudar ol, ben senden razıyım, Ulu Tanrı’ m da razı olsun. Ben hakikaten seni, kendi oğlum gibi büyüttüm. Seni öz oğlumdan ayırt etmedim. İhsan’ ın sana karşı gaddarca davranışının sebebini şimdi anlıyorum. Meğer; senin doğru ve itaatkar oluşunu çekemiyormuş.
MEMİŞ _ Üzülmeyiniz Efendi Hazretleri. Hem, bunları da düşünmeyiniz artık. Siz, şöyle biraz uzanıp dinlene durun, be de etrafa bir göz atayım. Düşmanlar şehri arıyorlarmış. Bütün köylere müfrezeler çıkarılmış. Belki buralara da gelirler. Tehlike zuhur ederse; ben ıslık çalar, sizi haberdar ederim. (Avluya çıkar)
DEDE – (Müteessir) Ey Ulu Tanrı’ m! .. Sen, bu namertliğini o İhsan kulunun yanına koyma! .. O beni, niceki bu hallere soktuysa, sen onu daha beterine sok. İyi gün yüzü görmesin. (Hıçkırarak kerevetin üzerine çöker, başını ellerinin arasına alır.)
FATMA – (Girer) Efendi Baba, ne yapıyorsun? ... Benim de yüreğimi parçalama. Kayın validemin zamansız vefatı, İhsan’ ın kaçışı bizi az üzmüş gibi bir de sen üzüyorsun. Bizim halimizi düşün, kendi halini düşün. Sen böyle edersen, biz ne yaparız? .. Kalk, kalk da biraz dinlen! ..
(Fatma, mükedder ihtiyara yardım edip onu içeriki odaya götürürken, kamera, duvara asılı olan Kur’ an-ı Kerim’i görecek ve yatay planda yana kayıp pencerede duracaktır. Pencereden içeriye bakan Memiş’ in korkunç bir sırıtışla süslenmiş olan vahşi suratı görünmektedir.) (Kesme)
SEKANS: 3
(Aynı köyün civarı)
HARİCİ: Gündüz
VAKİT: Sabahın çok erken saatleri
(Düşmanların köye gelmekte olduğu haberleri üzerine köyde bozuk-düzen bir durum peydah olmuştur. Köy halkının bir kısmı, göç etmekten başka çare bulamamıştır. Kamera, bu karışıklığı gösteren panoramikten sonra, arabaya koşulu bir öküzün başını görür. Bunu takiben, yavaş, yavaş yana geçer, arabaların birbiri ardı sıra geçişine intizar eder. Göç kafilesi çok perişandır. İri tekerlekli, başına ikişer öküz koşulmuş arabaların üzerinde sımsıkı sarılmış eski köylü elbiseleri içerisindeki insanlar, yükte hafif, pahada ağır eşyalar, her arabanın peşi sıra giden değneklere dayanmış kimseler vardır. Bazısı ata, bazısı arabaya, bazısı eşeğe binmiş insanlar, bunların arasında sırtlarına yüklü heybeler asılmış inekler, veya giden kimseler, taşıyamayacağı eşyayı karlara bırakanlar görülmektedir. Evler boşalmakta, ahali karlı yollara düşmekte ve bozuk-düzen korku içinde bir göç kalabalığı batıya doğru ilerlemektedir. Köyün, eli silah tutan babayiğitleri, düşmana karşı çıkmaya hazırlanmaktadırlar. Bu mert tipli köylüler arasında, göç eden genç, ihtiyar, çocuk olmak üzere her tipten kadın ve kızlarla vedalaşan, tepeden tırnağa silahlı milliyetperverlerle karşılaşmaktayız. Vedalaşmayı bitirenler, düşmanın geleceği, doğuya uzanan karlı tepelere yürüyorlar. Uzaktan, köy tepelerinde mevzilenmiş mücahitler görülüyor. Mukaddesatı için çarpışmaya hazır bir avuç insan. (1)
Yerlerde eşya kalıntıları, etrafta at kişnemeleri, insan sesleri, öküz böğürtüleri ve aceleci “Hoooo! .” nidaları. Kamera, kalabalığı, ıssızlaşan evleri göre, göre bir evin köşesine sinmiş olan Memiş’ in üzerinde ısrarla duruyor. Memiş, aynı ısrarla ve yüzündeki korkunç sırıtışla birine bakmaktadır. Biz de o tarafa bakıyoruz: İşte İhsan Dadaş’ ın oğlu Salih. Son derece mükedder bir simayla, göç eden kalabalık arasında yaşlıca bir ihtiyarın elini öpüyor. Başını kaldırdı. Mücahit kılıklı ihtiyar, onun omzunu okşayıp elindeki mavzerle diğer mücahitlerin arasına iltihak etti. Son bir defa dönüp Salih’ e baktı ve yürüdü gitti. Bunu gören sırtına siyah uzun bir palto giyinmiş olan uşakları Memiş, Salih’ e doğru ilerlemeye başladı. Şimdi yanında. Etraflarından adamlar geliyor, adamlar geçiyor. Yaklaştık. Yüzlerini daha yakından görmekteyiz. Eve doğru ilerledi ve içeri girdiler. Dışarıda bir mücahitle konuşmakta olan Hacı Hamdullah Efendi de onları fark etti. Konuşmasına aceleci bir tavırla devam ediyor. Kalabalık iyice seyrekleşmiştir. Köyde tek-tük koşuşan kimselerle başı boş hayvanlar ve düşmana kalmasın diye ateşe verilen ambarlara rastlanmaktadır.)
(Kesme)
(1) Sansür
SEKANS: 4
(Evdeki oturma odası)
DAHİLİ: Gündüz
VAKİT: İlerleyen sabah
(Odanın kapısı açılır ve Memiş, Salih’ in elinden tutmuş olarak içeri girer)
MEMİŞ – Memiş ağabeyin sana kurban olsun kardeşiiim. Gel içeriye, sana ne kaçarlarsa? Bırak kaçsınlar.
SALİH – (Masumane) Memiş, senin tabancan var mı?
MEMİŞ – (Pencereden bakar) O da ne demek yavrum? Ben silah taşımam ki! .. Hem ne yapacağım taşıyıp? ..
SALİH – Babamın kaçtığını anamla dedeme sen söylemişsin. Erzurum düşmüş. Düşmanlar nerdeyse köye girecekler. Ya bizim eve de saldırırlarsa? ... Babam da burada yok. Onlarla nasıl başa çıkarız?
MEMİŞ – Düşmanlar köye gelirlerse, biz de onlara teslim oluruz, teslim olduğumuz için bize hiçbir şey yapmazlar. Hem onlar silahtan korkmazlar ki! ..
SALİH – Sen de silahtan korkmaz mısın Memiş?
MEMİŞ – (Arkasına dönüp pencereden bakar) Kılım bile kıpırdamaz.
SALİH – Öyleyse kılını kıpırdatayım deme, yoksa kurşunu yersin! ..
(Memiş, aniden döner. Şaşırmış ve korkmuştur. Derin bir hayret içinde korkusunu gizlemeye çalışmaktadır.)
MEMİŞ – Aman Salih! .. Deli misin sen? Ya şeytan patlatırsa? .. Boş tabancaları şeytan patlatırmış.
SALİH – Bu tabanca boş değil ki! .. Bunu bana, az evvel Ahmet Emmi verdi. “Oğlum Salih, koskoca delikanlı oldun. Baban burada yok, deden Hacı Hamdullah Efendi ihtiyardı. Anan ne de olsa kadındır. Düşman köye girerse onları korumak sana düşer. Bir koruyucuya ihtiyaçları olduğunu katiyen aklından çıkarma. Bu yüzden eğer bir düşman öldürürsen bir kerre, iki öldürürsen iki kerre, on öldürürsen on kerre gazi, ne kadar çok zor ölürsen o kadar çok şehit sayılırsın, Şehitler, cennete sorgusuz, sualsiz girerler. Hakiki kahramanlar çok düşman öldürmeden şehit olamazlar.” Dedi. Ben de ya şehit olacağım, ya da gazi! .. Hem şehit kanı dökülen toprakta ekin bereketli olurmuş.
MEMİŞ – (Alayla) Ya, çok doğru söylemiş. Ver onu bana. Sen küçüksün, bilemezsin. Ver de, sana onun nasıl kullanılacağını öğreteyim.
(Memiş, Salih’ in uzattığı tabancayı alır. Kurşunlarını gözden geçirir. Emniyetini açar.)
MEMİŞ – (Hainane) Evvela dön arkanı ban, şu pencereden bir bakalım. Düşmanlara kalmasın diye hububat ambarını yaktılar mı?
(Salih, saflıkla pencereye yürür. Dışarı bakar. Onun baktığı karlı tepelere bakılınca, yürekleri parçalayan ağır-aksak göç kafilesinin uzak karlı tepeleri aşmakta, sonra köy ambarının alev, alev yanmakta olduğunu görürüz. Salih, her şeyi unutmuş, onlara bakmaktayken Memiş, onun sırtına nişan almaktadır. Tam, tetiği çekeceği sırada odanın kapısı hızla açılır. Hacı Hamdullah girer girmez fersiz gözlerindeki derin hayretle bir, Memiş’ in aşağı indirdiği tabancaya, bir de, kapı sesi üzerine geri dönen Salih’ e bakar.)
DEDE – Ne yapıyorsun? ...
MEMİŞ – (Korkuyla geriler) Şey... Hiç Efendi Hazretleri... Salih pencereden bakıyordu da... Onun için şey... Şey yapıyoduk! ..
SALİH – (İşin farkında değildir. Tatlı bir tebessümle) Şeey.. şey yapıyorduk! ..
(Kesme)
SEKANS: 5
(Kümbet Köyü’ nün karlı yamaçları ve tepeler)
HARİCİ: Gündüz
VAKİT: Sabah
(Kümbet Köyü, tamamen boşalmış, sadece tek-tük konuşan, göç kafilesine ulaşmakta geç kalmış, ne yapacağını şaşırmış bir-iki adam, ayaklarını sürükleyen ihtiyar anasını yürütmeye muvaffak olamayan genç bir köylü kızı ve bomboş, karlı sokaklar. Evler darmadağın, evler bomboş, evler; kapıları, pencereleri ardına kadar açık. İşte bir pencereden yarı beline kadar sarkmış, saçı-başı darmadağınık, perişan, ihtiyar olduğu için terk edilen bir kadın sadece “Ya Rabbi! .. Ya Rabbi! ..” diye inliyor.
