ENİŞÜRİ SOLMAYAN RESİM
seni anlatmak, anlamak seni, tanımaktır o kutsal emeği
seni anlatmak, kavuşmaktır özgürce
dünyanın öbür ucundan da olsa berrak sularına Munzur’un
seni anlatmak, anlamaktır seni, kimsesizliği-yalnızlığı
yoksulluğu çileli büyüdüğün toprağı, ülkeyi
bin dokuz yüz otuz sekizi… inadına yaşattığın umudu
seni görmek yıllar sonra çerçevesiz, solmayan bir resimde
canlı, dipdiri ayakta dururken elinde kürek, akan sular içinde
yaşamın kaynağını bulmaktır
toprağın üstüne çıkardığın suda seni taşıyan gururu
seni anlatmak doğurmak için bağrında bin bir çiçeği
okşadığın, suya kavuşturduğun toprağa, ağaca el verip
sen gibi nezaketle konuşabilmektir dilini
bir emekçi ki, nasırları patlarken üst üste
kanayan parmaklarının sızısını yüreğine versin
o öpülesi ellerin gördüğü, çektiği çileyi
dosttan-düşmandan, çocuklarından saklasın
evine götüreceği bir lokma ekmekle
çocukların güleç yüzünü derman etsin derdine
bilesin Memo, bilesin
seni anlatmak için durmadan ölümlere vuran
seni anlamaya çalışan bir yürek, korkarım yaşlanıyor zamansız
söyle, bir resim vurur mu insanı bir resim
tutup da silkeler mi insanı
beni sardı işte, vurdu alnımın çatısından, gözlerim aktı
yaramı kanatmak değil, öldürmek için değil elbet
bu senin resmin, kendine getirir adamı
görmek, anlamak, haykırmak için
vuruldum bir gece vaktinde, vuruldum
bir kazma, bir kürekle koca bir yaşamı kazanan
sızısı yüreğime saplanan o nasırlı ellere
ansızın, bir gece vaktinde, vuruldum
bilmeyen bilmese de olur bu saatten sonra
tanımayan zaten tanımaz emekçiyi
sen ki, bir tek toprak tuttu elini bir ömür
ve dokuz çocuğun yüküyle
bir tek suya kavuşturduğun toprak güldü yüzüne
Dersim’in yetim delikanlısı tırnaklarınla kazandığın yaşamı
kutsal bildiğin emekle, alın terini
ve yere düşürmediğin yüreğin… o toprakta şimdi
seni anlatmak dünden daha zordur bugün
sırılsıklam çarpılmak gibidir poyraza
ya da hırçın dalgalarına kapılmak gibi
çırılçıplak o engin o mavi denizin içinde kalmaktır tek başına
senin bakışın, onurun, bin yıl tutar insanı bu cehennemde
dimdik ayakta nice bin yıl… anlamak-anlatmak için
çıkarmak için sabaha o kutsal emeği
bir bir konuşmak mı elinin değdiği toprakla
heceler yabancı, kelimeler yetişmiyor resmine
o bir kareye sığdırdığın duruşuna
inan ki dar geliyor göğsümün kafesi
pişirmeye çalışıyorum sözleri ayaklar çıplak, ama
alnının teri kurutur tenine vuran suyu
hangi kalem yazabilir ki seni
tanıyan-tanımayan hangi kalem sızısını akıtır ki kağıda
biliyor musun, gülüşünü özledim
öyle bütünleşirdi ki o nasırlı ellerinle
öyle masum, öyle içten, öyle sıcak
bin dert olsa üstümde, bir bir çıkarıp atardı içimden
hani, ne getirdiğin ekmekteydi gözüm
ne yaptığın oyuncaklarda
ne de kavgalara meydan okuyuşunda
o gözlerinden okuduğum
acısını, çilesini içinde saklayan gülüşünü
bir bir fidelercesine yarınlara
yüreğimin ortasında tutuşturulmuş bir meşale
durmadan, ordan oraya savurur beni
