ENİS BATUR İÇİN GÖMLEKLER MESELİ
/Kum Döken Çöl Saati
Hiç kimse kendi ölümüne böyle korkunç kalkmadı
Benim yaşama oturduğum gibi... *
Burası orası mı? diye sordu çocuk. Evet, orası. Bu kadar dingin değildi lakin dedi büyükbaba. Çaktı toprağın göğsüne gök, oylumunu neşret dedi toprağa, çocuk yaşlanmalı artık, albüm açılmalı... Ceviz tanesini içine aldı toprak, yeşertti, kırdı kabuğunu, göğertti zârını ve kovuğuna bıraktı sonun ilkini anlatan kanlı divanı...Çocuk yaşlanmış, albüm açılmıştı artık...
:Gümüşünü burada parlattı argın ırmak. Kaplan burada caydı doğurmaktan, ölümü ceylanın gözlerinde. Atını burada vurdu, çaresiz Attar. Üzüm burada kışkırttı ‘Sarı Bülbül’ü. Madalyonunu burada sakladı Roma Sultanı. Entarisini burada yırttı Sasani’li kadın. Parasını burada bastırdı Artuklu Han’ı. Etine burada büründü imge sürüsü. Yosunu burada yaktı çocuk, yeşil ellerine. Yılan burada soyundu görmediği zorlu kışı. Altı buğu burada terk etti soğuduğu dudağı. Sevgili burada unuttu onu yaratan tansığı. Doğasından burada caydı, içimdeki kaplan. Kan buradaydı, bu metis pembesi patikada dikildi gömlekler...
Apansız buluşumdu bu, aydaki gizli saltanatı. Gittim ve dirilttim görünmez kılınan dünyalık bir eti. Şey’di yıkıldı, anlatamam, kanı silen olanca yöntemi denedim deriden, bileğimde bozunmuş kalıntılarla, işlendiğim tezgahın tozunda hangi el oymuşsa beni, oy’dum...
Kan yeniden kopmuştu mağarasından, ürpertiyle sızlatıyordu göğün omurgasını. Billur bir ay ışığı yer etmişti toprağın gerilme noktasında. Kervan, bir opera dumanı gibi ilerliyordu lahitler arasında. Kılıç kalmış, madonna delik deşik kılınmıştı freskin mermere döndüğü kurumada. Poseidon ölmüş, sanki cesedi altından ıslak bir kara vurmuştu sunaklı kıyıya.. Eliot ve Dante kitaplığımda kayıp, yapraklar denize çok uzaktı. Cesedin soğuyan psikolojisiyle kal(seduanlaş) mıştı, Hawthorne’un kemikleri, üstüne eğildim kalıntı buketinin, içime döküldü yenilgi...
Metamorfoz suskunun içindedir, fark etmeden dökülür kapanık dudaklardan. Kan ve damla atar değişkenin sathına. Ovada plume dönencesi, kafataslarında köpüklü yakarı taçyaprakları açmıştı bunları düşünürken. Şimdi uzak, yarın kopuşun günışığı seyelanına kapılmıştı gittikçe uzayarak. Tenhada taşıyordu atların ota düşen gözleri, tuzlu bir sızıntı buruşturuyordu sayfayı. Ve ustam, kabukların kumlara gömüldüğü o sayfada indi omzuma, kapını kapatma dedi gölgeler değil görüntüler (k) oy boşluğa...
Sudan çıkma bir bulut akşamın üstünden onca tuzuyla inip, kıvrıldı kesilmiş başaklar kundağına. Gömütün ışıldayan elmasında uyandı, kavdaki od’un ateşli terzisi. Uyku eğilebilirdi o an, gözümün kamaşan halesine. Diledim ki kutsal dışı bir yer olsun, döndüğüm sözcükler bahçesi. İnançsızlığım bağışlanmasın, göğsümde yarasını kaybetmiş bir aziz uyumakta... Azizim şeyh misiniz bu içbükey korunakta..?
Moderndi objenin cilalı postu. Kent ışıldak, köy ağyar sularda ilerleyen kadırgaydı günsonuna batacak. Her şey tamamdı çağın tentesinde. Av olmanın tadına avcı da vardıydı o ormanda. Bilseydim, Sceve’in usta olduğu ozan, lirime tel, boşluğuma ten olacak, toprağa saplanan tin niyetine, çekirdekten ayrılan kabuğu yeğlerdim..!
Gecenin ayaz korusunda, kuyunun çırılçıplak koridorları uğulduyor, ölemeyen bir kaplan düştüğü oyukta inildiyordu. Hangi ateş ve topraktan koptu, içimizdeki fısıltı lavları? Hangi kanın hokkasından çıktı bu kızılyaprak uçları..? Aldırmadan, yakınmadan, gizlenmeden, fosfor taşıyla oydum ruhuma bedenimi, yeterince dışına bu dünyanın...
Beyaz adalar altında yüzüyor kara ülke, ırmağa yansıyan ne varsa çözülmez sorularla peydahlanmış kayalıktan. Bilir misiniz Fransızlar körlüğü mutlak tenle kırarlar.Ve ben severim biriktirmeyi, sözcükler gibi dağılan parçaları. Yekûnunu hesaplıyor ustam, mürekkebin lâcivert mecrasında. Doğramına kült sıkıştırıyor. Kar yağıyor ve yeni damarlara sarınıyor defne altında iskelet. Gece dağıldığı mecrasına toplanıyor. Divanı’nda koyun koyuna uyuyor Doğu ve Batı. Kan kıyıda fıldır fıldır akıyor.
