Bizim yazınımız sözlüydü. Diğer toplumların ilkel dönemlerinde olduğu gibi. Önce halk yazını vardı. Zamanla elitler halktan koptu. Kendilerini sırça köşklere hapsettiler. Vampirleşip kitlelerin kanını emerek yaşam sürdüler.
Zamanla kitleler bilinçlendi. Sağduyu egemen oldu. Asalaklar ve vampirler her keresinde başkalaşarak kan emmeye devam ettiler. Ne yaptılarsa, ne denli dalaverelerini geliştirdilerse de sonunda hep sağduyu kazandı.
Gene sağduyu kazandı. Gene sağduyu kazanacak..
Din ve iktidar nerdeyse tek elden yönetilirdi. Yöneten halkın dinini de belirler, üstelik dini lideri de olurdu çoğu kere. Bizim de tarih geleneğimizde var. Hele ortaduğulu olup da Arap kültür baskısına girdikten sonra, iyiden iyiye bu olgu kemikleşti. Osmanlı’nın hilafet aşkı da buna bağlı olmalı.
Uzak Asya’da, Afrika’da, kim bilir daha nerelerde büyücüler, din adamları, rahipler (her ne kadar etkilemiş olsalar da) reis yani yönetimin başı olmamışlar. Ortadoğu’da ise göksel din kurucularından peygamber İsa var, diğerleri gibi hükümdar, komutan olmayan veya bu şansı yakalayamayan.
Yazın (edebiyat) sözlü başladı. Destanlar, masallar, şiirler, türküler…
Farklılık, değişim ve gelişme (*evrim* sözcüğünü bilerek kullanmıyorum) yaratılışın özüdür.
Her şey bir diğerinden farklı.
Sürekli değişim, evinim-devinim.
Sürekli gelişme (bazen de gerileme) , değişim; kendi akışında olursa evrim, zorlamayla olursa devrim.
Yazılı yazına (yazın sözcüğünü edebiyat yerine kullanıyoruz ama sanki oturmadı) geçişimiz geç oldu.
Değişik dinlere, değişik kültürlere, değişik alfabelere tosladık değişik coğrafyalarda.
Şimdi bile çevremiz alfabe dolu.
Slav alfabesi,
Grek alfabesi,
Georgian alfabesi,
Latin alfabesi
Arap alfabeleri,
Musa alfabesi…
Biz bunların arasına sıkışmışken, koca Amerika kıtasında tek alfabe var.
Yeniliğe hevesliyizdir. Hala öyle değil mi. Baksanıza arap hala arap, hindu hala hindu, çinli hala çinli.
Biz habire aranıyoruz.
Yazıya geç başlayınca, dilimizin yazılışını yeterince insanımıza öğretemedik. Hala çok sözcük yanlış yazılır. Halk tarafından farklı farklı söylenir.
Çocukluğumuzda bize cinlerden, perilerden, şeytandan, meleklerden o kadar çok bahsederlerdi ki, rüyalarımız bile bunlarla süslenirdi.
Hepsi çoğul da şeytan neden tek/il/dir bilir misiniz?
M.S. VI. Yüzyıl sonrası, arap ve acem kavimler öylesine kapışmışlar ki; makam hırsı ve çekememezlikler, kabile öğretisinin farklı kavimlerin yaşamına uymaması birçok İslam mezhebinin oluşmasına yol açmış. Bunlardan biri daha eski inançlardan alıntılarla ve kuran ayetlerinden bazılarını kendince yorumlayarak; Allah’ı diğer mezheplerden daha yüceltmek istemiş. Allah’ın kötülüğü buyuracağını, kötülüğe izin vereceğini kabul etmemiş. Bu görevi şeytana yükleyerek Allah’ın saffetini korumak istemiş. Bu durumda iyi ve kötünün olduğu alemde, (ayetlerde şiddetli bir yordamla uyarılmasına karşın) Allah’ın kötü karşıtı olarak şeytan da tek olarak kültürde yerini almış.
Çin’le cin’i ilişkili sanıyordum koca adam olana kadar. Bu bende öyle bir etki yarattı ki, hala Çin devletine ve Çinlilere karşı bir tuhafım. Her an bir sürprizle karşılaşma beklentim olur. Gerçi memleketlerinde ve onlarla bir arada olduğum zaman böyle duygularım olmadı. Bizler gibi insanmış onlar da. Hatta batılılardan daha çok benzeriz onlara. Öyle ya ne maceralarımız oldu bir zamanlar. Gelinlerimiz, hatunlarımız oldu çinli kızlardan, prenseslerden. Bizim isim babamız bile oldular.
