Şerefli Türk Milletim!
Hepimize malum olduğu gibi,Kuzey ve Güney Kafkaz, bütün Hazeryanı ülkeler, Azerbaycan ve Anadolu toprakları binler yıldirki, Türk milletlerinin yaşayış yeri ve vatanı olmuştur, elbette ki, Türklerin, özellikle müslüman Türklerin adil hakimiyyetleri altında, az çok sayir etnik guruplarıda yaşamışlar ve yaşamaktadırlar. Bildiyiniz gibi, tarihin daha başında, Türk milletlerinden çok, imparatorluk kuran ve aynı zamanda yer yüzünün üç kıyısında (Asiya, Avrupa ve Afrika) hüküm süren, diğer bir millet olmamıştır, üstelik Türk imparatorlukları, tekce imparatorluklarmışlar ki, hakimiyyetleri altında yaşayan milli ve dini azınlıkların inandıkları din ve danışıkları dile, her zaman hoş görü ve sayğıyla yanaşmışlar.
Ispaniyalıların, İngilterelilerin, Fransızların ve sayir azarak imparatorluk kurmuş milletlerin, hakimiyyeti altında yaşayan etniklerin durumuna bakın ve Türklerin hakimiyyeti altında yaşayan azınlıkların durumunada; üstelik Türklerin eğemenliyi altında yaşayan milletler, bazan 650 yıl boyunda Türklerle birlikte yaşamışlar, ama, mesela fransızların hakimiyyeti altında bir esirde yaşamamışlar; sonuc budur ki bugün 100.000ler insansever ve kurtarıcı Türk, hakim olduğu ve esirler boyu hüküm sürdüğü azınlıklarda eriyip, itip, bitmişdir ve şimdiki durumda Türk olduklarından bile hebersizler; ama tam tersine hanki millet fransızların, hatta yarım esir hakimiyyeti altında kalmış, bugün yaşadığı medeniyyet fransa medeniyyeti ve danışdığı dil fransızcadır, bir terefden bilyonlarca türkün balkanlarda ve Avrupanın sayir bölgelerinde eriyip yok olmasına bakın, bir taraftanda, her yıl 50 ülkeden çok fransızca konuşan ülkelerin ve devletlerin kurultaylarına nazar yetirin, dikkat olunursa konunun ne olduğu çok güzel anlaşılır.
Türk milletlerinin ne kadar adil, demokrat ve kurtarıcı olduğunu sübut etmek niyyetinde değilik, elbette ki gün gibi aydın olan bir konuyu isbatlamak gerekmir, ama keçek esil mevzuya.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim
Değerli dostlar,
Bizler güçsüz değiliz. Bizler pısırıklaşmışız bunun başka izahı yok.Heryerde ermeniler cirit atıyor kimse bunlar neler yapıyor diye merak etmiyor.Askerlikten başka iş yaptırılmayan guruba dahil etmişler bizi.Yani onlar bey bizler azad,bu böyle olmuş. Ey türk kanı taşıyan oğuz erleri ne zaman sana ihtiyaç duyulsa kalkmışsın askerlik dehanla onları yenmişsinde ,hep masa başında suçlu olmuşsun.Elimizdeki bütün olanakları kullanıp Avrupa parlementosunda zavallı rolü oynayan ermeniciklerin ne derece elleri kanlı katil olduklarını kime nasıl göstereceğiz? Adamların babası atası onlar zaten.Bunun hesabını yapmak.Karabağın kanı kurumadan yüz yil önce olmuş olayın hesabını soranların yüzlerini yerlere dikmek gerek. Ben diyorumki Ey türk uyan ve kendine çeki düzen ver. Bu kadar şehit yeter!!!!.
Selamlar baküye..sevgili kardeşime..
Değerli dostlarım....
Tarihleri galipler yazar. Kararları galip ve güçlüler alır..
Bu gün, benim ülkem, insanlarım, dünya ülkeleri, Amerika'ya nerede yerlileri ne yaptınız diye soramıyor...
İlgiltere'ye nerede Avusturalya yerlileri diye soramıyor.
Batı dünyası, afrikanın kara derili insanlarını köleleştiren yüz karası tarihini gerçekleştirmiş iken, kimse çıkıp hesap soramıyor.
Ülkemde, batı dünyasına hayranlığını, kahraman ilan eden, batıya yönelişi kurtuluş sayan düşünceler olduğu müddetçe, bu ülke, güçsüz ülkeler her türlü hakareti hak etmiş sayılıyorlar. Zira batı bize ve güçsüz ülkelere böyle bakıyor. Bıyık altından kıs kıs gülerek, hadi sıkıyorsa siz bize hesap sorun diye bakıyor.
Evet, ülkemin aydınları, politikacıları, ortalığı her konuda velveleye verenler,
Amerika'ya kızılderililerin hesabını
İngiltere,ye Aborjinlerin hesabını
Bütün batıya, Afrika'nın hesabını
sıkıyorsa sorunuz.
Batı hayranı olanları kahraman, aydın, çağdaş ilan etmekle yürüdüğümüz yolda, batı her zaman yüzümüze tükürecektir.
Sevgili Gülnare,
ABD de ermeni tasarı oylamasının kulisleri yapılırken Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin yaptığına bir baksın arkadaşlarımız.
Yorum haber olsun bu.
Anlayana sivri olur inşallah.
Selamlarımla.
___________________________
Uluslararası kitap rezaleti
Haber : Selda Öztürk KAY
“Türkler 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürdü” iftirasını atan Orhan Pamuk’un standının yer aldığı Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nda, Türkiye adına eser okuyan kişi, romanında Türklüğe hakaret eden Elif Şafak oldu.
Kitap fuarında büyük rezalet
Türk’e küfreden Orhan Pamuk’un standının yer aldığı Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye adına eser okuyan kişi de Elif Şafak oldu
2007 yılındaki etkinliklerde de İspanya’nın ayrılıkçısı Katalanya bölgesi “konuk” olurken, 2008 yılında ise aynı statü Türkiye için uygulanacak
59 yıldır dünyadaki yayın evlerini bir araya getiren Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nın 2008 yılında düzenlenecek etkinliklerine “konuk ülke” olarak seçilen Türkiye, bu yılın konuk ülkesi İspanya’nın Katalanya Bölgesi’nden bayrağı teslim aldı. Önümüzdeki yıl fuara konuk ülke olarak katılacak Türkiye’nin standında, sadece iftiracı Orhan Pamuk’un portresinin yer alması, Almanya’da yaşayan Türkleri rahatsız etti. Öte yandan Baba ve Piç adlı romanında Türkleri aşağılayıcı iddialara yer veren Elif Şafak da devir teslim töreninde, kendi yazdığı “Araf” adlı eserinden paragraflar okudu. Töreni izleyen Almanya’daki Türk vatandaşlar, “Türkiye’yi Orhan Pamuk ve Elif Şafak’tan başka tanıtacak isim kalmadı mı?” yorumlarını yaptılar. Fuardaki rezillikler bununla da sınırlı kalmadı. İsmi bile İngilizce olan Türkiye standlarında Mevlana’ya hiç yer verilmezken, ünlü mutasavvıf, İranlılar tarafından hazırlanan stantlarda Tahranlı profesörler tarafından tanıtılıyor. Avrupa Türk Kültür Dernekleri Birliği (ATB) Genel Başkanı Recep Yıldırım, “Bu tam bir rezalet. Hükümeti göreve çağırıyoruz” diyerek yaşananlara tepki gösterdi.
Katalanya muamelesi
Fuardaki tüm ülke stantlarına her ülkenin kendi anadiliyle isim verildiğini söyleyen Yıldırım, Türkiye ve birkaç üçüncü dünya ülkesinin İngilizce yazmasının da “aşağılık kompleksi” olarak değerlendirilmesi gerektiğini savundu. Recep Yıldırım, “Bize Katalanya muamelesi yapılıyor” diyerek eleştiride bulundu.
10 Ekim tarihinde Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da katıldığı bir kokteylle açılan ve fuara 3 bini aşkın yayınla katılan Türkiye standında, sadece Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk portresinin yer alması, Elif Şafağın da
Kültür bakanlığının davetlisi olması tepki uyandırdı. Fuarın internet erişiminde de Türkiye’yi aşağılayan bu 2 yazar var.
Orhan Pamuk ne demişti
Türkiye’de otuz bin Kürt ve bir milyon Ermeni öldürüldü. Neredeyse benim dışımda hiç kimse konuşmaya cesaret edemiyor ve milliyetçiler bunun için benden nefret ediyorlar.
.....................
Atatürk kendini içkiye vermiş meyhane kalabalığına cumhuriyeti emanet etmiş olmanın güveniyle gülümsüyordu...
.....................
Atatürk’ün leblebi zevki ülkemiz için büyük felaket oldu...
Elif Şafak ne demişti...
Baba ve Piç kitabından: Bütün akrabalarını 1915’te kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş soykırımzede bir sülalenin torunuyum (Sayfa 63)... Sen kalk gel Ortaasya’dan, dal dosdoğru Anadolu’nun bağrına, sonra bir bakmışsın her yerdeler! Orada yerleşik olan milyonlarca Ermeniye ne oldu peki? Asimile edildiler! Eridiler! Yetim bırakıldılar! Sürüldüler. Mal mülklerinden oldular! (Sayfa 65)... Sıradan Türklerle ne konuşacaksın eğitim görmüşleri bile ya milliyetçi ya cahil (Sayfa 130)... Ayaşta sağ kalan olmamış Çankırı’ya götürülenler de peyder pey öldürülmüşler... Sopalarla, balta saplarıyla dövülmüşler. Bazıları açlıktan ölmüş bazıları da öldürülmüş (Sayfa 170-171)... Türkler,1915’te bunları Ermenilere yapanlar (Sayfa 172)...
Sevgili kandaşım,
yeryüzünde başka Türk'ten başka bir millet daha yoktur ki, himayesi altına aldıklarını asimile etmesin...
Kaldı ki;
Biz himayemizdekiler tarafından asimile ediliyoruz.
Yine yeryüzünde başka bir millet daha yoktur ki, O kadar tarihi olaya sebep olmuş olmasına rağmen tarihini yazmayan.
HOŞGÖRÜ, ALİCENAPLIk gibi hasletlerimiizle yaşadığımız müddetçe de erimiye devam edeceğiz.
hep birlikte gördük bir ERMENİ zıpırı geberince sokaklardaki ermeniyiz diye bağıranlar zırıldamaları.
Adam iyi ki ibne değilmiş.
Ya ibne olmuş olsaydı ne olurdu halimiz bizim. Sokakarda ibneden geçilmezdi.
