İnsan katli gibi büyük suç sayılmalı mana katli de! Çünkü bir “anlamı” öldürmek de; bir adamı öldürmek gibi, istikbale zarar vermek demektir!
Şimdi bunun bir acayip örneğini yaşıyoruz ki; köklerimizdeki çürümenin vesikası, hatta vesikalık fotoğrafıdır:
-Ergenekon ne demek? Diye sorarsanız şimdiki öğrencilere, konuşma şöyle devam ediyor:
-Terör örgütüymüş.
-Peki ne yapmak istiyormuş bu örgüt?
-Ülkeyi içten yıkmak istiyormuş…
-Başka bir anlamı var mı Ergenekon’un?
-Bilmiyorum…
***
Ergenekon bütün Türk toplulukları arasında bilinir ve anlatılır, dı… Demek ki bu ülkede artık anlatılmayacak! .. Demek ki bu ülkede şu an öğrenim gören çocuk ve gençler, “Ergenekon” dendiği zaman ülkemizi yıkmak için kurulmuş çeteleri, hapse düşmüş paşaları hatırlayacak!
***
Türk evladının zihninden Türk milletinin efsanesini yıkmak, nasıl bir cinayettir? .. Ve yeryüzünün her tarafında yaşayan (Kızılderililere kadar) kökeni Türk insanlar arasındaki milli birliğin mıknatısını sökmek, çimentosunu dökmek acaba kaç adam öldürmeye bedeldir? ..
***
Ergenekon, demek; Türk milletinin Orta Asya’daki efsanevi yurdu demektir. Bir savaş sonrasında geriye kalabilen tek canlı Türk olan bebeği Asena isimli bir dişi kurt emzirmiş ve Türk soyu devam etmiştir. Ergene; zirve, Ergenekon; dik yamaç anlamlarına gelir ve destanda geçen anayurdu duvar gibi çevreleyen dağlar demirdendir… Türkler çoğalınca buraya sığmaz olurlar ve demir filizlerini eritip işlerler, silah ve araç gereç yaparlar; duvarlar eriyince dağda açılan yoldan Asena’nın önderliğinde geçerek dünyaya açılırlar…
***
Şimdi bir “demirden dağ” daha duruyor önümüzde; bu da ince ince işlenecek ve önümüzde açılan yoldan geçerek ilerleyeceğiz… Fakat bunu yaparken “Ergenekon” ismini (mutlaka) koruyacağız! İşte bu iş; Ergenekon’un demir dağını eritmek kadar lazımdır ve şarttır! .. Çünkü milletlerin istikbalini çetelerden çok efsaneler çizer!
***
Asılacak olanı asmaktan bile önce yapılması gereken iş; maalesef ve yazıklar olsun ki Ergenekon ismini almış olan bu çeteden adını alan davayı, derhal başka bir kelimeyle anmaya başlamak…
***
Ve şu gün, sırtında çantasıyla okul yolunda olan çocuklarımıza Türk oğlunun Ergenekon destanını anlatmak, öğretmek ve demir dağlara karşı tek başına kalsa bile nasıl mücadele etmesi gerektiğini öğretmektir!
Muammer Erkul
http://www.muammererkul.com/
Sultan YürükKayıt Tarihi : 10.10.2008 14:30:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Sultan Yürük yorumu. .................................................... Efsanemi Vurdular... Fikrinize aynen katılıyorum Muammer Erkul. Çünkü aynen sizin düşündüğünüz gibi düşünerek, 'Ergenekon' adının güzelim manasından öte, başka ve hoş olmayan bir manâda kullanılmasını yadırgayıp duruyordum. Yazılacak çok şeyler var aslında. ... Siz bir mektepsiniz... Yeni neslimize belki de derslerinde okutulmuyor bile 'Ergenekon destanı'. Belki de şu an yetişmekte olan çocuklarımız bilmiyor bile bu efsanemizi. Tebrik ediyorum sizi. İnşallah ilgililer duyar da, ERGENEKON asıl manasında kalır... Saygım ve dualarımla selamlar... Sultan Yürük
![Sultan Yürük](https://www.antoloji.com/i/siir/2008/10/10/ergenekon-nedir.jpg)
bu yazının altına imzamı atarım...
Selamlar...