kavgaların geliyor aklıma
biz küçükken, annemle ettiğin kavgalar
alışmıştık, sinirler dinince biten kavgalarındı bunlar
ve köyün çeşmesinden sitille taşıdığın suda
köylüler gelirdi üstüne, kadın işini yapıyor diye
sen ki her zamanki ağır başlılığınla
erkek dediğin derdin, yükünü hafifletmeliydi kadının
söz biterdi orda, söz biterdi
seni nasıl anlatmalı otuz sekizin yetim kalmış delikanlısı
seni nasıl anlatmalı
tanıyan hangi çocuk bir şeyler almadı ki senden
işte karşımdasın, gözlerin üstümde hâlâ
başını kaldırıp bakmazdın kadına
eğilir dilim, gözlerim akar konuşamam
biliyor musun bir tek ölüm yakışmadı sana
diğerlerinin hakkından geldin kendince
hâlâ varmıyor dilim, varmayacak da
hâlâ görmüş de değilim boylu boyunca uzandığın toprağı
ağır gelir Memo, inan çok ağır gelir bana
sen ki, otuz sekizin delikanlı çocuğu
ekmeğini bölüştüğün kuşlar, diktiğin fidanlar
aşıladığın o piç ağaçlar, yürüdüğün yollar
toprağın yüzüne çıkardığın sular…
duyuyor musun, seni konuşurlar, seni
bilmem nasıl anlatmalı, bilmem nasıl
hani doyurabilseydin kendini
hani çilesiz bir tek günün olsaydı
hani seni vuran askerin yüzüne dikilip
‘anlaşıldı asker ağa mahkemeliktir bu iş’ derken
ya da benim yüzümden en azından
ağaran saç, sakala bakmadan
kelepçelenmeseydi o nasırları patlamış ellerin
bağlanmasaydı o yaşlı, o sahipsiz gözlerin…
saç, sakalından utanmadan o çiğ, o arsız adamlar
o kirli elleriyle dokunmasalardı sana
bu kadar koymazdı bana
işte, yarattığın bir yürek kuş gibi çırpınıyor önünde
belki sen gibi küreğe dokunmadan eli
belki okşamadan toprağı
gün gün, hücre hücre eritirken kendini
anlamak-anlatmak için, kimin umurunda
seni, otuz sekizin delikanlı yetim çocuğu…
bak okşadığın toprağa, yeşermiş diktiğin ağaçlar meyvede
dallarında yuvalanmış kuşlar peşi sıra ötüşür
adını kazırcasına Enişüri Kızıl Pınar’a
(Adsız Fırtınalar Doğuyor)
Ercan CengizKayıt Tarihi : 29.3.2008 01:39:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
hikayesini bir roman ancak kaldırır

Hem teknik açıdan hem duyguların iletimi açısşından bir çok şiirden farklı bir yere sahip. Emekçi ve hayatını alın teri ile kazanan kaç milyon insanın hikayesini bir şiire aktarmışsınız. Yazdığınız özel bir kişi olsa bile.
Tebrikler.
Kaleminizi ve yüreğinizi kutluyorum ve tam puanımı bırakıyorum sayfanıza. Saygılarımı göndeririken yüreğinize izninizle listeme alıyorum şiirinizi.
biz küçükken, annemle ettiğin kavgalar…
alışmıştık, sinirler dinince biten kavgalarındı bunlar
ve köyün çeşmesinden sitille taşıdığın suda
köylüler gelirdi üstüne, kadın işini yapıyor diye
sen ki her zamanki ağır başlılığınla
erkek dediğin derdin, yükünü hafifletmeliydi kadının
söz biterdi orda, söz biterdi
Gerçekten de hikayesini bir roman ancak kaldırır... dediğiniz gibi...
Şiire hakimiyetiniz ve ustaca anlatımınız... imgeleriniz... Şiir gibi şiir yazıyor dedirtiyor insana...
Tebrik ve saygımla
TÜM YORUMLAR (4)