Bomboş sokakları geçiyoruz. Karlı yamaçlardayız. Ulu yamaçlardan birinin zirvesinde, başını havaya dikmiş, heykel görünüşlü ---- eği uluyor. Kamera, yatay planda sağa doğru kaydıkça, karlarda mevzilenmiş on-onbeş Dadaş giyinişli mücahit görüyoruz. Beyaz karlara aranan bir sevgili gibi sarılmışlar. Ahmediye sarılı, püsküllü feslerin arasından, uzak yamaçlarda bize taraf ilerleyen kalabalık düşman müfrezelerini görüyoruz. Çok gerilerde mevzilenmiş olan düşman topçusu, gökleri paralıyarak ilk mermisini savurmuştur. Düşman piyadesi, üç koldan yelpaze gibi ilerliyor. İhtiraklı top mermileri, köyün az gerisinde, yere birkaç metre irtifada patlıyor. Etrafa şarapneller yağıyor. İşte; ilk şarapneller, anasından vazgeçmeyen zavallı köylü kızını kanlar içerisinde yerlere serdi. İhtiyar ana, kızının kanlı cesedine kapanmış, ağlamıyor, adeta uluyor. Düşman, piyadesi ateş menziline girmiştir. Mavzerler, patlamaya başladı. Karlı yamaçlardan artık kurşun sesleri gelmektedir)
(Kesme)
SEKANS: 6
(İhsan Dadaş’ ın evindeki oda)
DAHİLİ: Gündüz
HARİCİ: Sabah
(Hacı Hamdullah Efendi kerevete ilişmiştir. Başı ellerinin arasındadır. Fatma, konsola dayanmış, Salih’ i kollarının himayesine almıştır. Memiş, kapı yanında sahte bir sadakat ve hürmetle el bağlamış vaziyette bulunmakta ve Fatma’ ya arada bir, göz ucuyla fakat yiyecek gibi bakmakta, dişlerini gıcırdatmaktadır.)
MEMİŞ -............. Fakat Efendi Hazretleri, İhsan Dadaş..........
(Memiş’ in yanındaki kapı şiddetle açılır, Murat Ağa, derin bir heyecanla içeri dalar. Şiddet ve korkuyla solumakta, aşağı doğru düşük siyah bıyıklarını asabi bir halde titretmektedir. Son derece korkmuş bir haldedir. Göçe ve kışa hazırlıklı bir halde olup çarıklarının bağlarını ta bacaklarına kadar çapraz bağlamıştır.)
MURAT – (Memiş’ e ters, ters bakar) Memiş Kefere, heybemi bahçeye koydum. Git, ona göz-kulak ol! .. Bu taraflarda düşman değil ya, en ufak bir hayal bile görsen hemen bana haber ver.
MEMİŞ – (Kinle) Peki Ağa! .. (Çıkar)
MURAT – (Heyecenla) Hacı, vaziyet vehamet kesbetmeye başladı. Erzurum düşmüş. Düşmanlar, köy yakınlarında çetecilerle çarpışıyorlar. Evvelce söylemiştim! .. Gene söylüyorum: Gel, seni de kaçırayım. Benim atın hızına diyecek yoktur. Buralarda kalıp düşmana boyun eğmeyelim. (Elini sallar) (2) İhtiyarsın, ayaklarında romatizman da var üstelik. (Pencereden bakarken) Bunca yıllık komşuluk hatırını çiğneyemedim. (3) Bak, İhsan Dadaş, senden, benden akıllı çıktı. Bizden evvel sıvışıp gitti.
DEDE – (Başını başka tarafa çevirir) O kaçan, hakiki İhsan değildi. Çünkü; bir Dadaş, hiçbir zaman düşmanın önünden kaçmaz. Eğer o, benim mertliğimi, benim kanımı damarlarında taşısaydı, bu kahpeliği edip ata-dede yurdunu böyle kalleşçe terk ederek gitmezdi. (Mütevekkil) Ben kaçamam! .. Siz kaçın. Ben ihtiyarım ama daha ölmedim. Bu eve girecek olan kafir, evvela benim cesedimi çiğner, ondan sonra girebilirse girer! ..
(Salih, Murat Ağa’ ya aldırmadan koşup dedesinin önünde diz çöker. Dizlerine sarılıp başını kaldırarak heyecanla ona bakar.)
SALİH – Biz kaçmayacağız değil mi dede? ... Biz Türk’üz! .. Kaçmayız. Dünya üstümüze gelse, biz gene kaçmayız.
DEDE – (Onu kollarının himayesine alır. Şefkatle) Evet benim yavrum, evet. Biz kaçmayacağız. Biz, namusumuzu bir paralık edip düşmandan kaçmaktansa, namusumuzla, arımızla ölmeği evla sayarız.
(2) Sansür
(3) Sansür
MURAT – (Heyecanla pencereden bakmaktadır.) Hacı Efendi, doğru söylersin ama gelgelelim, bunların yeri değil. Ağzımı açtırma çocuğun yanında. Onların yığınla, topuna, tüfeğine, cephane ve barutlarına karşı, bizim neyimiz var allaasen? ...(Top ve mavzer sesleri daha yakından duyulmaktadır.)
DEDE – (Hiddetle) Onların topu, tüfeği varsa, bizim de Allah’ımız var! .. Onların barutu, cephanesi varsa, bizim de imanımız var! .. Onların silahları bugünlük buralara hakimdir. (Ellerini açar) Halbuki Cenab-ı Hak her zaman kainata hakimdir. O, hakim-i mutlaktır. Onlar ise; zulmün hakimi, adlin mahkumudurlar. Yıkıl karşımdan namert herif, yoksa; ilk olarak senin kanına girerim! ..
MURAT – (Çekingen geriler) Sen bilirsin ihtiyar. Ben sana iyilik edeyim dedim, madem inat edersin, burada kal da, dünyanın kaç bucak olduğunu anla. (Gittikçe yakınlaşan ve çoğalan silah seslerini işaretle) Bak, silah sesleri yaklaşıyor. Dır-dır edilecek zaman değil. (Küstahça) Devletin aşını, hükümetin ekmeğini yiyen bir sürü asker-leşker dururken, senle ben mi kurtaracağız bu vatanı? Olmasın burası, olsun başka yer. Ne kıymeti var? ...
FATMA – (Derin bir nefesle)
Murat Ağa haini, düşmanlar gelmeden çaaak! ..
Vatanın dar gününde düşmandan korkan alçak! ..
Senin kanın değerse, kirlenir cellat ipi,
Sana yakışır ancak: gebermek, köpek gibi.
DEDE – (Ayağa fırlar) Defol alçak! .. Namert herif, çık evimden. Şimdi ayaklarımın altına alırım seni! .. Defol! ..
Zulmün kara güllesiyle topu önünde,
İmandan fukara olan eğilir,
Bir karış toprağın öz kıymetini
Toparağa kanını dökenler bilir.
(Köyün içinde patlayan silah sesleri bir hengame halini alırken Murat Ağa, odadan fırlar, peşinden koşan Hacı Hamdullah, Fatma’nın ve Salih’in yardımıyla avlunun bahçeye açılan kapısına arkadan kol demirlerini sağlı sollu vurur. Fatma’yla Salih’i kollarıyla korurcasına sarar.)
DEDE – Korkmayın yavrularım! ... Korkmayın! .. Ben sağ iken kimse size elini dokunduramaz! .. Ben, daha başımı kara topraklara koymadım! .. Kapı kuvvetlidir! .. Kola, kolay kıramazlar! .. Koşun, saklanın. (Elleriyle teşvik eder.)
(Kesme)
SEKANS: 7
(Köyün içerisi)
DAHİLİ: Gündüz
HARİCİ: Sabah
(Kamera fikse durumdadır. Köye girmiş olan kalın kaputlu, silahlı düşman müfrezelerinden bir kısmı, kamera önünden geçecektir. Gözü tatmin edecek bir müddet sonra kamera, köyün evlerine, süngü takılmış silahlarla mangalar halinde giren, çıkan ve her tarafı kuşatan düşman askerlerini, onlara sert emirler veren zabitlerini sonra: az evvelki karlı tepede, alnından, bağrından ve çeşitli yerlerinden vurularak alkanlar içinde, sırtüstü, yan üstü, yüzükoyun yatan kahraman şehitleri görecektir. Bütün bu imajlara hazin bir fon müziği refakat edecektir. Buradaki montajda çok dikkatli davranılacak ve bu bir avuç kahramanın sonuna kadar çarpışıp şehit düştüğü tebarüz edilecektir. Tepenin hemen dibinde rütbeli, rütbesiz düşmanlar vurulmuştur. Bu cesetler, derinlemesine bir çizgi halinde ovaya kadar döküntülü uzanmaktadır. Beyaz karlar, kızıl kanlarla harelenmiştir. Salih’e evlerinin önünde tabanca veren ve sonra son bir defa bakıp giden Ahmet Emmi ’yi de şehitler arasında buluyoruz. Parmağı, karlar üzerine eski yazıyla yazdığı Allah kelimesindeki – h – harfinin sağ kıvrımında. İhsan Dadaş ’ın evinin yakınlarında sırtından vurulduğu için yüzükoyun düşmüş, alkanlar içinde bir ceset var. Cesedin az ilerisinde, biraz sürüklendiği karlardaki izinden anlaşılan bir heybe durmakta. Cesedin yanı başında evvela, bir çift mahmuzlu, körüklü çizme görüyoruz. Yavaş, yavaş, vertikal yükseldikçe, siyah paltosuna sarılı Memiş ’in hain suratını ve bu korkunç surattaki şeytani ifadeyi fark ediyoruz. Elinde dumanları tütmekte olan toplu bir tabanca var. Memiş sağ çizmesinin burnuyla cesedi karnından dürtüp çeviriyor. Cesedin yüzü daha yakından görünmektedir. Bu; Murat Ağa ’ dır. Memiş, kendisini beklemekte olan, silahlarına oluklu süngüler takılı dört düşman askerine “gelin” der gibi elindeki tabancayla bir işaret yapıyor. Halen dumanları tütmekte olan köyün alevler içindeki anbarına bakıp yere tükürdükten sonra yanında askerler olduğu halde İhsan Dadaş ’ın evinin bahçesine giriyor. Tok adımlarla evin kapısına yanaşıyorlar. Memiş, kapıyı yokluyor. Kapalı olduğunu anlayınca, tabancasını hazırlayıp geri dönerek sol elinin şehadet parmağını dudaklarına götürüp “sus” işareti verdikten sonra geri, geri çekilip koşarak kapıya yaklaşıyor. İşte; acele, acele ve sahte bir korkuyla kapıyı yumruklayarak bağırmaya koyuldu.)