Yazını yaygınlaştırırsak, hatalar azalacaktır. Çin de, cin de haddini bilecektir.
Yazını yaygınlaştırırsak kültür homojenleşecektir. Yarar ve amaç birlikteliğinin değeri anlaşılacaktır. Böylece modern sosyolojide toplum olma koşulları sağlanacaktır. Böylece insanları bir arada tutmak için din ve ırk benzerliğinin demode olduğu, işlevini yitirdiği anlaşılacaktır.
Siyaset rasyonelleşecek, kavga ve sömürü bitecektir.
Bir gazete haberi; *Erkek arkadaş ilanı veren Çinli kız, ummadığı bir izdihama sebebolmuş. Binlerce genç akın etmiş randevu yerine. Oysa beğenilmediğinden, arkadaşı olmadığından şikayetçiymiş bu kız.*
İlginç. Bu ilan verilene kadar neredeydi binlerce kadınsız erkek. Neden kızcağız karşı cinsten bir arkadaş bulamamış.
Sanırım kültür. Sanırım etik. Sanırım mahalle baskısı. Öyle ya ne de olsa doğulu. Hem de Ortadoğu değil Uzakdoğu.
Çin devleti başbakanı dünya basınına açıklıyor:
-Dış alım arttı.
-Dış satım azaldı.
-Diş ticaret fazlası 102 milyar dolara geriledi. (102 milyar fazla hala)
Çin devleti başbakanı açıklıyor:
-Biz gelişmemizi, başkalarına hegemonya kurarak yapmayacağız.
Çin devleti başbakanı açıklıyor:
-Ekonomik gelişmemize devam edeceğiz. Şankay, Pekin gibi yoğun merkezlerdeki gelişme, gelişme sayılmaz, gelişmeyi bütün yurda yaydığımız zaman gelişmiş olacağız.
Biz bunu 700 yıldır akıl edemedik.
Ve
Çin devleti başbakanı dünya basınına açıklıyor:
-Kültürel gelişmemiz uzun zaman ister, YÜZYILLAR alabilir.
Biz bunu idrak edemedik bile.
Demek o ki; en azından bir yüz yıl daha Çinli gençler karşı cinsten mahrum yaşayacak.
Geleneklerine bağlı toplumlarda değişim kolay olmuyor, ama temeller sağlam oluyor, sarsıntılar az oluyor.
Süreğenlik insanların daha az zahmetle daha konforlu ve kaliteli yaşamalarını sağlıyor.
Kıssadan hisse:
Bizler her ne kadar değişikliklere kolay uyan insanlarız desek de. Bu doğru değil. Doğru olan bizim meraklı oluşumuzdur.
Merak ederiz, üşüşürüz, konuya tepeden dalarız, hatta deneriz.
Evet deneriz. Başlarız. Hevesimizi alır kenara atarız.
Ama kılıç zoru olsa da özümüzden geçmeyiz.
Toplumsal yıpranmalar, aşınmalar, melezleşmeler, piçleşmeler, yaralar, darbeler, bereler olur elbette.
Binlerce yıllık yapı taşlarımızı; bunun üzerine bindirilen bin üç yüz yıllık İslam (Arap) şekillenmişliğini, zamanın en lojik veya bizi mutlu edecek kültür katmanına uyarlamak, öyle birkaç onyılda olacak şey değil.
Demem o ki:
Yapılacakların semeresini almaya ömrünün yetmeyeceğini bilmek seni üzmeyecek.
Uzun zamana yayacaksın, sen başlayacaksın sonraki nesil devam edecek.
Her birey sıvada bir kum tanesi olmayı kabullenecek.
Ömrünü kaliteli geçirmeye özen gösterirken,- yarınlara- senden sonrasına hazırlık yapacaksın.
Tufeyli yaşam yaratılışta yok. Eğer olsaydı yaratılışta analık içgüdüsü olmazdı.
Alınan her nefesin ödenecek bedeli vardır.
Emeksiz ekmek yiyenler, sahiboldukları, yararlandıklarının karşılığını vermeyenler, hak ettiğinden fazlasına göz koyanlar toplumun pislikleridirler. İnsanlık düşmanıdırlar.
Saygılar
i.durmuş
Kayıt Tarihi : 2.4.2010 13:48:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
kapitalizm zor günler yaşıyor...N:K
kapitalizm ve sosyalizm sanayi devrimi ortam ve koşullarına,hem eleştirel hem de fütürolojik projeksiyonlar yapan sistemlerdi
Bugün zahiren, dışbakışla sosyalizmin tükeniyor gözüktüğü, yanıltıcı bir şekilde kapitalizmin kazandığı sanısı hakim kitlelerde..
felsefi karşılaştırma yapıldığında sosyalist dünyanın insanlığın hayallerine dair hala bir çok şeyi karşıladığı benim açık bir kanaatim..