Türk'ün kanını taşımayan hiç kimseyi köye bekçi değil çöpçü dahi yapmamk lazımdır vesselam.
Çünkü it eniği ite çekiyor hep.
Kurttan kuzu doğmuyor kartaldan da karga.
Sevgili gönüldaşım, Gül Hanım...
Azerbayca davası (güney Azerbaycan da dahil) biizm öz davamızdır.
Tarihini bilmek istemeyenlere bir ders verdiniz.
Kutluyorum.
Dualarımız sizinledir.
Tanrı Türkü Korusun ve yüceltsin...
Hocalı'da katliam bölgesini gezen Fransız gazeteci Jean-Yves Junet'nin gördükleri karşısında söyledikleri, katliamın hoyutunu da anlatıyordu:
Pek çok savaş hikâyesi dinledim. Faşistlerin zulmünü işittim, ama Bebekleri, masum insanları öldüren Ermeniler onlardan da herkesten de çok çok daha beter, diyordu Fransız gazeteci. Sözde soykırım iddialarıyla ortaya dökülenlerin işlediği bu katliam, tarihe kara bir leke olarak geçti
26 Şubat 1992... Günlerden Çarşamba, gece yarısı... Azerbaycan; Dağlık Karabağ'ın Hocalı kenti.. Sözün bittiği yer... Bağrından nice ünlü ilim adamları ve nice büyük sanatkârları çıkaran, İlisu ve Hocalı çaylarının buluştuğu mukad-des topraklar üzerinde kurulmuş olan bu tarihî kent, çok şiddetli bir kış yaşıyordu. Her zaman olduğu gibi,o akşam da insanlar erkenden ev-lerine çekilmiş, doğalgaz hatları çalışmadığı için ile kendi çabalarıyla ısınma-ya çalışıyorlardı. Çıplak ayaklı çocukların dondu-rucu soğuğa Aldırmadan kartopu oynadığı sokaklar, son günler-de hava kararmadan terk edilir olmuştu. Caddeler ıssızdı. Ortalıkta sinsice dolaşan ağir bir kan kokusu vardı.
Toprak ve kerpiçten yapılmış olan binalar sanki bu görünmez tehlikeden korunmak için bir birine yaslana-rak kuvvet Alıyordu. Meçhul bir saldırıyı beklerken damlarındaki kar yığınlarının altında ezilerek küçülen evler bile bu tedir-ginliğin derin izlerini taşırken, tehlikeyi koklayan hayvanların, hatta Sokak köpeklerinin bile sesi çıkmaz olmuştu. Ortalıkta çıt yoktu.
Yöneticiler ise gaflet içerisinde, ağır bir siyasî sarhoşluğun kucağında, yarı Baygındı. Dolunay olduğundan her taraf aydınlıktı. Kar beyazlığına vuran ayın şavkı, âdeta geceyi gündüze çevirmişti. Evlerin pencerelerinden görünen solgun ışıklar birer birer kaarirken, Hocalı halkı da derin bir uykunun kollarına bırakıyordu kendisini. Evle-rin birinden bir çocuk ağlaması işitildi. Peşinden sönük bir ninni döküldü sokaklara:
-Benim yavrum uyuyacak-Uyuyup da büyüyecek-Mekteplere gidecek- Yeke adam olacak..
-Eee... Eeee bebeğim eeee...
Hazangül, kardeşinin ağlaması ve annesinin de küçük yavruyu tekrar uyutmak için ninni söylemesi üzerine uyandı, za-ten zorlukla uyumuştu... Sekiz yaşındaki Hazangül bu akşam bir başka tedirgindi. Kalın yorganı üzerinden atarak ayağa kalktı. Üşümek pahasına ila olsa küçük bedeni, bu ağır yükten kurtulmak isterken, önleyemediği bir duygu yoğunluğu içerisinde, aynı odayı paylaştığı babasının yere serilmiş yatağına doğru yöneldi. Sadece iki metre uzağında olan sevgili babacığını nedense çok özlemişti. Babası uyanıktı... Yanma sokulduğunda ise baba Tevekkül Emirov, kızını şef-katle kollarına aldı. Tevekkül, hem Yavrusuna hem de küçük kızın kucağında sımsıkı tuttuğu oyuncak bebeğe dikkatle baktı. Kızının simsiyah sırma saçları nere-deyse bütün yastığı kaplamıştı. Yüzü ay gibi parlak, yanakları al aldı... Yaşın-dan daha büyük gösteriyordu. Karanlığın ışığında yetişkin bir genç kız gibi görünüyordu. Uyku mahmuru kara gözleri yarı kapalıydı... Uzun kirpikleri ok gibiydi. Tevekkül, par-maklarını tarak gibi yaparak Hazangül'ün saçlarını düzeltti. Kızını okşadı, Okşadı Ata can, bebeğimin ayakları üşümesin. O da bizimle yatsın. beli yavrum, onun da üstünü ört. Haydi menim nazlı kızım, uyuyalım.. Hazangül, babasının yanağına sıcak bir buse kondururken, una iyice sokuldu. Annesi küçük kardeşini uyutmak için ninni söylüyor; Hazangül de bu fırsattan istifade ederek babasını kokluyor, kokluyordu...
-Attı, magazinden mene ne alacaksan? ..
-Ay inenim geşenk gizim! .. Her ne isteyirsen onu alaram.. Biraz sonra Hazangül'ün küçük kardeşi uyumuş ve annesi de ayağa kalkarak perdeyi biraz aralamıştı ki; o anda gözleri kör edecek kadar dehşetli bir ışık doldu içeri. Peşin-den müthiş bir ses... Sonra her şey karardı... Kıyameti andıran bu dehşet anında yerin derinlikle-rinden yukarı doğru bir sarsıntı başladı. Sanki toprak kaynıyordu... Aftır ve keskin bir barut ve peşinden de derin bir yanık kokusu yayıldı... Baba-kızın bu uzun kış gecesi yaptıkları bal muhabbet, şiddetli bir patlamayla sona ererken, ışık ve ses terkibine odada bulunan bütün eşya da müdahil olmuştu. Müthiş bir ses, bir ses daha... Peş peşe patlayan ağır top mermileri ortalığı cehenneme çevirmişti. Hazan-gül'ün kulakları duymuyor, gözleri hiçbir şey görmüyordu. Babası onu göğsüne yapıştır-mış, tavandan dökülen taş-toprak parçalarından korumaya çalışıyordu. Bir müddet sonra, kırılan camlardan içeriye do-lan soğuk rüzgârın etkisiyle Hasangül ürperdi ve biraz toparlandı. Keşke kendi-ne gelmez olsaydı da bundan sonra göreceklerini, görmeseydi. Titriyordu... Diğer çocuklarını iki eliyle kucaklama-ya çalışan annesi ise bir yandan feryat ediyor ve acı içerisinde inliyordu. Anlaşılan yaralan-mıştı... Kısa bir süre sonra kendilerini kent mezarlığının duvarının dibinde buldular. Şehre bir akbaba sürüsü gibi giren Ermeni-ler, ilk saldırı sonrası sağ kalabilen kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan sivilleri, kabristanın yanındaki meydana toplamışlardı. Hazangül dünyaya gözlerini açtığında babası ona bu ismi verirken acaba ilerde olacakları görmüş müydü? Elbette bilinmez... Fakat gerçek bir hazan yaşanan Hocalı Meydanı'nda sekiz yaşındaki Hazangül, Adem Peygamber le başlayan insanlık tarihinin en olmazlarını görüyordu. Ermeniler, kent meydanını bir mezbahaya çevirmiş, kan içmeye bir türlü doymazken, şehrin her yanına ölüm yağıyor, sağ kalanlar ise ölümü hasretle arata-cak ağır bir zulüm altında inliyordu.
Babası, Hazangül'e öyle sarılmıştı ki; kent meydanına gelene kadar onları ayıramadılar. Annesi ve diğer kardeşlerini onlardan koparmışlardı. Daha sonra kafasına demirle vurarak kollarını gevşettikleri Tevekkül Emirov 'un el ve ayaklarını kablo ile bağlayıp üstüne de benzin dökerek, ateşe verdiler. O ise alevler içinde yanarken kızına doğru hamle yapmak istedi:
-Yavruuum... Sonra alev yumağı içinde kaybolurken son defa yanık ve kesik bir feryat daha yükseldi:
-Ay Allah, yandım... Babası meşale gibi yanarken Hazangül ona doğru atıldı. Serçe kadar küçük bedeni bu acıya daha fazla dayanamadı ve babasına koşarken düştü, bayıldı. Hazangül saatler sonra kente girenler tarafından yattığı yerde bulunarak hastaneye kaldırıldı. Sımsıkı tuttuğu bebeği ise hâlâ kucağındaydı. Pirşağı'da Entike ninesinin himayesinde dört yetim çocuk bir beraber büyüyen Hazangül'ün kulaklarında babasının aftzından dökülen o ses hep yankılandı, durdu:
-Ay Allah, yandım...
Aynı meydan ve aynı an... Elleri bir ağaca arkadan bağlanan hamile bir kadının başına dikilmiş olan iki Ermeni yazı tura atmaya başladılar. Atalarından miras kalan bir kumar oynayacaklardı. Bu dehşet kumarı onlar için bir çeşit ibadetti. Ermeniler, tarih boyunca birçok yerde olduğu gibi Hocalı'da da bu oyunu sahneye koymak için acele ediyor-lardı. Karnı burnunda olan kadının doğumu oldukça yakın görünüyordu. O ise, feryat bile etmiyor, sadece boş göz lerle yerlere bakarken, bir hazan yaprağı gibi titriyordu.Güzel yüzünü süsleyen inci dişlerinin kenarından süzülen kan boynuna doğru ilerledi. Daha önce oldukça hırpalanmış olduğu anlaşılıyordu. Elbiseleri yırtık, ayakları çıplak-tı. Ermenilerin uzun boylu olanı elindeki AK-47 model Rus yapımı otomatik tüfeğinin namlusuna monte edilen seyyar kasaturayı çıkartırken, diğeri elindeki demir parayı havaya attı:
-Akçik, manç? .. (Kız mı, oğlan mı?)
- •Akçik... (Kız) Bu cevap üzerine 'oğlan' diyerek bahse giren Ermeni, elindeki kasatura ile hamile kadının karnı-nı bir hamlede yarıp çocuğu çıkarttı. Bu işi daha önce defalarca yaptığı her hâlinden belli oluyordu. Tecrübe-liydi... Genç annenin dizleri oynadı ve başı yana düştü. Sesi çıkmamıştı... Her iki Ermeni, bebeğin cinsiyetini ince-liyordu ki; nihayet uzun boylu olanı kanlı gözlerini üzüntüyle kırparak konuştu:
-Tun şahetsar, ınger... (Sen kazandın, yoldaş)
-Yes şahetsapayts ays bubrikı inç bes bidigişdana... (Ben kazandım ama bu bebek nasıl beslenecek?)