MEMİŞ – Efendi Hazretleri, kapıyı aç! .. Beni öldürecekler. Çabuk, kapıyı aç! ...
(Kesme)
SEKANS: 8
(Evin içindeki avlu)
DAHİLİ: Gündüz
HARİCİ: Sabah
(Hacı Hamdullah, ellerini kapının kol demirlerine atmış. Dışarıdan Memiş’ in yalvaran heyecanlı sesi gelmekte. Fatma’yla Salih, ihtiyara doğru koşuyorlar.)
MEMİŞ – (Dışardan) Çabuk aç! .. Efendi Hazretleri! .. Geliyorlar! .. Yalvarırım aç kapıyı? .. Beni öldürecekler! ..
SALİH – Açma dede! ..
FATMA – Açma baba, açma! ..
DEDE – (Kol demirinin birini kaldırırken) Hayır kızım, henüz o kadar gaddar olmadık. Ne de olsa hizmetkarımızdır. Onu düşmanlara teslim edemeyiz! ..
(Dede, diğer kol demirlerini de kaldırıp kapıyı açar. Kapı açılır açılmaz içeri saldıran Memiş’ in tabancası, ihtiyarın sol kolunun üstünde patlar. Hacı Hamdullah inleyerek kanlar içinde yere yıkılır. Askerler içeri dolarlar. Fatma acı bir feryatla ihtiyarın üzerine atılır. Hacı Hamdullah’ın takkesi düşmüş, nurlu başını dizine alır.)
FATMA – Baba! .. Baba! .. Ne oldu sana? ...
SALİH – (Dedesinin ellerini yanağına götürerek haykırır) Dede! .. Dede! .. Vurdular mı seni? ...
MEMİŞ – (Salih’i ensesinden yakalayarak kaldırıp tokatlar) Kes sesini, yoksa şimdi seni boğazlarım!
(Memiş, Salih’in gırtlağını sıkarken askerlerden biri ona yardım ederek Salih’i yakalayıp geri fırlatır. Diğer bir asker bu arada odayı dipçikle taramaktadır. Memiş, sağ çizmesiyle, yere yıkılan Salih’in karnına basar.)
FATMA – (Salih’e atılır) Bırakın yavrumu alçaklar! .. Bırakın zalimler! ..
(Fatma’nın yaşmağı düşüp güzel yüzü açılmıştır. Memiş, onun gözlerine yiyecek gibi bakar. Kadının güzel gözleri nemlenmiştir.)
MEMİŞ – (Yılışıkça) Peki güzelim. Senin hatırın için ne yapılmaz ki? Sen emret, dünyayı yerle bir edeyim.
FATMA – (Nefret ve kinle) Namussuz, alçak... Demek bize bu kahpeliği sen yaptın. Babamı sen vurdun. Biz de, seni insan bilerek her türlü iyiliği yapmış, seni bunca yıl, yanımızda beslemiştik. Çamurların içinden seni biz kurtarıp adam etmiştik. Yazıklar olsun! ..
(Memiş, korkunç bir sırıtışla Fatma’nın üzerine yürür. Kötü niyeti, suratından okunmaktadır. O, ağır ve emin adımlarla Fatma’ya doğru yürürken Fatma, elleriyle, arkada dayanacak bir yer bulabilmek için aranarak geri, geri çekilmektedir.)
MEMİŞ – Asıl sana yazıklar olsun ki, bunca yıldır hizmetkarlığınızı yapıp yanınızda çalıştım da yakışıklı olduğumun farkına bile varamadın. (Mağrur bir edayla bıyıklarını büker) Halbuki; ne kadar yakışıklıymışım değil mi? Nasıl, şimdi beğeniyor musun?
FATMA – (Alayla) Evet, beğeniyorum. (Birden Memiş’ in yüzüne tükürür) Tuuu... Senin hakkın budur.
(Memiş bozuntuya vermeden elinin tersiyle yüzünü silip sırıtarak geri çekilir.)
MEMİŞ – Anladım... Sen, beni kızdırmak istiyorsun ama ben, kolay, kolay kızmam. Sen şu anda benim suratıma tükürmedin, sana olan aşkımın ateşine su serptin. Hem, senin tükürüğün, çok kadının içtiği sudan temizdir. (Bir an durur. Gözleri ihtiyara ilişir.) Hele şu bunağa da bakın. Nasıl da, uzanmış yatıyor. Amma da it canlı herifmiş. Sanki kurşunu yiyen o değil. (Tekmeler) Aç gözlerini bunak... Aç gözlerini diyorum.
(Memiş, köşede duran toprak testinin suyunu ihtiyarın başına boca eder. Dede, yavaş, yavaş kendine gelir. Hayli bitkindir. İniltilerle konuşur.)
DEDE – Sen ha... Memiş, sen ha? .. Bana kıyabildin demek. Bunca zaman gösterdiğin hürmet, iltifat hep yalanmış. Bir köpek bile yediği ekmeğe ihanet etmez, sadakat gösterir. Meğer, sen ne riyakarmışsın. Nanköör... Bir gün Allah’ a hesap vereceğini unutma...
(Bu sırada kapı açılır. Evvela iki asker disiplinli hareketlerle içeri girer, sonra kapının birer kenarında silahla selam vaziyeti alırlar. Daha sonra dik ve sert adımlarla, mahmuzlarını şakırdatarak düşman yüzbaşısı gelir. Onu görür görmez içerdeki iki asker de selam dururlar. Memiş, askerce selam verir.)
YÜZBAŞI – (Sert) Rahat et... Söyletebildin mi?
MEMİŞ – Karını şimdi itmam ederiz yüzbaşı.
DEDE – Kim kimin karını itmam edecek, görürsün nankör.
(Kesme)
SEKANS: 9
(Karlı tepeler)
DAHİLİ: Gündüz
HARİCİ: Öğleye doğru
(Kamera, beyaz karlı tepeleri görmektedir. Göz alabildiğine karlarla örtülü, ufka doğru yayılmış tepelerdeyiz. Kamera, karlı ova imajlarından sonra, bir tepeye tırmanmaktadır. Vertikal olarak yükselen kamera, tepenin beyaz karlarına gömülmüş olan bir atın ayaklarına rastlar. Kırk beş derecelik bir açıyla, yavaş, yavaş, hayvanı yukarıya doğru görmeye koyulunca; ceylan gibi bir atın üzerinde, dimdik bir heykel görünüşünde olan İhsan Dadaş’ı görürüz. Bu, her haliyle erkek ve mağrur tipli Dadaş ’ın başındaki püsküllü fese sarılı olan Ahmediyenin bir ucu omuzlarına kadar inmiş, nüfuz edici, kartal bakışlı gözleri, göz alabildiğine karlı ovaları, bu hakim tepeden, seyrediyor. İhsan Dadaş, atının başını birden çevirdi ve tepenin arka tarafına sürdü. Kamera, şimdi aynı tepenin alt ucundan geçmekte olan karlı geçidi görmektedir. Geçidin çıkış tarafı, pek az bir müddet boş kaldıktan sonra dışarıya doğru, yaydan çıkmış birer ok azametiyle, ata binmiş Dadaşların fırladıkları görülür. En başta, ceylan gibi atının yelelerine kapanmış İhsan Dadaş görülmektedir. Arkasında, dolu dizgin onu takip etmekte olan on beş çeteci arkadaş vardır. Kamera, bunu takiben, bu azametli koşuyu gah önden, gah yandan, gah tepelerin yola inen kenarlarından alacak ve İhsan Dadaş’ ın çetesi Kümbet Köyü’ ne doğru giderken bu imajlara hareketli bir fon müziği refakat edecektir. Bu sahne, cereyan edecek diğer sekanslar arasında yeteri kadar görülecektir. Böyle bir kurtarıcı kuvvetin, seyirciye gereken heyecanı verebilmesi için onuncu sekansın en kritik yerlerine dahi monte edilmesi şayan-ı arzudur. Buna bilhassa dikkat edilmelidir.)
(Kesme)
SEKANS: 10
(İhsan Dadaş’ ın oturma odası)
DAHİLİ: Gündüz
HARİCİ: Öğle
(Yüzbaşı, elindeki kırbacı çizmelerine vura, vura hiddetle odayı arşınlamakta, Memiş, kollarını çaprazlamış, korkunç bir sırıtışla ayakta durmakta, askerler kapıları tutmakta, Fatma, Salih’i kollarıyla muhafazaya almış bulunmakta, ihtiyar, sırtını konsolun kenarına dayamış inlemektedir. İmaja ilk düşen konuşma: yüzbaşının hiddetli sesidir.)
YÜZBAŞI – Dur bakalım Memiş, Bu bunak ne söylediğini bilmiyor.
DEDE – (Kinle) Bunak ha... Türkler’ in bunamışları bile, sizin bunamamışlarınızın hakkından gelir, alçaklar... Bunları, sizin yanınıza koymayacağım.
YÜZBAŞI – (Hiddetle ihtiyarın önünde durur) Senin bir oğlun varmış. Dağa çıkmış. Yerini söyle. Nereye saklandı? Nereye saklandı? (Tokatlar)
(Buna şahit olan Fatma, gözyaşları içinde atılmak isterse de askerlerden biri süngüyle mani olur. Fakat Salih, bütün hıncıyla annesinden kopmuş, yüzbaşıya saldırmıştır.)
SALİH – Ben sağken siz, dedemi dövemezsiniz, alçaklar...
MEMİŞ – Sus velet...
FATMA – Salih, yavrum benim...
DEDE – Benim oğlum ne arar... Eğer, dediğiniz gibi benim bir oğlum olsaydı siz, beni böyle tokatlayamazdınız.
(Yüzbaşı, pencereye doğru yürümekteyken, sert bir hareketle döner. Kamera, yüzbaşının sadece, korkunç bir hiddet ifade eden yüzünü görecek, sonra, hızla çizmelerine çarptığı gümüş kırbacına inecektir.)
YÜZBAŞI – Yalan söylüyorsun...