Ama bilgi çağında yapılan ve yapılacak analizlerin ve geleceğe dair toplumsal tahminlerin bu iki ideolojinin de üstüne çıkacağını düşünüyorum.
yeni fütürolojik kurguların, bu iki ideolojiyi yeniden ve derinden eleştireceğini düşünüyorum.
Yeni demiyorum- yepyeni sözcüğünün yeni sözcüğünden farkını işaret ederek söylüyorum- insanın anlam konusunda yepyeni,bambaşka temellendirmelere geçeceği düşüncesini taşıyorum..
''evrende başka dostlar da var oysa''
örneğin bu çıkarsama çok ilginç..muhafazakar veya dederminist köklerle bağı bağlantısı kurulamayacak olan ''yepyeni'' bir ifade
belki de çok ama çok üzerinde durulması gereken bir konu.....
insan yaratmak sözcüğünü kavrayan ve bu sözcüğün davranışını, eylemini dışa vuran bir varlık...
makina...
sanayi devriminin bu yaratığı şarlo tarafından dehşetengiz bir şekilde ele alınmıştı..
bahriye mektebinde birlikte okuyan insanlar da sanayi nefise de okuyan insanlarda bu konuyu çapın çevreyi göreceği ölçüde tartıştılar
nazım hikmet, necip fazıl, fahri sabit korutürk bahriye mektebindeydiler...
aynı okulda öğretmenler yahya kemal edebiyat, elmalılı hamdi yazır felsefe dersleri hocası
aydınların bir piyasa içinde değil bir çevre içinde olduğu istanbul ''makinayı'' enine boyuna tartıştı elbette..yaratmak kavramının makina ile bağ ve bağlantısını kurarak üstelik...
Bir adam yaratmak çağdaş konuların şekspiryen tiyatro tekniği ile muhsin ertuğrul oynasın için yazılmıştı necip fazıl tarafından..
ideolojik kastların sıvı geçirmez stoplazmasıyla birbirinden ayrılmamış istanbulunda elbette oldukça hararetli tartışmalar vardı..
interaktiv (karşılık etkileşimli) kopmamış bir diyalog ortamında çöken osmanlı, kurulan cumhuriyet, filizlenen nazizm, sömürgelerden ismini amerikaya doğru değiştiren okyanus ötesi konular, enine boyuna, dostun hatırı fikrin hatırından üstün olamaz anlayışı içinde tartışılıyordu...
işte bu noktada söylemem gereken şey şu..
Cumhuriyet entelektüeli şu veya bu ideoloji farketmeden söylüyorum fikrin ciddi ve hasssa takipcisiydi
felsefe başta olmak üzere sosyoloji vazgeçilmez bir mesele olarak vardı
bugün ise neokoncular ile ergenokoncuların trübünlere oynayan zoomlu ve gonglu haber programları içinde kaybolup giden bir şey fikir, düşünce ve felsefe
çarşı grubunun gerçekten trübünler için söylediği duvar yazısı kabilinden sloganlar ve ekşi sözlüklerdeki rapçi isyanlarda olmasa artık insanların düşündüğünden endişe etmek gerekiyor...
sevgili yazar burayı agoraya çevirmemizden umarım rahatsız olmuyordur
Ancak biz onun hanesinin konuk ağırlamaya oldukça teşne olduğu hissiyle selamsız sabahsız gelip kuruluverdik bu yazsının altındaki şiltelerinin üzerine
dağınık laflarımın bir yerlerde yankı bulacağı ümidiyle yazara ve okuyuculara sevgiler..sevgiler herkese...
Gördük ki bazı dostlar da uğramış yazının saçak altına bu arada..
Aklı olanın dikkatle dinlemesi gerektiğine inandığım şeyler yazmak istiyorum...En ufak bir alçakgönüllülük yapmadan söylüyorum düşünenlerin ,düşüncelerine tramplen olacak şeyler yazacaklarım...
Eskiden romanlarda ''sonun başlangıcı'' tarzı kurgulama teknikleri vardı..Öyle yapmayı düşünüyor ve yazarın toplumcu düşüncenin -besmele hamdele salvele- si olarak kabul edilebilecek ''emek '' sözcüğünden başlamak istiyorum konuşmama..
Emek, toplumcu düşüncenin yüzyılı olan 20 yüzyılın ''tütsülü'' sözcüğüdür..Kutsanmış bir sözcüktür...Kutsanan her kavram gibi ''yerinde say'' komutuna uygun, frenleyici bir özelliği vardır..