-Mayrigı bedge gişdatsine. (Annesi besleyecek elbette) Bunun üzerine daha kısa boylu olan Ermeni, bir hamlede kasaturaya geçirdiği bebeği annesinin göğsüne yapıştırdı:
-Mayrig yerahayin zizdur. (Çocuğa meme ver) Bütün bu olmazların olduğu dakikalarda Hocalı meydanının diğer tarafında tek kale bir futbol maçı hazırlığı vardı. Oyuncular oldukça iddialı ve bir o kadar da istekliydiler. İki kesik kadın başını kale direği yapmışlar ve bu arada bir top urayışına girmişlerdi. Başı tıraşlı bir çocuk bulup getir-diklerinde ise Ermeni çeteci sevinçle bağırdı:
-Asixn ma/, çimi yev bızdıge, aveg gındırnadabidi. Gıdıresek. (Bu hem saçsız hem de küçük, iyi yuvarlanır. Kopartın...) Aynı anda çocuğun gövdesi bir tarafa, başı da orta yere düşmüştü...Ermeniler zafer naraları atarak, kanlı postalları ile kesik çocuk başına vuruyor, vuruyorlardı.Ve dünya, dönmeye devam ediyordu
Bu acıya yer ve gök nasıl dayandı! .. Canlı-cansız varlıklar niye hareketlenmedi acaba! .. Yıldızlar birbiri ne çarpıp dünyanın başına niye yağmadı! .. Hızarla kollar, ayaklar kesilirken, güneş niye parçalanmadı! .. İnsanlar teneke gibi katlanır-ken, gökkubbe niye dürülmedi! .. Bebek, boyu kadar bıçakla annesinin memesine şişlenmişken, dağlar niye yürümedi! .. Yavru-lar kazanlara atılırken, denizler niye kaynamadı. Hazangül karlar üs-tünde bebeği ile uzanmışken, ay niye sönmedi! .. Bir kasır-ga çıkıp da yeryüzündeki bütün binaları niye temelin den söküp de göklere savurmadı! .. Hani özlem ve hasretle beklenen o kutlu gün niye gelmedi! .. Kıyamet! ..
Hayır, canlı, cansız eşya ve bütün mahlukat, yerküre tarihinin bu ağır imtihanında sınıfta kalmıştı. Erme-nilerin elinden kurtulanlar, saatler sonra çevre köylere ulaştığında ise kötü haber duyulmuş oluyordu. Ajanslar, 'Katliam Tarihi'rim en kara haberini bütün dünyaya hızla geçerken, arşı titreten ağır bir vahşet yaşanan Hocalı halkından geri kalanlar ise çaresizlik içinde kıvranıyordu. Türkiye'de büyük bir dehşet uyandıran katliama ilişkin ilk görüntüler ise TRT aracılığı ile duyurulmuştu. Bütün olanları batılı gazeteciler, özellikle de New York Times belge-ledi ve Ermeni vahşeti böylece gün yüzüne çıkmış oldu. Ancak batılı devletler her zaman olduğu gibi bu vahşetide görmezden gelecekti. 26 Şubat'ın ilk dakikalarında harekete geçen ağır zırhlıların palett sesleri ve boğuk motor gürültüleri ile 'yandım, yandım' birbirine karışmış ve ortalık âdeta cehenneme dönmüş-tü. O meşum gece yarısı, güçlü silahlarla donatılmış Ermenistan silahlı kuvvetleri ile Hankendi'nde konuşlanmış bulunan Albay Zarvi-garov komutasındaki 366'ncı Rus Motorize Alayı, Hocalı'ya saldırarak tarihin en vahşî katliamlarından birini yaptılar.
Oldukça önemli bir coğrafik yapıya ve stratejik bir konuma tahlp olan Hocalı'yı, 'Ermeni Kuldur Desteleri' 10 Eylül 1991 Urlhinden 25 Şubat 1992 tarihine kadar geçen 5 aylık süre İçinde zaten çok ağır bir kuşatma altında tutmuşlardı. 26 Şubat gecesi Rus motorize alayının tanklarından açılan lop ve roket saldırıları ile Hocalı Havaalanı kullanılamaz hâle getiri-lerek kentin dış dünya ile ilişkisi de tamamen kesildi. Şehri savunan askerlerin son kurşun-larına kadar vuruşarak kahramanca şehit olmasından sonra savunmasız kalan kente giren Rus destekli Ermeni askerleri, çocuk, yaşlı, kadın, bebek demeden birçok insanımızı vahşîce katlettiler. Sağ kalanların bazıları ara sokaklardan kaçarak kent dışına çıkmış ancak burada da başka bir tehlike ile boğuşarak komşu köylere ulaşmış-lardı. Sona Eliyeva isminde bir Hocalı sakini, kız kardeşi ve onun çocukları ile beraber 12 gün boyunca aç-susuz, yalnız kar yiyerek, gündüzleri ormanlık arazide gizlenip, geceleri yürüyerek Ağdam'ın Karahacı Kabristanı civarına gelip çıkmışlardı. Onları bulan Millî Ordu'nun askerleri derhal tıbbi müdahale yaparak donmaktan kurtarmıştı.
Ermenilerin işgal ettikleri Hocalı'da dehşet verici olaylar yaşandı. Canlı canlı insanların kafataslarını yüz-düler, sağ olarak ele geçirdiklerini ise sistematik bir işkenceye ve tıbbî deneylere tâbi tutarak, insanlık dışı muamelelere maruz bıraktılar Hızar ve testereler ile diri diri insanların kol ve bacaklarını kestiler. Genç kızların önce saçlarını, sonra da kafa derilerini yüzdü-ler. Babanın gözü önünde evladını, evladın gözü önünde babayı kur-şunlara dizdiler. Kesik kafaları sepetlere doldurdular.
-Bir soykırım tarihi daha Rus desteğindeki Ermeniler tarafından kan ve kin kusan namlularla yeniden yazı-lıyordu. Bu saldırı, Ermeniler'in Azerbaycan'da Türkler'e karşı yaptıkları ilk katliam değildir. 1905 ve 1920 yılları arasında Azerbaycan'ın Baku, Şamahı, Küba, Gence ve Karabağ bölgelerinde yine Rus askerlerinin yoğun deste-ği ile büyük katliamlar yaparak binlerce insanımızın acılar içinde hayatını kaybetmesine sebep oldular. 1.Dünya savaşından sonra Doğu Anadolu'da; Erzurum, Kars, Bitlis illerinde oynadıkları kirli oyunu, yıllar sonra bu kez Türk toprağı Karabağ'da sahneye koymuşlardı.
Bugün bile Anadolu'nun dört bir yanında, sömürgeci ülkelerin desteğindeki Ermeniler'in yaptığı soykırıma uğrayan Türkler'in toplu mezarları ortaya çıkmaktadır. 1. Dünya savaşında Anadolu'da silahlanarak ve Rus bir-likleri tarafına geçip bizi arkadan vurarak büyük katliamlar yapan Ermeniler, şimdi de Azerbaycan'da silahbaşı yapmışlardı...
'Neden böyle bir Türk düşmanlığı ve neden böylesine vahşî katliamlar? ' sorusu kafalara takılır-ken, cevap yine o şer ülkesinden geliyordu. Ermenistan'daki okul duvarlarında asılan haritalarda Türkiye 'nin 12 ili yer almak-tayken, Ermenistan'ın bayrağında Türkiye hudutları içindeki Ağrı Dağı'nın resmi var-ken, Ermenistan Millî Marşı'nda 'Topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün' denmekteyken, başkaca bir neden aramaya zaten gerekk yoktur. Hesap ortada...
Tarihte sivil Türkler'i arkadan vurarak ün yapan ve bugün hala kin, nefret duygulan saçmaya devam eden ve de 'Soykırım' iddialarıyla dünya kamuoyunu bulandırmaya pulmanların marifeti, Hocalı'nın kanlı tarihinin ölüm yapraklarında saklıdır. Dağlık Karabağ Bölgesi'nde bulunan Hocalı'ya, eski Sovyet İttıfaki Silahlı Kuvvetleri'ne ait 366. Alay'ın desteği ile Ermeni Sılahlı Kuvvetleri tarafından düzenlenen saldırılar sonucu 613 Azerbaycan Türk 'ünün hayatını kaybettiği resmî olarak açıklandı. Ancak kayıp sayısının bu rakamların çok çok üstünde olduğu bilinmektedir.
Kayıtlı olarak; bu yoğun saldırılar sirasında 613 kişi hayatını kaybetti. Bunların 106'sı kadın, 83'ü de çocuklardan oluşuyordu. Ayrıca 56 kişi de, hamile kadının karnının yarılması ve küçük çocuğun başının kopartılması gibi ve benzeri hususî işkencelerle katledildi.. Bu alçak saldırıda 487 kişi ağır yaralanırken, 1275 kişi ise rehin alınmış, geri kalan nüfus da bin bir zorlukla canını kurtarmış ancak bu olayın tahribatından ruhları ve hafızaları asla bir daha kurtulamamıştır.
Şahitlerin anlattıklarını dinleyenler önce kulaklarına İnanamadı. Fakat katliam sonrası Hocalı'ya girdiklerin de ise, görgü tanıklarının abartmadığını kısa sürede anladılar. Hocalı'da katliam bölgesini gezen Fransız gazeteci Jean-Yves Junet'nin gördükleri karşısında söyledikleri, katliamın hoyutunu da anlatıyordu:
Pek çok savaş hikâyesi dinledim. Faşistlerin zulmünü işittim, ama Bebekleri, masum insanları öldüren Ermeniler onlardan da herkesten de çok çok daha beter, diyordu Fransız gazeteci. Sözde soykırım iddialarıyla
ortaya dökülenlerin işlediği bu katliam, tarihe kara bir leke olarak geçti.
Peki 26 Şubat gecesi harekete geçen bu çakal sürüsüne kim emir vermişti? Bu vahşet emrini veren yavuz- hırsız, bütün dünyayı 'Ermeni Soykırımı' yalanıyla boyalamaya çalışan ve şu anda Ermenis-tan Devlet Başkanı sıfatını taşıyan Robert Koçaryan denilen kirli katilden başkası değildir. Yaptığı terör faaliyetlerinin oranı nispetinde terfi eden Taşnaksutyun örgütü liderlerinden Robert Koçaryan, 20 Mart 1996 'da Ermenistan Başbakanı oldu. Karabağ'da barış istediği için aşırı milliyetçilerin tepkisine daha fazla direnemeyen Levon Ter-Petrosyan istifa edince de 30 Mart 1998 yılında ondan boşalan Devlet Başkanlığı koltuğuna, 'Hocalı Katliamı' başsorumlusu olan azılı terörist Robert Koçaryan oturdu.