MEMİŞ – (Dalkavukça) Evet yüzbaşı... İhtiyar, bunak, oğlunun varlığını inkar ediyor. Halbuki, ben bu adamın yanında on yıldır uşaklık ediyorum. (Kelimelere basa, basa) Oğlu vardır. Siz buraya gelmeden evvel, kumandanın müşaviri vasıtasıyla onu takibe ben memur edilmiştim.
YÜZBAŞI – (Hiddetle) Bana bak herif.....
MEMİŞ – Aman yüzbaşı, dikkatli olun. İhtiyar görünür ama parmakları kerpeten gibi kuvvetlidir. Kolunuzu kaparsa kırar. Demin benimkini az daha koparacaktı.
YÜZBAŞI – (Memiş’ i iter) Söyle be bunak? Artık neyine güveniyorsun? ... Yeryüzünde dikili taşınız kalmadı. Girdiğimiz yerlerde taş üstünde taş koymadık. Bayrağınızı bile tabyalardan indirdik. Söyle bakalım neyine güveniyorsun? ..
DEDE – (mağrur) Allah’ıma güveniyorum. Hem; bizim bayrağımız ruhumuzda dalgalanır.
YÜZBAŞI – Eskiden, dedelerimize yaptıklarınızı yanınıza koymayacağız sizin. O zaman kuvvet ve şans sizde idi siz yaptınız. Şimdi kuvvet bize geçti, (hiddetle gezinir) biz yapacağız. Ahdettik; gebe kadınlarınıza varıncaya kadar her ferdinizi süngüleyeceğiz. Bize kimse engel olamayacaktır... Dünya haritasından sileceğiz Türkleri, sileceğiz.
DEDE – Adalet er geç yakanıza yapışacaktır...
YÜZBAŞI – Hahhah hay... Adalet mi? ... Ne adaleti? .. Adalet bizden uzaklarda, çoook uzaklarda.
DEDE – Siz öyle düşünmekte devam edin. O, öylesine adalet değil. Bu adalet; kulun adaleti değil! . Bu adalet; Allah’ın adaletidir! . Bir gün Ulu Tanrı’ ya ruzu mahşerde hesap vereceğinizi unutmayın.
YÜZBAŞI – Bizim Tanrı’ dan evvel hesap verecek başka yerlerimiz var. Allah affeder ama bizimkiler affetmez...
SALİH – (Yüzbaşıya atılır ve yumruklar.) Allahsızlar, imansızlar.
Senin Tanrın bilirim bir puttur ve cansızdır,
Allah’ a inanmayan Allah’ sız, imansızdır...
Sana inanmayanı öldür, mahvet Allah’ım...
Kullar kula tapıyor ne cehalet Allah’ım...
MEMİŞ – (ona bir tokat atar) Sus velet...
YÜZBAŞI – (Hayretle) Dur söylesin, ne cesur çocuk. (çenesini okşar) Senin adın ne bakayım?
SALİH – (nefretle onu iter) Adımdan sana ne?
YÜZBAŞI – Hııım. Seni çok beğendim. Ben yüzbaşıyım, belki seni yanıma uşak alırım.
SALİH – (nefretle tükürerek) Tuu senin suratına yüzbaşı. Yüzbaşı olmuşsun ama Türklerin uşak olmayacağını öğrenememişsin.
MEMİŞ – Uşak olamayacak mısın şimdi? ...
SALİH – Sen varken, bana sıra gelmez, köle kılıklı herif. Bir zamanlar bize uşaklık ettin, şimdi de onlara yaparsın. Bu senin için peynir ekmek yemekten daha kolay bir şeydir, iki yüzlü alçak...
YÜZBAŞI – (Hiddetle) Kabul etmezsen tırnaklarını söktürürüm...
SALİH – (cesaretle) Ben, dedemin torunuyum! .. Tırnaklarımı değil, kellemi; vücuduma birleştiği yerden söktürsen, paramparça ettirsen (elini göğsüne vurur) yüreğimin derinliklerinde Allah diye haykıran sesi susturamazsın... Bu ses, imanın; bu ses; müslümanlığın ve bu ses; yetmiş bin alemin yaratıcısı olan Allah’ın sesidir...
YÜZBAŞI – (Hiddetle) Götürün yumurcağı...
(Askerler, dipçikle ve tekmelerle Salih’i yere yıkarken, içlerinden biri onu iki bacağından sürükler. Bu arada Memiş, oğluna atılmak isteyen Fatma’yı zaptetmeye çalışır. Fakat Fatma, Memiş’ in ellerini ısırarak, tırnaklarıyla yaralayarak kurtulur. Can havliyle, sürüklenen Salih’in arkasından haykırıp fırlar.
FATMA – Bırakın! .. Bırakın çocuğumu, bırakın! .. Allah’ sızlar!
(yerinden doğrulmaya çalışan Dede, Memiş’ in çizmesi tarafından gene yere yıkılır. Memiş de, Fatma’nın ardı sıra sokağa fırlar. Dede, kapıyı tutmuş olan askerlerin ve yüzbaşının çizmeleri arasından görür.)
DEDE – Salih! ... Salihim benim... Senin öcünü almazsam bu beyaz sakalımı bıraktığım bana haram olsun. Ulu Tanrı’ nın adına yemin ederim ki öcün alınacaktır! ..
Muhakkar büyüklüğe hakareti de sürür...
Öcünü, almayanı sonunda kan götürür.
(Kamera, yatay planda çok az bir sürat farkıyla, evvela, duvarda asılı Kur’an-ı Keriym-i, sonra yüzbaşının portresini, askerlerin çehrelerini birbiri ardı sıra alacaktır.)
(Zincirleme)
SEKANS: 11
(Evin dışı)
DAHİLİ: Gündüz
HARİCİ: Öğle
(Kamera, bahçenin karlı ağaçları arasından evin kapısını görmektedir. Kapıdan, önce, Salih’i sürükleyen asker, arkasından, haykırarak koşan Fatma, daha sonra Memiş çıkıp sabit kadrdaki kamera önünden profil geçerler. Kamera sola kayınca bahçede saklanmış olan iki adam görür. Bunlardan biri yırtık-pırtık giyinişli, göğsü-bağrı açık bir adam olup başında uzunca bir külah taşımaktadır. Diğeri, silahlı ve Dadaş kıyafetli bir mücahittir. Saklandıkları yerden deminkileri gözetlemektedirler. Uzakta, Fatma’yı mücadele ederek Memiş’ in, at üzerindeki bir düşman askerinin kucağına verdiğini, askerin, atını ökçelediğini, iki askerin de Salih’i başka tarafa sürüklediğini gören bahçedeki külahlı, başıyla arkadaşına bir işaret yapar. Beriki, bahçe duvarının arkasındaki atına atlar ve karlı tepelere doğru vurup gider. Bu sırada, Memiş’ in bahçeye taraf geldiği ve bahçe kapısındaki nöbetçilerle şakalaştığı, sonra yürüyüp eve girdiği görülür.
(Zincirleme)
SEKANS: 12
(Evdeki oda)
DAHİLİ: Gündüz
HARİCİ: İlerleyen Öğle
(Memiş’ i önce, dış kapıdan girerken alan kamera, bu defa odaya girerken kaydeder. Odada, Hacı Hamdullah bitkin bir haldedir. Düşman yüzbaşısı kudurmuşçasına bir hiddetle, kırbacını çizmelerine çarpa, çarpa gezinmektedir.)
YÜZBAŞI – Eee, ihtiyar, demek oğlun eve gelmedi ha? İnanalım mı?
DEDE – Canınız isterse inanın. Siz, Ulu Tanrı’ nın varlığına inanmıyorsunuz, benim sözlerime inanmışsınız kaç para eder?
YÜZBAŞI – Askerler! .. Evi iyice arayın. Eve muhakkak gelmiştir! .. Bulmalısınız onu! ..
(Askerler topuk vurarak çıkarlar. Yüzbaşı, yaralı ihtiyarın önünde durur. Dişlerini gıcırdatarak konuşmasına devam eder.)
YÜZBAŞI – Sana gelince bunak, seni anandan doğduğuna pişman edeceğim. Ordularımıza mukavemet için, oğlunu çeteciliğe teşvik etmek ne demektir, öğreteceğim sana! ..
DEDE – Üç – beş düşman, alçakça yaraladığınız yaşlı ve silahsız bir ihtiyarı belki öldürebilirsiniz fakat bir Türklüğü öldüremezsiniz. Sizin silahınız varsa, bizim de Allah’ımız var. O, her şeyi görür, her kötülüğü cezalandırır.
(Yüzbaşı son derece kızmıştır. İhtiyarı bütün hıncıyla tekme ve tokatlarla dövmeye başlar.)
YÜZBAŞI – Şu güvendiğin ve her sözün başında, ismini dilinden düşürmediğin Allah’ına yalvar! .. Yalvar da, gelip seni, benim elimden kurtarsın bakalım! ..
(Dede, bu hakaretler karşısında her türlü tehlikeyi göze alarak fena halde feveran etmiştir. İmanının kendisine verdiği kuvvet ve düşmana karşı beslediği kinle yarasına aldırmadan ayağa fırlamaya çalışırsa da muvaffak olamaz.)
DEDE – Alçaaak! ... İmansız, kafir! ... Ulu Tanrı, kullarına, kullarını sebep eder. (Ellerini semaya açıp ağlar) Hey Rabbim... Sen Kaadir-i Mutlak’ sın... Beni, bu dinsiz-imansızın yanında böyle kolu kanadı kırık bırakma! ... Bir mucize halket! ...