Kasırgalar geçiyor siyah gömleğin zırhlı kanatlarıyla. Ustam toprakta ak topukları, omzunda ocak tülü gömleği, başında kum döken çöl saatiyle, bir çift derin oyuğa ipiltiler çözüyor, akışın gediğinde keşfedilmemiş sembollerle. Yeşil bukleler, kadife tortular arasında eşsiz ve dokundukça erden dudaklar açan şafağın altın gömleğini ütülüyor. Düzlükte, kabuğu çatlayan Acerde sınır dala ve sancı büyüten yaprakların aynasında açık alnına yansıyor, kıyıdaki kabuktan boşalanlar.Ve kabuk, ikizinin üstüne kapanıyor, tek karanlığa...
Kabuktan cayan kopuş oldum nihayetinde. Gölgesi perdahıyla cismine ulaşmayan. Bu çıkışsız kapılar, bu girilmez söylenceler boşluğunda, bütün nehirleri sıraladı ustam. Apansız savrulan kumlarla dağladı gözlerimdeki yakın vahayı. Nerede sınırından geçtiğim başak demetleri. Yağmur sesi, yakut otların salınışında patlayan çakımlar? “Göz için yeni bir şey yok ”** evet; “Korkunçluk bunda”** Zaman hep burada göz yumuyor gördüklerine. Ey sonsuza dek diriliş arayan..!
Rüzgârın yamaca gömdüğü sessiz çarpışta; gördüğü deniz, çıktığı dağ, yaktığı ateş, girdiği su ve salladığı dal uçları döküldü taşıl hayvanlar masasına. Eşsiz bir vahaydı karanlığı göğerten bu ani çakım. Yeryüzü, çürümüş gömleğini soydu barbar yüzünün...
Kızıl solüsyon, iç kuyumun ahşap kovasıyla, çekilen bir ırmak gibi aktı, çınlayan dirimin tansökümüyle araladığı kapaktan. Boğuk bir zamandı üstümüze açılan, dokunuş da kurumuştu deriye gömülü çizgide. İki bedenin içinden akıyordu bu günbatımsız salınım, rüzgâr doğuran bir sancıyla açıldı adımlar, kımıldadı gerçek...
Kaldım, gitmek olsun için teninde yaşlanan ad’a yol olanlara. Her yangına od bittim, ışıdıkça dışı kara, sonu gri dalgalara vurdum tözümdeki közü. Safran gömleğiyle döküldü mevsimler kaidesine ustam, kocaman sustu adiantumun tellerinde. Göğün koynunda sorular gördüm sonra, anlamın kelama küstüğü suskun adalar...
Böyle ya da değil, gümüşî bir gömlek cebinden önüme düşenler bunlardı. Gördüm, ki vadi sesiydi dağa yüklenen koca uğultu. Veronés gömleği örülmemişti henüz, ipeğin sıcak isteyen kozasıyla, azulun kollarında okyanus atlasları, adagio sostenuto dalgalanıyordu göğün sancağında...
Kapım açıktı ve uluorta yanardönerdi kuşku pervaneleri. Saltanat adaletin afyonunda infilaktı ve kanı hepimiz biliriz, nasıl terk ettiğini, dakikalık kızıl bir akıntıya, demlendiği mecrasını. Ustam, duysa da balıkçılara sunsa düşlemi kurak bohemyadan topladığım bu yılan pullarını....
Açtı yolunu eriyen aklevha, kavşaktaki quercusta kar kuşları tüneği, kaya travertenlerinde yeşeren bahar uçları gördüm ve sürüklenen bir yaprağın çevresiyle katladım içime. Söylenmişin tortularını kazıyarak, mart’ın martı’sız sulara inen gölgesinde düğümlendi ay ışığı. Ağıl dağıldı, gecenin lacivert gömleğinde kaldı dolunay oyuğu...
Eriyik ve sis kümesindeki süreğen yol, dalgasını doğurup uzak bir tropaeloumu tuzlayan kastanyetli anlar sürüsüyle yürüyordu.Açılsa kaç gün çok gece gitmek olan kentin ışıltılarında, şiirini şakıyordu ustam: ufuk çizgisi kuran dağların ötesinden yaklaşan kasırgaymış, neden sonra anladık*** açıklarda terkedilmiş babil ve çan kuleleri kutsal bir yıkım olmuştu savaşın vargısında. Duydum ve yola çıktım içimdekine cellat, dışımdakine anaç bir kaburga olmaya. Ahali yolum bilmesin, kilit aşınıp dışbükeyler bitince fırlatacağım yegâne açkımı..!
Bu kemikli boşlukta biraz et çokça sessizlik görünüyor, zaman fantasmanın dudaklarında buz kristali. Fark ettikçe ateşi yükselen, yükseldikçe paramparça. Gece baskın yapan fırtına öldürüyor, yok ete diktiğim sonsuz suskuyu. Gri cepten allak bullak bir ışıma, anlağın kurdu uyuyan elmasında parlayarak zehirliyor sinmiş odayı. Gördükçe ölümcül ısırığı, yanımda kim var?
____________________________________
* Ahmed Şamlu, ** İlhan Berk, *** “Enis Batur
Kayıt Tarihi : 2.12.2005 02:08:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!