Hocalı'da katliam bölgesini gezen Fransız gazeteci Jean-Yves Junet'nin gördükleri karşısında söyledikleri, katliamın hoyutunu da anlatıyordu:
Pek çok savaş hikâyesi dinledim. Faşistlerin zulmünü işittim, ama Bebekleri, masum insanları öldüren Ermeniler onlardan da herkesten de çok çok daha beter, diyordu Fransız gazeteci. Sözde soykırım iddialarıyla ortaya dökülenlerin işlediği bu katliam, tarihe kara bir leke olarak geçti
26 Şubat 1992... Günlerden Çarşamba, gece yarısı... Azerbaycan; Dağlık Karabağ'ın Hocalı kenti.. Sözün bittiği yer... Bağrından nice ünlü ilim adamları ve nice büyük sanatkârları çıkaran, İlisu ve Hocalı çaylarının buluştuğu mukad-des topraklar üzerinde kurulmuş olan bu tarihî kent, çok şiddetli bir kış yaşıyordu. Her zaman olduğu gibi,o akşam da insanlar erkenden ev-lerine çekilmiş, doğalgaz hatları çalışmadığı için ile kendi çabalarıyla ısınma-ya çalışıyorlardı. Çıplak ayaklı çocukların dondu-rucu soğuğa Aldırmadan kartopu oynadığı sokaklar, son günler-de hava kararmadan terk edilir olmuştu. Caddeler ıssızdı. Ortalıkta sinsice dolaşan ağir bir kan kokusu vardı.
Toprak ve kerpiçten yapılmış olan binalar sanki bu görünmez tehlikeden korunmak için bir birine yaslana-rak kuvvet Alıyordu. Meçhul bir saldırıyı beklerken damlarındaki kar yığınlarının altında ezilerek küçülen evler bile bu tedir-ginliğin derin izlerini taşırken, tehlikeyi koklayan hayvanların, hatta Sokak köpeklerinin bile sesi çıkmaz olmuştu. Ortalıkta çıt yoktu.
Yöneticiler ise gaflet içerisinde, ağır bir siyasî sarhoşluğun kucağında, yarı Baygındı. Dolunay olduğundan her taraf aydınlıktı. Kar beyazlığına vuran ayın şavkı, âdeta geceyi gündüze çevirmişti. Evlerin pencerelerinden görünen solgun ışıklar birer birer kaarirken, Hocalı halkı da derin bir uykunun kollarına bırakıyordu kendisini. Evle-rin birinden bir çocuk ağlaması işitildi. Peşinden sönük bir ninni döküldü sokaklara:
-Benim yavrum uyuyacak-Uyuyup da büyüyecek-Mekteplere gidecek- Yeke adam olacak..
-Eee... Eeee bebeğim eeee...
Hazangül, kardeşinin ağlaması ve annesinin de küçük yavruyu tekrar uyutmak için ninni söylemesi üzerine uyandı, za-ten zorlukla uyumuştu... Sekiz yaşındaki Hazangül bu akşam bir başka tedirgindi. Kalın yorganı üzerinden atarak ayağa kalktı. Üşümek pahasına ila olsa küçük bedeni, bu ağır yükten kurtulmak isterken, önleyemediği bir duygu yoğunluğu içerisinde, aynı odayı paylaştığı babasının yere serilmiş yatağına doğru yöneldi. Sadece iki metre uzağında olan sevgili babacığını nedense çok özlemişti. Babası uyanıktı... Yanma sokulduğunda ise baba Tevekkül Emirov, kızını şef-katle kollarına aldı. Tevekkül, hem Yavrusuna hem de küçük kızın kucağında sımsıkı tuttuğu oyuncak bebeğe dikkatle baktı. Kızının simsiyah sırma saçları nere-deyse bütün yastığı kaplamıştı. Yüzü ay gibi parlak, yanakları al aldı... Yaşın-dan daha büyük gösteriyordu. Karanlığın ışığında yetişkin bir genç kız gibi görünüyordu. Uyku mahmuru kara gözleri yarı kapalıydı... Uzun kirpikleri ok gibiydi. Tevekkül, par-maklarını tarak gibi yaparak Hazangül'ün saçlarını düzeltti. Kızını okşadı, Okşadı Ata can, bebeğimin ayakları üşümesin. O da bizimle yatsın. beli yavrum, onun da üstünü ört. Haydi menim nazlı kızım, uyuyalım.. Hazangül, babasının yanağına sıcak bir buse kondururken, una iyice sokuldu. Annesi küçük kardeşini uyutmak için ninni söylüyor; Hazangül de bu fırsattan istifade ederek babasını kokluyor, kokluyordu...
-Attı, magazinden mene ne alacaksan? ..
-Ay inenim geşenk gizim! .. Her ne isteyirsen onu alaram.. Biraz sonra Hazangül'ün küçük kardeşi uyumuş ve annesi de ayağa kalkarak perdeyi biraz aralamıştı ki; o anda gözleri kör edecek kadar dehşetli bir ışık doldu içeri. Peşin-den müthiş bir ses... Sonra her şey karardı... Kıyameti andıran bu dehşet anında yerin derinlikle-rinden yukarı doğru bir sarsıntı başladı. Sanki toprak kaynıyordu... Aftır ve keskin bir barut ve peşinden de derin bir yanık kokusu yayıldı... Baba-kızın bu uzun kış gecesi yaptıkları bal muhabbet, şiddetli bir patlamayla sona ererken, ışık ve ses terkibine odada bulunan bütün eşya da müdahil olmuştu. Müthiş bir ses, bir ses daha... Peş peşe patlayan ağır top mermileri ortalığı cehenneme çevirmişti. Hazan-gül'ün kulakları duymuyor, gözleri hiçbir şey görmüyordu. Babası onu göğsüne yapıştır-mış, tavandan dökülen taş-toprak parçalarından korumaya çalışıyordu. Bir müddet sonra, kırılan camlardan içeriye do-lan soğuk rüzgârın etkisiyle Hasangül ürperdi ve biraz toparlandı. Keşke kendi-ne gelmez olsaydı da bundan sonra göreceklerini, görmeseydi. Titriyordu... Diğer çocuklarını iki eliyle kucaklama-ya çalışan annesi ise bir yandan feryat ediyor ve acı içerisinde inliyordu. Anlaşılan yaralan-mıştı... Kısa bir süre sonra kendilerini kent mezarlığının duvarının dibinde buldular. Şehre bir akbaba sürüsü gibi giren Ermeni-ler, ilk saldırı sonrası sağ kalabilen kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan sivilleri, kabristanın yanındaki meydana toplamışlardı. Hazangül dünyaya gözlerini açtığında babası ona bu ismi verirken acaba ilerde olacakları görmüş müydü? Elbette bilinmez... Fakat gerçek bir hazan yaşanan Hocalı Meydanı'nda sekiz yaşındaki Hazangül, Adem Peygamber le başlayan insanlık tarihinin en olmazlarını görüyordu. Ermeniler, kent meydanını bir mezbahaya çevirmiş, kan içmeye bir türlü doymazken, şehrin her yanına ölüm yağıyor, sağ kalanlar ise ölümü hasretle arata-cak ağır bir zulüm altında inliyordu.
Babası, Hazangül'e öyle sarılmıştı ki; kent meydanına gelene kadar onları ayıramadılar. Annesi ve diğer kardeşlerini onlardan koparmışlardı. Daha sonra kafasına demirle vurarak kollarını gevşettikleri Tevekkül Emirov 'un el ve ayaklarını kablo ile bağlayıp üstüne de benzin dökerek, ateşe verdiler. O ise alevler içinde yanarken kızına doğru hamle yapmak istedi:
-Yavruuum... Sonra alev yumağı içinde kaybolurken son defa yanık ve kesik bir feryat daha yükseldi:
-Ay Allah, yandım... Babası meşale gibi yanarken Hazangül ona doğru atıldı. Serçe kadar küçük bedeni bu acıya daha fazla dayanamadı ve babasına koşarken düştü, bayıldı. Hazangül saatler sonra kente girenler tarafından yattığı yerde bulunarak hastaneye kaldırıldı. Sımsıkı tuttuğu bebeği ise hâlâ kucağındaydı. Pirşağı'da Entike ninesinin himayesinde dört yetim çocuk bir beraber büyüyen Hazangül'ün kulaklarında babasının aftzından dökülen o ses hep yankılandı, durdu:
-Ay Allah, yandım...
Aynı meydan ve aynı an... Elleri bir ağaca arkadan bağlanan hamile bir kadının başına dikilmiş olan iki Ermeni yazı tura atmaya başladılar. Atalarından miras kalan bir kumar oynayacaklardı. Bu dehşet kumarı onlar için bir çeşit ibadetti. Ermeniler, tarih boyunca birçok yerde olduğu gibi Hocalı'da da bu oyunu sahneye koymak için acele ediyor-lardı. Karnı burnunda olan kadının doğumu oldukça yakın görünüyordu. O ise, feryat bile etmiyor, sadece boş göz lerle yerlere bakarken, bir hazan yaprağı gibi titriyordu.Güzel yüzünü süsleyen inci dişlerinin kenarından süzülen kan boynuna doğru ilerledi. Daha önce oldukça hırpalanmış olduğu anlaşılıyordu. Elbiseleri yırtık, ayakları çıplak-tı. Ermenilerin uzun boylu olanı elindeki AK-47 model Rus yapımı otomatik tüfeğinin namlusuna monte edilen seyyar kasaturayı çıkartırken, diğeri elindeki demir parayı havaya attı:
-Akçik, manç? .. (Kız mı, oğlan mı?)
- •Akçik... (Kız) Bu cevap üzerine 'oğlan' diyerek bahse giren Ermeni, elindeki kasatura ile hamile kadının karnı-nı bir hamlede yarıp çocuğu çıkarttı. Bu işi daha önce defalarca yaptığı her hâlinden belli oluyordu. Tecrübe-liydi... Genç annenin dizleri oynadı ve başı yana düştü. Sesi çıkmamıştı... Her iki Ermeni, bebeğin cinsiyetini ince-liyordu ki; nihayet uzun boylu olanı kanlı gözlerini üzüntüyle kırparak konuştu:
-Tun şahetsar, ınger... (Sen kazandın, yoldaş)
-Yes şahetsapayts ays bubrikı inç bes bidigişdana... (Ben kazandım ama bu bebek nasıl beslenecek?)