(Kamera, evvela gittikçe şiddetlenen bir fon müziğinin refakatinde ihtiyarın, fırtınalar dolaşan gözlerini alır. Sonra heyecanlanan Memiş’ in ve başını kapıya doğru çeviren düşman yüzbaşısının portrelerini kaydeder. Daha sonra, kapıdan, duvara kayıp bir duvarda bir kılıf içerisinde asılı olan Kur’an-ı Keriym-i görür. Bunu müteakiben huşu içersindeki yaralı ihtiyarın portresine geçer. Hacı Hamdullah Efendi’ nin gözlerinden yanaklarına doğru birkaç damla yaş yuvarlanır. Bir sessizlik olur)
(Kesme)
SEKANS: 13
(Köyün içerisi)
DAHİLİ: Gece
HARİCİ: Akşam karanlığı
(İhsan Dadaş’ ın düşman eline geçmiş evinin önünde devriye gezmekte olan iki düşman askerinden biri, diğerinin sigarasını yakmaktadır. Köy sokaklarından sarhoş düşman sesleri gelmekte ve birkaç sarhoş asker şakalaşarak, sallanarak yürümekte, bir tarafta yakılmış olan büyük bir ateşin etrafında çevrilmiş bulunan bazı düşman askerlerinin arasından biri akordeonla mazurka çalmakta, bir başkası çılgınca oynamaktadır. Etrafa akordeon sesleri aksetmekte. Köy değirmeninin yakınlarındayız. Akordeon sesleri ve sarhoş nağraları uzaktan gelmektedir. Değirmen duvarının dibinde kalabalık bir at grubu içinde iki Dadaş nöbet tutmakta, karanlığı delemeyen uzaktaki ateşin kudretsizliğine rağmen doğmuş olan testekerlek, gümüşi bir ayın ışığında at ve Dadaş siluetleri fark edilmektedir. Kamera, mazurka seslerinin refakatinde, atların sağındaki çukurca yerde durduğu zaman İhsan dadaş’ la on – on beş arkadaşının yamaçta mevzilenmiş olduklarını, İhsan’ ın, parmağıyla ilerde ışıkları yanan bir pencereyi ve etraftaki bazı yerleri gösterdiğini, emir alan arkadaşlarının ikişer, ikişer sürünerek, ışıklı evin arka tarafına doğru kaydıklarını ve evi arkadan muhasara ettiklerini görürüz. Bu arada, arkadan yanaşan bir Dadaş’ ın, evin duvarı dibindeki külahlı, perişan elbiseli adama bir şeyler söylediğini fark ederiz. İşte; İhsan Dadaş. Daha yakından görmekteyiz. Testekerlek, gümüşi ay, Dadaş’ ın başının etrafında nurdan bir hale halini almış. Parlak ay ışıkları, yakışıklı ve haşmetli genç adamın başındaki Ahmediye’ nin omuzlarına düşen saçaklarında oynaşıyor. Geniş omuzlarının kenarlarında gümüş bir şerit gibi ay ışıkları dolaşmakta. Yüzü, yarı aydınlık. Kartal bakışlarının dikildiği evin pencere tarafına doğru ilerlemeye başladı. Sağ ve sol gerisinden iki dadaş daha gidiyor. Hepsinin ellerinde mavzerler var. Akordeon sesleri sarhoş nağraları devam etmektedir. Duvar dibinde bulunan, külahlı, perişan adamın yanındayız. Adam, kendisiyle konuşan Dadaş’ a “anladım” der gibi bir işaret yaptı. Dadaş evin arkasına doğru sürününce, külahlı olanı, bahçeye atladı. Kapı önünde devriye gezen askerler bir an şüphelenip sesin geldiği tarafa baktılarsa da ağaçların arasına sinmiş olan adamı göremediler. Sonra her şey normale avdet etti. Kamera, tekrar, ateş etrafında eğlenen düşman askerlerini, bahçede saklanan adamın yerinden gördü.)
(Zincirleme)
SEKANS: 14
(İhsan Dadaş’ ın evindeki oda)
DAHİLİ: Gece
HARİCİ: Akşam
(Yüzbaşı hala ayakta dolanıyor. Dede, iyice bitmiş vaziyette. Memiş’ in elinde balta var. Kamera, bu sekansa, yüzbaşının sırtını görerek başlayacaktır. Bundan sonra yüzbaşı, kameradan arkası dönük olarak uzaklaşınca bahsedilenleri görürüz. Bu sırada; iç oda kapısından birinci asker çıkar.)
ASKER - Evde kimseler yok, yüzbaşım.
(Avlu kapısı açılır diğer asker girer. Topuk vurur.)
ASKER – Avlu, kiler ve merdiven diplerinde kimseler yok.
MEMİŞ – Siz üzülmeyin yüzbaşım. Nasıl olsa bulacağız. Mensuplarınız, şehirde ne kadar ihtiyar, kadın ve çocuk varsa Hacı Ahmet Hanı’ yla Ezirmikli Osman Ağa’ nın konağına doldurup üzerlerine gaz dökerek yakacaklar. Türbe Deresi’ nde de silahları alınanlar sağ ve yaralı, erkek veya kadın, ihtiyar veya çocuk olmak üzere baltayla kesilecek. (Bir an durur) Bu dik başlı ihtiyara gelince; siz, onu bana bırakın. Ben bu baltayla onun hesabını tez görürüm.
YÜZBAŞI – Haydi Memiş. Bize olan bağlılığını ispat et. (Askerlere) Yardım edin! ..
(Üç kişi birden Hacı Hamdullah’ a saldırıp sürüklerlerken avluda bir takım gürültüler olur.)
YÜZBAŞI – Çık bak, kim var orada? ...
(Memiş derhal avluya yürür. Az sonra, aşinası olduğumuz külahlı, perişan kılıklı adamı tekme ile odaya yuvarlar.)
YÜZBAŞI – Kim bu serseri kılıklı herif? ...
MEMİŞ – (Kahkahalarla) “Deli Osman” derler. Güya; dünya kuruldu, kurulalı yaşarmış. Arada sırada kayıplara karışırmış. Onu, aynı günde, hem burada, hem Mekke’ de, Medine’ de namaz kılarken görenler varmış. Mışmış da mışmış. Meczubun biri. Dilencilik yapar. Askerler bahçede yakalamışlar.
(Memiş bunları anlatırken Osman, elini sokup karnını kaşıyarak aval, aval petrol lambasının fitil anahtarına, Kur’an-ı Keriym’ e ve Memiş’ in baltasına bakar. Kerevetin minderlerini okşar. Hareketleri tam bir deli gibidir. Ürkektir. Baktığına, dikkatli fakat az bakar. Mırıl, mırıl mırıldanmakta ve sebepsiz yere bol, bol gülmektedir.)
YÜZBAŞI – Ne arıyorsun burada ha?
OSMAN – Ne diyon Ağa?
MEMİŞ – Burada ne aradığını soruyor.
OSMAN – Pekiii, O öyle diyince sen ne diyon?
YÜZBAŞI – Bırak dırdırı da ne aradığını söyle?
OSMAN – Ben mi ne arıyom? (Omuz silker) Hiiiç ne arayacağım? Sadece türkü söyler, gezerim Ağam. İstersen bir türkü de sana söyleyelim. (Fırsat bırakmadan) Haaavadaaa buuuluuut yoook.....
MEMİŞ – (Keser) Uğraşmaya değmez yüzbaşım. (Askerlere) Yatırın bu Hacı Hamdullah köpeğini.
DEDE – Biraz evvel, “Efendi Hazretleri” dediğin adama şimdi “Köpek” diyorsun ha? Bunların ahı sizde kalmayacaktır, namertler.
MEMİŞ – Yatırın! ..
(Askerler, ihtiyarı kapının eşiğine kadar sürüklerler. Memiş, bütün kuvvet ve canavarlığıyla onun başını eşiğe dayar. Baltasını havalandırır. Kamera, baltanın ağzından hızla, duvardaki Kur’an imajına geçer. Orada ihtiyarın kelime-i şehadet getirdiğini işitiriz. Aynı imaj üzerinde bir tüfek patlaması duyulur. Kamera, derhal Memiş’ e döner. Memiş, acı bir feryat kopararak bir kavis çizip elindeki baltayla yere yıkılmaktadır. Cam şangırtıları arasında kırılan pencereden Dadaşlar atlamış, avlu ve iç oda kapısını tutmuşlardır. Osman’ ın elinde Memiş’ i vuran ve dumanları tütmekte olan toplu bir tabanca vardır. Eski deli tavırlarını bırakan Osman, külahı da atmıştır.)
OSMAN – Kıpırdamayın bre! .. Hepinizi delik-deşik ederim! ..
(İhsan Dadaş, iç oda tarafındaki iki Dadaş’ ın arasından çıkarak koşup babasını kaldırmış ve ona sarılmıştır.)
İHSAN – Baba! .. Baba! ..
DEDE – (Şaşkınlıkla oğlunu kucaklar) Oğlum İhsan’ ım benim! ... Sen kaçmadın demek öyle mi? Demek bu mel’ unun söyledikleri yalanmış! .. Sana ne kadar beddua ettim, onun yüzünden.
(Bu sırada, bir-iki Dadaş, teslim olan yüzbaşıyla iki askerin el ve ayaklarını bağlar, bağırmamaları için ağızlarına tıkaç vurup, askerleri içeriki odaya kilitler, yüzbaşının da başına bir çuval geçirip çuvalın ağzını bağlar, diğerlerinin yardımıyla pencereden dışarıya verirler.)
DEDE – Halbuki sen işte karşımdasın. Evet, evet! .. Sensin! .. Allahım, hakikat mi bunlar? ...
İHSAN – Baba, “Sensin” ne demek? Tabii benim. Bunlarda ne demek? (Memiş’ i gösterir) Bu kansız, bana, düşmanla mücadele etmek için çete kurup dağa çıktığımdan, senin beni, evlatlıktan reddettiğini söylemişti de, inanmamıştım. Demek; tuzak hazırlamış bizlere. Zaten cezasını buldu. Baba, sen neler söylüyorsun? Benim vatanıma düşman saldırırken ben nasıl kaçarım? ...
(Bu arada Deli Osman, Hacı Hamdullah’ ın elini öpmektedir.)
İHSAN – Bak, bu elini öpen de, mücadele arkadaşım Necati Bey. (Biraz durur) Onlara, göz koydukları bu toprakları mezar etmezsem, onlardan, evlerde yaktıkları kardeşlerimin, bacılarımın öcünü almazsam, bu vatanın ekmeği bana haram olsun! ..
DEDE – (Ellerini semaya açar) Ey Ulu Tanrı’ m. Ey, yetmiş bin alemin yaratıcısı olan hakimlerin hakimi, adillerin adili büyük Allah’ ım! .. Sana binlerce def’ a şükür olsun. Sen, benim yüzümü kafirlerin yanında kara etmedin. Meğer; kara günlerin de iyisi olurmuş.
Ulu Tanrı’ m unuttum, ak içinde akları,
Bu karanlık günlerin sendedir şafakları.
Bu karanlık gecenin sonu bir gün gelecek,
Kelime-i tevhidler göklere yükselecek! ..
Sana bin şükür Rabb’ im, sensin işi hayreden,
Sonunda galip gelir Allah’ a iman eden.