Niçin?
İnsanlar, diğer canlılardan farklı olarak yapılacak bir işlemi ,başkaları ve başka şeyler vasıtasıyla yaptırma eğilim ve istidadında yaratıklardır..
İnsanlar bunu alet kullanarak yaparlar ..Ve aletlerinin niteliğini sürekli geliştirirler.
İnsanlar ''insan olan aletler ''yaratmak isterler aslında...
nazım daha da ileri giden şeyler söylemiş insanın makinayı taklit etmesini...yani makinanın disiplin ve soğukkanlılığını istemiş..
trum trum trum...makinalaşmak istiyorum..şiirinin bu bakımdan dikkatle okunması gerektiğini düşünüyorum
trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!
beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!
trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!
mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!
trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!
nazım hikmet, 1923.
Konuyu dağıtmamak için aletler konusuna dönersek....
İnsanların konvansiyonel aletleri , 1731 yılına kadar insan beyni ve pazusuna , adelesine muhtaçtı...
1731 yılında James Watt'ın buluşuyla ''piston'' denilen bir mekanizma ile buharla bir sopayı kendi kendine ve monoton bir süreklilikle hareket ettirmeyi başardılar ..Kısa sürede bunu tekerlekle (volan) irtibatlandırdılar...
1. sanayi devrimi dedik buna...
Böylece insan vücudu dışındaki enerjiyi (yani iş yapabilme yeteneğini ve kapasitesini) emeğin yerine ikame etmeyi ilk defa insanın dışında ve kontrolünde başardılar..
Yeryüzünde, coğrafyada, eşyada; insanın hakimiyetinde dev adımlar atılmasına ve eşyaya tahakküm konusunda emeğin öneminin anlaşılmasına yol açtı bu yeni alet..Otomasyon özelliğine sahip yani kendini geri besleyen bu alete , beyni olmayan ama insan kaslarının yapabildiği şeyleri yapan bir yaratığa sahip oldular böylece insanlar..
enerji, insan bedenine ait emeğin yerine geçebiliyordu demek ki ..hımmmm dediler
İnsanların ''bir insan yaratma '' serüveni durmuyordu elbet..
Viyanada ecol olan bir grup bilim insanı , genel bilgi kavramından somut bilgiye sıkı bir şekilde yürüdü.
Ölçülebilen ve aynı şartlar altında tekrarlandığında aynı sonuçları veren deneyci bir mantığa (logic) geçiş matematiğinin peşindeydiler..
Boole cebirini geliştirdiler. Bu matematikte ikili sayma sisteminde (anlamlı /anlamsız) iki rakam vardı. Bir ve sıfır
Bu arada ,elektriği bulan ve yönetmeye başlayan insan, bu enerjinin , beyni taklit edebilecek temel enstüman olabileceğini sezdi
Elektrik enerjisini, artıdan eksiye iletmeyen, akım yönü dediğimiz eksiden artıya doğru ileten ''diyot''ları bulunca; ilettiği yöne (bir) iletmediği yöne (sıfır) diyerek bilgisayar dünyasına adım attı
Böylece 1. sanayi devriminden yaklaşık 200 yıl sonra bilgi çağı dediğimiz çağı başlatacak kendisinin beyinle yapabileceği işleri yapma yeteneğinde yeni bir alete sahip oldu insanlar
Siborg denilen ve sibernetik artı organik kelimelerinden oluşan kavramın eşlik ettiği yolculukta yeni safha ve tartışmalar burada başlıyor..
fütüroloji (gelecekbilim) bu bilgi ve buna dayalı bilgisayarlı otomasyonlu alet evresinin yeni yaşamları ne türde şekillendireceğini tartışıyor artık..
emeğin 19. yüzyıl sonlarında içerdiği anlam ile bugünkü anlamı arasında büyük farklar var şimdilerde..
Bu farkları da daha sonra yazmalı belki de..
görüşmek dileğiyle..
genelde bilgilendirme amaçlı değil de düşündürme amaçlı oluyor galiba benim bu kübik denemeler.
düşünerek ulaşmak...
saygılar
Öncelikle yazarı, meramını arı-duru bir dille anlatan ve kompozisyonu gerçek bir düzyazıya benzeyen yazısından ötürü kutlamak istiyorum. Düşündürücü bir konu seçmiş. Karşılaştırmalar yapmış.