-Mayrigı bedge gişdatsine. (Annesi besleyecek elbette) Bunun üzerine daha kısa boylu olan Ermeni, bir hamlede kasaturaya geçirdiği bebeği annesinin göğsüne yapıştırdı:
-Mayrig yerahayin zizdur. (Çocuğa meme ver) Bütün bu olmazların olduğu dakikalarda Hocalı meydanının diğer tarafında tek kale bir futbol maçı hazırlığı vardı. Oyuncular oldukça iddialı ve bir o kadar da istekliydiler. İki kesik kadın başını kale direği yapmışlar ve bu arada bir top urayışına girmişlerdi. Başı tıraşlı bir çocuk bulup getir-diklerinde ise Ermeni çeteci sevinçle bağırdı:
-Asixn ma/, çimi yev bızdıge, aveg gındırnadabidi. Gıdıresek. (Bu hem saçsız hem de küçük, iyi yuvarlanır. Kopartın...) Aynı anda çocuğun gövdesi bir tarafa, başı da orta yere düşmüştü...Ermeniler zafer naraları atarak, kanlı postalları ile kesik çocuk başına vuruyor, vuruyorlardı.Ve dünya, dönmeye devam ediyordu
Bu acıya yer ve gök nasıl dayandı! .. Canlı-cansız varlıklar niye hareketlenmedi acaba! .. Yıldızlar birbiri ne çarpıp dünyanın başına niye yağmadı! .. Hızarla kollar, ayaklar kesilirken, güneş niye parçalanmadı! .. İnsanlar teneke gibi katlanır-ken, gökkubbe niye dürülmedi! .. Bebek, boyu kadar bıçakla annesinin memesine şişlenmişken, dağlar niye yürümedi! .. Yavru-lar kazanlara atılırken, denizler niye kaynamadı. Hazangül karlar üs-tünde bebeği ile uzanmışken, ay niye sönmedi! .. Bir kasır-ga çıkıp da yeryüzündeki bütün binaları niye temelin den söküp de göklere savurmadı! .. Hani özlem ve hasretle beklenen o kutlu gün niye gelmedi! .. Kıyamet! ..
Hayır, canlı, cansız eşya ve bütün mahlukat, yerküre tarihinin bu ağır imtihanında sınıfta kalmıştı. Erme-nilerin elinden kurtulanlar, saatler sonra çevre köylere ulaştığında ise kötü haber duyulmuş oluyordu. Ajanslar, 'Katliam Tarihi'rim en kara haberini bütün dünyaya hızla geçerken, arşı titreten ağır bir vahşet yaşanan Hocalı halkından geri kalanlar ise çaresizlik içinde kıvranıyordu. Türkiye'de büyük bir dehşet uyandıran katliama ilişkin ilk görüntüler ise TRT aracılığı ile duyurulmuştu. Bütün olanları batılı gazeteciler, özellikle de New York Times belge-ledi ve Ermeni vahşeti böylece gün yüzüne çıkmış oldu. Ancak batılı devletler her zaman olduğu gibi bu vahşetide görmezden gelecekti. 26 Şubat'ın ilk dakikalarında harekete geçen ağır zırhlıların palett sesleri ve boğuk motor gürültüleri ile 'yandım, yandım' birbirine karışmış ve ortalık âdeta cehenneme dönmüş-tü. O meşum gece yarısı, güçlü silahlarla donatılmış Ermenistan silahlı kuvvetleri ile Hankendi'nde konuşlanmış bulunan Albay Zarvi-garov komutasındaki 366'ncı Rus Motorize Alayı, Hocalı'ya saldırarak tarihin en vahşî katliamlarından birini yaptılar.
Oldukça önemli bir coğrafik yapıya ve stratejik bir konuma tahlp olan Hocalı'yı, 'Ermeni Kuldur Desteleri' 10 Eylül 1991 Urlhinden 25 Şubat 1992 tarihine kadar geçen 5 aylık süre İçinde zaten çok ağır bir kuşatma altında tutmuşlardı. 26 Şubat gecesi Rus motorize alayının tanklarından açılan lop ve roket saldırıları ile Hocalı Havaalanı kullanılamaz hâle getiri-lerek kentin dış dünya ile ilişkisi de tamamen kesildi. Şehri savunan askerlerin son kurşun-larına kadar vuruşarak kahramanca şehit olmasından sonra savunmasız kalan kente giren Rus destekli Ermeni askerleri, çocuk, yaşlı, kadın, bebek demeden birçok insanımızı vahşîce katlettiler. Sağ kalanların bazıları ara sokaklardan kaçarak kent dışına çıkmış ancak burada da başka bir tehlike ile boğuşarak komşu köylere ulaşmış-lardı. Sona Eliyeva isminde bir Hocalı sakini, kız kardeşi ve onun çocukları ile beraber 12 gün boyunca aç-susuz, yalnız kar yiyerek, gündüzleri ormanlık arazide gizlenip, geceleri yürüyerek Ağdam'ın Karahacı Kabristanı civarına gelip çıkmışlardı. Onları bulan Millî Ordu'nun askerleri derhal tıbbi müdahale yaparak donmaktan kurtarmıştı.
Ermenilerin işgal ettikleri Hocalı'da dehşet verici olaylar yaşandı. Canlı canlı insanların kafataslarını yüz-düler, sağ olarak ele geçirdiklerini ise sistematik bir işkenceye ve tıbbî deneylere tâbi tutarak, insanlık dışı muamelelere maruz bıraktılar Hızar ve testereler ile diri diri insanların kol ve bacaklarını kestiler. Genç kızların önce saçlarını, sonra da kafa derilerini yüzdü-ler. Babanın gözü önünde evladını, evladın gözü önünde babayı kur-şunlara dizdiler. Kesik kafaları sepetlere doldurdular.
-Bir soykırım tarihi daha Rus desteğindeki Ermeniler tarafından kan ve kin kusan namlularla yeniden yazı-lıyordu. Bu saldırı, Ermeniler'in Azerbaycan'da Türkler'e karşı yaptıkları ilk katliam değildir. 1905 ve 1920 yılları arasında Azerbaycan'ın Baku, Şamahı, Küba, Gence ve Karabağ bölgelerinde yine Rus askerlerinin yoğun deste-ği ile büyük katliamlar yaparak binlerce insanımızın acılar içinde hayatını kaybetmesine sebep oldular. 1.Dünya savaşından sonra Doğu Anadolu'da; Erzurum, Kars, Bitlis illerinde oynadıkları kirli oyunu, yıllar sonra bu kez Türk toprağı Karabağ'da sahneye koymuşlardı.
Bugün bile Anadolu'nun dört bir yanında, sömürgeci ülkelerin desteğindeki Ermeniler'in yaptığı soykırıma uğrayan Türkler'in toplu mezarları ortaya çıkmaktadır. 1. Dünya savaşında Anadolu'da silahlanarak ve Rus bir-likleri tarafına geçip bizi arkadan vurarak büyük katliamlar yapan Ermeniler, şimdi de Azerbaycan'da silahbaşı yapmışlardı...
'Neden böyle bir Türk düşmanlığı ve neden böylesine vahşî katliamlar? ' sorusu kafalara takılır-ken, cevap yine o şer ülkesinden geliyordu. Ermenistan'daki okul duvarlarında asılan haritalarda Türkiye 'nin 12 ili yer almak-tayken, Ermenistan'ın bayrağında Türkiye hudutları içindeki Ağrı Dağı'nın resmi var-ken, Ermenistan Millî Marşı'nda 'Topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün' denmekteyken, başkaca bir neden aramaya zaten gerekk yoktur. Hesap ortada...
Tarihte sivil Türkler'i arkadan vurarak ün yapan ve bugün hala kin, nefret duygulan saçmaya devam eden ve de 'Soykırım' iddialarıyla dünya kamuoyunu bulandırmaya pulmanların marifeti, Hocalı'nın kanlı tarihinin ölüm yapraklarında saklıdır. Dağlık Karabağ Bölgesi'nde bulunan Hocalı'ya, eski Sovyet İttıfaki Silahlı Kuvvetleri'ne ait 366. Alay'ın desteği ile Ermeni Sılahlı Kuvvetleri tarafından düzenlenen saldırılar sonucu 613 Azerbaycan Türk 'ünün hayatını kaybettiği resmî olarak açıklandı. Ancak kayıp sayısının bu rakamların çok çok üstünde olduğu bilinmektedir.
Kayıtlı olarak; bu yoğun saldırılar sirasında 613 kişi hayatını kaybetti. Bunların 106'sı kadın, 83'ü de çocuklardan oluşuyordu. Ayrıca 56 kişi de, hamile kadının karnının yarılması ve küçük çocuğun başının kopartılması gibi ve benzeri hususî işkencelerle katledildi.. Bu alçak saldırıda 487 kişi ağır yaralanırken, 1275 kişi ise rehin alınmış, geri kalan nüfus da bin bir zorlukla canını kurtarmış ancak bu olayın tahribatından ruhları ve hafızaları asla bir daha kurtulamamıştır.
Şahitlerin anlattıklarını dinleyenler önce kulaklarına İnanamadı. Fakat katliam sonrası Hocalı'ya girdiklerin de ise, görgü tanıklarının abartmadığını kısa sürede anladılar. Hocalı'da katliam bölgesini gezen Fransız gazeteci Jean-Yves Junet'nin gördükleri karşısında söyledikleri, katliamın hoyutunu da anlatıyordu:
Pek çok savaş hikâyesi dinledim. Faşistlerin zulmünü işittim, ama Bebekleri, masum insanları öldüren Ermeniler onlardan da herkesten de çok çok daha beter, diyordu Fransız gazeteci. Sözde soykırım iddialarıyla
ortaya dökülenlerin işlediği bu katliam, tarihe kara bir leke olarak geçti.
Peki 26 Şubat gecesi harekete geçen bu çakal sürüsüne kim emir vermişti? Bu vahşet emrini veren yavuz- hırsız, bütün dünyayı 'Ermeni Soykırımı' yalanıyla boyalamaya çalışan ve şu anda Ermenis-tan Devlet Başkanı sıfatını taşıyan Robert Koçaryan denilen kirli katilden başkası değildir. Yaptığı terör faaliyetlerinin oranı nispetinde terfi eden Taşnaksutyun örgütü liderlerinden Robert Koçaryan, 20 Mart 1996 'da Ermenistan Başbakanı oldu. Karabağ'da barış istediği için aşırı milliyetçilerin tepkisine daha fazla direnemeyen Levon Ter-Petrosyan istifa edince de 30 Mart 1998 yılında ondan boşalan Devlet Başkanlığı koltuğuna, 'Hocalı Katliamı' başsorumlusu olan azılı terörist Robert Koçaryan oturdu.