(Kesme)
SEKANS: 15
(Erzurum ve Erzurum’ daki düşman Başkumandanlık karargahı)
DAHİLİ: Gece.
HARİCİ: Akşamdan sonra.
(Kamera, önce Erzurum’ un panoramiğini alacak, konağın bulunduğu bölümü görecek, bilhassa üzerinde durduğu bölümdeki konağı zum objektifle yaklaştıracaktır. Şimdi, konağın bulunduğu sokaktayız. Önümüzden bir düşman mangası geçiyor. İşte konak. Büyücek bir bahçenin içerisindeki konağın pencerelerinden ışıklar fışkırmakta, neş’ eli bağırışlar ve oryantal musiki sesleri gelmekte. Kamera, konağın bahçe kapı tarafına dönüyor. Kapıda iki süngülü devriye geziyorlar. İç tarafta iki nöbetçi daha. Kamera, bahçeden konağın taş merdivenlerine kadar uzanan yolu geçiyor. Merdivenlerin ilk basamakları önünde iki, keza antrede iki olmak üzere dört nöbetçi daha. Ondan sonra, ışıklar içinde bir salon ve yukarı kata çıkan tahta trabzanlı merdivenler. Hepsi bu kadar.)
(Zincirleme)
SEKANS: 16
(Konağın alt kattaki salonu)
DAHİLİ: Gece.
HARİCİ: Akşamdan sonra.
(Koskoca bir salon mumlar, şamdanlar, avizelerle aydınlatılmış. Gürültülü kahkahalar, bir oryantal dans müziğinin nağmelerine karışıyor. Sağdan sola bir gezinti yapıyoruz. Bütün masalar; kış meyveleri, yiyecekler, tepe gibi yığılmış etler ve mumlarla donatılmış. İçki şişeleri votka dolu. Kadehlerin biri kalkıp biri iniyor. Kadınlar, sarhoş masalarında sakilik ve mezelik yapıyorlar. Dinmek bilmeyen gürültülü kahkahalar. Kulaklarımız müziğin nağmeleriyle meşgul. Şahane donatılmış bir masaya yaklaşıyoruz. Bu masa; Düşman İşgal Orduları Başkumandanının masasıdır. İşte kendisi.
(4) Subaylarla şakalaşıyor. İnce bıyıkları, uzun tüylü favorileri, sert bakışlı gözleri, anatomisi bozuk yüzüyle her fenalık yapabilen bir tipi var. Yanındaki subayı dürtüyor. Kadehini bir hamlede boşaltırken ilerde bir yeri gösteriyor.
(5) Salondaki kalabalık, sarhoş bağırışlarıyla, bütün takdir hislerini belirtiyor. General, dilberin birini belinden sardı. Sarhoş adımlarla salonun dip tarafındaki odaya götürüyor. İçeri girdiler. Salondayız. Çılgın eğlenti berdevam. Salonun giriş kapısı açılıyor. Üstü başı kar içinde bir asker, karlarını silkeleyerek oradaki iki subayla heyecanlı bir şeyler konuşuyor. Subaylardan biri ayrılıp kumandanın odasına girdikten biraz sonra dışarı çıkıyor. Dilber de bu arada odadan çıkmıştır. Subay, aynı askere odayı işaret edince asker, salondaki eğlenceye aldırmadan yürüyüp oda kapısını vurdu ve içeri girdi. Odadayız. Kumandan ayakta ve yüzü pencereye dönük. Asker topuk vurduğu halde aldırmadı. Kumandan arkasını dönmede konuşuyor. Askerin yüzünde derin bir korkunun izleri var.)
KUMANDAN – (Sertçe) Söyle! ..
ASKER – (Telaşlı) Kumandanım, Türkler ağır bastılar. Askerlerimiz, Gümüşgöz’ ün yukarısında tutunamadılar, Kiremitlik Tabyaları’ na doğru kaçıyorlar. İhsan Dadaş da.....
KUMANDAN – (Sert bir dönüş yapar) İhsan Dadaş mı? Gene mi bu herif? Erzurum’ u işgale kudreti yeten ordularımın, nasıl olur da, ne idiğü belirsiz bir köylüye güçleri yetmez. Nasıl olur da, üç beş çaresiz, silahsız sergerdeyle başa çıkamazlar, anlamıyorum! .. Buraya geldim geleli kulaklarım, bu herifin yaptıklarından, ettiklerinden başka bir şey duymaz oldu. Şimdi, ne haltlar karıştırmış, söyle bakalım? ...
(4) Sansür
(5) Sansür
ASKER – “İhsan Dadaş” denilen Türk, saklandığı eve baskın yaptığımız zaman bize saldırdı. Kapılar açıldığı anda; onlar dışarı, biz içeri hücum ettik. Yanında kırkı mütecaviz çeteci vardı.
KUMANDAN – “Kırk” dediğinize göre; ancak bir-iki kişi vardır.. Ben, sizi iyi bilirim; beceriksiz herifler. Eee, sonra? Devam et.
ASKER – Karşı koyamadık kumandanım. Bizi kalleşçe tuzağa düşürdüler. Yüzbaşımızı da esir aldılar.
KUMANDAN – Neeee? ... Ne dedin? .. Yüzbaşıyı esir mi aldılar? ... Ya sen, sen nasıl kaçtın? ...
ASKER – Kaçmadım, beni tuttular ve “Git, o başkumandanınız olacak aptala söyle, defolup buralardan gitsin. Yoksa; Allah’ ın bir ism-i hakkı için gök kubbeyi başına yıkar, ordugahını ve o şeytan çarpmış vücudunu hak ile yeksan ederiz.” Dediler.
KUMANDAN – (Pek büyük bir hayretle) Nasıl? ... Nasıl? ... Bana; “aptal” mı dediler? ...
ASKER – Başka bir şey demek hadlerine mi düşmüş kumandanım? (Biraz durur) Sonra dediler ki; “Eğer, kumandan, yüzbaşıyı kurtarmak istiyorsa; haber göndersin, şartlarımızı söyleyelim.”
(Kumandan, hiddetinden soluyarak, sert adımlarla ve bağırarak odayı adımlamaya, sonra korkunç bir hareketle askere yaklaşmaya başlar. Bütün hiddetiyle gırtlağına sarılır.)
KUMANDAN – Söyle! .. Nerde olduklarını söyle! .. Korkak herif! .. Neredeler? ... Nerede gördün onları? ...
ASKER – (Hırıltılı) Kumandanım... İhsan Dadaş şu anda Kümbet.....
(Kumandanın arkasındaki pencereden uzanan bir tabanca bir el ateş eder. Tam kalbinden vurulan asker, Kumandanın ellerinde can verir. Kumandan, askeri sarsar. Bırakır. Pencereye atılır. Tabancasıyla pencereden dışarıdaki karanlıklara iki el ateş eder. Derhal döner, askere koşar. Yakalarından tutup kaldırır. Omzuna düşen yüzüne bakar.)
KUMANDAN – Ölmeden evvel yerlerini söyle. (Askerin açık kalan gözlerine bakar) Ölmüş! .. Gebermiş! .. (Ceseti bırakır) Canı cehenneme. Gebermesi bir şey değil ama yerlerini söylemeden de neden geberdi sanki? ... Tam da geberilecek zamanı buldu. (Eli çenesinde ve dalgın) Kümbet.. Kümbet... Dedi. Kümbet... Kümbet... Kümbet ne demek? (Bağırır) Heeey! .. Kimseler yok mu orada? ...
(Kapı açılır. Devam eden kahkahalar, bağırışlar ve müzik sesleri arasında bir emir subayı girer ve selam verir.)
KUMANDAN – Müşavirim nerede? Onu gönder bana...
(Subay çıkar. Az sonra müşavir içeri girer. General hala hiddetlidir.)
KUMANDAN – Bu ne kaygusuzluk? Bu ne alakasızlık? Bir de her fırsatta, bize olan alaka ve hürmetinizden bahsedersiniz. Hürmet bu mudur? ... Buna mı alaka denir? ... Kendi karargahımda, işgalim altında bulunan bir şehrin adamları askerlerimi öldürüyorlar... Ellerimdeki askerimi vuranlar, isteselerdi, onun yerine beni vurabilirlerdi.
(6) Bir onların cür’ et ve küstahlıklarına, bir de bizim lakaydimize bak. (Dişlerini gıcırdatır) Fakat bu hareketi onlara pek, peeek çok tuzluya mal edeceğim! ..
MÜŞAVİR – Endişe buyurmayınız ekselans. Ateş eden falan olmadı. Size öyle gelmiştir.
(6) Sansür
KUMANDAN – (Suratına bir tokat atar) Yaaa! .. Bana öyle geldi demek. Demek; ateş eden falan olmadı. (Kudurmuşçasına) Benim, İşgal Orduları Başkumandanı’ nın kulakları sağır öyle mi? (Ayağı ile yerdeki cesedi dürter) Bu ne, bu? ... Bu da mı, sağ olduğu halde bana ölü gibi geliyor? ... Ateş eden falan olmadıysa bu asker nasıl öldü ha? ... Yoksa, ölmedi de, bir tiyatro sahnesinde rol mü yapıyor? ... Yoksa ben mi kabus görmeye başladım? (yeniden tokatlar) Hayır! .. Hayır olamaz... “Olamaz” diyorum. (Parmağıyla pencereyi gösterir) Biraz evvel şu pencereden ateş ettiler. Gözümle gördüm. İyice görelim diye, namluyu burnumuza mı soksunlar istiyorsun? Belki de; beni öldürmek istiyorlardı. Etrafı iyice araştırın. Ateş eden kim ise, ölü veya diri, istiyorum! ..
MÜŞAVİR – Emredersiniz, ekselans.
(Müşavirle beraber, eğlenen salona çıkarız. Eğlenti ve dans bütün hızıyla devam etmektedir. Müşavir, eğlenenlerin arasından ilerler. Kapıya doğru gider. Dışarı çıkar. Etrafa emirler yağdırdığı, askerlerin sağa, sola koşuştukları ve kapıda karın yağdığı görülür. Tekrar salona döner, oradaki dansı bir müddet daha seyrederiz. Bir müddet sonra kumandanın odasına dahil oluruz. Kumandan, yağan karı pencereden seyretmektedir. Kapı açılınca, içeri dolan müzik sesleri üzerine kumandan geri döner.)