Dağlarca: “O Ses
Yûnus Emre’nin Sesiydi”
Mehmet Nuri Yardım
Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca ile 9 yıl önce, 1999 yılında bir röportaj yapmıştık. Şairimiz artık sonsuzluk yolculuğuna çıkmış bulunuyor. Ama 9 yıl önce söyledikleri bugün hâlâ önemini koruyor. O zaman gerçekleştirdiğimiz bu konuşmayı şairimize saygı ve rahmetle yeniden siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz:
Kendine özgü bir şiir dünyası meydana getiren Fazıl Hüsnü Dağlarca, 1939’da yayımlanan Çocuk ve Allah kitabındaki şiirleriyle haklı bir şöhrete ulaştı ve bugüne kadar pek çok kitaba imza attı. Çocuk ve Allah, Doğu ve Batı kültürlerinin müşterek duyarlığını ve birikimini veriyor. Batı’ya getirdiği sert eleştirilerle haklı duyarlığını kabul ettiren şairle Kadıköy’deki Hayat Kahvehanesi’nde görüştük.
O, Cezayir’den Vietnam’a, Asya’dan Balkanlar’a kadar uzanan geniş bir coğrafyanın türküsünü söylemek, sesini “bir masal devi” gibi bütün dağlara, ovalara duyurmak istedi:
“Ben cihanın altın terazisinde
Ağırlığımca sevgi vermişim
Ses edin uzak milletlerin gençleri
Bütün antenlerimi germişim.”
“Türkçem, benim ses bayrağım” mısraıyla ünlenen şair, dilimizin bugünkü durumu konusunda umutsuz. Konuyu açtığımızda epeyce dertli olduğunu görüyoruz, “Bu bitmez tükenmez bir konudur. Türk olmak önce Türkçe olmak değil midir? Ne yazık ki ülkenin yöneticileri bu gerçeği görmüyorlar, yaşamıyorlar diyor. Dili aşırı derecede arılaştırdığı yolundaki eleştirilere ise hiç kulak asmayıp kendi yolunda yürüyor. Temmuz 1970’te Behzat Ay’ın yaptığı ve Varlık dergisinde yayımlanan bir röportajda geçmiş şairlerden Yunus Emre, Fuzûlî, Bâkî ve Şeyh Galib’i “önemli” bulduğunu söyler. Dağlarca, kendi dönemindeki ve kendinden sonraki şairleri en çok etkilemiş şairlerden biri olarak genç şairlerle ilgili sorumuza cevap vermiyor. “Çoğunu okuyamıyorum” diyerek yeni şairler hakkında yorum yapmıyor.
Son dönemlerinde çocuk edebiyatında önemli eserler veren şair, bir konuşmasında, “Çocuk şiirleri yazmaktan büyük tat alıyorum. Beni kaç çocuk okursa, onca çok yaşarım.” diye görüşünü açıklıyor. Nasıl bir şiir dünyası oluşturmak istediğini sorduğumuzda ise “Gördüğünüz gibi” karşılığını veriyor. “Çanakkale Destanı”nda Batılıların kandırdığı, sömürdüğü ve Çanakkale Harbi’ne sürüklediği Doğulu milletlere dostça çıkışır ve “Türkü”sünde “sömürülen kardeşlere” sitem eder:
“Sen ne gelirsin yiğit Senegal’im
Malını verdiğin yetmez mi yıllar yılı
Onca canını da mı vereceksin
Sen ne gelirsin yiğit Avusturalyalım
Senin dağların ne ister
Benim dağlarımdan?
Sen ne gelirsin yiğit Hintlim
Sevinecek misin seni yiyen beni de yese?
O kutsal sularında Ganj’ın?”
İşte Dağlarca’ya sorduklarımız ve cevapları.
YARDIM: Nurullah Ataç bir yazısında sizi “yeni bir anlayış getirenlerden biri” olarak tanımlıyor. Şiire getirdiğiniz bu anlayışı açar mısınız?
DAĞLARCA: Yazar getirmekle götürmekle ilgisizdir. O, kendi iç evrenini, dış evrenini ayırdına varmadan söyler. Eleştirmenler bu söylemeyi getirmek diye tanımlıyorlar. İlk günlerimden beri Türkçe’nin sonsuz olanaklarını sezmekle mutluyum. Yazı yazmak, bana yurdumu sevmeyi öğretmiştir. Sözcükler yurdun görüntüleridir. Sözcükler derken Türk soylu sözcükleri anlatıyorum.