ERMENİLERİN YAPTIĞI KATLİAMLAR
Van - Erciş - Çavuşoğlu Katliamı
Bölgede incelemeler yapmış olan Prof Dr. Metin Özbek, olayı şöyle anlatmaktadır:
'Çavuşoğlu Samanlığı denilen mevkide bir evin temel hafriyatı yapılırken büyük bir tesadüf eseri bulunan insan iskeletlerini antropolojik açıdan incelemek üzere teslim alıp Hacettepe Üniversitesi'ndeki laboratuvarımıza götürdüm. Bilindiği gibi, Antropoloji bilim dalı geliştirdiği bir takım teknik ve yöntemlerle insan iskeletlerinde ölüm yaşını, cinsiyeti, ölüm nedenlerini, hastalıkları ve daha birçok bilgileri elde etme imkânı vermektedir. Ayrıca kafataslarından hareketle ırk tayini de yapılmaktadır.
İncelemeye aldığım iskelet kalıntılarında baş ve gövde kemikleri arasında eşleştirmeye gitmek mümkün olmadı. Bu nedenle, birey sayısını sadece kafataslarına göre yaptık ve her kafatasına ayrı bir numara verdik. Daha doğrusu her bireyin ayrı bir antropolojik kimliği oldu.
Buluntular arasında 5 kadın ve 4 erkek tesbit ettik. Bireylerin öldükleri esnada kaç yaşında olduklarını gösteren en önemli kriter kalça kemiğindeki 'symohysis pubis' adlı kısımdır. 7 kişide bu bölge korunmuştur. Çavuşoğlu Samanlığı'nda bulunan iskeletlerin yaş dağılımını aşağıdaki şekilde tesbit ettik:
Kadın
......BURAYA RESİM KOYMA ŞANSIM YOKTU.....
İSTEYEN ARKADAŞ BANA ULAŞSIN AŞAGIDA RESİM YERİNE NUMARA BULUNMAKTADIR
(P6) ...............17-18 yaş Erkek
(P7) ...............17-18 yaş Kadın
(P4) ...............18-19 yaş Kadın
(P3) ...............27-30 yaş Erkek
(P2) ...............35-40 yaş Kadın
(P1) ...............39-44 yaş Erkek
(P5) ...............50 yaş (aşağı yukarı)
Çocuk
(D1) .............. 15 yaş (aşağı yukarı)
Yaş ve cinslerini belirttiğimiz bu iskeletlerin asıl ilginç olan ortak bir yönleri vardı. O da, hepsinin kafataslarında kesici aletlerin bıraktığı darbe izlerinin bulunmasıdır. Daha açıkçası işkence ile öldürülmüş olmalarıdır.'
I. Kafataslarındaki kesme izleri:
No.1)
Kadın: Kafatasında kesici bir cismin yol açtığı iki yarık bulunmaktadır. Bunlardan birisi sağ parietalde bulunur. Uzunluğu 42 mm'dir. İkincisi yine sağ parietal üzerinde, başın biraz arkasında olup 36 mm uzunluğundadır. Beyin hedef alınarak indirilen bu darbeler sonucu olay yerinde öldüğü anlaşılmaktadır.
No.2)
Kadın: Başında dört kesme izi tesbit ettik. Birincisi sol parietal üzerinde olup 95 mm uzunluğundadır. Kesici alet kafatasını yarıp beyne kadar girmiştir. İkinci yarık her iki parietal üzerinde yer alır. Başın tepesine indirilen kesici bir cisim (bir balta olabilir) kafatasını parçalamış, büyük bir olasılıkla beyni de dağıtmıştır. Böyle bir saldırı bireyin o anda ölmesi için yeterlidir. Üçüncü darbe yine sol tarafta, parietale isabet etmiş. Bu yarık birincinin yaklaşık 12 mm arkasındadır. Açılan yarığın uzunluğu 48 mm, genişliği ise 19 mm'dir. Kesilen kısım bir mekiği andırmaktadır. Başa indirilen dördüncü darbe ise üçüncüyle aynı doğrultuda ve onun hemen arkasındadır. Yarığın yarısı oksipital kemik üzerindedir.
No.3)
Erkek: Başında en çok kesme izi tesbit ettiğimiz kişilerden biridir. Birinci darbe sol kulağa isabet etmiş; kesici alet mastoid çıkıntıyı kökünden koparmış, oksipitali de hafifçe sıyırmıştır. İkinci darbe sol göze rastlamış ve proc.frontalis üzerinde derin bir kesme izi bırakmıştır. 75 mm uzunluğundaki üçüncü darbe ise sol parietalde görülür. Beyne giren kesici alet sol tuber parietal'den sutura lambdoidalis'e kadar uzanan bir yarığa yol açmıştır (Resim 2b) . Darbenin şiddetinden kafatasında çatlaklar oluşmuştur. Başın tepesine indirilen dördüncü darbe sagital dikişi kesmiştir. Kesme izi 48 mm uzunluğundadır. Kesici aletin yol açtığı besinci darbe ise yatay planda olup sağ parietal'i sagital dikişe yakın kısımdan sıyırıp götürmüştür. Kesici alet, ayrıca sol zygomatike de isabet etmiş, bu bölgede zygomatikle beraber üst çene kemiğinin bir kısmını da kesmiştir. Birey aynı zamanda ateşe atılıp yakılmıştır.
No.4)
Erkek: Beyne bir kesici cisimle üç ayrı darbe indirilmiş. İlki sağ parietale dikey yönde isabet etmiş, uzunluğu 37 mm olan kesme izi, ikincisi sol parietal ve frontal üzerinde yatay yönde bir yarıktır. Kesme izi 92 mm. uzunluğundadır. Üçüncü darbe yine sol parietale isabet etmiş, uzunluğu 49 mm, genişliği ise 21 mm olan bir yarık meydana getirmiştir. Kesici alet tabula externa'yı sıyırıp götürmüştür. Başa yönelik bu darbeler bireyin derhal ölmesine yol açmıştır. Bir önceki birey gibi, bu da öldürüldükten sonra yakılmıştır.
No.5)
Kadın: Başında dört kesme izi tesbit ettik. Birincisi frontal bölgede ve 28 mm uzunluğunda, fazla derin olmayan bir yarık. İkincisi başın tepesinde, her iki parietal üzerinde ve 77 mm uzunluğunda, oldukça derin bir yarıktır. Kadının o anda ölmesi için yeterli darbe. Üçüncü darbe de ölümcül nitelikte, sağ kulağa isabet etmiş, mastoid kısmı kökünden kesip götürdüğü gibi alt çene kondilini de kısmen kesmiş. Dördüncü kesme izi sağ üst çenenin ön alveoler kısmını ilgilendirmektedir. Kesici cisim burada kemiği kesmekle kalmamış, üst ikinci küçük azı dişinin tacında tahribata yol açmıştır.
No.6)
Erkek: Başında dört yarık olan erişkin. Birincisi 57 mm uzunluğunda, 14 mm genişliğinde oldukça derin olup sol parietal üzerindedir. Bu bölgede kesici alet beyne kadar girmiştir. Yarığın ön kısmında sagital dikiş tarafından 23 mm uzunluğunda bir kesme izi vardır. İkinci darbe izi sağ parietal üzerinde ve sagital dikişin ortasındadır. 29 mm uzunluğunda ve 28 mm genişliğindeki bu kesme izi yatay ve oblik yönlerde iki ayrı yarık tarafından kesilmiştir. Bunlardan biri 43 mm, diğeri 42 mm uzunluğundadır. Üçüncü darbe ise sağ parietale isabet etmiş olup, parietal deliğin birkaç mm önünde, oblik bir yönde uzanır. Dördüncü darbe bir kesici aletten ziyade, sagital dikişe yakın kısımda bu erkeğin başına sivri bir cisimle vurulmuş, belki de böyle bir aletle işkence yapılmıştır.
No.7)
Erkek: Kesici bir cisimle tam 5 ayrı darbe almış. İlki sol kulak bölgesine isabet etmiş; saldırı aleti mastoid çıkıntıyı tümüyle kesip götürmüş. Hatta zygomatik kemerin kökü de kesilmiş. Sol kulak köküne kesici aletle arka arkaya iki darbe indirilmiştir. Bu darbeler sonucu kişi anında ölmüştür. İkinci kesme izi sağ parietalin lambda dikişine yakın kısımdadır. Kısmen yatay planda olan yarık 41 mm uzunluğundadır. Bu üçüncü kesme izi iki lambda dikişi arasında, oksipital üzerinde ve 44 mm uzunluğundadır. Beşinci kesme izi de başın arkasındadır ve 53 mm uzunluğundadır.
No.8)
Kadın: 15 yaşlarında ölen bu kız çocuğunun başında üç kesme izi vardır. İlki sağ parietal üzerinde, 50 mm uzunluğunda ve beyne kadar giren derin bir yarıktır. İkinci kesme izi ise birinciye dikey konumda ve 20 mm uzunluğundadır. Üçüncü yarık başın arkasındadır. Bu kız çocuğu öldürüldükten sonra ayrıca yakılmıştır.
No.9)
Kadın: 17-19 yaşlarında ölmüş. Kafatasında korunan kemikler üzerinde herhangi bir darbe izi yok. Oksipitalin önemli bir kısmı kopmuş ve kaybolmuş. Ölüm nedeni hakkında bir şey söyleyemiyoruz
II. İskeletlerde ırk teşhisi:
Kafatasında ölçü, endis ve morfolojik gözlem yoluyla ırk belirlenebilir. Ancak, her ırk grubu içinde bazı varyasyon durumlarının olduğunu da unutmamalıyız. Antropometri tekniğinin bize sunduğu bilgilerin ışığında Çavuşoğlu Samanlığı'ndan çıkarılan iskeletleri inceledik.
Buna göre önemli bir ırksal ölçüt olan kafatası endisini 8 kafatasında hesapladık. Bulduğumuz değerler 76 ile 89 arasında değişir. O halde, 4 birey mezosefal, diğerleri ise brakisefal gruba girer. Dolikosefal yapıya hiçbir kafatasında rastlamadık. Anadolu'da Alpin ırk tipi oldukça yaygın olup bu ırka brakisefal tipler girdiği gibi, mezosefaller de girmektedir.