Sonra da bazı görüşlerimi eklemek istiyorum: Dilimizin bu denli oturmamışlığı, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın ve tarihsel gelişimimizin de doğal bir sonucudur. ABD, azınlıkların da alfabelerini (Fransızca, İspanyolca, Çince gibi) dikkate almış ve hatta okullarında okutmaktadır. Ancak İngilizceyi resmi dil olarak kabul etmiş, halk da buna itiraz etmemiştir. Çünkü resmi otorite dili kendi haline bırakmamış, seçilen dili özenle koruyarak; suyun kendi akışında gitmesi yerine kontrollü akmasını sağlamıştır. Ayrıca orada kökleşmiş ve kafa karıştıran kültürler yoktur. Topu topu 250 senelik bir geçmişten; homojen değil ama heterojen bir yapıdan söz ediyoruz. Bu yapı kendini oluşturmak için tek dilde toplaşarak bir uzlaşma sağlamıştır. Oysa Anadolu’da Türklerden önce yerleşmiş bir dolu kültür ve sonrasında da çok sayıda etkileşim faktörleri vardı. Sadece dil değil, din ve kültür açısından da çeşitlilik görülmekte, bu durum elbette sorunları daha karmaşık bir hale getirmekteydi. Bu coğrafyada, yazılı kültür yerine sözlü kültürün hâkim olması da işin cabası…
Çin’e gelince, her ne kadar son yıllara dek anlamaya çalışmamış ve yalnızca tarihte savaştığımız bir devlet olarak algılamışsak da karşımızda 2500 yıllık bir uygarlık durmaktadır. Büyük hanedanlıklarca yönetilmiş; felsefi kökenleri oldukça sağlam; '1900'lü yılların ortalarından başlayarak kanlı ve müthiş bir devrimden geçmiş bir devlet bu. Hepsinden önemlisi yerleşik ve sınırları belli… Bir göçebe toplumun handikaplarıyla baş etmek zorunda değil.
Bunlara ilaveten Çin başbakanının sarf ettiği cümleye dikkat çekmek isterim.
“Biz gelişmemizi, başkalarına hegemonya kurarak yapmayacağız.”
Gelişmenin, büyümenin, egemenlik kurmanın sömürü düzeniyle mümkün olacağının onlar da farkında. Bu yüzden hegemonyalarını başkalarının üzerinde değil ama kendi halklarının üzerinde kurarak büyümeyi seçmişlerdir. Bugün büyüme oranları çift haneli rakamlarda dolaşıyorsa eğer, bunu günde 1 dolara çalıştırdıkları işgücüne borçludurlar. Ve tabii üretimdeki taklit ekonomisine de… Cumhuriyet döneminde çağdaş bir sosyo-ekonomik düzene geçmiş olan ülkemizde ise buna olanak yoktur. Doğru da değildir ayrıca…
Tufeyli yaşama karşı durmak, emeğin hakkını verip hakkını almak, bizden sonraki nesillere örnek olmak, birikime değer vermek konusuna ise aynen katılıyorum.
Meraklı olmaktan zarar gelmez, ancak merak, sebat ve kararlılık bir ömür boyu sürmeli. Ne yazık ki sınıfta kaldığımız derslerden biri de bu…
Teşekkürlerimle İbrahim Bey… Sabah sabah düşündürdünüz beni.
sosyolojiden yola çıkarak coğrafyaları felsefe eşliğinde dolaşıyor, kıyaslar yapıyor,temellendirmeler çıkarsamalar yapıyor..
sesli düşünüyor..birilerine değil sanki kendisine notlar alıyor..
içindeki bilgilerin kıyasların çıkarsamaların doğruluğu yanlışlığından önce yazanın hasbi liği aldırışsızlığı ve hesap kitap gütmeyişindeki içtenlik sizi cezbediyor..
gırgır dergisinde bir zamanlar bir bölüm vardı..
''nasıl oluyor da oluyor''
bazan yok artık bu kadarı da olmaz denilen şeylerin oluşunun tabanındaki esrarengizliklere vakıf oluyor insan zamanla
hatta bir adım ileri giderek bak şimdi şu şöyle oldu ama bu olan tam tersi olacak bir şey için aslında şike yapıyor bile diyebiliyorsunuz..
murathan mungan
kaçınılmaz tesadüfler diyor
ben artık bazı olan biteni böyle yorumluyorum
topluma normal akış hissi verilerek tesadüfen olmuş gibi olan olayların arkasında çok derin kurguların , çok derin toplum mühendisliklerinin bulunduğunu düşünüyorum...
Bu yüzden bu tarih coğrafya ve bilinç eksenindeki üç boyutlu yazıya basamaklarla çıkmak gerektiği kanısındayım
umarım unutmam ve dönerim yazıya
TÜM YORUMLAR (5)