YARDIM: Siz Çocuk ve Allah isimli kitabınızla edebiyatımızda büyük bir çıkış yaptınız. Bu eserin yayımlandığı 1939’dan 60 yıl geçti. Pek çok eseriniz arasında en çok yine bu eseriniz seviliyor, sözü ediliyor. Bunun sırrı nedir?
DAĞLARCA: Küçüklüğümü anlatmakla başlamak isterim. Üç yaşlarındayken evimizde bir öğrenciler masası vardı. Bu masada ablalarım, ağabeyim, teyzenin çocukları ders çalışırlardı. Üç yaşındaki çocuk masayı aşmayan boyuyla o yazı çizi okuma yazma aydınlığını solurdu. İşte Çocuk ve Allah o çocuğun anlatılmaz aydınlığa değmesidir. Yıllar sonra yazılırken o tansık yaşanmıştır. Çocuk ve Allah’taki gölgeler, karanlığa varan, anlatımlar, üç yaşındadır. Evde o masanın hemen karşısındaki odada büyük annemin sesi duyulurdu. O ses Yunus Emre’nin sesiydi. Onun ilahileriydi. İşte bu karışık güzellik bir yandan çocuğu bir yandan Allah’ı dile getirir. Bu yapıtımla yeryüzünü dolaşabilirim. Bir çok arkadaşım bu yapıtımı başyapıt sayarlar. Ben Çocuk ve Allah’ı da besleyen Havaya Çizilen Dünya (1935)’yı çıkış sayarım.
Bir anımı da eklemek isterim. 8-10 yıl önce bana bir din hocası geldi. Dedi ki Kur’ân-ı Kerim’den sonra içinde “Allah” sözcüğü geçen ikinci yapıt Çocuk ve Allah’tır. Bu yüzden kitabını ezberledim. Ben de şiir yazmak istiyorum. Günah olur diye korkuyorum. Ne dersiniz?”. Dedim ki: “Onu senden büyük hocalara sor.” Sevinçliyim, Çocuk ve Allah’ın seveni çok, sevmeyeni yok.
YARDIM: Geçmişte önemli eserler bırakmış usta şairler, büyük ozanlar vardır. Siz şiir yolunuzu seçerken bunlardan hangilerinden yararlandınız?
DAĞLARCA: Benim bir yolum vardı. Okuduğum her şiiri nasıl yazılmış diye incelerdim. Okuduğum her şiiri kendi ölçütü içinde düzeltirdim. Bu düzeltme işi bana şiirin gizlerini vermiştir. Okuduğum bütün şairler ve onların dizelerini düzeltirken onlar benim parmaklarımı eğitmişlerdir. Hepsine yerden göğe kadar saygılarımı sunarım. İçlerinde ayırt ettiklerim var. Bir saygısızlık olmasın diye onların adını belirtmiyorum. Yazılarımı iyice okuyanlar, o büyük ozanların kimler olduğunu bulabileceklerdir. Şiir en ulusal yapıdır. Uluslar, öz dillerine dayanan bu yapıyı korudukça ölümsüzleşir.
YARDIM: “Yeryüzü Saygısı” başlıklı şiirinizde “Atalarıma bin saygı bin kutsama / Ayırt etmemişim kara deriliyi altın saçlıdan / Ben de ülkeler almışım doğudan batıdan / Ama sömürmemişim” diyorsunuz. Bu şiirin yer aldığı Batı Acısı isimli şiir kitabınız1958’de yayımlandı. Burada Batılıların yüzyıllar boyunca yeryüzünün geri kalmış bölgelerini sömürmesini kınıyorsunuz. Osmanlı’nın fetih anlayışı ile Batı emperyalizminin sömürge zihniyetini karşılaştırır mısınız?
DAĞLARCA: Bu soru için teşekkür ederim. Kitap çıktığı yıllarda Yakup Kadri Karaosmanoğlu sağdı. Türk Dil Kurumu’nun Yönetim Kurulu masasında birlikteydik. Batı Acısını kendisine imzaladım. Bir hafta sonra beni görür görmez “Aferin sana” dedi. Biz Batı’yı hayranlık gözlükleriyle görmüşüz. Eleştirmekten çekinmişiz. Sen tam yerinden bakmış ve görmüşsün. Batı’yı kendi değerlerine indirmişsin. Yüreklendirdin beni.” dedi.