Elimizdeki iskeletlerin biri hariç hepsi de Alpin ırkına girer. Anadolu Türklerinin çoğunlukla bu ırk içinde yer aldığını hatırlatmak gerekir. 17-19 yaşlarındaki genç bir kadın ise bu gruba girmez; Dinarik ırkın Armenoid adı verilen doğu varyetesine girer.
Boyları hesaplarken Trotter ve Gleser'e ait regresyon denklemlerini kullandık. 3 kadında 152,9 cm, 159,2 cm ve 168,2 cm değerlerini bulurken; 3 erkekte de sırasıyla 170,1; 172,4 ve 173,5 cm değerlerini bulduk.
Çavuşoğlu Samanlığı'nda iskeletlerle birlikte ayrıca 1 gömlek düğmesi, kesici bir yapıya sahip demir parçası ve bir üst çene parçası bulundu. Gülhane Tıp Akademisi Dişhekimliği Fakültesi'nden Prof.Dr.İlter Uzel'in verdiği bilgiye göre üst total protez fragmanı sağ arka tarafa aittir. Protez kauçuktan, dişler ise porselendir. Protez, 1900'lü yılların başında maddi durumu iyi olan kimselerce kullanılırdı. Protez üzerindeki nikotin lekeleri bir erkeğe ait olduğunu akla getirmektedir. Bu tip porselen, 1915-1925 yılları arasında kullanılmış olup SSN (ABD) firmasının ürünleridir. İskeletlerin ait olduğu devir de böylece belirlenmiş olmaktadır.
III. Uzun kemiklerdeki yaralanma izleri:
Kafataslarında bu kadar çok kesme izine rastlanmış olmasına rağmen, kol, bacak ya da gövdenin diğer kısımlarında yok denecek kadar az darbe izi bulunmaktadır. Tabii ki bir kişi öldürülmek isteniyorsa, ilk saldırı noktası baş, dolayısıyla beyindir.
Bir erişkinin sol humerus'unda gövde ortasında ve dış tarafta 3 kesme izi vardır. Kemik yanma izi gösterir.
Bir kadına ait sağ tibia kemiğinde gövde üzerinde, ön yüzde derin bir kesme izi yer alır.
Bir erkeğe ait sağ tibia'da alt kısma yakın yerde iç tarafta yine oldukça derin bir kesme izi saptadık.
IV. Genel sonuç ve değerlendirme:
Çavuşoğlu Samanlığı'nda (Erciş ilçesi) tesadüfen ortaya çıkan ve üzerinde ayrıntılı antropolojik inceleme yapılan iskeletlerin ait olduğu ve çoğunluğu genç olan insanlar, bilinçli olarak katledilmiş, bir kısmı da yakılmıştır.
Alpin ırk tipine, özellikle Anadolu söz konusu edildiğine göre, Türklere ait olması güçlü bir olasılık olan bu bireylerin karşılaştığı bu tüyler ürpertici saldırı ve işkenceler yörede yaşayan canlı şâhitlerin anlattıklarını da bir bakıma destekler niteliktedir. Tarih şimdi tersine dönmekte; katledilenlerin Ermeniler değil Türkler olduğu açıkça ortaya konmuş
olmaktadır...
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA TÜRKİYE'DE OLAN
ALMANLAR KONUŞUYOR
ALMAN MİSYONERİ ANLATIYOR
20 NİSAN 1915
VAN ERMENİ AYAKLANMASININ İÇYÜZÜ
Dr. Mete Soytürk
Kaiserslautern-Almanya
18 Mart 2006
Aşağıda Alman protestan misyoneri Bayan Käthe Ehrhold'un Van Ermeni isyanın üzerinden 22 yıl sonra 1937'de kaleme aldığı, çektiği vicdan azabı yüzünden, olayların gerçek yüzünü anlatma ihtiyacı göstererek kaleme aldığı bir kitaptan bölümleri bulacaksınız. Savaşın ilk iki yılını Van'da yaşayan ve kentteki yetimler yurdunda kalanları protestan Hristiyan yapmak için uğraşan bu misyoner-Protestan tarikatçı hemşire, aşağıda kısa başlıklar eklediğim şekilde Ermeni isyanı sırasında gördüklerini Hristiyan Ermeni çetelerinin, Van'da uyguladığı vahşeti Hristiyanlığından utanarak anlatıyor. İlginçtir, kitabın giriş ve ve sonuç bölümünde italik olarak belirttiğim kısımlar başka kitaplardan alıntı olarak alınmış ve yanlız bu bölümlerde Türklere atıfta bulunularak, söylentilere göre Ermenilerin uğradığı kötü muamelerden bahsediliyor. Fakat bu misyonerin kendi gördükleri ve yaşadıkları ise, hem Ermeni çetelerinin vahşeti hem de işgale gelen Rusların Ermenilere karşı yaptıkları vicdansızlıklar ve kötü muameleler, Türk askerlerinin yardımseverliği.
'Geçte olsa, Van'da gördüklerimi, yaşadıkları kendime Tanrı katında kendime saklama hakkını görmüyorum
Van'da 20.000 kişi yaşıyordu.Rusların yaklaşması ile birlikte(20.Nisan 1915) Ermeniler sakladıkları silahları çıkararak savaşa başladılar. Şehirde büyük bir iç savaş, kardeş savaşı başladı. Günlerce sokak çatışmaları oldu.
Ruslar kente iyice yaklaşınca, Türkler kenti boşaltma kararı aldılar ve bir gecede sivil ve asker kenti terk etmek zorunda kaldı. Geriye yanlızca kadınlar, yaşlılar ve hasta Türkler kaldı.
Ertesi gün Şehir Ermeni çetelerinin ve Rusların eline geçince, Ermeniler kaçamayan, kadın, yaşlı ve hasta Türkleri katlettiler. Dindar bir Hristiyan olarak önce kendilerine bu günü veren Tanrıya şükretmeleri gerekiyordu. Fakat onlar bunu yapmadılar, bağımsız oldukları ilk gün yaptıkları bu cinayetleri büyük bir günahkarlık olarak görüyorum.
Rusların gelmesinden sonra savaş muhabirlerinin yazdıkları yalanları görünce, bu gazetecilerin yazdıklarına güvenim kalmadı.
Ermeniler Türklerin geride bıraktıkları mal ve mülke el koydu ve sanki kendilerininmiş gibi kullanmaya başladı. Yetimhaneme, şimdi Ermeni köylüleri yerine çevre köylerden Türk kadınlar gelmeye başladı. Rusların bölgede bulup topladığı bu kadınları yetimhanemizde korumaya aldık. Yoksa bu zavallılar tutanın elinde kalacaklardı. Bu kadınlara çok fazla yardımcı olamadık. Çünkü çetecilerden çok kötü muamele görmüş, namuslarına tecavüz edilmiş bu kadınlar korkudan tir tir titriyorlardı.
Yenilmiş Türk milletinin geride kalan bu çaresiz kadınlarına çeteciler tarafından bilinçli ve istemli olarak yapılmış bu tecavüzler ve kötülükler Van'da kaldığım süre içinde yaşadığım en karanlık ve en üzüntülü olaylardır.
Türk birliklerinin Van kentine yaklaştığını gören Rus generali 3 Ağustos 1915'de savaşmadan şehri terk etme kararı aldı. Şehir boşatıldıktan sonra yakılması kararı verildi. Hayal kırıklığına uğramış Ermeni halkı geri çekilen Rus ordusu ile birlikte en az 10.000 kişi olarak şehri terk etmeye ve Rusya'ya doğru göç etmeye başladı.
Bu göçmenlerin küçük bir bölümü Rusya'ya ulaşabildi. Günlerce yollarda yaya olarak yürüyen bu mülteciler, yorgunluk, hastalıklar ve salgınlar nedeniyle öldüler. Sınıra ulaşanları ise Ruslar ülke içine almayıp, sınırdaki mülteci kamplarında beklettiler. Güya kurtarıcı olarak gelen Ruslar geri çekilirken birlikte gelen bu halkı bizde yeterince fakir halk var diye sınırdan içeri koymadı. Bu zavallılar perişanlık içinde açlık ve susuzluktan öldüler.
Ruslar şehri yaktıktan sonra kenti terkederlerken yetimhanedeki çocukların kendileriyle birlikte gelemeyeceğini, çocukların bu yanmış kentte bırakılmasını istediler. Anladığım kadarıyla onlar bu Ermeni çocuklarını istemiyorlar, onların burada kalıp açlık ve susuzluktan ölmelerini istiyorlardı.
Şehri terkeden Ermeniler ve Ruslar kenti tamamen yaktılar. Giderken yetimhanenin başkanı İsviçreli Misyoner S. bana bir miktar para verdi.
Rus askerleri bana ve yetimhanenin çocuklarına kılavuzluk yaparak bizi sınıra kadar götüreceklerine söz vererek, kayığa bindirdiler. Van gölüne açıldık. Rus askerleri daha sınıra yaklaşmadan bizi Türk sahillerinde kıyıya çıkarttılar ve bizi ortada yüz üstü bırakarak kaçtılar. Savaş bölgesinin ortasında kalmıştık ve Van'a geri dönmekten başka çaremiz yoktu. Açlık ve susuzluk içinde günlerce yürüyerek Van kentine geri dönmek zorunda kaldık.
Daha sonra küçük bir birlik olarak Türk askerleri kente girdiler. Yanmış bomboş bir kent buldular. Birlikte geri getirdiğim perişan haldeki Ermeni yetim çocuklara yardım ettiler, binamızı onardılar. Sanki Tanrı Türk askerlerini bize yardım etsin diye yollamıştı.
Sonra Rusların yaklaştığı haberi gelince Van'a girmiş bu küçük Türk birliği kenti terk etti. Ardından Ruslar tekrar şehre girdiler.
Bir süre sonra Türklerin büyük bir birlikle geri gelmekte olduğu haberi gelince, Ruslar kenti yine boşaltma kararı aldılar. Ermeni yetim çocukları birlikte götürmeme Ruslar yine izin vermediler.
Bu sırada zengin bir Ermeni tüccarının Van'daki gizli deposunda sakladığı kumaşları almak için büyük rüşvetler ödeyerek Van'a geldiğini ve kumaşları alıp Tiflis'e gideceğini duydum. Bu tüccara yalvardım, yakardım, lütfen sadece kumaşlarınızı değil, şu zavallı kendinizden olan Ermeni yetim çocukları da birlikte Tiflis'e götürünüz dedim. Adam sonunda evet dedi. Duyduğuma göre sözünde durmuş çocukları Tiflis'e götürmüş.