(Müşavir, malum kıyafetteki Deli Osman’ ı tekmeyle içeri yuvarlar. Oraya getirilen Salih’ i de bileğinden tutup içeri çeker, kapıyı kapatır.)
MÜŞAVİR – İlle “ Ateş edildi.” Diyorsanız, bu etmiştir. Askerler bu serseriyi karargah civarında gezerken yakaladılar.
KUMANDAN – (Aval, aval bakan Osman’ ı gözden geçirir. Hayretle) Bu mu? ... Şu, sapık suratlı herif mi? ... Bunda, adam öldürecek yüz var mı? Bu, dünyasından bile vazgeçmiş! .. (Sertçe Osman’ a) Söyle ha? ... Ne arıyordun buralarda? ...
OSMAN – (Müşavire) Ağa, bu efendi ne diyo?
MÜŞAVİR – Buralarda ne aradığını soruyor?
OSMAN – (Büyük bir hayretle) Eeee, o öyle diyince sen ne diyon?
MÜŞAVİR – Ben de “Allah belanı versin” diyorum.
OSMAN – Aziz mübarek günde bela okuma beee! ..
KUMANDAN – (Osman’ ın yakalarını desteler) Ne arıyordun dışarda?
OSMAN – Yakamı yırtıcan Ağa. Bırak be. Ne arar, ararım...
MÜŞAVİR – (Onu tekmeler) Herif, dışarda ne aradığını söyle, yoksa seni şurada boğazlarım! ..
OSMAN – Ağa, sen de hemen boğazlıyon adamı. “Boğazlarım” diyon, tekmeliyon! .. Bari; “tekmelerim.” di de, boğazla. Sen, boğazın yerini bilmiyon galiba! .. (Avucunu boğazına vurarak) Bak! .. buna “boğaz” dirler Ağa, “boğaz.”
MÜŞAVİR – Hakkınız var ekselans, bu olamaz. Bu herif zır deli.
OSMAN – (Kızgın) Adama “deli” dime beee! ..
SALİH – (Dikkatle Osman’ a bakar) Ona; “deli” demeyin. O, sizden daha akıllıdır.
MÜŞAVİR – Bu mu?
SALİH – Elbette bu. Beğenemedin mi?
KUMANDAN – (Başını ona çevirip müşavire) Bu çocuk da kim?
MÜŞAVİR – İhsan Dadaş’ ın oğlu Salih. Evlerine yapılan baskında esir almışlar. Askerler şimdi getirdiler. Elimizde koz olarak kullanacağız.
OSMAN – (Kızgın) Çocuğa “goz” dime beee! .. “Salih” dimeyin ona! .. O, Salih olsaydı, Abdurrahman Gazi Türbesi’ ne gelirdi.
KUMANDAN – Defet bu sersemi, kafamı kızdırmaya başladı.
MÜŞAVİR – (Desteleyip kaldırır) Haydi bakalım, canını şeytan alasıca herif! .. Defol, bir daha da elime geçeyim deme,barsaklarını önüne dökerim! ..
(Osman, bir fırsatını bulup Salih’ e göz kırparken, kumandan görünce; esnemeye ve öbür gözünü de kırpa, kırpa ayaklarını sürüterek çıkmaya koyulur)
MÜŞAVİR – (Kapıyı açıp) Bırak gitsin.
KUMANDAN – Delikanlı, senin baban olacak herif, gene ortalığı birbirine katmaya, karıştırmaya başladı ama gebermesi yakındır.
(Salih cevap vermeden, elleri arkasında gezinmektedir.)
KUMANDAN – Sana söylüyorum! ..
SALİH – (Aldırmadan) Benim Dadaş’ ım buralarda değil ki; ortalığı da katıp karıştırsın.
KUMANDAN – Sen “İhsan Dadaş” denilen Türk’ ün oğlu değil misin? Annenin ismi “Fatma” değil mi? “Hacı Hamdullah” isminde bir deden yok mu?
SALİH – Vaaar.
KUMANDAN – Hah şöyle. Zaten inkar etsen inanmazdım. Baban, evinize giren bizim subaylardan birini esir etmiş.
SALİH – (Döner) Bak, buna sevindim. Düşmanımsın ama sana bir şey söyleyeceğim: Dadaş’ ımdan çok çekin. O, senin gibi on tane başkumandanı sol elin serçe parmağıyla ezer.
KUMANDAN – Bu çocuk neler söylüyor?
MÜŞAVİR – Saçmalıyor Ekselans.
SALİH – Kimin saçmaladığını Allah bilir, zavallılar. Eğer, Dadaşım, benim bildiğim adamsa, buraya da gelir. Hem de çok yakında gelir.
(Salih burada, sevinçle parmağıyla arkadaki pencereyi işaret eder.)
SALİH – İşte arkanızda duruyor! ..
(Kumandanla müşavir tabancalarına sarılıp geri dönerler. Pencerenin kanadı açık kaldığı için soğuk bir kış rüzgarı perdeyi dalgalandırmaktadır. Görünürlerde kimseler yoktur. Salih hala gülmektedir.)
KUMANDAN – Deliler gibi neye gülüyorsun? ...
SALİH – (Gülerek) Korkaklığınıza gülüyorum.
KUMANDAN – Defol! (Müşavire) Al bu mendeburu, mutfağa yolla. Bir çuval soğan soydursunlar da aklı başına gelsin.
(Müşavir Salih’ i odadan çıkarır. Salonda eğlence sona ermiş, kimseler kalmamıştır. Etraf darmadağınık vaziyettedir. Ön planda; profilden yürümekte olan Müşavirle Salih’ i, arka planda; bir eğlenti enkazı halindeki salonu görmekteyiz. Kamera evvela, bir merdiven başına kadar Salih’ le müşaviri takip edip sonra merdivenin en alt basamağından inişlerini tespit eder. Şimdi son basamağı da indiler. Müşaviri gören kapıdaki nöbetçiler selam verdiler. Müşavir, binanın alt katına giden merdivenleri inmeye başlar. Bu defa onları yine tepeden ve inerken görürüz. İşte bir kapı açtı ve içeri girdiler.)
(Zincirleme)
SEKANS: 17
(Bir mutfakta)
DAHİLİ: Gece.
HARİCİ: Sabaha doğru.
(Salih, aşçıların ve aşçı yamaklarından birkaçının hoyrat kahkaları arasında, önüne dökülmüş olan bir çuval soğanı elindeki bıçakla temizleyip dörde bölerek çalışmaktadır. Soğanın tesiri ile gözleri fena halde yaşarmıştır. İri göbekli aşçıbaşı elindeki kepçeyle onu dürter. Kahkahalarla gülmektedir. Ötede patates doğrayan bir yamak, işini bırakmış, ağzı kulaklarında ona bakmaktadır.)
AŞÇI - (Alayla) Ne o ufaklık! .. Ağlıyor musun yoksa?
YAMAK – (Alayla) Amma yaptın usta! .. Koskaoca kumandana kafa tutan adam, ağlar mı hiç? Gözlerine su sıçradı da, ondan.
AŞÇI – (Alayla) Belki de annesi aklına geldi.
YAMAK – Yook canııım, belki de sabah namazını kılamadı da ona ağlıyor.
(Salih birden elindeki bıçakla yamağa saldırır. Tam indireceği sırada yamak bileğini kavrar. Korkunç bir sırıtışla yarı ciddi konuşur.)
YAMAK – Seni burada gebertirdim ama dua et ki; kumandan hesabını sorar diye korkuyorum. Ha, ne dersin usta? ...
(Cevap beklemeden çocuğu kuvvetle silkip fırlatır. Salih, soğanların arasına yuvarlanır. Bütün soğanlar, etrafa dağılır. Aşçı, hiçbir şey olmamış gibi, kepçeyle ocaktaki çorbayı karıştırmaktadır.)
SEKANS: 18
(Erzurum’ un içinde)
DAHİLİ: Gündüz
HARİCİ: Öğleden sonra
(Kumandan, yanında müşaviri olduğu halde şehri teftiş etmektedir. Arkalarında emir subayları ve peşlerinde, ağır, ağır onları takip etmekte olan, baş tarafına, koşumları pırıl, pırıl dört muhafız bulunmaktadır. Kumandanla müşavir, ön planda yürüyorlar. Arka planda, harabe haline gelmiş evlerin, konakların enkazı. Etraf beyaz karlarla örtülü fakat kar yağmıyor. Bazen, onlarla beraber, yeni ateşe verilmiş bir binanın, bazen bir tarihi eserin, bir harabenin, ağaçları karlarla bezenmiş bir bahçenin, selam verip geçen düşman askerlerinin, panoramik bir manzaranın, hayretle, nefretle bakan Türk erkek çocuklarının, karlarda askerler tarafından sürüklenirken can hıraş feryatlarla haykıran bir kadıncağızın, ona yardım etmeye çalışırken süngülenen erkek çocuklarının yanlarından geçiyoruz. Kumandanın suratında sert bir ifade ve etrafındakileri görmeyen bir alakasızlık. Müşavirde dalkavukçasına bir saygı, onu destekler hareketler ve sinsice bakışlar.)
KUMANDAN – Evvelki emirlerim harfiyyen yerine getirildi mi?
MÜŞAVİR – Getirildi ekselans. Kadınlar, çocuklar, eli silah bile tutamayan ihtiyarlar, evlere doldurulup üzerlerine gaz dökülerek yakılıyor. Yanan evler, şehre bambaşka bir güzellik vermekte. Her taraf ateş ve alev içerisinde. Etrafımızdaki bu misaller; bunun delil ve nişaneleridir. Binalar, evvela basılıp aranıyor, sonra yakılıyor. Erzurum, harabeye döndü. Türkler artık kendilerini toplayamazlar. Yalnız...
KUMANDAN – Yalnız ne olmuş?
MÜŞAVİR – “Gümüşgöz” denilen mahallin yukarısında cinlere rastladık.
KUMANDAN – Nasıl? Cinlere mi rastladınız? Bu da ne demek oluyor? Hepiniz çıldırmışsınız.
MÜŞAVİR – Hepimiz değil ekselans, sadece dört asker çıldırdı. İki askerin de ağzı çarpıldı. Doğru söylüyorum. Cinlere rastladık. Türkler bu semte “Gavurboğan” adını koymuşlar. Boş olduğunu iyi bildiğimiz bir evden, sabaha kadar ateş edildi dün gece. Hem de yaylım ateş. Evi, güç halle kuşatıp içeri girdik ama kimseleri bulamadık. Tam dışarı çıkarken ateş tekrar başladı.