Batı şımartılmıştır. Giden aydınlarımız anlayamadığım bir nedenle Batı’daki tekniği görmüşlerdir. Batı Acısında söylediğim gibi 1789’un Fransası Afrika’da ele geçirdiği kara parçasına ‘Fransa Afrikası’ demekten utanmamıştır. Paris’te bir İnsanlık Müzesi var. Orada her ülkeden o ülkeye özgü bir belge sergilenmekte. Ölüme karşı, insanın ölüsüne karşı bundan büyük saygısızlık olabilir mi? Bu sergiyi düzenleyenler nasıl insancıl olabilirler?
YARDIM: Kimi edebiyat tarihçileri sanatınızı anlatırken şiirinizin temel duygusunu, kozmik âlemle insan arasındaki münasebetin teşkil ettiğini yazdı. Buna katılıyor musunuz?
DAĞLARCA: Buna katılırken Mehmet Kaplan’ın tek bakışlı olduğunu da söylemek isterim. Yapıtlarımda bin bakış varken Kaplan’ın öbürlerine değinmemesi bilgisizliğinden değil...
YARDIM: İkinci Yeni şairlerinden Cemal Süreya bir değerlendirmesinde eserlerinizi sezgi ve akıl dönemi olmak üzere ikiye ayırdı. Yaşar Nabi ise böyle dönemleri kendi hesabına kabul etmediğini, 1945’ten sonra dünya görüşünüzde bir değişme görüldüğünü, ancak sürekli değişme ile birlikte şiirinizde yeniden eskiye dönüşlerin var olduğunu öne sürdü. Ne dersiniz?
DAĞLARCA: Bütün bunlar özel bakışlar. Bence ozanlar şiirlerini yaşarken ister istemez büyük bir coğrafya içindedirler. Bu coğrafya yeryüzünün anlam bölgelerini kapsar. Ozan yaşadıkça, gezdikçe, gördükçe, okudukça, kendini yeryüzü ile birlikte sanki yeniden bulur. Elindeki sıcaklık ilk dizelerinden gelse de avucunu dolduran yeni günlerin yeni yılların ışığıdır. Böyle olmayan ozanlar, yineleme içine düşerler. Daha doğrusu ozan olamazlar. İlk dizesinden son dizesine dek değiştikçe, kendi kalabilen kişilere saygı.
YARDIM: Cemal Süreya bir gün sizin kendisine “Ben şiiri koklayarak bulurum.” dediğinizi, Oktay Akbal ise “Bence şiir bir oyundur.” ifadesini kullandığınızı anlatıyor. Bunları nakleden Yaşar Nabi “Dağlarca için şiir bir tutkudur.” der. Sizce şiir nedir, şiiri nasıl yakalarsınız?
DAĞLARCA: Üçü de doğru üçü de yanlış. Geçenlerde bir konuşmamda söylediğim gibi ben küçücük biriyim. Şiir bana egemendir. Ben onun yemeğini suyunu veren bir bakıcıyım. Onun bakıcısıyım. Şiir 24 saatimde nereye baksam, nerede soluk alsam oraya bakan, orada soluk alan biridir. Onun çalışmasına uyduğum için, ona çalıştığım için mutluyum. Eleştirmenlerin düşündükleri gibi, ozanlar yazdıklarına yüzde yüz egemen değillerdir. Yukarıda söylediğim gibi şiirin egemenliği, ozanları kapsar.
YARDIM: Cezayir ve Vietnam gibi geçmişte dünya gündemini işgal eden konulara geniş yer verdiniz? Bugün Bosna ve Kosova’da işlenen cinayetlerin, yapılan zulümlerin şiirimizde, edebiyatımızda yeterince ele alındığı söylenebilir mi?
DAĞLARCA: Bu soruyu iyi ki sordunuz. Yok Edilen Çok Uluslu Olmak kitabımda Tito’nun Yugoslavya’sının, Sovyet Komünizminin yıkılmasından sonra nasıl parçalandığı, nasıl ayrı ayrı yutulduğu gösterilmiştir. Bu arada 8-10 kez gittiğim Yugoslavya’nın eski günleriyle son yıllardaki durumu okuyucunun gözlerinin önüne bırakılmıştır. Tito büyük bir başarı ile Balkan uluslarını kardeş kılma denemesine girişmiş ve başarılı da olmuştur. Ne yazık ki Batı yüz bin dişli ağzıyla, çirkin dişleriyle Tito’nun güzel meyvasını da yok etmiştir.
(Türk Şiirinden Portreler, Nesil Yayınları)
Saygılarımla...
Ve esen kalınız.
TÜM YORUMLAR (19)