Daha sonra Rusya'ya doğru yola çıktık, yolda başıma gelmeyen kalmadı, tacize uğradım. Rusya'da hapishaneye girdim. Sonra Hastaneye çıktım. Boydan boya Rusyayı geçmek zorunda kaldım. Japonya sonra Çin, San Fransisco, Newyork, İngiltere, İsveç ve Danimarka üzerinden, okyanusları, denizleri aşarak oradanda sonunda memleketime, varabildim.'
Yorum yapmaya gerek bırakmayacak kadar açık, en düşük zekalının bile anlayabileceği kadar seçik. İlginç olan ise Alman tarihçilerin topunun bu konuda toptan bellek kaybına uğramış olmaları ve her konuda kılı kırk yararken bu konuda birden bire genel bir tembellik içine girmeleri. Türk tarihçilerine konunun bu önemli püf noktasını bir kez daha hatırlatıyorum.
Yazıda Hemşire Ehrhold, adlarının baş harflerini verdikleri kişileri şöyle açıklayabiliriz. Van'daki Yetimhanenin başkanı İsviçreli misyoner Rahip Johannes Spörri ve Karısı İrene Spörri, burada çalışan Alman misyoneri hemşireler Küthe Ehrhold, Anna Greiner ve Marta Kleis. Van isyanı sırasında Marta Kleis Bitlis'teki Türk askeri Sahra hastanesinde yaralıların tedavisi için çalıştığı için, burada bulunmuyordu. Daha sonra da geri dönmemiş ve Türk askerlerinin yanında kalmış sonra da Tifus hastalığına yakalanarak ölmüştür.
KALEMİN SUSMASIN SÖYLENECEK SÖZ YOK BU UYAZIYI HERKESİN OKUMASI ALZIM GÖNLÜN VE YÜREĞİNN DAİM OLSUN
ALINTI - 1910-1922 yılları arasında Ermeni çetelerin yaptığı katliamlar Başbakanlık Devlet Arşivleri tarafından ortaya çıkarıldı. Belirlenebilen bilgilere göre, Ermeni çeteleri Anadolu'da 523 bin 955 Türk'ü katletti.
Başbakanlık Devlet Arşivleri, 1910-1922 yılları arası Anadolu'da 523 bin 955 Türk'ün Ermeni çeteleri tarafından katledildiğini belgeleriyle ortaya koydu. Ermeni çetelerinin katliamları tarih, yer ve isim olarak tek tek açıklandı. Ermeniler, yıllardır sözde soykırımı iddialarıyla dünya kamuoyunu yanlarına çekmeye çalışırken, resmi belgeler ise Türkler'in katledildiğini gösteriyor. 1910-1922 yılları arasında Ermeni çetelerin yaptığı katliamların tarih ve yerleri ile katledilen Türk sayısı ise söyle:
'1910 Muş (10 ölü), 21 Şubat 1914 Kars-Ardahan (30 bin ölü), 1915 Van (44 ölü), 1915 Van (150 ölü), 1915 Bitlis (16 bin ölü), 1915 Muş (80 ölü), 1915 Bitlis-Hizan (113 ölü), 1915 Van (5 bin 200 ölü), Şubat 1915 Haskay (200 ölü), Şubat 1915 Dutak (3 ölü), Nisan 1915 Bitlis (29 ölü), Nisan 1915 Muradiye (10 bin ölü), Nisan 1915 Van (120 ölü), Mayıs 1915 Van (20 bin ölü), Temmuz 1915 Muş-Akçan (19 ölü), Ağustos 1915 Müküs (126 ölü), 9 Mayıs 1915 Bitlis (40 bin ölü), 9 Mayıs 1915 Bitlis (123 ölü), 15 Ocak 1916 Terme (9 ölü), 1 Nisan 1916 Van-Reşadiye (15 ölü), Mayıs 1916 Muş (500 ölü), 8 Mayıs 1916 Van-Tatvan (bin 600 ölü), 8 Mayıs 1916 Bitlis (10 bin ölü), 8 Mayıs 1916 Pasinler (2 bin ölü), 8 Mayıs 1916 Tercan (563 ölü), 11 Mayıs 1916 Van (44 bin 233 ölü), 11 Mayıs 1916 Malazgirt (20 bin ölü), 11 Mayıs 1916 Bitlis (12 ölü), 22 Mayıs 1916 Van (bin ölü), 22 Mayıs 1916 Köprüköy-Van (200 ölü), 22 Mayıs 1916 Van (15 bin ölü), 22 Mayıs 1916 Van (8 ölü), 22 Mayıs 1916 Van (8 bin ölü), 22 Mayıs 1916 Van (80 bin ölü), 22 Mayıs 1916 Van (15 bin ölü), 23 Mayıs 1916 Of (5 ölü), 23 Mayıs 1916 Trabzon (2 bin 86 ölü), 23 Mayıs 1916 Van (3 yüz ölü), 25 Mayıs 1916 Bayezid (14 bin ölü), Haziran 1916 Van-Abbasaga (14 ölü), Haziran 1916 Edremit-Vastan (15 bin ölü), 6 Haziran 1916 Satak-Serir (45 ölü), 6 Haziran 1916 Satak (bin 150 ölü), 7 Haziran 1916 Müküs-Serhan (121 ölü), 14 Ağustos 1916 Bitlis (311 ölü), 1919 Sarıkamış (9 ölü), 1919 Tiksin-Ağadeve (5 ölü), 1919 Nahçivan (4 bin ölü), 6 Ocak 1919 Zarusat (86 ölü), 21 Ocak 1919 Kilis (2 ölü), 22 Ocak 1919 Antep (1 ölü), 25 Ocak 1919 Kars (9 ölü), 26 Şubat 1919 Adana-Pozantı (4 ölü), 18 Mayıs 1919 Osmaniye (1 ölü), 13 Haziran 1919 Pasinler (3 ölü), 3 Haziran 1919 Iğdır (8 ölü), Temmuz 1919 Sarıkamış (803 ölü), Temmuz 1919 Kurudere (8 ölü), Temmuz 1919 Sarıkamış (695 ölü), 4 Temmuz 1919 Akçakale (180 ölü), 5 Temmuz 1919 Kağızman (4 ölü), 7 temmuz 1919 Kars-Göle (9 ölü), 8 Temmuz 1919 Mescitli (4 ölü), 8 Temmuz 1919 Gülyantepe (10 ölü), 9 Temmuz 1919 Kağızman (6 ölü), 9 Temmuz 1919 Kurudere (8 ölü), 11 Temmuz 1919 Mescitli (20 ölü), 19 Temmuz 1919 Bulaklı (2 ölü), 19 Temmuz 1919 Pasinler (2 ölü), 24 Temmuz 1919 Kars-Kağızman (9 ölü), Ağustos 1919 Muhtelif köyler (2 bin 502 ölü), 15 Ağustos 1919 Erzurum (153 ölü), 15 Ağustos 1919 Erzurum (426 ölü), Eylül 1919 Allahüekber (3 ölü), 9 Eylül 1919 Ünye (12 ölü), 14 Eylül 1919 Sarıkamış (2 ölü), Kasım 1919 Adana (4 ölü), 11 Kasım 1919 Kahramanmaraş (2 ölü), 6 Kasım 1919 Ulukışla (7 ölü), 7 Aralık 1919 Adana (4 ölü), 1920 Göle (600 ölü), 1920 Kars (3 bin 945 ölü), 1920 Haramivartan (138 ölü), 1920 Nahçivan (64 bin 408 ölü), 1920 Nahçivan (5 bin 307 ölü), Şubat 1920 Kars civari (561 ölü), 1 Şubat 1920 Zarusat (2 bin 150 ölü), 2 Şubat 1920 Suregel (bin 150 ölü), 10 Şubat 1920 Çildir (100 ölü), 28 Şubat 1920 Pozantı (40 ölü), 9 Mart 1920 Zarusat (400 ölü), 9 Mart 1920 Zarusat (120 ölü), 16 Mart 1920 Kağızman (720 ölü), 22 Mart 1920 Suregel-Zarusat (2 bin ölü), 6 Nisan 1920 Gümrü (500 ölü), 28 Nisan 1920 Kars (2 ölü), 5 Mayıs 1920 Kars (bin 774 ölü), 22 Mayıs 1920 Kars (10 ölü), 2 Temmuz 1920 Kars-Erzurum (408 ölü), 2 Temmuz 1920 Zengebasar (bin 500 ölü), 27 Temmuz 1920 Erzurum (69 ölü), Mayıs 1920 Kars-Erzurum (27 ölü), Agustos 1920 Oltu (650 ölü), Ağustos 1920 Kars-Erzurum (18 ölü), 15 Ekim 1920 Bayburt (bin 387 ölü), 20 Ekim 1920 Göle (100 ölü), 17 Ekim 1920 Pasinler (9 bin 287 ölü), 18 Ekim 1920 Tortum (3 bin 700 ölü), 19 Ekim 1920 Erzurum (8 bin 439 ölü), 26 Ekim 1920 Kars civarı (10 bin 693), Ekim 1920 Aşkale (889 ölü), 1 Aralık 1920 Kosor (69 ölü), 3 Aralık 1920 Göle (508 ölü), 4 Aralık 1920 Kosor (122 ölü), 4 Aralık 1920 Kars-Zeytun (28 ölü), 4 Aralık 1920 Sarıkamış (bin 975 ölü), 6 Aralık 1920 Göle (194 ölü), 7 Aralık 1920 Kars-Digor (14 bin 620 ölü), 14 Aralık 1920 Sarıkamış (5 bin 337 ölü), 29 Kasım 1920 Zarusat (bin 26 ölü), Aralık 1920 Erivan (192 ölü), 1921 Nahçivan (12 ölü), 1921 Bayburt (580 ölü), 1921 Arpaçay (148 ölü), 1921 Karakilise (6 bin ölü), 1921 Karakilise ( 6 bin ölü), Şubat 1921 Zenibasar (18 ölü), 21 Kasım 1921 Pasinler (53 ölü), 21 Kasım 1921 Erzurum (bin 215 ölü), 1918 Hınıs (870 ölü), 1918 Tercan (580 ölü), Mart 1922 Kahramanmaraş (4 ölü)'. ŞEHİT DİYELİM
can bacim eline yuregine saglik butun yazdiklarina katiliyorum kani kanla yikarlar lanet olsun ermeniye hak edecekleri cezayi birgun mutlaka bulacaklardir dise dis goze goz kan yerde kalmaz sevgi selam saygi olsun bakuye azerbeycanima selamlarimla.....ozan yasari Hollanda
Bu şiir ile ilgili 100 tane yorum bulunmakta