KUMANDAN – İnsan olmayan bir evden kimler ateş edebilir?
MÜŞAVİR – Kimler olacak, cinler, periler.
KUMANDAN – İyice saklanmış biri olmasın?
MÜŞAVİR – İmkanı yok ekselans. Bu, tek adam işi değil. “Yaylım ateşi” diyorum size. İçeride bir müfreze asker varmış gibi ardı arkası kesilmeden ateş ediliyordu. Evin damında iri cüsseli, yeşil cüppeli, büyük kavuklu adamlar oturuyordu. Mavzer ateşiyle iyice taradık. Bir damla kan bile akmadı, biri bile devrilmedi.
KUMANDAN – Bunlar, anladığıma göre; hep o herifin başının altından çıkıyor. Bana bak dostum, ben, o İhsan Dadaş’ ınıza iyi bir tuzak hazırlattım bile. Sen İhsan’ a haber gönder. Gelsin.
MÜŞAVİR – Aman ekselans. Onun saklandığı yeri şeytan bile bilmiyor. Nereye haber göndereyim?
KUMANDAN – Caddelerde, sokaklarda adam bağırtın. Yüzbaşıyı bize iade etmek için ileri süreceği şartları öğrenmek üzere kendisini karargahımda beklediğimi, gelirse kılına bile dokunmayacağımızı, gelmezse oğlu Salih’ i astıracağımızı ilan ettirin.
MÜŞAVİR – Acaba gelir mi?
KUMANDAN – Eğer o, benim adamlarıma saldırmadan korkmayan insansa, hiç şüphesiz, oraya da gelecektir. Üstelik; Türkler, söze çok kıymet verirler. Halbuki; biz, sözümüzde durmayacağız.
(Kumandan, yürümesine devam ederken müşavir, emir subaylarından biriyle konuşmaya başlar. Subay, selam verip ayrılır.)
MÜŞAVİR – Bağırmaları için emir verdim ekselans.
KUMANDAN – (Memnun) Keklik tuzağa yaklaşıyor demektir.
MÜŞAVİR – İhsan Dadaş, bir kuş gibi tuzağa düşecektir, ekselans. Eğer onu bir ele geçirirsek, diğerleri de artık karşı koymazlar. Zira; hepsinin kaderi bu adamın ellerinde.
(Fon müziği başlar. Kumandan, durarak geriye işaret eder. Emir subayı “Kızak! ” diye bağırır. Sürücü atları kırbaçlar. Kumandan sert hareketlerle kızağa yürürken emir subayıyla müşavir kapı tarafında sağlı, sollu yer alırlar. Kumandan binerken selam veren subay, müşavirinde binmesini bekledikten sonra sürücünün yanına geçer. Kızak hareket eder. Kamera, şehrin harabeye dönen sokaklarında giden dört atlı kızağı gah profilden alacak, gah, bir sokağa girinceye kadar arkasından takip edip orada bırakarak aynı sokağın çıkışında karşılayacak ve kızak, kamera önünden gelip geçince gene arkadan tespite çalışacaktır. Kızağın dışı alındığında; sürücü kamçısını şaklatarak atları haylamaktadır. İçerde, kumandanla müşavir karşılıklı oturuyorlar. Kumandan, sağ tarafındaki pencerenin perdesini yana açmış, dışarıya bakar vaziyettedir.)
KUMANDAN – Devam et.
(Şahane kızağı tekrar dışarıdan görmekteyiz. Sürücü, atları haylayıp kırbaçlayınca, soğuktan belli olan soluklar arasında muhteşem kızak karlarda derin izler bırakarak kayıp gidiyor. Şimdi, karargahın önünde durdu. İçindekiler inip, arkalarında emir subayları olduğu halde yürüdüler.)
(Kesme)
SEKANS: 19
(Kumandanın çalışma odası)
DAHİLİ: Gece
HARİCİ: Akşam
(Kumandan ayakta gezinmekte, müşavir ise ayakta durmaktadır.)
KUMANDAN – Gene mi bu İhsan Dadaş? ...
MÜŞAVİR – Evet, gene o İhsan Dadaş... Şehir düşmeden evvel ve düştükten sonra hep bu adam karşımıza çıktı. Türkler ona, evliya gözüyle bakıyorlar. Yanında, kulaklarımıza gelen sözler doğruysa; topu – topu on beş arkadaşı varmış. Etrafı kırıp geçirdiklerine bakılırsa; onların yaptığını bir alay asker yapamaz. Kırk kişinin girip can verdiği mücadeleden, o tek başına sağ çıkar. Şeytani bir zekası var. Bu adamın eline biraz cephane verilse, karargahımızı başımıza yıkar.
KUMANDAN – Görelim, bakalım... Eğer; bu adam, anlata, anlata bitiremediğin kadar ces’ ur ve kahramansa, buraya da gelir. (Hırsla)
Gelsin de, dişlerimi etine geçireyim,
Pençemde son nefesi verdiğini göreyim! ..
Göreyim, çırpınarak kustuğunu kızıl kan,
Göreyim söndüğünü bir mum gibi akşam
(Devamla) Gelemez! .. Geleceğini hiç zannetmiyorum.
(Balkon tarafındaki pencerenin camları şangırtıyla kırılır. İhsan Dadaş, azametli bir masal kahramanı gibi, kırılan pencereden odaya atlamıştır. Müsellah bir Dadaş kıyafetindedir. Kumandanla müşavir şaşırmış, hatta korkmuşlardır. Kamera, bu anda yakın planlar alıp İhsan’ da durur.)
İHSAN – Yanılıyorsun Kumandan. Zanla, hakikat yakın olmaz.
KUMANDAN – Şey... Fakat... Biz, kapıya nöbetçiler bırakmıştık... Muhafızlar dikmiştik...
İHSAN – (Korkunç kahkahalarla güler) Yanlışınız var. Ben, balkondan girerken kapı tarafında bekleyen bir sürü adam gördüm ama onlar nöbetçi değildi; bostan korkuluğuydu. Benim de kargaya benzer tarafım olmadığı için, korkmadım. Kumandan, ben sizin yerinizde olsam; karargah duvarına bitişik olan bütün ağaçları kestirirdim; kimse girmesin diye.
(İhsan böylece konuşarak kapağı açık olan, tuzak mahiyetindeki, mahsen deliğini kamufle maksadıyla üzerine örtülmüş halı parçasının yanından geçer ve kapının arkasına yürür.)
KUMANDAN – Karargah, muhafaza altındaydı... Nasıl girebildin? ... Kimseler duymadan nasıl girebildin? ... (Bağırır) Nöbetçileeeer! ..
(Kapı şiddetle açılır. Kapı kanadı içeri doğru açıldığı için İhsan, kanadın arkasında kalmış ve emir subayı girip topuk vurmuştur. İhsan, kapıyı kapatıp tabancasını subaya çevirir. Subay fazlaca şaşırmıştır. Bu sırada kapı önünde bir takım sesler duyulmaktadır.)
İHSAN – (Subaya) Nişancılığımdan şüphen olmasın. Eğer, geberdiğinizi istemiyorsan, kapıyı arala ve dışarıda birikenlere, kumandanın rahatsız edilmek istemediğini söyle.
SUBAY – Sen! .. Sen! ..
İHSAN – (Sert) Haydi bre! Karnını dumanla doldururum şimdi.
SUBAY – (Kapıyı aralar) Çekilin kapı önünden. Kumandan rahatsız edilmek istemiyor.
(İhsan, derhal kapıyı örtüp arkasından kilitler, subayı odaya iter.)
İHSAN – Şöyle yürü. Ne yapalım, misafir umduğunu değil bulduğunu yermiş.
KUMANDAN – Bütün giriş yerlerini kontrol altına aldırmıştık. (Şaşkınlıkla) Nereden ve nasıl girebildin? ..
İHSAN –
Biz, aklınız ermeyen iman erbabındanız! ..
Gahi sağda, gah solda, gah şurada, bur’ dayız! ..
Gönlümüzde oldukça ölümsüz büyük iman
Yoktur bir kapı bize, kilidi açılmayan. (Devamla)
Bu da bizim sırrımız kumandan. Biz, her geçmek istediğimiz kapıda yalamak için kemik bekleyen kocamış çakallara görünürsek, önlerine kemik atmamız lazım gelir.
KUMANDAN – İmkanı yok! .. Nasıl olur? ..
İHSAN – Hayırlar olsun kumandan? Pek şaşırdın gibi geldi bana. (Müşavire) Ya sen, muhterem başkumandanın muhterem müşaviri! .. Şeytan çarpsaydı, gökten taş düşseydi bu kadar şaşırmaz, ölseydin bu kadar sararmazdın değil mi? Ne oldu size? Bu nasıl misafirperverlik? Beni buraya sizin davet ettiğinizi ben mi hatırlatayım istiyorsunuz? Ben ise sokaklarda, ayaklarına çivi çakılmış danalar gibi böğüren adamlarınızın sesini duyunca; “her halde iyi bir ziyafet sofrası hazırlatmıştır.” diyerek koşup geldim. (Pencerenin perdesini açıp alevler içindeki şehri gösterir.) Hakikaten bir ziyafet hazırlamışsınız ama bize değil. Zulme susamış olan sırtlanlara. Bu; alev, alev yana yer, Hacı Ahmet Hanı’ dır. Orada az evvel, tarihi canavarların en menfuru cereyan etti. O yükselen ateşler sadece kalasların, tavan kirişlerinin ve odunların değil, zavallı, masum ve silahsız insanların alevleridir. Bugün, bu kara gün bütün bir memleketi ateşe verdiğiniz gündür. Bu gün; vatanın kan ağladığı gündür. Tarih, bu zulmü unutmayacak, tıpkı bizim unutmayacağımız gibi.
Öyle bir tarihe sahip ki; vatan,
Bütün sayfaları pençe, pençe kan! ...
Bu kan; tabyaların süsü layemut! ...
Türk’ ün nefesidir ateş ve barut...
Hikmet BARLIOĞLU (1933-2003) ‘nun
Erzurum Yanıyor isimli Tarihi ve Milli Senaryosu’ ndan >
(1 – 70 /102)
Devamı gelecek...
İsmet BarlıoğluKayıt Tarihi : 14.12.2005 00:52:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!